04-21-2007, 12:12 AM | #11 |
Daimi Üye
Kayit Tarihi: Mar 2007
Nerden: Uşak-Bozüyük
Yaş: 37
Mesajlari: 467
Teşekkür Etme: 14 Teşekkür Edilme: 39 Teşekkür Aldığı Konusu: 30
Üye No: 36062
Rep Power: 1403
Rep Puanı : 1960
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Harezmşahlar (Harzemşahlar)
On birinci yüzyıl sonlarında Harezm bölgesinde kurulan Türk devleti. Harezmşahların atası Anuştegin, bir Türk kölesiydi. Büyük Selçuklu emirlerinden Bilge Tegin, onu satın alarak, saraya getirmiş ve özel olarak yetiştirmiştir. Selçuklu sarayında taştdârlık vazifesinde bulunan Anuştegin, gösterdiği başarılar neticesinde, Harezm valiliğine getirildi. Ölümünden sonra oğlu Kutbeddin Muhammed, Harezmşah unvanı ile Sultan Sencer tarafından aynı vazifeye tayin edildi. Büyük Selçuklu Devleti'nin valisi sıfatıyla 30 yıl Harezm’i idare eden Kutbeddin, aynı zamanda Harezmşahlar Devletinin kurucusudur. Kutbeddin, saltanatı müddetince, mükemmel bir idareci olarak, âdilane hareketleri ile halkı kendisinden hoşnut etti. Her ne kadar, müstakil bir hükümdar olarak hüküm sürmedi ise de, oğullarının gelecekteki faaliyetleri için sağlam bir zemin hazırladı. Onun idaresi zamanında, Harezm ülkesinin, Selçuklulara tabi ülkelerle ticarî faaliyetleri yoğunlaştı. Harezm, maddî ve manevî yönden gelişmeler gösterdi. 1127 yılında Kutbeddin Muhammed’in ölümü üzerine, yerine büyük oğlu Alâeddin Atsız tayin olundu. Küçüklüğünden itibaren iyi bir tahsil ve terbiye görmüş olan Atsız, aynı zamanda Sultan Sencer’in şahsî teveccühüne mazhar olmuştu. Nitekim Atsız, ilk devirlerde Sultan Sencer’in seferlerine bizzat ordusuyla katıldı ve onun başarılarında büyük yardımı oldu. Atsız, aynı zamanda kendi siyasî nüfuzunu genişletmeye de çalışıyordu. Bu sebeple Cend ve Mangışlak gibi askerî bakımdan mühim merkezleri zaptetti. Ancak Atsız’ın bu faaliyetleri, Sultan Sencer’i kızdırdı ve tekdir edilmesine yol açtı. Atsız, Sultan’ın bu tutumu üzerine, kesin olarak bağımsızlığını ilan etti. Sultan Sencer, bu duruma nihaî bir çözüm getirmek amacıyla, 1138 yılında, büyük bir ordunun başında, Harezm üzerine yürüdü. Yapılan savaşta Sencer, Atsız’ın ordusunu hezimete uğrattı. Atsız’ın kardeşi Atlığ da ölenler arasındaydı. Harezm’in idaresini Süleyman bin Muhammed’e veren Sencer, onun başkanlığında vezir, atabeg ve hâcib adı verilen memurlardan müteşekkil bir dîvân kurdu ve 1139 yılında Merv’e döndü. Harezm’de işbaşına geçen yeni idare, Atsız ve taraftarlarının da karşı faaliyetleri üzerine, halkı memnun etmekten uzak kaldı. Harezm halkı, huzur dolu eski idareyi aramaya başladı. Bu sebeple, Atsız’ın, Harezm’de hakimiyeti ele geçirmesi uzun sürmedi. 1140 yılında devletin başına geçen Atsız, Sencer’in yeni bir seferinden çekinerek, onu metbu tanımayı ve ona uymayı ihmal etmedi. Fakat, bu durum uzun sürmedi. Sencer’in, 1141 yılında Karahitaylarla yaptığı savaşı kaybetmesi üzerine Atsız, büyük bir orduyla Horasan’a gelerek Merv’i zaptetti. 1142 yılında ise Nişapur’u alarak adına hutbe okuttu. Bu arada, Sencer, Horasan’da yeniden hakimiyetini kurmaya muvaffak olunca, Atsız, geri çekilmeye mecbur kaldı ve yeniden Sultan’a bağlılığını arz etti (1144). Atsız’ın Sencer’e karşı giriştiği isyanlar, Sultan’ı üçüncü defa Harezm ülkesine girmeye mecbur etti. Hazarasp Kalesini fetheden Sultan Sencer, Harezmşahların merkezi Gürgane önüne geldi ise de, Müslümanlar arasında kan dökülmesini istemeyen bir dervişin ricasını kırmayarak, Atsız’ın, kendisini metbu tanıdığını bildirmesi ve affını rica etmesi üzerine geri döndü. 1156 yılında Atsız’ın vefatı üzerine, yerine veliaht Ebû Feth İl Arslan geçti. İl Arslan, daha hükümdarlığının başında, saltanatta hak sahibi olabilecek durumda bulunan amca ve kardeşlerini ortadan kaldırdı. İl Arslan’ın hükümdarlığını, Sultan Sencer de kabul etti. Ancak, Sencer’in çok geçmeden vefat etmesi ile, Doğu İran sahasında Selçukluların etkisi kalmadı. Böylece, bölgede Harezmşahlar kuvvetli duruma geldiler ve Selçuklularla bağlarını kopararak müstakil bir devlet oldular. Nişapur’u kendisine merkez yapan İl Arslan, 1170 yılında Tus, Bistam ve Damgan taraflarını fethetti. Bu arada Harezmşahların, Karahitaylara ödedikleri vergiyi kesmeleri, iki devleti karşı karşıya getirdi. Karahitayların üzerlerine gelmesi üzerine onlar, her zaman olduğu gibi, yine istila sahalarını su altında bırakmak suretiyle kendilerini korudular. İl Arslan, 1172 yılında vefat etti. İl Arslan’ın vefatı, ülkeye yeniden kardeş kavgalarını getirdi. İl Arslan’ın küçük oğlu ve veliaht olan Sultan Şah, annesi Terken Hatun’la beraber Harezm’de bulunuyordu. Babasının ölümüyle tahta oturan Sultan Şah’a, kardeşi Tekiş itaat etmedi. Tekiş, kardeşinin kendi üzerine kuvvet sevk etmesi üzerine, Karahitaylara müracaat ederek kendisini desteklemelerini istedi. Her fırsatta Harezmşahların iç işlerine karışan Karahitaylar, bu talebi severek kabul etti. Tekiş’in, çok kuvvetli bir Karahitay ordusunun başında olarak Nişapur’a geldiğini duyan Sultan Şah, taraftarlarıyla birlikte Irak Selçukluları’nın naibi olan Melik Ayaba’nın da kuvvetlerini yanına alarak, sultanlığını ilan eden Tekiş üzerine birçok kereler sefere çıktı ise de, hemen hepsinde başarısızlığa uğradı. Hattâ, bu seferlerden birinde yakalanan Ayaba öldürüldü (1174). Terken Hatun ve Sultan Şah Dihistan’a kaçtılar. Bundan sonra tahta geçen Alâeddin Tekiş, Harezmşahlar sülalesinin en kudretli şahsiyetlerindendir. Harezmşahlar Devleti, onun sayesinde imparatorluk hâlini aldı. Tekiş, ilk olarak Karahitaylar ile mücadeleye girişti. Harezmşahlardan vergi istemeye gelen Karahitaylı elçinin gururlu oluşu ve edepsizliği, Tekiş’in onu öldürtmesine yol açtı. Bu şekilde başlayan çarpışmalar, Harezmşahların başarısıyla sonuçlandı. 1187 yılında, kardeşi Sultan Şahın ölümü, Tekiş’i daha rahatlattı. Doğu İran ve Horasan’ı tamamen emri altına alabilmek için faaliyetlere girişti. Selçuklu Sultanı İkinci Tuğrul Şahı, giriştiği muharebede öldürttü. Tekiş, artık kendisini Selçukluların vârisi sayıyordu. Bağdat halifesinden Irak, Horasan ve Türkistan sahalarının hakimiyetini tasdik eden saltanat menşûrunu (fermanını) aldı. İsmailîler elinde bulunan bazı kaleleri geri aldı. Bu geniş fütuhatları gerçekleştiren Tekiş, Harezm’e döndüğü 1200 yılında vefat etti. Yerine bu sırada Turziz muhasarasında bulunan oğlu Muhammed, Alâeddin unvanı ile tahta çıktı. Alâeddin Muhammed’in ilk devirleri, daha babasının sağlığında istiklâl emelleri besleyen Melikler ve Gur sultanları ile mücadele hâlinde geçti. Bilhassa, tehlikeli bir hâl almış bulunan Gur istilâsını güçlükle önlemeye muvaffak oldu. Gur sultanı Şehâbeddin’in ölümü üzerine, Alâeddin, Herat’a hakim oldu (1207). Gurluların, tehlikesiz bir hâle getirilmesinden sonra Harezmşahlar için en büyük tehlike Karahitaylar idi. Mâverâünnehir’i hakimiyetleri altında bulunduran bu devletin nüfuzunu kırmayı ve İslâm dünyasını böyle bir dertten kurtarmayı amaçlayan Alâeddin, bunu kendisi için pek mühim bir vazife biliyordu. Nitekim, 1207 yılında Mâverâünnehir’e karşı giriştiği sefer ile, bu büyük hareketi başlattı. 1208 yılında, Karahitay ordusunu, büyük bir hezimete uğratan Alâeddin, Buhara’yı zaptetti. Yine bu sırada Cengiz’in önünden kaçan Naymanların, Karahitay ülkesine girişi ile Karahitaylar, bir daha kendilerini toparlayamadılar ve tamamen Harezmşahlar’a tâbi hâle geldiler (1212). Harezmşahların nüfuz ve kudreti, İran ve Afganistan sahalarında devamlı artmaktaydı. 1225 yılında Gazne’yi alan Alâeddin, bu bölgenin idaresini oğlu Celâleddin’e verdi. 1217 yılında İran’a bir sefer yaptı. Ancak bu sefer, diğerleri gibi başarılı geçmedi ve ordu büyük zâyiata uğradı. Harezmşahların bu haşmetli devresinde, doğuda büyük bir tehlike başgösterdi. Bu tehlike, doğuda yalnız Harezmşahları ortadan kaldırmakla kalmayacak, bütün dünyanın tarihî mukadderatı üzerinde derin izler bırakacaktır. Çünkü, tam bir çapulcu sürüsü olan Moğol ordusu, önüne gelen her yeri yakıp yıkmakta, girdikleri ülkelerde kültür ve medeniyetten eser bırakmamaktaydı. Başlangıçta Harezmşahlarla, Moğollar arasında dostluk ve ticarî ilişkilerin geliştirilmesi gayesiyle elçiler gelip gittiyse de, bir Moğol kervanının, Otrar Valisi İnalcık tarafından, casusluk iddiası ile tevkif edilip, tacir ve kervancıların öldürülmesi, araya soğukluk getirdi. Cengiz, Harezmşah’a bir elçi göndererek İnalcık’ın teslimini ve malların tazminatını istedi. Sultan Alâeddin’in bu teklifi reddetmesi, iki devlet arasında savaşı kaçınılmaz kıldı. Her ne kadar, Alâeddin’in, bu teklifi reddetmekle, yüzbinlerce Müslümanın kanını akıtacak bir olaya sebebiyet verdiği iddia edilmekteyse de, bu teklifin kabulü neticesinde, kibir timsali Cengiz’in daha da şımaracağı, yeni istekler peşinde koşarak harbe sebebiyet vereceği belliydi. Nitekim, 1216 yılından itibaren, uzun askerî hazırlıklar içinde olan Cengiz’in hedefi, İslâm âlemi idi. Gerçekten de Cengiz, 1219 yılı sonlarına doğru, 200 bin kişilik ordusuyla ilk olarak Harezmşahlara karşı harekete geçti. Harezmşahların, kuvvetlerini, büyük şehir ve kalelere dağıtmasından da istifade ederek, önemli merkezleri tek tek ele geçirmeye başladı. Mukavemet gösteren mevkiler, korkunç bir katliama uğratılıyordu. Kısa bir süre içinde Buhara, Semerkand, Otrar, Sığnak, Berakend ve Hocend gibi şehirler, Moğolların eline geçti. Harezm müdafaa kuvvetlerinin, büyük kahramanlıklar göstermesine rağmen, sonuç değişmiyordu. Sultan Alâeddin, son olarak Devletâbâd yakınlarında Moğolların karşısına çıktı ve tekrar yenildi. Abiskun’da bir adaya sığınan Alâeddin, çok geçmeden burada hastalanarak, 1220 yılında vefat etti ve yerine oğlu Celâleddin tahta çıktı. Harezmşahların bu son hükümdarının hayatı, maceralar ve kahramanlıklar ile dolu geçmiştir. Celâleddin Harezmşah, saltanatının daha ilk yıllarında, kendisini tanımak istemeyen Türk kumandanlarının suikast tertipleri neticesinde Horasan’a çekildi. Burada toparlayabildiği kuvvetlerle, gece-gündüz demeden, var gücüyle Moğollara karşı çarpıştı. Neticede, batıya doğru yayılan bu istilâ selini bir müddet geciktirmeye muvaffak oldu. Celâleddin ile birlikte Harezmşahlar Devleti de son buldu (1230). Kültür ve teşkilât: Harezmşahların askerî ve idarî teşkilâtı, ana hatları ile Büyük Selçuklular'dan alınmıştır. Harezmşahların ordusu, Tekiş zamanında, doğunun en büyük askerî kuvveti hâlini almıştı. Harezmşahlarda malî işler Dîvân-ı İstifâda, askerî işler ise Dîvân-ı Arz’da görülürdü. Dîvâna sultanın vekili sıfatı ile vezir-i âzam başkanlık ederdi. Harezmşahlarda ordu, hassa ordusu ve eyalet askerlerinden meydana geliyordu. Memleketin her tarafına dağılmış haldeki ıktâ sahiplerinden teşekkül eden muazzam bir süvari kuvveti bulunuyordu. Ayrıca, muhtelif eyaletlerde askerî valilerin emri altında özel kuvvetler vardı. Bunlar, sultana tam bağlı olup, istenildiği yere kuvvet sevk ederlerdi. Harezmşahlar Devletinin adlî teşkilâtı bütün Müslüman-Türk devletlerinde olduğu gibi şer’î ve örfî kanunlar idi. Memlekette en çok Hanefî ve kısmen de Şâfiî mezhebinin hükümleri uygulanırdı. Şer’i mahkemelere kadılar bakmaktaydı. Orduya mensup olanların şer’î meselelerini halletmek için, kazaskerler yani ordu kadıları vardı. Harezmşahlar devrinde başkent Cürcan başta olmak üzere, Herat, Belh, Merv, Nişâbur, Buhâra ve Semerkand bir bilim ve sanat merkezi hâline gelmişti. Cürcan’da on büyük vakıf kütüphâne vardı. Nişabur, ilim ve sanat adamlarının toplandıkları parlak bir medeniyet merkezi olmuştu. Eski binalar tamir edilmiş, yeni yeni medreseler, hânkâhlar ve saraylar ile süslenmişti. Hükümdar ve şehzadeler, genellikle iyi tahsil görmüş, kültür sahibi insanlardı. Âlimleri ve şairleri saraylarında topluyor, onlara en büyük değeri veriyor ve himaye ediyorlardı. Meselâ Atsız, Horasan seferinden dönüşte Zemahşerî, Fahreddîn Râzî, Şemseddîn Muhammed gibi âlim ve bilginleri Harezm’e getirmişti. Avfi, Harezm’deki ilim ve sanat adamlarını gökteki yıldızlara benzetmektedir. Bu durum, Moğol istilâsından önce, Harezm’in medenî inkişafını çok iyi belirtmektedir. Memleketin her tarafında kütüphaneler, hastaneler, eczaneler ve hanlar yapılmıştı.
__________________
Yeniden Doğuş
|
04-21-2007, 12:13 AM | #12 |
Daimi Üye
Kayit Tarihi: Mar 2007
Nerden: Uşak-Bozüyük
Yaş: 37
Mesajlari: 467
Teşekkür Etme: 14 Teşekkür Edilme: 39 Teşekkür Aldığı Konusu: 30
Üye No: 36062
Rep Power: 1403
Rep Puanı : 1960
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Timur İmparatorluğu (Timurlular, Timuroğulları)
Timur, kendi adıyla anılan büyük Türk İmparatorluğu'nun kurucusudur. 8 Nisan 1336'da, Türkistan'ın Keş şehrinde dünyaya geldi. Semerkand'ın güneyinde bulunan bu yerin, bugünkü adı "Yehr-i Şebz"dir. Babası, Barlas oymağının beyi Turagay (Turgay), annesi Tekine Hatun idi. Barlas boyu, Orta Asya'dan gelen bir Türk kavmidir. O devirde Barlas boyu, Çağatay Hanlığı'na bağlı idi. Timur'un babası, 1360'da ölmüş, onun yerine geçen amcası Hacı Barlas 'da 1361'de öldürülmüştü. Timur, o sırada 25 yaşlarında idi. Cesur, zeki, bilgili bir Türk asilzadesi olan Timur, siyasî ve askerî dehasını gösterecek her fırsattan yararlanacak, kısa zamanda yükselecek ve cihangir olacaktı. Doğu Türk Hakanlığı'nın tahtına çıkacak, imparatorluğun sınırlarını, İtil (Volga)'den Hindistan'daki Ganj Nehri'ne, Tanrı Dağları'ndan İzmir ve Şam'a kadar uzatacaktı. İskender, Sezar ve Dârâ gibi ünlü cihangirlerin seviyesine çıkabilmek için, Timur Han, hepsi zaferle sonuçlanan 17 sefer düzenlemiş, 27 ülkenin hakanına baş eğdirmiş, onlara baş olmuştu. Böyle bir şahsiyeti, çocukluğundan itibaren bazı özellikleriyle tanımak gerekir. İşte tarihçilerin Timur için söyledikleri: At binen, kılıç kuşanan, attığı oku yüzük deliğinden geçiren bir çocuk; on iki yaşında savaşa katılan bir bahadır; savaşlardan, savaş talimlerinden arta kalan zamanını okumakla, büyük âlimlerden ders almakla geçiren genç bir idealist; üç yüz kişilik bir kuvvetle on bin kişilik bir orduyu yenen eşsiz stratejist; bir savaşta ayağından yaralanan ve bu yüzden adının sonuna Fars dilinde "topal" anlamına gelen "lenk" sıfatı eklenen bir başbuğ (Türkler 'Aksak Timur' Batılılar 'Tamerlane' derler); dünya tarihini, özellikle Türk-İslâm tarihini çok iyi bilen, dinin, ilim ve sanatın koruyucusu; Asya'da Türkçe'nin, Türk sanat ve kültürünün Fars kültürünün baskısı altında yok olup gitmesini önleyen, öne geçmesi, örnek olması çığırını açan hükümdar; aman dileyenin dostu, düşmanlarının acımasız baş belası, ama askerlerinin çok sevdiği hükümdar ve milletinin babası... Bu kadar değil. Günahını sevabından, zulmünü adaletinden çok göstermek isteyenler de vardır. Kellelerden kuleler yaptığını, şehirleri yakıp yıktığını da hatırlatırlar. Yıldırım Bayezid'le savaşmış ve kardeş orduları birbirine kırdırmış olmakla da suçlanır. Gerçekten Ankara Savaşı'ndan sonra Osmanlı Devleti, bir süre bocalamış ve bir fetret devri geçirmiştir. Fakat aynı tarihçiler, hatta bütün tarihçiler, Timur Han'ın son ana kadar savaşı başlatmamak için, Yıldırım Bayezid Han'ın ise başlatmak için gayret gösterdiğini yazarlar. Timur'u, Hıristiyan Batı, zalim ve yıkıcı olarak anar. Timur Han, daha hayatta iken bu suçlamalara cevap vermiştir. O, İlhanlı Devleti'nin ve ona bağlı Çağatay Hanlığı'nın kargaşalıklar, entrikalarla sarsıldığı bir dönemde, yenilmez bir güç olarak ortaya çıkmıştı. Türk, İran ve Arap tarihçileri, bu kargaşalığa Yahudi tüccarların ve Hıristiyan misyonerlerin birinci derecede sebep olduklarını belirtirler. Bu tüccarlar ve bazı misyonerler Avrupa krallarına casusluk yapıyorlardı ve bunlar bütün Türkistan'a dolmuşlardı. Timur Han, bunların faaliyetlerine son verdi. Hindistan'dan Hıristiyan misyonerlerin kovulmasını, bu kıtada Müslümanlığın yayılmasını sağladı. Bunun için Hıristiyanlar, ona düşman idi. Timur Han, işgal ettiği yerlerde, Yunan ve Roma eserlerinin kalıntılarını, putları yıkmıştı. Bu yüzden ona, "yıkıcı" demişlerdir. Ama ona kendi devrinin İslâm âlimleri, "Kutbeddin","Sâhib-Kırân-ı Âzam Cennet Mekân" adını da vermiş ve böylece onun, dinin kutbu, en iler geleni; kutlu, güçlü ve cennetlik" bir hükümdar olduğunu da söylemişleridir. İsfahan'da yetmiş bin kişiyi kılıçtan geçirip, kellelerini kule gibi yığması da "insan kellesinden kule yapan hükümdar" olarak anılmasına sebep olmuştur. Buna, kendisinin verdiği cevap şudur: “İsfahan'a bıraktığım memurlarımı ve beş bin kişilik askerimi, isyan edip bir tekini bile sağ bırakmadan kılıçtan geçirdikleri, dinsizlik ettikleri için..." İran tarihçilerinin, Timur'un daima aleyhinde olmalarının, böylece, batıda olduğu gibi, doğuda da kötülenmesinin bir sebebi de şudur: Timur Han, İran seferinde, Şehname'nin yazarı ünlü şair Firdevsî'nin mezarına giderek, "Kalk, kalk da, her satırında kötülediğin mağlup Türk'ü şimdi gör!" demiştir. Timur'un, İslâmiyet'e öncelik vermek ve din adamlarını kullanmak suretiyle Türk milliyetçiliğini gerilettiğini söyleyenler de olmuştur. Ama o, kendi devrine kadar, Bilge Kağan'dan başka hiçbir Türk hükümdarın göstermediği bir anlayışla, gurur kaynağını şu sözlerle belirtmiştir: "Biz ki Melik-i Turan, Emîr-i Türkistan'ız, Biz ki Türk oğlu Türk'üz; Biz ki milletlerin en kadîmî ve en ulusu Türk'ün başbuğuyuz!..." Ankara Savaşı'nda, Yıldırım Bayezid'i yenerek Bursa'yı yakmasından sonra, Osmanlı tarihçilerinin de Timur Han lehine yazmaları beklenemezdi. Ama, yüzyıllar sonra, her şeyi daha tarafsızca değerlendirmek mümkündür. Yaşadığı devirden, cihangirliğinden, yaptıklarından söz etmeden de, onun kimliğini belirttiğimiz zaman, büyüklüğünü ifade etmiş oluruz: Timur Han, Sultan II. Murad Han'ın 1441 yılında yazdığı bir nâme ile kendisini Büyük Türk Hakanı olarak tanıdığını ve tâbi olduğunu bildirdiği âlim hükümdar Şahruh'un babası; şair hükümdar Hüseyin Baykara'nın ve bu gün Ay'ın en geniş kraterlerinden birine adı verilen Ay atlasında "Türk" adını bulunduran ünlü astronom Uluğ Bey'in dedesidir. Timur Han, 25 yaşlarında iken, Çağatay Hanlığı valilerinden Kazgan Han'ın emrine girdi ve büyük bir birliğin kumandanı oldu. Kazgan Han, onu kızı Olcay Türkân'la evlendirdi. Kazgan Han'ın düşmanları, onu pusuya düşürüp öldürdüler. Timur, Kazgan Han'ı öldürtenlere savaş açarak, hepsini ortadan kaldırdı. Bu başarıları karşısında, Çağatay Hanı, onu kendi hizmetine aldı ve Tümen Beyi yaptı. Timur, bundan sonra nüfuzunu, gücünü hızla arttırdı. Hanlarla, beyler arasında sık sık meydana gelen çekişmelere karışıyor, durumu kendi lehine değerlendiriyordu. Devrin âlimleri, Timur'u, devletteki hızlı çöküntüyü durduracak lider olarak görmeye başlamışlardı. 1370 yılında Timur, Belh şehrinde, mutlak hakim ve tam bağımsız bir duruma geldi. Fakat, Cengiz soyundan olmadığı ve Cengiz hanedanının büyük prestijinden de yararlanmak istediği için, Cengiz soyunun Çağatay sülalesinden Soyurgatmış Han'ı tahta çıkardı ve onu, hayatı boyunca, kukla bir hükümdar olarak yanında gezdirdi. Şeklen ona bağlı görünüyordu, ama mutlak hakim kendisiydi. Belh'te toplanan Kurultay, Timur Han'a "Kutbeddin" ve Sâhib Kırân" unvanlarını verdi. Timur Han, kısa bir süre sonra başkenti, Belh'ten Semerkant'a nakletti. Bundan sonra, dört yöne başarılı seferler düzenledi. Çok iyi planlanmış taktikler uyguluyor, yıldırım savaşları yapıyor ve her seferini, zaferle sonuçlandırıyordu. 1371-1377 yılları arasında, Harezm'e üç sefer, Moğolistan'a iki sefer düzenledi. 1378'de birinci Altın Ordu seferi ile ününü bütün dünyaya duyurdu. 1379'da Harezm'e bir sefer daha yaptı. 1380'de Herat'a girdi ve böylece Harezm ve Horasan, tamamen fethedildi. 1389'a kadar yaptığı seferlerle Turfan, Karaşar bölgelerini zaptetti ve Uyguristan'ı kendisine bağladı. 1390 ve 1391 yıllarında tekrar Altın Ordu seferine çıktı. Bu son seferi düzenlemesine, Altın Ordu Hakanı Toktamış Han'ın nankörlüğü sebep olmuştu. Çünkü önceki seferlerinde Timur Han, Toktamış Han'ı desteklemiş onun düşmanlarını bertaraf etmişti. Toktamış Han, bu destek sayesinde güçlenince bu defa Timur'a başkaldırmıştı. Bu seferinde, Doğu Avrupa'ya hakim olan Toktamış'ı yıkmak için, onun bütün ülkesini işgal etmek, tahrip etmek zorunda kalmıştı. Bu da, Rusya'nın doğup gelişmesine sebep olacak ve Timur Han, istemeden sebep olduğu bu gelişmeden dolayı, daha sonra, tarihçiler tarafından suçlanacaktı. Timur Han, 1401'e kadar yapılan dört seferle Irak ve Güney Anadolu, 1398-99 seferleriyle Hindistan Delhi Sultanlığı'nı, 1401-1402'de Suriye'yi fethetti. Nihayet, 1402'de yapılan Ankara Savaşı'nda, Osmanlı Devleti'ni de mağlup ederek itaat altına aldı. "Kıymetli bahadırlar sayesinde pek çok yer fethettim ve 27 ülkenin hakanı oldum" diyen Timur, hakanı olduğu ülkeleri şöyle sıralıyor: Turan, İran, Rum (Anadolu), Mağrib, Suriye, Mısır, Irak-ı Arap, Irak-ı Acem, Mazenderan, Geylan, Şirvan, Azerbaycan, Fars, Horasan, Cidde, Büyük Tataristan, Harezm, Hotin, Kâbilistan, Bahter, Zemin, Hindistan... (Yirmi iki yer sayıyor, diğerleri de Gürcistan, Ermenistan gibi Kafkas ülkeleri). Büyük cihangir, son seferini Çin'e yapacaktı. 1404 yılı kışında, her tarafın karla kaplı olduğu bir zamanda yola çıktı. Ömrünün sonuna yaklaştığını seziyor, en büyük cihadı geciktirmemek gerektiğine inanıyordu. Çin sınırındaki Otrar şehrine geldiği zaman durdu. Burada ordusuna büyük bir geçit töreni yaptırdı. Kuğu avı düzenledi. Fakat Timur Han hastalanmış, yatağa düşmüştü. Hekimbaşı Fazlullah, ona ölüm döşeğinde olduğunu apaçık bildirdi. Bunun üzerine Timur Han, vasiyetini hazırladı. Saray adamlarını, orduda bulunan torunlarını yanına çağırarak, ölüm döşeğinde bir konuşma yaptı. Timur Han, ölüm döşeğinde şunları söyledi: "Oğullarım, Milletin refahını, saadetini sağlamak için sizlere bıraktığım vasiyeti ve tüzükleri iyi okuyun, asla unutmayı ve tatbik edin. Milletin dertlerine derman bulmak vazifenizdir. Zayıfları koruyun, yoksulları zenginlerin zulmüne bırakmayın. "Adalet ve iyilik etmek" düsturunuz, rehberiniz olsun. Benim gibi uzun saltanat sürmek isterseniz, kılıcınızı iyice düşünerek çekiniz, bir defa çektikten sonra da onu ustalıkla kullanınız. Aranıza nifak tohumları ekilmemesi için çok dikkatli olun. Bazı nedimleriniz ve düşmanlarınız nifak tohumları saçmaya, bundan faydalanmaya çalışacaklardır. Fakat vasiyetimde size idare şeklini, ana ilkelerini gösterdim. Bunlara sadık kalırsanız taç başınızdan düşmez. Ölüm döşeğinde söylenen babanızın bu sözlerini unutmayın. Benden sonra hakan, Pir Muhammed Cihangir olacaktır. Ona, bana itaat eder gibi itaat edeceksiniz. Kumandanlarım, şimdi itaat yemini ediniz!" (Ve bütün kumandanlar, saray adamları, ağlayarak yemin ettiler.) Timur Han, 19 Mart 1405 günü vefat etti. Son sözü "Lâilâhe illallah" oldu. Cenazesini mumyalayarak Semerkant'a götürdüler. Sağlığında çok sevdiği torunu Muhammed Sultan için yaptırdığı türbeye, torununun yanına gömüldü. Timuroğulları Timur Han'ın Çin’e giderken vefat etmesiyle, ülke, oğulları ve torunları arasında bölüşüldü. Timur Hanın torunu şehzade Halil Sultan bin Mîrânşah, 1409 yılına kadar merkezde hakimiyet kurdu. Timur Hanın oğlu Şahruh, önce Horasan’a, 1409’dan sonra da Semerkand’a Büyük Timurlu hükümdarı oldu. Mîrânşah, Batı İran ve Irak’ı ele geçirdi. Fakat Şahruh, 1420’de bütün Timurlu ülkesinin hakimi olup, Hindistan ve Çin’de ismen hükümdardı. Şahruh’un 1447’de vefatıyla taht mücadelesini, oğlu, Semerkand hakimi, Uluğ Bey kazandı. Uluğ Bey, hükümdarlığı yanında ilme ve fenne çok hizmet etti. Uluğ Bey, oğlu Abdüllatîf tarafından, 1449’da öldürüldü. Abdüllatîf, Timurlu ülkesine hakim olup, 1450 yılına kadar hükümdarlık yaptı. Abdüllatîf, otoriter idaresine rağmen, tasavvuf ehline iyi davrandı. 1450’de suikastla öldürülmesiyle, yerine, Şahruh’un torunu Abdullah bin İbrahim hükümdar oldu. Abdullah Mirza, 1451’de tahtından indirilip, yerine Ebû Said bin Muhammed, Timurlu hükümdarı oldu. Ebû Said’in hükümdarlığı uzun sürüp, ülkede istikrar sağlandı. Ebû Said, Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmed Handan sonra, devrin en güçlü hükümdarıydı. Ubeydullah-ı Ahrâr’ın sohbetinde bulunup, duasını alırdı. Ebû Said, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’a karşı, Karakoyunlu Hasan Ali’ye yardım seferine çıktı. İaşe ve levazımının ele geçirilmesiyle, zor duruma düştü. İkmalin olmaması ve orduda kaçakların bulunması sebebiyle zayıflayıp, 1469’da Türkmenlere esir düştü. Timurluların sonuncu uzun ömürlü hükümdarı, Hüseyin Baykara’dır. Herat ve bütün Horasan üzerinde hüküm süren Hüseyin Baykara (1470-1505) zamanında, Timurlu kültürü, en parlak devrini yaşadı. Ülkenin Özbekler de denilen Şeybânîler'in hakimiyetine geçmesiyle, Timurlu hânedanı sona erdi. Timurlu Devleti, teşkilât itibariyle Moğol-Türk-Fars ve İslâm müesseselerinin sentezleşmesinden meydana geliyordu. İdarî ve askerî teşkilâtı, Türkleşmiş Moğol vasıflarını taşıyordu. Fars’a hakim olduklarından, devletin maliyesinde İranlı kâtipler çoğunluktaydı. Timurlular, Orta Asya ve İran’da Sünnîliğin hâmisiydiler. Timurlular, bozkır karakteri de taşıyan, son büyük Müslüman hânedandır. Devletin başında, Timur Han neslinden bir han bulunurdu. Timurlu şehzadeleri, yarı müstakil veya müstakil eyaletlerde vazife yapardı. Eyaletlerdeki şehzadeler, çok büyük kuvvetlere sahiptiler. Bu durum, taht mücadelelerine de sebep oluyordu. Geniş yetkileri bulunan bu emîrler, askeri topluyor, ordunun nizam ve inzibatıyla uğraşıyor, ganimeti paylaştırıyor, hükümdar önünde resmi geçit yaptırıyordu. Timurlu ordusu; hükümdarların hassa alayından başka, kendilerine suyurgallar (bir nevi iktâ) verilen askerlerden meydana geliyordu. Tavacılara, askeri toplama emri verilince, askerin tespit edilen yer ve zamanda bulunmaları mecburiydi. Savaşlarda, fillerden de istifade ediliyordu. Timur Hanın başarılarının sırrı, son derece disiplinli ve düzenli bir orduya sahip olmasından kaynaklanır. Savaşlarda başarı gösterenlere “suyurgallar” ihsan etti. Bir nevi iktâ sistemi olan “Suyurgal” teşkilâtı, Timurlu ordusuna asker hazırlıyordu. Timurlularda, büyük devlet dîvânı karakterinde “dîvân-ı buzurg-ı emâret, dîvân-ı emâret-i tavâciyân” denilen Tavacı Dîvânı vardı. Bu dîvân, Türkleşmiş Moğollardan meydana gelen ordunun işlerine baktığı için “Türk dîvânı” denilmesi dikkat çekicidir. Türk dîvânı, genelkurmay başkanlığı mahiyetindeydi. Üyelerine “emir-i tavacı” veya “dîvân beyi” denirdi. Malî meselelere “dîvân-ı mâl” bakardı. Başkanına “Amîr-i dîvân-ı mâl” denirdi. Burada İranlı kâtipler vazife yapar, bunlara “Nuvisandagân-ı Tacik” denirdi. Moğol vergi usulünde toplanan “tamga” çiftçilerden, ticaret ve zanaat sahipleriyle, kısmen gümrükten alınırdı. Timurlu ülkelerinden Mâverâünnehir, Horasan ve İsfahan’da ziraat yapılırdı. Osmanlılar, Memlûklar ve Bizanslılarla ticaret yaparlardı. Semerkand, Herat, önemli ticaret merkezlerindendi. Urtak adında ticarî teşkilâtları vardı. Semerkand, Şiraz, Herat en önemli Timurlu şehirleri olup, hükümdarlar buralarda otururlardı. Timurlular; kültür, sanat ve mîmarlık alanında muhteşem eserler verdiler. Bu eserlerin ihtişamına, batılılar da hayran olup, buna Timurlu rönesansı demişlerdir. Eserleri hâlâ okunup faydalanılan âlimler yetişti. Behâeddîn-i Buhârî, Alâüddîn-i Attâr, Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr, Seyyid Şerîf Cürcânî, Yâkûb-i Çerhî, Muhammed Pârisâ, Mevlânâ Sâdüddîn-i Kaşgârî, Nizâmeddîn-i Hâmûş, Ali bin Hüseyin, Abdullah-ı İlâhî, Abdullah-ı Semerkandî dahil, daha pek çok âlim ve tasavvuf ehli, Timurlular devrinde yaşayıp, yetişti. Timurlu hanlarından iltifat ve himaye gördü. Molla Câmî’nin Şevâhid-ün-Nübüvve ve Nefehât isimli eserleri, Türkçe’ye de tercüme edildi. Daha pek çok eseri olan Molla Câmî, aynı zamanda şeyhülislâm, âlim ve veliyyi kâmildi. Uluğ Bey, Timurlu hükümdarı ve hey’et (astronomi) âlimiydi. Zîc-i Uluğî pek kıymetli olup, hâlâ faydalanılmaktadır. Semerkand’da kurduğu rasathanenin araştırmaları ve âlimleri pek meşhurdu. Doğu Türkçesi olan Çağatayca'da meşhur eserler veren Ali Şîr Nevâî, Timurlulardan çok itibar görüp, devlet hizmetinde vazife aldı. Nevâî’nin Türkçe, Farsça mukayeseli Muhâkemet-ül-Lügâteyn kitabı meşhur olup, büyük âlim Molla Câmî’nin Nefehât, Ferîdüddîn-i Attar’ın da Mantık-üt-Tayr eserlerini Türkçe'ye çevirdi. Ali Şîr Nevâî’nin daha pek çok eseri vardır. Şah Nimetullah-i Velî, Kâsım-ı Envâr, Hâfız-ı Şirâzî, Kemâleddîn-i Binâî, Nişâpûrlu Kâtibî, Sekkâkî, Heratlı Lütfî, Abdullah Hâtifî şâir olup, Timurlular devrinde tasavvufî ve lirik şiirler söyleyip, yazdılar. Timurlu tarihçilerinden Hâfız-ı Ebrû, Abdürrezzak Semerkandî meşhur olup, eserleri devrin kaynaklarındandır. Hâfız-ı Ebrû'nun, dört bölüm hâlinde on iki eserden meydana gelen Mecmuât-üt-Tevârih ve Abdürrezzak’ın umumî tarih mahiyetindeki Matla-üs-Sa’deyn adlı eseri vardır. Tabiat manzarası ressamı ve minyatürcü Kemaleddîn Behzâd, Timurlular devrinde yetişen meşhur sanatkârdır. Behzâd, tabiat resimleriyle an’anevî minyatür unsurlarını birleştirerek, kitap süslemesine yeni bir çehre getirdi. Mîmârî eserlerde yüksekliğe, süsleme ve renk zenginliğine önem verdiler. Timurlu hanları, zaptettikleri beldelerin meşhur mîmar, usta, sanatkâr ve âlimlerini başşehre getirtip, güzide eser vermelerini temin ederlerdi. Timurlu sarayları, cami, medrese, türbe ve dergâhları muhteşem olup, yeni üslupla çok zengin olarak inşâ edilmişti. Semerkand’da Bibi Hanım Camii, Gûr-i Mîr, Şâh-ı Zinde Türbesi, Şirin Bike Ağa, Hasan Bike ve Çocuk Bike, Olcay ve Bibi Zeynep kabirleri, Meşhed’de Gevher Şad Camii, Mescid-i Şah, Anov’da Babür Camii, Herat’ta Medrese, Yesi’de Ahmed Yesevî Türbesi, Timurluların meşhur mîmarlık ve sanat eserlerindendir.
__________________
Yeniden Doğuş
|
04-21-2007, 12:14 AM | #13 |
Daimi Üye
Kayit Tarihi: Mar 2007
Nerden: Uşak-Bozüyük
Yaş: 37
Mesajlari: 467
Teşekkür Etme: 14 Teşekkür Edilme: 39 Teşekkür Aldığı Konusu: 30
Üye No: 36062
Rep Power: 1403
Rep Puanı : 1960
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Altınordu (Altın Ordu) İmparatorluğu (Devleti, Hanlığı)
Cengiz Han'ın 1227'de ölümünden sonra, büyük hanlık makamını Ögedey işgal etti. Onun hâkimiyeti, Türk-Moğol Hakanlığı'nın teşkilâtlandırılması bakımından mühimdir. Bu maksatla kurultaylar toplanmış ve bazı umumî kurallar konulmuş, Cengiz'in "yasa"sı tatbik edilmekle beraber, şehirli ve köylü ahalinin ihtiyacına göre bir idare kurulmuştu. 1235'te devlet işlerini alâkadar eden yeni meseleler münasebetiyle toplanan büyük kurultayda, Batı Seferi, yani Doğu Avrupa'nın istilâsı kararlaştırıldı. Bu maksatla, bilhassa Türklerden olmak üzere, büyük bir ordu toplandı. Miktarı bilinmeyen bu Moğol-Türk ordusunun, birkaç yüz bin kişiden ibaret olduğu muhakkaktır. Fütuhatın başlangıcı, 1236 yılına rastlar. Bu muazzam ordunun başında Cengiz'in torunu, Batu (Çoçi Oğlu) bulunuyordu. Aslında Harezm, Kafkasya ve İrtiş'in batısı büyük oğlu Cuci'ye düşmüştü (1224). Fakat Cuci, Cengiz Han'dan az önce öldü ve ona ayrılan yerler oğlu Batu Han'a verildi. Ona verilen bölgede kurulan devletin adı "Altınordu", asıl kurucusu da Batu Han'dır. Altınordu adı, Moğolca'da çadır demek olan "Orda" kelimesinden gelir. Hanların ordugahında han çadırının üzeri altın kaplama olduğu için, bu çadıra "Altınorda" deniliyordu. Zamanla bu kelime, Türkçe'de "Altınordu" şeklinde yazıldı. Hem Altınordulular, hem de "kral sarayı" ve "ordugâh" anlamlarında kullanılır. Batu Han'a ait olan yerlere, babasının adından dolayı "Cuci Ulusu" deniyordu. Ulus, "Birleşik İller" anlamında, yani yer adı olarak kullanıyordu. Sefere, ondan başka birçok Çingiz oğulları (prensleri) de iştirak edeceklerdi. Ön kıtaların kumandanı olarak da en meşhur generallerden biri olan Sobutay'ı (Sübegetey, Sübetey) görüyoruz. Askerlerin büyük bir çoğunluğunu, Orhun ile Yayık ve İrtiş aralarında yaşayan Türk kabileleri teşkil ediyordu. İlk darbe Bulgarlar üzerine oldu. Bu hareket, 1224'de Bulgarlar'ın, Don boyundan dönen Moğol kıtalarına hücumlarının öcünü almak için yapılmıştı. Bulgarlar az bir zaman içinde yenildiler; başta Bulgar olmak üzere, şehirleri tahrip edildi. Şehirlerden ve büyük yollardan uzakta kalan halkın, bu istilâdan zarar görmediği muhakkaktır; şehirli ve köylü ahaliden birçoğunun da kaçarak, ormanlarda saklandığı anlaşılmaktadır. Bu suretle, Moğol istilâsından sonra, Orta İdil sahasındaki Bulgar unsuru ortadan kaldırılmış olmadı; yok olan şey, müstakil bir Bulgar devletiydi. Nitekim, çok geçmeden, bu bölgede Bulgar beylerinin yeniden faaliyette bulunduklarını görüyoruz. 1237 sonunda kış mevsimi olmasına rağmen, Moğol-Türk ordusu, Rus bölgesinin istilâsına başladı. Bu sıralarda Rus yurdu, birçok knezliklere bölünmüştü. Ryurik sülâlesine mensup olmak üzere, muhtelif mıntıkalarda, knezleri, müstakil birer beylik hâlinde hükümet etmekte idiler; artık Kiyef (Kiev) merkez olmaktan çıkmıştı; onun yerine Suzdal Rusyası (Merkezi Vladimir) yükselmişti; batıda da Haliç knezleri kuvvet bulmuşlardı. İlmen Gölü'nün kuzey sahilindeki Novgorod şehri de mühim bir iktisadî ve siyasî merkez vaziyetinde idi. Bu Rus knezlikleri arasında mücadeleler eksik olmadığından Rus yurdu, âdeta, daimî bir anarşi manzarası arz etmekte idi. Batu Han'ın orduları, 1237'de Bulgar memleketinden hareketle Suru (Sura) ırmağının baş kısmını geçtikten sonra, Ryazan üzerine yürüdüler; bir darbe ile burayı ele geçirdiler; o sıralarda ehemmiyetsiz bir kasaba olan Moskova'yı yaktılar. Vladimir, Suzdal, Rostov ve Volga kıyısındaki Yaroslav şehirlerini zaptettiler; bütün bu şehirler birer kale idi. Türk-Moğol ordusunun, yalnız açık meydan muharebesinde değil, kaleleri kuşatmak ve zaptetmek hususunda da fevkalâde becerikli oldukları görülüyor. Kışın şiddetine rağmen, Batu Han kuvvetleri, 2-3 ay zarfında birçok kale ve şehri ele geçirdiler. 1238 baharı geldiği zaman bu ordu, İlmen Gölü'nün güneyinde, Lovat ırmağına varmış bulunuyordu; fakat mevsimin icabı olarak, daha fazla kuzeye, yani Novgorod istikametine gidilmemiş, orduların güneye dönmesi uygun görülmüştü. Bu defa Oka nehrine yakın Kozelsk şehrinin fazla direnmesi, ordunun hareketini biraz yavaşlatmışsa da, bu kale zapt edilip ahalisi kılıçtan geçirilince, Moğol-Türk kuvvetleri, 1238 ilkbaharında, Don ile Dnyeper nehirleri arasındaki sahaya gelmişlerdi. Bununla, seferin ilk safhası sona erdi. Gayet kısa bir zaman içinde, hem de kış olmasına rağmen, Batu Han, "yıldırım" harbiyle Rus yurdunun en mühim kısmını zapt ve Rus knezlerinin askerî kuvvetlerinin dayanak noktalarını imha etmişti. Tarihte ilk defa olmak üzere, doğudan gelen Türk istilâsı, bir darbede Rus knezlerinin siyasî varlıklarını ortadan kaldırmıştı. Bu Moğol-Türk hareketinin ikinci safhası, Kumanlar'a karşı oldu. 1224'de Kalka boyundaki savaştan sonra, Kumanlar, Türk-Moğol İmparatorluğunun düşmanları arasında sayılıyorlardı. 1238-39 yılındaki seferlerin neticesinde, Kumanlar, Don boyu ve bütün Kıpçak sahrasından kovuldu; bir kısmı kuzeydoğu'da Kama Bulgarları arasına gitmiş, kalanları da Macaristan'a iltica etmişlerdi. Bu suretle, Kama boyundaki Kıpçak ve galiba Kumanlar'la birlikte olan, Yimekler'in gelmesiyle Türk unsuru artmış ve hattâ Bulgarlar bile Kıpçaklaşmışlardı. Bu suretle Moğol istilâsının bir neticesi de Orta İdil boyundaki Türk ahalisinin yeni şekilde karışmasını mümkün kılmasıdır; bugünkü Kazan Türkleri'nin kavmî oluşumları işte bu tarihî olaylarla izah olunmaktadır. Batu Han, Kumanlar'ın işini bitirdikten sonra, 1240'da Kiyef şehrini, kısa süren bir muhasaradan sonra zaptetti. O sıralarda Kiyef'in zaten büyük bir ehemmiyeti kalmamıştı. Daha batıda olan Vladimir ve Haliç şehirleri de Moğol-Türkler tarafından işgal edilerek, bütün Rus yurdu, Batu Han'ın eline geçmiş oldu. İstilâ kuvvetlerinin büyük bir kısmı, Kumanlar'ın gittikleri, Macaristan'a yürürlerken, bir kolu da Lehistan'ın güney eyaletleri üzerinden, Silezya'ya kadar ilerlediler. 1241 ilkbaharında, Liegnitz yakınında karşılarına çıkan Alman kuvvetlerini yendiler; fakat daha ileriye gidemeyerek, Macaristan'a döndüler. Moğol-Türkler'in bir kolu, hattâ Balkanlar'a girmiş ve Adriyatik sahillerine bile yaklaşmıştı. Bu suretle, 1240-41 seferi, tam bir başarıyla bitmiş, Batu Han'ın ordusu bütün meydan muharebelerini kazanmış, binlerce kilometre genişliğinde Doğu Avrupa sahasını işgal ile, burada önce mevcut bütün askerî ve siyasî varlıklara son vermişti. Cengiz hayatta iken, batıdaki bütün sahanın Coçi'ye verileceği belli olmuştu; buna göre, Batu Han'ın zaptettiği yerler Coçi ulusu olacaktı. Batu Han, 1241 yılında, İdil'in (Volga) aşağı mecrasına dönmüş ve nehrin sol sahilinde "Orda"sının (Karargâh) merkezini kurmuştu: Burası Saray adını aldı ve çok geçmeden eski Bulgar ve İtil şehirlerinin yerini tuttuğu gibi, onlardan farklı olarak Doğu Avrupa, Hazar denizi ve Aral denizi civarlarıyla, Batı Sibir'in en mühim siyasî merkezi oluverdi. Saray şehrinin kurulduğu yer "Cuci Ulusu"nun ortasında ve büyük ticaret yolu üstünde bulunması bakımından, cidden gayet doğru olarak tespit edilmişti. Bu sebeptendir ki, Saray şehri az zaman içinde yükselivermişti. Cengiz oğulları arasında en değerli kumandan ve dirayetli devlet adamı olarak tanınan Batu Han'ın, ancak hakanlığın bütünlüğünü korumak namına, Karakurum'daki hakanı tanıdığı ve zahiren ona itaat ettiği anlaşılıyor. Halbuki Batu Han, kendi ulusunda istediği gibi icraatta bulunuyordu. Onun hâkimiyeti, 1255'de ölümüne kadar sürmüştür. İrtiş boyundan, Aral denizinin kuzey mıntıkası da dahil olmak üzere Kama ve bütün İdil havzası, Özü boyu ve Turla (Dnyestr) mıntıkasına kadar uzanan geniş bir sahada, fütuhatı takiben, yeni bir idare sistemi kuran ve merkezi Saray olan Moğol-Türk ordusuna da gereken nizamı veren Batu Han olduğundan, o, hakkıyla Altın Ordu Devleti'nin kurucusu sayılmaktadır. Bu devletin teşkilâtı, Cengiz yasası ve büyük Moğol-Türk Hakanlığı'nda tatbik edilen esaslara dayanmakla beraber, mahallî birçok hususların tanzimi ve bu memleketlerde mevcut eski geleneklerin de göz önünde tutulması lâzım gelmekte idi. Eski Bulgar Hanlığı ve Rus knezliklerinde Altın Ordu'nun menfaatlerine en uygun görülen bir sistem tatbik edilmesi lazım geliyordu. Bu bakımdan yeni sistemin, Batu Han tarafından başarıyla uygulandığı görülmektedir. Batu Han, Saray şehrinde oturuyor, fakat hukuken, Karakurum'da oturan ve Büyük Hakan olan amcası Ögeday'a (Oktay'a) bağlı bulunuyordu. Ögeday Han'ın yerine Büyük Hakan olan Mengü, 1259'da ölünce, Batu Han, Karakurum'la ilişkilerini gevşetti, ama şeklen hala oraya bağlı idi. Batu Han, Saray şehrinde hüküm sürerken, kardeşi Orda, Doğu Kıpçak yöresini idare ediyordu. İmparatorluğun doğu yöresine Ak Ordu, Batu Han'ın hakim olduğu batı bölgesine ise Gök Ordu denmiş, sonradan Gök Ordu'nun adı Altın Ordu olmuştur. Bugün Altın Ordu diye andığımız devletin ilk adı, işte bu Gök Ordu'dur. Devlet ikiye ayrılmış, fakat Ak Ordu hanları Altın Ordu Hanı'na bağlı kalmışlardı. Batu Han'ın ölümünden sonra yerine küçük kardeşi Berke Han geçti (1257). Berke Han, kendi adına sikke bastırmak suretiyle Karakurum'la ilişkisini keserek bağımsızlığını ilan etti. Ayrıca, Yenisaray şehrini kurarak, burasını yeni başkent yaptı. Bu sırada Cengiz Han'ın öteki oğulları, birbiriyle anlaşmazlığa düşmüş, Büyük Hakanlık tahtı için kendi aralarında savaşmaya başlamışlardı. Berke Han, bu durumu iyi değerlendirdi. Büyük Hakanlık savaşında, önce Artık Böke'yı tuttu. Ama bu savaştan Kubilay Han galip çıkmıştı ve bu yüzden Büyük Hanlıkla ilişkisi büsbütün kesilmişti. Cengiz İmparatorluğu'nun paylaşılmasında, Harezm bölgesinin Çağatay Han'a düştüğünü söylemiştik bu ülke Artık Çağatay Ülkesi veya Çağatay Ulusu diye anılıyordu. Şimdi burada, Algu Han hüküm sürmekteydi. Berke Han, Kafkasya'ya bir sefere çıktığı sırada Algu Han, sınırlarını Altın Ordu sınırlarını aşacak kadar genişletmiş bulunuyordu. Bu yüzden araları açıktı. Öte yandan İlhanlı hükümdarı Hülagu, Kafkasya'ya girince, onlarla savaşmak zorunda kaldı. Bu kardeş hükümdarların ikisi de, zengin Azerbaycan topraklarını ellerinde tutmak istiyorlardı. Bu yüzden aralarında savaş çıktı. Berke Han, Hülagu'yu tam bir bozguna uğrattı. Berke Han'ın İlhanlılarla savaşması, Kıpçak ülkelerinden gelip Mısır'da devlet kuran Kölemenlerle (bkz. Memlûklar) arasında bir yakınlaşmaya sebep oldu. Kölemen Sultanı Baybars ile dosluk kuran Berke Han, Bizans'la da ilgilenmeye başladı. 1265 yılında, yeğeni Nogay'ın komutasında 20 bin kişilik bir orduyu, Tuna'nın güneyine geçirdi. Bizans ordusunu yendi ve imha etti. Bu seferi ile, İstanbul'da esir bulunan II. Keykavus'u da kurtararak, Kırım'a götürdü. Berke Han, 1266'da ölünce, yerine Batu Han'ın torunu Mengü Temür geçti Mengü Temür, Kölemen Sultanı ile iyi ilişkilerini devam ettirdi ve Ögeday ile Çağatay oğulları arasındaki savaşlarda Ögeday'ın oğullarını destekledi. Bu sırada Berke'nin yeğeni Emir Nogay'ın nüfuzu çok artmış, devleti o yönetmeye başlamıştı. Emir Nogay bu nüfuzunu tam kırk yıl korudu ve bu süre içinde Altın Ordu hakanlarını tahta çıkaran ve onları kendi otoritesi altında tutan bir kumandan olarak kaldı. Mengü Temür'den sonra, sırasıyla Tuta Mengü ve Teleboğa tahta çıktılar. 1291 yılında tahta çıkan Tokta Han ise, Emir Nogay'ın baskısından kurtulmak için fırsat kolladı ve nihayet 1300 yılında onunla savaştı ve galip gelerek öldürttü. Böylece devletin tek hakimi oldu. O tarihten sonra Aşağı İdil, Yayık ve Embe ırmakları boylarında yaşayan ve Emir Nogay'a bağlı kalmış olan boylara ve kavimlere "Nogaylar" denildi. Tokta Han, 1312'de öldü ve yerine Özbek Han geçti. Özbek Han zamanında, Altın Ordu Devleti, tamamen bir Türk devleti oldu. Özbek Han, kız alıp vererek Kölemenler (Memlûk) Devleti ile akrabalık kurdu. Artık, hükümdar ailesi, yalnız dil ve kültür bakımından değil, kan bakımından da Türkleşmişti. Halk, zaten Türk idi, fakat artık bütün Kuzey Türklerine (Oğuzlara, Bulgarlara, Kıpçaklara ve Kumanlara) Tatar deniyordu ve Türk kültürü de, Tatar kültürü olarak anılacaktı. Tahta çıktığı zaman 30 yaşında olan Özbek Han, dinamik bir hükümdardı. Azerbaycan'ı zaptetti. Rus prenslerinden alınan vergi sisteminde değişiklik yaptı. Müslümanlığa da önem verdi ve Saray şehri, önemli bir din merkezi oldu. Pek çok medrese ve cami yaptırdı. 1341'de ölen Özbek Han'ın yerine, önce oğlu Tini Bey, ondan bir yıl sonra da öbür oğlu Cani Bey geçti. Cani Bey, Altın Ordu Devleti'nin son büyük hükümdarı sayılır. Onun zamanında devlet, daha da güçlendi. İran'daki İlhanlılar Devleti dağıtıldı ve Cani Bey, Tebriz'i tamamen ele geçirdi. Fakat bu devirde, Altın Ordu Devleti'nin, Kölemenlerle (Memlûklar) ilişkisi kesildi. Çünkü, Anadolu'da kurulan yeni ve güçlü diğer bir Türk Devleti Osmanlılar, bir yandan Balkanlara geçmiş, bir yandan da güneye yönelmişlerdi. Cani Bey, 1357 yılında ölünce, karışıklıklar başladı. Cani Bey'in oğlu tahta çıktı ve ancak iki yıl yaşadı. 1360-1380 yılları arasında süren kargaşalıkta, 14 han tahta çıktı. Yirmi yıl süren bu karışık dönemden sonra, 1380'de, tahta çıkan Toktamış Han, duruma hakim oldu. 1359'da ölen Berdi Bey'den sonra, Batu Han hanedanı sona ermiş bulunuyordu. Toktamış Han, taht üzerinde otoriteyi kurmuştu, ama bu arada birçok emir, bağımsızlıklarını ve hanlıklarını ilan etmiş bulunuyorlardı. Ayrıca, Litvanya ve Podolya prenslikleri de bağımsızlıklarını ilan ettiler. Emir Mamay Mırza ise, kendi başına hareket edecek bir güç ve nüfuza erişmişti ve Özbek Han'ın oğullarından Abdullah'ı tahta çıkardı. Böylece Altın Ordu Devleti, ikiye bölünmüş oluyordu. Toktamış Han, Timur Han'dan yardım görerek, birliği yeniden kurmuştu. Ayaklanan Rusları ve Litvanyalıları da yenmişti. Bu başarılarını, Timur'un yardımlarına borçlu idi. Ama, durumunu düzeltip güçlenince, Timur'la ilişkisini kesmek istedi. Aralarında böylece başlayan anlaşmazlık büyüdü. Timur'la Toktamış Han arasında savaş kaçınılmaz oldu. Nihayet, 1395 yılında yapılan Terek Savaşı'nda, Timur Han galip geldi ve Altın Ordu Devleti'ni, bir daha belini doğrultamayacak şekilde çökertti. Altın Ordu Devleti'nin başına, Kutluk Han'ı getirerek çekildi. Toktamış, batıya kaçarak Litvanya'ya sığınmıştı. Litvanya Kralı Witold'un yardımı ile, geri dönüp tahtını ele geçirmeye çalıştı, ama Kutluk Han'a yenildi. Litvanya ordusu, büyük bir bozguna uğratıldı. Kutluk Han, 1401'de ölünce, Emir Edige Mırza, onun yerine Şadi Bey'i tahta çıkardı. Bir süre sonra Edige Mırza ile anlaşmazlığa düşen Şadi Bey, tahtı bırakıp kaçmak zorunda kaldı. Yerine, Pulat Bey geçti. 1409'da Rusları da yenen Edige Mırza, bundan sonra gücünü kaybetmeye başladı. 1419'da, Toktamış'ın oğlu Kerim Berdi ile yaptığı bir savaşı kaybetti ve öldürüldü. Bu sırada Litvanya, yeniden kuvvetlerini toplamış ve Altınordu Devleti üzerine baskısını arttırmaya başlamıştı. Bu, Altınordu Devleti'nin bölünmesine de yol açtı. 1437'de Uluğ Mehmed'in hakanlığı sırasında, devlet ikiye bölündü. Bu bölünme sonunda, kuzeyde Kazan Hanlığı kuruldu. 1441'de, Hacı Giray Kırım'da hanlığını ilan etti. Bölünmeler devam ediyordu. 1486'da, Astrahan Hanlığı da kuruldu. Bu kargaşalıktan yararlanan Moskova Prensliği, 300 yıllık Türk hakimiyetinden kurtulmuş oluyordu. 1502'de, Kırım Hanı Mengli Giray, artık Osmanlılara tabi idi, fakat serbest hareket ediyordu. Gittikçe gücünü arttırarak hakimiyet alanını genişletti. Altınordu'nun son hanı Şeyh Ahmed'in öldürülmesinden sonra, bu devlet, ortadan kalkmış oldu. Altınordu Devleti'nin ortadan kalkmasından sonra, bir çok hanlık meydana geldi. Ama bunlar, Büyük Altınordu Devleti'nin yerini tutamadılar. Altınordu, hem Türk dünyasının hem de bütün Doğu Avrupa'nın en önemli devletlerinden biri olmuş, bütün bu ülkeleri siyaset, ekonomi ve kültür bakımından etkisi altına almıştı. Altınordu devleti zamanında, gerek Bulgar ve gerek Rus yurdunda, eski idarede birtakım değişiklikler yapıldı. Her iki memleket, Altın Ordu'nun vassalı (tabii) olmakla, birtakım yükümlülüklere tabi tutuldular. Bu bakımdan, bilhassa Rus knezliklerinin vaziyeti enteresandır. Moğol-Türk kuvvetleri, fazla bir kalabalık teşkil etmediklerinden, bütün Rus şehirleri ve köylerini işgal altına alıp Rus yurdunda kalmalarına maddeten imkân yoktu. Bu sebeptendir ki, kendileri için daha elverişli olan bozkır sahalarını işgal etmişlerdi. Rus knezliklerindeki hâkimiyetleri idame ettirebilmek için de, birtakım askerî ve idarî tedbirler alınmakla yetinildi. Evvelâ, öteden beri mevcut olan knez idaresini olduğu gibi bıraktılar; Ryurik sülâlesine mensup olmak üzere, knezliklerin hâkimiyetlerini tanıdılar, hattâ istilâdan önceki büyük ve küçük knezlikler bile muhafaza edildi; yalnız şu şartla ki, knezler makamlarını han'a tasdik ettirmeğe mecburdular; yani han'ın tabii sayılıyorlardı. İç intizam ve asayiş, yani polislik vazifesi, knezlerin eline bırakılmıştı. Bunun dışında, memleketin umumî asayişine, han'a karşı mükellefiyetlerin yerine getirilmesine ve düşmanca hareketlerin ortaya çıkmasına mâni olmak maksadıyla, han tarafından tâyin edilen yüksek memurlar gönderilmekte idi. Rus yurdundaki, 240 yıl süren, bu "Tatar" hâkimiyetinin, Rus tarihi ve Rus halkı üzerinde, çok yönlü tesiri olduğu muhakkaktır. Batu Han, buraları zaptettiğinde Rus yurdu, tam bir siyasî anarşi içinde çalkandığından, iktisadî ve kültürel refahın gerekli şartlarından biri olan iç emniyet, mevcut değildi. Altın Ordu tarafından tespit edilen kuvvetli bir disiplin, evvelâ her yerde iç emniyet ve asayişin yerleşmesine neden oldu; yine bu asayişin kurulmasıyla ilgili olarak, Saray ile Rus knezliklerindeki başkanlar ve darugalar, yahut askerî başbuğlar (tümen, bin ve yüz beyleri) arasında, muntazam bir münasebet temini maksadıyla, daha Cengiz zamanında kurulan posta usulü, yeni yol sistemi geliştirildi. O zamana kadar bir tek para sistemi olmayan Rus yurdunda, aynı esaslar üzerinde sikke bastırıldı. Rusça "dengi" (dengi=para, tenke) tabiri, Türkçe tiyin (sincap derisi) sözünden gelmiştir; gümrükler intizamlı bir hale kondu ki, Rusça "tamojnya" (gümrük) tabiri de Türkçe-Moğolca tamga-damga sözünden gelmektedir. Bunun dışında, Rus knezlerinin, büyüklerinin ve askerlerinin, Saray'a ve hattâ İç Moğolistan'a kadar gitmeleri, birçok Rus büyüklerinin Tatarlar ile düşüp kalkmaları, Ruslar'ın yaşayış, giyim tarzlarında olduğu gibi, düşünüş ve görüşlerinde de Tatarlar'ın tesiri altında kalmalarına sebep olmuştur. Aynı şekilde, Altın Ordu'da tatbik edilen kuvvetli bir merkeziyetçi devlet rejiminin ve han otoritesinin, dolayısıyla Rus knezlerine bir örnek teşkil ettiğinde şüphe yoktur. Rus tarihinde "Tatar boyunduruğundan" bahsetmek o kadar moda olmuştur ki, Sovyet Rus tarihçileri bile bu tâbiri tekrar ele almışlardı. Şüphesiz yabancı bir zümrenin, hele ırk ve din bakımından büsbütün ayrı olan bir kavmin hâkimiyeti, kolay bir şey değildir. Fakat, 240 yıl süren Altın Ordu hâkimiyeti neticesinde Ruslar, dillerini, dinlerini, topraklarını ve idare teşkilâtlarını tamamıyla muhafaza etmekten başka, bütün bunları kuvvetlendirmeğe de muvaffak olduklarına bakılırsa, bu Tatar hâkimiyetinin "boyunduruk" olmadığı anlaşılır. Yalnız yabancı bir zümrede değil, normal hükümet idaresinde bile, isyan çıkarsa derhal bastırılır ve bu münasebetle şiddet kullanılır, sırasına göre binlerce kişi öldürülür; mükellefiyetler yerine getirilmediği zaman, güç ve şiddetle bunların icrası için zor kullanılır. Altınordu baskakları ve darugalarının da başka türlü hareket etmedikleri, tarihî bir hakikattir. Altınordu'nun Rus knezliklerindeki hâkimiyetinin, sonraki Rus çarlarının Kazan, Başkurt, Sibir, Kırım, Kafkas ve Türkistan'daki hâkimiyetlerine nispetle kat kat yumuşak olduğunda, zerre kadar şüphe yoktur. Korkunç İvan'ın ve Romanof ailesinden gelen Çar hükümetlerinin, Türk kavimlerini imha yolunda aldıkları tedbirlerin onda birinin, Altın Ordu hanları tarafından alınmadığı muhakkaktır. Rus knezlerine yapılagelen bazı tazyikler ve şiddetler, daha ziyade Ruslar'ın Saray'da, hanlar yanında yaptıkları entrikalardan ileri gelmiştir. Moğol-Türk devleti an'anesinin icabı olarak Altın Ordu'da tam bir din ve dil toleransı vardı. Metbu [bağımlı, tâbi olan] kavimler, pek de ağır olmayan mükellefiyetleri doğru dürüst yerine getirdikten sonra, lüzumsuz yere tazyike maruz kalmıyorlardı. Rus kilisesi, Altın Ordu hanlarının verdikleri "yarlık"lar sayesinde tarhanlık kazanmıştı; yani her nevi vergi ve mükellefiyetlerden kurtulmuştu; böyle olmasına rağmen, sonraları Tatarlar'a karşı Rus imha siyasetini besleyen müessese, bilhassa, kilise olmuştur. İkibuçuk yüzyıl süren Tatar hâkimiyetinin tesiri meyanında, Altın Ordu hanları, Rus ahalisi nazarında, tam bir hükümdar gibi telâkki ediliyordu; bu yüzdendir ki Rus knezleri, ancak Altın Ordu hâkimiyetinden çıktıktan sonra "Çar" lâkabını almağa cesaret ettiler. Batu Han'ın kumandasında fütuhat yapan kuvvetlerin, 600.000 kişiden ibaret olduğu söylenmektedir. Bunun ancak 60.000'i Moğol'du; kalan kısmı, muhtelif Türk kavimlerinden toplanmıştı; kumanda heyetinin ve bazı memuriyetlerin başında Moğollar bulunmakta idi. Tatar adının menşeinin Türk olması lâzım gelir. İşte bu sebeptendir ki, Moğol istilâsını yapan bütün kuvvetlere Avrupalılar, Moğol ve Türk fark edilmeksizin "Tatar" demişlerdir. Bu sebepledir ki, Cengiz ordularındaki Türk kavimleri, kendilerini böyle adlandırmasalar bile, yabancılar karşısında böyle görünmeğe başlamışlardır. Çok zaman geçmeden İdil boyunda yerleşen Moğollar, kalabalık Türk unsuru arasında eriyip gitmişlerse de, bu sahanın ahalisi Türk olmasına rağmen "Tatar" adıyla tanınmağa başlamışlardır. Moğol istilâsının neticesi olarak, İdil-Ural ve Sibirya'da Türk unsuru arttığı gibi, bir dereceye kadar Moğol unsuru da yerli ahali ile karışmıştır; fakat bu zümrenin, daha ziyade yüksek tabakaya mensup olduğu anlaşılıyor. Ahalisi 922'den beri Müslüman olan Altın Ordu'da, Batu'nun küçük biraderi Berke Han'ın (1255-1266) Müslümanlığı kabul etmesiyle, bu ülke, tam mânasıyla bir Türk-İslâm devleti haline gelmiştir. Zaten bu mıntıkada, 922'den beri, İslâm kültürü yayılmıştı. Saray şehri kurulup da Türkistan'la ticaret münasebetleri tekrar kuvvet bulduktan sonra, Altın Ordu'da Müslüman tesirinin birdenbire başka tesirlere üstün geldiğini görüyoruz; neticede Saray hanları, Müslüman oldular. Berke Han'ın hâkimiyet zamanı, Altınordu'nun, Büyük Hakanlık'tan ayrıldığı, yani istiklâlini ilan ettiği zamana tesadüf etmektedir; Berke Han kendi namına sikke bastırmakta ve tamamıyla müstakil bir hükümdar gibi hareket etmekte idi. Umumiyetle onun zamanı, Altın Ordu'nun en parlak devri olarak tanınmaktadır; yeni bir "Saray" (Yeni Saray) şehrinin kuruluşu da bunu teyit etmektedir. Özbek Han (1313-1342) zamanında İslâm dini, büsbütün kuvvetlendi. Saray şehri, diğer İslâm memleketlerinin büyük şehirleri gibi, camiler, medreseler ve tekkelerle süslenmeğe başlandı; hükümdar sarayında âlimler, şeyhler, seyyidler ve hocalar itibar kazandılar; medreseler ve mektepler açıldı. Muhtelif İslâm memleketlerinden ustalar çağrılmaya başlandı. Meşhur İslâm âlimlerinden Kutbeddin-ür-Razî, Şeyh Sadeddin Teftezî ve başkalarının, Canibek Han zamanında (1340-1357) Saray şehrinde kaldıkları malûmdur. Nehc'ül-feradis gibi enteresan bir kitabın, ya doğrudan doğruya Saray'da veya Saray hanlarının emriyle, yine Altın Ordu hâkimiyetinde bulunan, Harezm'de tertip edilmiş olması, yazı dilinin burada mühim gelişme kaydettiğini göstermektedir. Altınordu'nun XIII-XIV. yüzyıllarda siyasî, iktisadî ve kültürel bakımdan, yalnız Şarkî Avrupa'nın değil, umumiyetle Türk dünyasının en mühim mevkilerinden biri olduğunda şüphe yoktur. Bu devletin ahalisinin büyük bir kısmı -Rus yurdu müstesna- halis Türk'tü; ancak üst tabakada, Moğol unsur mevcuttu. Bu unsur da, kısa bir zaman içinde tamamıyla Türkleşmişti. Devlet teşkilâtı, Cengiz'den çok önce teşekkül eden devlet sisteminden ibaretti. Göktürk ve Uygur teşkilâtının mühim unsurlarının Altın Ordu (ve umumiyetle bütün diğer Türk devletlerinde ) mevcut olduğu muhakkak gibidir; hele teşkilât sözlerinde (ıstılahları) Uygurca mefhumların kullanıldığı görülmektedir; bunun içindir ki, Altın Ordu ve sonraki hanlıkların devlet, iktisat ve sosyal teşkilâtlarını öğrenmek, Moğolların kendi iç teşkilâtlarından başka daha evvelki Türk devletleri ve heyetlerinin vaziyetlerini bilmeğe bağlıdır. Elde mevcut sınırlı kaynaklara göre, Altın Ordu'da askerlik, ziraat, ticaret, vergi ve her çeşit mükellefiyetleri tanzim eden belirli kanunlar mevcuttu. Cengiz tarafından kurulan teşkilâttan başka, siyasî ve sosyal hayatın her safhasını düzenleyen birçok nizamlar tatbik edilmekte idi. Bu itibarla da Altın Ordu Devleti'nin "yasalı" (kanunlu) bir siyasî varlık olduğu ortadadır. Ahalinin yalnız göçebe olmadığı, şehirlerin ve köylerin çokluğu ile derhal görülmektedir. Zaten, Orta-İdil boyundaki Türkler'in çok erkenden köyler ve şehirler kurdukları malûmdur. İdil'in aşağı mecrasında bulunan Türk-Moğol unsurunun da, yavaş yavaş şehir ve köylere yerleştikleri görülüyor. Azerbaycan da dahil olduğu halde Altın Ordu'ya ait sahada, şimdiye kadar 25 şehir tespit edilmiştir. Bunlar: Azak, Batçin, Bakû, Büler, Bulgar, Derbent, Gülistan (Saray'ın banliyösü), Kırım, Kırım-Cedit, Macar, Macar-Cedit, Mahmûd Âbad, Muhşı, Ordu, Ordu-Cedit, Ordu-Bazar, Recan, Saray, Saray-Cedit, Saraycık, Sığnak-Cedit, Tebriz, Ükek, Hacı-Tarhan (Zeci-Tarhan), Şabran, Şamaha. Demek ki, Altınordu, sadece bir "step imparatorluğu" değildi. Bu sayılan şehirlerin büyük bölümü, büyük ticaret merkezleri ve "ihracat ve ithalât" iskeleleri ve transit istasyonları idi. Bilhassa Saray şehrinin büyüklüğü ve güzelliği hakkında, şehri bizzat gezen seyyahların elinden çıkan kayıtlar mevcuttur. Bu cins kayıtlar, yapılan hafriyat (kazı) neticesinde tamamıyla tespit edilmiştir. Saray şehrinde, mükemmel bir su tesisatı olduğu, bahçelere, evlere varıncaya kadar, su borularıyla su getirildiği meydana çıkmıştır; çini tezyinatı, yapıcılık ve bilhassa maden işleme hususunda mühim ilerlemeler elde edildiği, çıkan eserlerle sabittir. Bu itibarla, Saray şehrinin ve içinde yaşayan ahalisinin (yani yerli Türkler'in), devirlerinin diğer memleketlerinden geride durmadıkları açıktır. Meydana çıkarılan maden eritme ve işletme tesisatının mükemmelliği, Altın Ordu ustalarının, hattâ bu hususta birçok millet ustalarını geride bıraktıklarını gösterir. Bu suretle Saray şehrinde (bilhassa Saray-Berke'de) İtil ve Bulgar şehirlerinin geleneği, yalnız muhafaza edilmekle kalmamış, daha da ileriye götürülmüştür. Saray, aynı zamanda Türkistan, İran, Anadolu, Bizans, Rus, Ceneviz ve Orta Avrupa'dan gelen tüccarların buluştukları bir merkez olması hasebiyle de, büyük bir ehemmiyete sahipti; burada ayrı milletler için ayrı mahaller kurulduğu ve herkese kendi memleketinde alışık olduğu hayata göre yaşamak imkânı verildiğini biliyoruz. Altınordu'nun merkezi, Saray şehri idi. Saray şehrine "Taht ili" denirdi. Batu zamanında tesis edilen Saray şehri, Berke Han zamanında daha müsait bir yere nakledilerek Yeni Saray, yahut Saray-Berke adını aldı (İdil'in sol kollarından biri olan Tsares mevkiine yakın). Hanlar, Saray şehrinin "Gülistan" denilen banliyösünde yaşıyorlardı; burası bilhassa hanların, kışı geçirdikleri bir yerdi; yazları ise eski âdet üzere "yaylağa" çıkarlar, Don ve Özü arasında kalırlardı. Hanların "yaylak"lardaki ordugâhları da büyük bir şehir manzarası arz ediyor, hanım ve büyüklerin süslü çadırları, geniş bir sahayı kaplıyordu. Keçeden yapılan çadırların (yurt) içi, kıymetli halılarla süslü idi; hanın tahtı, altın ve kıymetli taşlarla bezenmiş, ayakları gümüşten idi. Bayram ve yortu günlerinde, yabancı elçiler, merasimle kabul edilirdi; bu münasebetle hanın tahtı etrafında, hatunu ve hanedan âzasına mensup büyükler bulunuyordu. Hanın birkaç karısı olurdu; fakat biri Ulu-Hatun, yani baş kadın sayılırdı. Ulu-Hatunların mevkileri gayet yüksek olup, devlet idaresine bilfiil iştirak ederler, hattâ, hanın muvafakatiyle, kendi adlarından "yarlık" verdikleri olurdu. Ulu Hatun, Osmanlı sultanlarının saraylarındaki baş kadınefendi ve Valide sultana çok benzemektedir; yalnız Valide Sultanın yetkileri daha geniştir. Hanlar, yalnız Tatar büyüklerinin kızlarını değil, Bizans imparatorlarının ve Rus knezlerinin kızlarını da alıyorlardı; ezcümle Özbek Han'ın karısı, Rum kayseri Andronikos Paleologos'un kızı idi. Umumiyetle, Altın Ordu Devleti'nde kadınların sosyal konumları yüksekti ve bu konuda eski Türk gelenekleri devam ettiriliyordu. Hanın hatunları ayrı saraylarda yaşıyorlar, göç ederken kendilerine mahsus çadırları bulunuyordu; hattâ kendilerinin mescit ve camileri, hoca ve imamları olduğu gibi, umumî hayatta ayrı muhafız kıtaları da vardı; Altın Ordu kadınları, umumî hayatta görünürler, hattâ han hatunları, âlimler ve şairler meclisine bile devam ederlerdi. Altınordu Devleti'nde resmi dil, Çağatay Türkçesi idi. Önceleri Gök Tengri'ye tapıyorlardı ama kısa zamanda bütün ülke Müslüman oldu. Bir süre sonra devlet, tam anlamı ile Türkleşti. Ama bu "Türkleşme" deyimi, hükümdar ailesi içindir. Halkın yüzde doksanından fazlası, zaten Türk idi. (Kuman-Kıpçak, Bulgar... Türkleri). Bugün, Tatar adıyla anılan Türkler de Altın Ordu Devleti'nin halkıdır ve Tatar adı, "Kuzey Türkleri" anlamında bir genel ad olmuştur. Moğollar, çok küçük bir azınlık haline düşmüştü. Askerin büyük çoğunluğu da Türk idi. Moğol azınlığı, Türklerle karışmış ve eriyip gitmişlerdi. Ama hanlar, Moğol sülalesinden geliyordu. Bunlar da Türklerle evlendikleri için, zamanla Moğol etkisi, sadece idare şeklinde, teşkilatta kaldı. Altınordu'nun idare sistemi, eski Türk esaslarına dayanmaktadır; bu esaslarda bilhassa bozkır an'anesi ve teşkilâtı, mühim bir yer tutuyordu. Ahalinin gittikçe toprağa bağlanması, ziraat, ticaret ve sanayiin gelişmesi üzerine, devlet idaresinde bu esaslar da dikkate alınmıştı. Altın Ordu'nun resmi ismi, aslında "Büyük Ordu"dur. Bu devlet, birkaç kısma yahut "Ulus"a ("ölüş, hisse") bölünürdü; Rusya bile birkaç "Ulus"tan ibaret olduğu gibi, Başkurt, Bulgar, Mokşı elleri de birer ayrı ulus teşkil etmişti; bundan başka Kafkas ve Karadeniz sahaları da, ayrı uluslara bölünmüştü. Ulus, onun başında bulunan türelerin (büyük memur) adını alırdı. Ulus içinde de, Cengiz'in tespit ettiği ve tamamıyla askerî mahiyette olan bir bölüm vardı; ezcümle: tümen (10 bin), bin, yüz ve on beylikleri; tümen beyi, on bin kişilik kuvveti çıkaran bölgenin başbuğu, bin beyi, bin kişilik kuvvetin başı v.s. Bu bakımdan Altın Ordu, gayet intizamlı bir askerî ve mülkî idare teşkilatına sahipti. Halis Türk olan ulusların en yüksek idare (sivil) memuruna Daruga denilirdi ki, vali karşılığı olsa gerektir; Rus uluslarındaki en yüksek Tatar valisi de Baskak adını taşırdı; baskakların idarî merkezine de "yurt" denirdi. Baskaklar, bulundukları yerde, Rus knezleri ve ahalisinin Altın Ordu'ya boyun eğmelerine nezarete memurdu; bu maksatla onun emrinde asker de bulunurdu. Rus ahalisinden "kafa vergisi" alındığından, ahali sayımı yapılır (ilk sayım 1257'de) ve ona göre, baskaklar vergi alırlardı; mal ve mülkten ayrıca âşar (onda bir) da toplanmakta idi. Darugaların da aynı şekilde icrai faaliyette bulundukları görülmektedir; yerli Türk ahalisinin birçok mükellefiyetlere tabi olduğu, yarlıklardan anlaşılıyor. Ancak "Tarhan" olan kimseler, her nevi mükellefiyetten ve vergilerden kurtuluyorlardı. Tarhanlık hakkı da han tarafından verilir ve "Tarhanlık yarlığı" ile tasdik olunurdu. Hana, devlet idaresinde "Divan" adını taşıyan bir meclis yardım ederdi. Ekserî Türk-İslâm devletlerinde rastladığımız bu müessesenin Altın-Ordu'daki mahiyeti, kesin olarak bilinemiyor; bilhassa bu divanın yazıcıları (Divan bitikçi'leri) tâbiri, yarlıklarda sık sık zikredilmektedir. Dış memleketlere gönderilen elçilere ve yardımcılarına, "elçi-keleci" denirdi. Ayrıca; yol, vergi, ticaret işlerine nezaret eden memurlar mevcut olup bunların vazifeleri, birer birer tâyin ve tespit edilmişti. Ticaretin, Altın Ordu'da çok inkişaf ettiğini de söylemiştik; buna bağlı olarak, para sistemi de gayet muntazamdı; maden para ile yan yana, kâğıt para usulü de vardı. Altınordu'nun siyasî tarihi cihetine gelince, bu hakanlık, Doğu Avrupa'yı elinde bulundurmakla, birçok bakımdan Hazar Hakanlığı'nı andırmaktadır. İşgal ettiği coğrafî vaziyetinin icabı olarak, birçok devletlerle, siyasî, iktisadî ve kültür münasebetleri tesis etmiştir. Bizans'la, Mısır Memlûkları ve Osmanlılarla münasebetleri olduğu gibi, bilhassa Litvanya-Lehistan Devleti'yle yakın bir münasebet tesis edilmişti. Altın Ordu ile İlhanîler arasında, Hazar Denizi'nin güney sahası ve Harezm yüzünden daimî bir ihtilâf ve rekabet vardı; bunun içindir ki Altın Ordu ile Mısır Memlûkları arasında sıkı bir dostluk kuruldu; aynı vecihle sonraları, Yıldırım Bayezid ve Toktamış Han'ın her ikisinin de Timur Han tarafından büyük bir tehlikeye maruz kalmaları üzerine, Osmanlı Devleti'yle Altın Ordu arasında yakın bir dostluk hâsıl oldu; her iki ülkeden, karşılıklı elçiler ve tüccarlar gidip gelmeye başladılar. Timur istilâsı, Altınordu hanlarıyla Osmanlı sultanlarının, sonraları da iyi münasebetleri devam ettirmelerini sağladı. İkinci Murad Han ile Fatih Sultan Mehmed zamanında da bu dostluk mevcuttu. Altınordu hanlarından olup sonra Kazan Hanlığı'nı kuran Uluğ Muhammed'in, II. Murad'a ve sonraki hanların Fatih Sultan Mehmed'e gönderdikleri bitikleri (name, mektup) bunu göstermektedir. Moskova knezliğinin tedricen yükselmesi ve tehlikeli olmağa başlaması üzerine, Altın Ordu ile Litvanya-Lehistan arasında Ruslar'a karşı bir cephe teşkil etmek istendi. Birçok etkenlerin bir araya gelmesiyle, gittikçe zayıf düşen Altın Ordu, Timur'un arka arkaya indirdiği üç darbeden sonra (bu seferler esnasında Saray şehri kâmilen yıkılmıştır), bir daha kendine gelemedi. Hanedan üyeleri arasında çıkan iç mücadele, ticaret hareketlerinin gittikçe azalması, komşularının kuvvetlenmesi neticesinde, Altın Ordu Hakanlığı, gittikçe kuvvetten düştü. Altın Ordu'nun son büyük hanı, Timur Han ve Yıldırım Bayezid Han'ın çağdaşı olan Toktamış Han'dır (1376-1391). Ondan sonra, "Taht-İli"nde (Saray'da), hanlar, sık sık değişmiş ve karşılıklı şiddetli mücadeleler yapmışlardır. 1480 yılında, Saray Hanı Seyyid Ahmed, Moskova büyük knezi III. İvan'ı baş eğmeğe zorlayarak Rusya üzerinde eski hâkimiyetini tekrar kurmak teşebbüsünde bulunmuşsa da, kâfi miktarda kuvvete sahip olmadığı gibi, arkada bazı tehlikeler baş gösterdiğinden, bir meydan muharebesi olmaksızın, Don boyunca çekilip gitmişti. Bundan sonra, Rusya üzerinde 240 yıldan beri devam edip gelen Altınordu hâkimiyeti, kendiliğinden kalkmıştır. Zaten, Altın Ordu'nun ömrü de sona ermiş gibiydi. 1502'de bu devlet, artık, tarihe karışmış bunuyordu. Bu hakanlığın harabeleri üzerinde birçok hanlıklar yükseldi; bunlar: Kırım, Kazan, Sibir, Astrahan ve Nogay hanlıkları idi
__________________
Yeniden Doğuş
|
04-21-2007, 12:15 AM | #14 |
Daimi Üye
Kayit Tarihi: Mar 2007
Nerden: Uşak-Bozüyük
Yaş: 37
Mesajlari: 467
Teşekkür Etme: 14 Teşekkür Edilme: 39 Teşekkür Aldığı Konusu: 30
Üye No: 36062
Rep Power: 1403
Rep Puanı : 1960
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Büyük Selçuklu
-------------------------------------------------------------------------------- Selçuklular, Türk-İslam devletlerinin en büyüklerindendir. Oğuzların Üçoklar kolunun, Kınık boyuna mensupturlar. Onuncu yüzyılın sonu ile onbirinci yüzyılın başlarında İslam'ı kabul ettiler. Selçuklular; Çin'den, Batı Anadolu dahil bütün Ortadoğu ülkeleri, Akdeniz sahilleri, Kuzeybatı Afrika, Hicaz ve Yemen'den Rusya içlerine kadar yayılan hakimiyetin, muazzam bir kültür ve medeniyetin temsilcisidir. Devlete adını veren Selçuk Bey, Aral Gölü ile Hazar Denizi arasına hakim olan Oğuz Yabgu Devleti'nin kumandanlarından Dukak Subaşı'nın oğludur. Dukak ölünce, 17-18 yaşlarındaki Selçuk Bey, subaşı oldu. Genç yaşına rağmen yüksek mevkilere ulaşan Selçuk Bey'in devamlı artan bir itibara sahip olması, Yabgu ve eşini telaşlandırdı. Onu başlarından atmak için çare aramaya başladılar. Öldürülmekten çekinen Selçuk Bey, kabilesiyle birlikte oradan ayrıldı. Güney yoluyla, muhtemelen 985 yılı sıralarında, Seyhun nehri kenarında bulunan Cend şehrine geldiler. Bölge ve şehir, İslam ülkelerine geçişte hudut durumundaydı. Selçuk Bey'in idaresindeki Türkler, kısa zamanda İslam'ı kabul ettiler. Bu durum, Yabgu ile aralarını iyice açtı. "Müslümanlar, gayrimüslimlere haraç vermez" diyen Selçuk Bey, Yabgu'nun haraç memurlarını kovdu ve bağımsızlığını ilan etti. Gayrimüslim Türklere karşı savaşmaya başladı. Selçuk Bey'in, bağımsızlığını ilan edip, Yabgu'ya haraç vermeyerek, Müslüman olmayanlarla mücadeleye girişmesi, çevrede tanınıp itibar kazanmasına yol açtı. Oğuz Yabgusuna karşı olan Türkler, etrafında toplandı. Müslümanlardan da destek alan Selçuk Bey, Müslüman olmayan Türkler üzerine yaptığı seferlerle şöhret kazandı. Onun bu şöhreti, Maveraünnehir'de üstünlük sağlamaya çalışan Müslüman devletlerden birisi olan Sâmânîlerle anlaşmasını sağladı. Sâmânî sultanı, Selçuk Beye, devlet sınırlarını diğer Türk akınlarına karşı korumasına karşılık, Buhara yakınlarındaki Nûr kasabasına yerleşme izni verdi. Selçuk Bey; Mikâil, Arslan, İsrafil, Yusuf ve Musa adlarındaki oğullarıyla Büyük Selçuklu Devletinin temelini atıp, Tuğrul ve Çağrı adında iki torun bırakarak, yüz yaşlarında vefat etti. Selçuk Bey'in büyük oğlu, Tuğrul ve Çağrı beylerin babası olan Mikâil, babasının sağlığında ölmüştü. İkinci büyük oğlu olan Arslan Bey, babasının yerine geçti. Yabgu unvanını alarak, Selçuklular da denilmeye başlanan ailesini teşkilatlandırdı. Karahanlılar'ın Sâmânî Devletine son vermesi üzerine, Özkend'den kaçan Sâmânî şehzadelerinden İsmail Muntasır'ın, Arslan Yabgu'ya sığınması, Karahanlılarla aralarının açılmasına sebep oldu. Arslan Yabgu komutasındaki Selçuklular, Karahanlılar karşısında başarılı muharebeler yaptılar. Selçukluların güçlenmesi, bölgenin hakimi Karahanlılar ile Gazneliler'i zor durumda bıraktı. Karahanlı-Gazneli işbirliğiyle 1025'te Arslan Yabgu, Gaznelilerce yakalanıp, Hindistan'daki Kâlencer Kalesine hapsedildi. Bu hadiseden sonra, Selçuklularla Gazneliler arasında, açık bir mücadele başladı. Onun esareti yıllarında Selçuklular, ortak hükümdar sistemiyle yönetildi. Musa'yı yabguluğa, Yusuf'un oğlu İbrahim'i de yınallığa getirdiler. Mikâil'in oğulları Tuğrul ve Çağrı beyler, amcalarının hakimiyetini tanımakla birlikte, ayrı bölgelerde yaşamaya başladılar. Mahir süvarilerden oluşan Selçuklular, kalabalık hayvan sürüleri ve atları için, bol otlaklı, geniş yaylalar aradılar. Bu amaçla zaman zaman, komşuları Karahanlılar ve Gaznelilerin sınırlarına taşıp, yerli halkın şikâyetlerine sebep oldular. Onların bu durumunu kendileri için tehlikeli gören Karahanlılar, Selçuklu ailesi içinde karışıklık çıkarmak istedilerse de başaramadılar. Üzerlerine kuvvet gönderildi. Hattâ Yusuf Bey öldürüldü. Musa Yabgu ile birleşen Tuğrul ve Çağrı beyler, Karahanlı kuvvetlerini yenerek, Yusuf Bey'in intikamını aldılar. Siyasî durum iyice gerginleşti. Bölgede değişiklikler oldu. Bir baskınla Selçuklular bir hayli zayiata uğratıldılar. Bunun üzerine Çağrı Bey, dağılan Selçuklulardan üç bin kişilik bir süvari kuvvetiyle, Gazneli mukavemet mevkilerini aşarak, Doğu Anadolu sınırlarına kadar gitti. Van Gölü havzasından, kuzeyde Tiflis'e kadar uzanan bölgede keşif harekâtı yaptı. Ermeni ve Gürcü kuvvetlerini yenerek, bölgenin otlak ve yaylaklarının keşfiyle, gerekli siyasî, etnik, kültürel ve askerî stratejik bilgileri topladı. Bizans şehirlerine girdi. Keşif harekâtı neticesinde, bölgenin, Selçukluların yerleşmesine müsait olduğunu tespit ederek Tuğrul Bey'e bildirdi. Selçukluların esir yabgusu Arslan, 1032 yılında, Hindistan'da hapsedilmiş bulunduğu Kâlencer Kalesinde ölünce, Gaznelilerle ilişkiler daha da bozuldu. Musa Yabgu ile yeğenleri Çağrı ve Tuğrul beyler kumandasındaki Selçuklu ve Türkmen güçleri, bölgenin en stratejik mevkiinde yer alan ve Gaznelilere ait olan Horasan'a ani bir taarruzla girerek, Merv, Nişabur ve Serahs havalisini ele geçirdiler. Gazne sultanı Mesud, Selçukluları tanımak zorunda kaldı. Musa Yabgu'ya, Tuğrul ve Çağrı beylere bulundukları yerlerin valiliklerini verdi. 1035 yılında yapılan bu antlaşma, dört ay gibi kısa bir süre devam etti. Yeniden başlayan Gazneli-Selçuklu mücadelesi, daha da şiddetlendi. Selçuklular, hafif süvari kuvvetleriyle, Gaznelilerin fillerle takviye edilmiş, ağır teçhizatlı, çoğu piyadeden meydana gelen ordusuna, gerilla savaşlarıyla çok kayıp verdirdiler. 1038 yılında Serahs civarında yapılan savaşta, Gazneli ordusu ağır bir yenilgiye uğradı. Gazneli Sultan Mesud, büyük bir devlet adamı, cesur bir kumandan olmasına rağmen, bu yenilgiden sonra, Nişabur'u Selçuklulara bırakıp, kesin sonuç alınacak büyük savaşı devamlı geciktirdi. Tuğrul Beyin üvey kardeşi İbrahim Yınal, 1038'de Nişabur'u alıp, Tuğrul Bey adına hutbe okuttu. Nişabur'a gelen Tuğrul Beyi muhteşem bir törenle karşıladı. Tuğrul Bey, Sultanü'l-Muazzam (Büyük Sultan), Çağrı Bey de Melikü'l-Mülûk (Hükümdarların Hükümdarı) unvanını aldı. Büyük Selçuklu Devleti'nin kuruluş ve istiklâlini (bağımsızlığını) ilan ettiler. Selçuklu-Gazneli mücadelesi, 23 Mayıs 1040 Dandanakan Meydan Savaşı ve Selçukluların üstünlüğü ele geçirmesiyle neticelendi. Selçukluların Yükselişi -------------------------------------------------------------------------------- Dandanakan'ın muzaffer başkumandanı Çağrı Bey, zafer sonrasında verilen toy, yani büyük ziyafette, üstün idarecilik vasfı ve keskin siyasî zekâsını takdir ettiği kardeşi Tuğrul Bey'i Selçuklu Sultanı ilan etti. Merv, başkent yapıldı. Toplanan kurultayda, fethedilecek yerlerle, idareciler tespit edildi. Ceyhun ile Gazne arasındaki bölge Çağrı Beye, Bust-Sistan havalisi Musa Yabgu'ya, Nişabur'dan itibaren bütün batı bölgeleri Tuğrul Beye verildi. Çağrı Beyin oğlu Yakutî ile İbrahim Yınal, batı cephesinde görev aldılar. Hanedandan Arslan Yabgu'nun oğlu Kutalmış, Cürcân ve Damgan'a, Çağrı Beyin oğlu Kara Arslan Kavurd ise, Kirman havalisine tayin olundular. Görev taksiminin ardından, kısa zamanda, kuzeyde Harezm dahil, Maveraünnehir, Sistan, Mekran bölgesi, Kirman ve civarı, Hürmüz emirliği, hattâ Arabistan Yarımadasında Umman ve dolayları ile Cürcân, Bâdgis, Huttalân tamamen zaptedildi. Tuğrul Bey, Taberistan, Kazvin, Dihistan, İsfehan, Nihavend, Rey ve Şehrezur'u alarak devletin sınırlarını genişletti. 1046'da Gence, 1048'de Erzen, Karaz, Hasankale, Erzurum ve havalisindeki Gürcü, Ermeni ve Bizans orduları yenilgiye uğratıldı. Henüz yeni kurulan devlet, kısa zamanda, Büveyhîlerin işgalindeki Bağdat hariç, bölgedeki bütün İslam topraklarına hakim oldu. Sultan Tuğrul, Büveyhîlerin işgalindeki halifelik merkezi olan Bağdat'ı kurtarmak için, Abbasî halifesi El-Kaim bi-Emrillah'ın davetiyle 17 Ocak 1055'te Bağdat'a girdi. Halifenin, âlimlerin ve Sünnî Müslümanların büyük memnuniyetle karşıladığı Tuğrul Bey, Büveyhî Hükümdarlığını yıkarak, Abbasî halifeliğini yeniden ihya etti. İslam dünyasının takdirini kazanıp, büyük iltifatlara kavuştu. Halifeliğe karşı yapılan Fatımî saldırılarını bertaraf etti. Halifelik makamına ve Bağdat şehrine hizmetinden dolayı, 25 Ocak 1058'de Tuğrul Beye iki altın kılıç kuşatan Halife, onu, doğunun ve batının hükümdarı ilan etti. Selçuklu sultanının, halife tarafından "Dünya Hakanı" ilan edilmesi, Türklere büyük itibar kazandırdığı gibi, alplik ruhunu okşayarak, İslamı yayma çabalarına daha fazla sarılmalarına yol açtı. Aynı yıl Tuğrul Bey, tahrikler sebebiyle isyan eden üvey kardeşi İbrahim Yınal'ı cezalandırdı. Çağrı Bey, 70 yaşlarında 1060'ta, Tuğrul Bey ise 1063'te yine 70 yaşında vefat etti. Tuğrul Bey, devletini sağlam temeller üzerine oturtarak, sınırlarını Ceyhun'dan Fırat'a kadar genişletti. Anadolu üzerine yaptırdığı akınlarla, Bizans yönetiminde bulunan bölgenin Türk yurdu olması için ilk harcı koydu. Tuğrul Beyin oğlu olmadığından, Çağrı Beyin oğlu Muhammed Alparslan, Selçuklu sultanı oldu. Başa geçer geçmez, amcasının veziri Amîdülmülk'ü görevden alarak, yerine Nizamülmülk'ü tayin etti. Sultan Alparslan, tahta geçmek iddiasında bulunan diğer rakiplerini bertaraf ettikten sonra, batıya yönelerek fetihlere başladı. Kafkaslardan dolaşıp mahallî küçük krallıkları itaati altına aldı. Doğu Anadolu'nun kuzeydoğu ucundaki meşhur Ani kalesini 1064'te fethederek, 16 Ağustos 1064'te Kars'a girdi. Ani, Hıristiyan âleminin kutsal yerlerinden biriydi. Bu fetihler İslam dünyasında büyük sevinç kaynağı oldu ve halife Kaim bi-Emrillah, Alparslan'a, "fetihler babası", yani çok fetheden anlamına gelen "Ebü'l-Feth" lakabını verdi. Sultan, 1065 yılı sonlarında doğuya yönelerek, Üst-Yurd ve Mangışlak taraflarına yürüdü. Başarı ile biten seferin sonunda; ticaret yollarını vuran Kıpçak ve Türkmenler itaat altına alındı. Alparslan, 1067 senesinde Kirman meliki olan kardeşi Kavurd'un isyanıyla karşılaştı. Bu isyanı kısa sürede bastırdı. Öncelikle Müslümanlar arasında birliğin sağlanmasını arzu eden Alparslan, Bahreyn taraflarındaki Karmatî sapıkları ve Önasya'daki Şiî-Fatımî kalıntılarını temizlemek için harekete geçti. Şiî-Fatımî baskısının İslam ülkeleri üzerinden kalkmakta olduğunu gören Mekke şerîfi, Alparslan'a itaatini arz ederek, hutbeyi Abbasî halifesi ve Sultan Alparslan adına okutmaya başladı. Doğuda ve Batıda sistemli bir şekilde yapılan fetih hareketleri; 1067 yılında Anadolu'da başlatılan yıpratma ve yıldırma akınları, 26 Ağustos 1071'deki Malazgirt Savaşı'na kadar devam etti. Malazgirt Zaferiyle Selçuklulara kapıları açılan Anadolu, Türkiye Türklerinin istikbaldeki yurdu durumuna girdi. Malazgirt Zaferi sonrasında, Bizans imparatoru Diogenes ile yapılan antlaşma, tahttan indirildiği için uygulanamadı. Sultan Alparslan, antlaşmanın silah zoruyla tatbikini kumandan ve beylerine emrederek, bütün Anadolu'nun fethini istedi. Selçuklu emrindeki Türkmen boyları, Orta Asya'dan batıya sevk edilerek, Doğu Anadolu'daki Bizans hududuna gönderildi. Selçukluların gazâ akınlarına karşı koyamayan Bizans kale ve garnizonları, Türklerin eline geçti. Türk akınları, Marmara Denizi sahillerine kadar uzandı ve fethedilen Anadolu, iskân edildi. Anadolu'nun Türkleşip İslamlaşması için gerekli bütün tedbirler alındı. Sultan Alparslan, çıktığı Maveraünnehir seferinde, esir alınan bir kale kumandanı tarafından şehit edildi. Türk tarihinin büyük sultanlarından olan Alparslan, enerjisi, disiplini, yiğitliği ve adaletiyle temayüz etmişti. Alparslan vefat ettiğinde, devlet toprakları, doğuda Kaşgar'dan, batıda Ege kıyıları ve İstanbul Boğazına, kuzeyde Hazar-Aral arasından, güneyde Yemen'e kadar olan bir bölgeye yayılmıştı. Alparslan'ın yerine oğlu ve veliahtı Melikşah, Selçuklu sultanı oldu. Sultanlığını tanımayan amcası Kavurd ile, Kerez'de yapılan savaşı kazanan Melikşah, birkaç gün sonra Kavurd'un ölümüyle, devlet içinde asayişi kısa sürede sağladı. İç işlerini halleden Melikşah, taht mücadelesinden faydalanarak Selçuklu hudutlarına saldıran Gazneliler'le Karahanlılar'a karşı sefere çıkıp onları anlaşmaya mecbur etti. Doğu sınırlarının güvenliğini sağlayan Melikşah, babasının veziri ve kendisinin de hocası olan, sapık ve Batınî akımlara karşı Sünnîliğin müdafaası için Nizamiye Medreselerini kuran Nizamülmülk'ten vezirliğe devam etmesini istedi. Bu sayede Selçuklu Devletine ve İslam dünyasına çok hizmet etmesine vesile oldu. Sultan Melikşah, çok sakin, affedici, fakat devlet ve millet işlerinde çok ciddî, müstesna bir şahsiyetti. Devrinde bozkırlardaki Türk boylarını, bütün İran'ı, Arabistan'ı, Suriye ve Filistin'i yönetimi altına aldı. Anadolu'nun fethi üzerinde hassasiyetle durup, babasının görevlendirdiği amcaoğlu Kutalmışoğlu Süleyman Şah ve Türkmen beylerinden Alp İlig, Artuk Bey, Mansur, Dolat gibi komutanlarla fetihleri sürdürdü. Selçuklu komutanları, Bizans'ın Türklere karşı kurduğu Ölmezler adlı askerî birlikleri mağlup ettiler. Artuk Bey, Bizans kuvvetlerini, 1074'te Sapanca çevresinde yenerek, yüzbinden fazla Türk'ü, İzmit'ten Üsküdar'a kadar olan sahaya yerleştirdi. Kutalmışoğlu Süleyman Şah, güneydoğu harekâtıyla, Adana dolaylarını fethetmekle meşguldü. Fırat'ı geçerek Çukurova, Maraş, Tarsus, Antep ve Urfa'ya dağılan Ermeni ve ücretli Frank askerlerini Antakya'da, Gümüştigin de Nizip, Âmid (Diyarbakır) ve Urfa civarında Bizans kuvvetlerini mağlup ettiler. Artuk Bey, Sultan Melikşah'ın emriyle, Doğu harekâtını idare etti. 1074-1077 yılları arasında Sivas, Tokat, Çorum havalisini, Yeşilırmak ve Kelkit havzalarını ele geçirdi. Artuk Beyden sonra yerine Danişmend Gazi geçerek, Amasya ve civarını Karadeniz'e kadar aldı. Mengücük Gazi, Şarkî Karahisar, Erzincan ve Divriği havalisini; Ebü'l-Kasım da Erzurum ve Çoruh bölgesini fethetti. Orta, Kuzeybatı ve Batı harekâtını Kutalmışoğlu Süleyman Şah idare edip, Bizanslılarla mücadele ve onların âsi kumandanlarıyla ittifak yaptı. Bizanslılar, Balkanlar'daki iktidar mücadelesi ve iç hadiseler üzerine, Selçuklulardan yardım istediler. Yardım talepleri, Selçukluların çıkarları doğrultusunda karşılandı. Süleyman Şah, İznik'e yerleşerek, bu şehri, Türkiye Selçukluları Devletinin merkezi yaptı. Selçuklular, Anadolu'da sahil şehirleri dışında, Toroslar ve Çukurova'dan Üsküdar'a kadar bütün bölgeye yerleştiler. Bu durum karşısında Avrupalılar, Çin'e elçilik heyeti göndererek, Selçukluların doğudan sıkıştırılmasını istediler. Ancak, sonuç alamadılar. Diyarbakır bölgesinin fethi için Selçuklu seferleri, Fahrüddevle Cüheyr'in İsfahan'a gelmesiyle başladı. Fahrüddevle, buradaki Şiî itikadlı Karmatîlerin yola sokulması için çalışan Artuk Bey ve bağlı kuvvetlerle birlikte Diyarbakır'a doğru yola çıktı. Fahrüddevle'nin komutasındaki birlikler, çevredeki Mardin, Hasankeyf, Cizre ve daha otuz kadar kaleyi ele geçirdi. Diyarbakır, Fahrüddevle'nin oğlu Zaimüddevle emrindeki kuvvetlerin 4 Mayıs 1085'te şehre girmesiyle düştü ve Mervanîler Devleti ortadan kalktı. Musul'un fethine memur edilen Aksungur ve diğer Türkmen emîrleri şehre savaşmadan girdiler. Fethi takiben Musul'a gelen Melikşah, büyük bir törenle karşılandı. Musul emîrliğine Şerefüddevle'yi tayin etti. Sultan Alparslan zamanından beri Suriye ve daha güneye yürüyen ünlü Selçuklu kumandanlarından Atsız, seferlerini Melikşah zamanında da sürdürdü. Uzun süre kuşattığı Dımaşk (Şam)'ı 1076 Martında Selçuklu topraklarına kattı. Dımaşk'ın alınmasından sonra, camilerde okunan Şiî-Fatımî ezanını yasaklayarak, cuma hutbesini Halife Muktedî ve Sultan Melikşah adına okuttu. Daha sonra Selçuklu Devletinin "Fatımî Devletinin ortadan kaldırılması" politikasına uygun olarak, Mısır'a doğru sefere devam etti. Fakat, başarılı olamadı ve başarısızlığı Suriye emîrliğinden alınmasına sebep oldu. Yerine, Melikşah'ın kardeşi Tacüddevle Tutuş getirildi. Sultan Melikşah, kardeşi Tutuş ile Kutalmışoğlu Süleyman Şahın mücadelesi üzerine 1086'da İsfahan'dan hareket ederek, Suriye'de asayişi yeniden tesis etti. Halep valiliğini Aksungur'a, Urfa'yı Bozan'a, Antakya'yı da Yağısıyan'a verdi. 1087 yılında Melikşah, Süveydiye kıyılarından Akdeniz'e ulaştı. Böylece Uzakdoğudan Ortadoğu'ya kadar hakimiyet kurdu. Dönüşte hilafet merkezi olan Bağdat'ı ziyaret etti. Halife Muktedi tarafından iki kılıç kuşatıldı ve 25 Nisan 1087'de "Dünya Hükümdarı" ilan edildi. Saltanat Mücadelesi ve Çöküş -------------------------------------------------------------------------------- Saltanat Mücadelesi ve Çöküş Selçukluların Türklüğe, İslam dünyasına ve insanlığa yaptıkları hizmetlerle kısa sürede yükselmeleri, düşmanlarını hızlı bir faaliyet içine soktu. Bizanslılarla ve sapık fırkalarla mücadele eden âlim ve kumandanlar suikastla öldürülüyordu. 1092 senesinde, önce Selçukluların ünlü veziri Nizamülmülk, Hasan Sabbah'ın fedailerinden bir batınî tarafından; arkasından Sultan Melikşah, Bağdat'ta zehirlenerek şehit edildiler. Melikşah'ın ölümüyle başlayan saltanat mücadelesinde Şam meliki Tutuş, derhal sultanlığını ilan etti. Bu arada Melikşah'ın hanımı Terken Hatun da, küçük oğlu Mahmud'u sultan ve torunu Cafer'i halifenin veliahdı yapmak için bütün gücüyle uğraştı ve 1092'de Mahmud'un saltanatını ilan ederek, namına hutbe okutmaya muvaffak oldu. Yine bu arada taraftarlarıyla Rey'e çekilen Berkyaruk da sultanlığını ilan etti ve Terken Hatun'un üzerine gönderdiği orduyu Burucerd'de bozguna uğrattı. Terken Hatunun, Gence meliki İsmail'i yanına çekmesi de bir yarar sağlamadı. Terken Hatunun bir suikast neticesinde öldürülmesiyle, saltanat mücadelesi, Tutuş'la Berkyaruk arasında kaldı. Tutuş, Rey üzerine yürüdüyse de, 1093 yılında vuku bulan uzun mücadeleler sırasında birçok emîr, Berkyaruk tarafına geçti. Bu sayede Berkyaruk, karşısında orduyu bozguna uğrattı. Ayrıca Tutuş'un ölümüyle bütün rakiplerini bertaraf ederek, Bağdat'ta adına hutbe okuttu. Sultan Berkyaruk zamanında Selçuklu Devleti: a) Irak ve Horasan, b) Suriye, c) Kirman, d) Türkiye Selçukluları olmak üzere dörde bölündü. Ayrıca Doğu Anadolu'nun çeşitli yerlerinde Türkmen beylikleri ve Atabeglikler ortaya çıktı. Berkyaruk, parçalanan Selçuklu İmparatorluğunu toplamaya başladığı bir sırada, Haçlı orduları da Suriye'ye geldi. Berkyaruk, Haçlılara ve onların Antakya Kuşatmasına karşı Kürboğa'yı ve Artuklu beylerini sefere gönderdi. Anadolu'dan geçen Haçlılar, Suriye'ye vardıkları zaman sayıları oldukça azalmıştı. Ancak, Şiî-Fatımîlerin, Sünnî Müslümanlara karşı Haçlılarla ittifak yapmaları, ayrıca Suriye emîrleri arasındaki güvensizlik ve rekabetler, Tutuş'un oğlu Dukak ile birlikte Suriye kuvvetlerinin haber vermeden çekilmesi, Frenklerin taarruza geçerek, Türkleri bozguna uğratmalarına sebep oldu. Neticede ilerlemeye devam eden Haçlılar, Antakya'yı işgalden bir yıl sonra Kudüs'ü ele geçirip, şehirde yaşayan yetmiş bin Müslüman ve Yahudiyi, hunharca katlettiler. Bu arada Gence Meliki ve kardeşi Muhammed Tapar, Berkyaruk'a saltanat iddiasıyla isyan etti. Berkyaruk, 1100 senesinde Sefîdrud'da mağlup olmasına rağmen, Muhammed Tapar'ı arka arkaya dört kez bozguna uğrattı. Ahlat'a sığınan Muhammed Tapar, buranın hükümdarı Sülemen'i ve Ani emîri Menuçehr'i hizmetine alarak yeniden savaşa hazırlandıysa da, Sultan Berkyaruk çok kan aktığını, memleketin harap, emîr ve askerlerin yorgun düştüğünü, hazinenin boş kaldığını, vergilerin tahsil edilemez hale geldiğini ve nihayet İslam düşmanlarına fırsat verildiğini beyan ederek, gönderdiği bir elçiyle kardeşini barışa ikna etti. Böylece 1104'te Azerbaycan'da Sefîdrud hudut olmak üzere, Kafkasya'dan Suriye'ye kadar bütün vilayetlerde, Muhammed Tapar, sultan tanındı. Bağdat, Rey, Cibal, Taberistan, Fars, Huzistan, Azerbaycan, Mekke ve Medine'nin idaresi de Berkyaruk'ta kaldı. Büyük Selçuklu Devleti, iki devlete ayrılmak suretiyle, Türkiye ile birlikte üç Selçuklu sultanı ortaya çıktı. Ancak bu durum çok uzun sürmedi. Çünkü Berkyaruk, hastalıklı olduğu için 1104 yılında, yirmialtı yaşındayken vefat etti. Sultan Berkyaruk, ülkesini düşünen ve milletinin refahı için çalışan bir kimseydi. Ancak, kardeş kavgalarının, memleketin birlik ve beraberliğe en muhtaç olduğu bir döneme rastlaması Berkyaruk'u çok üzdü. Buna rağmen fırsat buldukça Haçlı kuvvetleri üzerine asker sevk etmekten ve darbeler vurmaktan geri kalmadı. Berkyaruk'un vefatından sonra Muhammed Tapar, Bağdat üzerine yürüyerek, fazla zorluk çekmeden 1105'te tek başına sultan oldu. Önce amcasının oğlu Mengübars'ın isyanını bastırdı. Daha sonra ülkede uzun zamandır karışıklık çıkaran, anarşiyi tahrik eden Batınîlere karşı mücadele etti. 1107'de, Batınîlerin merkezi olan Alamut Kalesi kuşatıldı ve çok sayıda Batınî öldürüldü. Selçuklular arasındaki karışıklıklardan faydalanan Haçlılar, Birinci Haçlı Seferi sonunda Suriye'de Haçlı devletleri kurmaya başladılar. Sultan Muhammed Tapar, bunların üzerine ordular gönderdiyse de, kumandanlar arasında tam anlaşma sağlanamadığından kesin sonuca gidilemedi. Sefer kumandanı Emîr Mevdud, Şam Ümeyye Camii'nde bir Batınî tarafından öldürüldü. Sultan, Haçlılara karşı Aksungur'u kumandanlığa getirdi. Bu arada kardeşi Sencer'i Suriye ve Horasan'daki Batınîlerle mücadele etmekle görevlendirdi. Alamut üzerine de bir ordu gönderdi. Sultan Muhammed Tapar'ın 1118'de vefatı sebebiyle, bu fesat ocağı ortadan kaldırılamadı. Sultan Muhammed Tapar, İsfehan'da yaptırdığı medresenin bahçesine defnedildi. İleri gelen devlet adamları, Muhammed Tapar'ın henüz küçük yaştaki oğlu Mahmud'u tahta geçirdilerse de, Melikşah'ın oğlu ve Horasan meliki olan Sencer, yeğeni Mahmud'un sultanlığını kabul etmeyerek, saltanat iddiasında bulundu. 14 Ağustos 1119 tarihinde yapılan Save Savaşını kazanarak sultanlığını ilan eden Sencer, yeğenine evlat muamelesi yaptı ve kendi egemenliğini tanımak şartıyla, Rey hariç, batı ülkelerinin hakimiyetini ona bıraktı. Sultan Sencer, batı işlerinden çok doğu ile uğraştı. Gazneliler'le savaştı. Karahanlılar'ı kendisine bağladı. Zamanı, Selçukluların son parlak devriydi. Bu arada Büyük Selçuklu Devletini iki büyük tehlike tehdit ediyordu. Bunlardan birisi, batıdan Anadolu ve Suriye'ye saldırmakta olan Haçlılar, diğeri doğudan gelen ve devletin doğu sınırlarını zorlayan Karahitaylardı. Sultan, yalnız bu ikinci tehlikeyle uğraştı. Doğu Karahanlılar Devletini yıkarak Seyhun boylarını zorlayan Karahitaylarla çarpışan Sencer, onlarla 10 Eylül 1141 yılında yaptığı Katvan Meydan Savaşı'nı kaybetti. Bu muharebeden sonra, Seyhun nehrine kadar olan topraklar Karahitayların eline geçti. Katvan Meydan Muharebesiyle, Büyük Selçuklu Devleti tarihinde yeni bir devir başladı ve Selçuklu ülkesi, Müslüman olmayan Türk ve Moğol birliklerinin istilasına uğradı. Sultan Sencer'in bu yenilgisinden faydalanmak isteyen Gur hükümdarı Alâeddin Hüseyin, yıllık vergiyi vermemek, sultanlık peşinde koşmak gibi davranışlarla, Sencer'e olan tâbiliğinden kurtulmaya çalışıyordu. Zaten, sınırlarını fazla genişletmesi, bölgenin güç dengesini bozmakta ve bu durum Sultan Sencer'i endişeye düşürmekteydi. Büyük kuvvetlere sahip olan Gurlular üzerine yürüyen Sultan Sencer, Haziran 1152'de yaptığı muharebede Gur ordusunu yenerek, Katvan'da kaybedilen itibarı yeniden sağladı. Gur galibiyetinden erişilen ihtişam fazla uzun sürmedi. Vergi tahsili sırasında yapılan haksızlık yüzünden, kendi soyundan olan Oğuzlarla bazı emîrler arasındaki ihtilaflar gittikçe büyüdü. Sultan Sencer, bir kısım emîrlerin ısrarı ile, göçebe oğuzların üzerine yürümek zorunda kaldı. 1153 yılı Mart ayında Belh civarında, Oğuzlarla yapılan savaşı Selçuklular kaybettiler. Bu ağır yenilginin sonunda Sultan Sencer esir düştü. Oğuzlar, Sencer'e esir de olsa sultan gözüyle baktılar. Esir Sultanı kurtarmak için ilk harekete geçen, onu savaşa sürükleyen Belh valisi Emîr Kumac'ın torunu Müeyyed Ayaba oldu. Sencer, her ne kadar gündüz tahtta oturtuluyor ve zahirî bir iltifat görüyorsa da *******i demir bir kafeste uyuyordu. Onun adına çok usulsüz işler yapılıyor ve bazı vaadlerde bulunuluyordu. Bu durum karşısında Sencer, 1156 yılı Nisan ayında kaçmaya muvaffak oldu. Fakat ağır Oğuz darbesi altında çöken, iç huzursuzluk ve istikrarsızlığa maruz kalan Büyük Selçuklu Devleti, kendini toplayamadı. Her ne kadar tâbi beyler, Sencer'e kurtuluşundan dolayı memnuniyetlerini ve bağlılıklarını bildirmişlerse de, Selçuklu kumandanları arasındaki mücadele, Sultana gerekli imkânı sağlamadı. Sencer, 9 Mayıs 1157 senesinde yetmiş üç yaşında vefat etti. Merv'de daha önce yaptırdığı Dârü'l-Apir'de defnedildi. Onun vefatından sonra Büyük Selçuklu Devletinin İran, Irak, Suriye ve Anadolu'daki parçaları, Selçuklu Hanedanına mensup kişilerce idare edilip, ondördüncü yüzyıla kadar devam edenler oldu.
__________________
Yeniden Doğuş
|
04-21-2007, 12:17 AM | #15 |
Daimi Üye
Kayit Tarihi: Mar 2007
Nerden: Uşak-Bozüyük
Yaş: 37
Mesajlari: 467
Teşekkür Etme: 14 Teşekkür Edilme: 39 Teşekkür Aldığı Konusu: 30
Üye No: 36062
Rep Power: 1403
Rep Puanı : 1960
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Babür İmparatorluğu
Hindistan’da kurulan Müslüman Türk devletlerinden. Timur’un beşinci batından torunu Babür tarafından, 1526’da kurulmuştur. 1483’te Fergana’nın başkenti Ardician’da dünyaya gelen Babür, 1494’te babası Ömer Şeyh Mirza’nın ölümü üzerine, Fergana hükümdarı oldu. Fakat Babür, Özbeklerin büyüyen kuvvetleri karşısında, kendisi için orada sağlam bir yer elde etmenin mümkün olamayacağını anlamıştı. Bundan dolayı, 1504’te Kâbil’i, daha sonra Kandehar’ı alarak orada yerleşti. 1508 Eylülünde ilk defa Hindistan’a akın yaptı. Üç ay süren bu akında, ülkeyi tanıdı ve pek çok ganimet elde etti. Kasım 1519’da Hayber’i geçerek Hindistan’a girdi. Peşaver yakınlarına geldi. Beş defa Pencap’a sefer yaptı. Bu seferler neticesinde, Kuzey Hindistan’ı fethetti. Kasım 1525’te, Hindistan’ı fethetmek üzere Kâbil’den hareket etti. 21 Mayıs 1526’da, Panipüt Meydan Muharebesinde, İbrahim Ludi’nin büyük ordusunu yok etti. Böylece Hindistan Türk İmparatorluğu tacı, Babür’e geçmiş oldu. Aralık 1526’da, dünyanın en büyük şehirleri arasında olan Delhi, Agra ve Hanpur fethedildi. Babür, Agra’yı başkent yaptı. Babür Şah, 1527’de Hinduların üzerine yürümek niyeti ile Agra’dan hareket etti. Ludilerin Racistan’daki kontrollerini kaybetmeleri üzerine müstakil hale gelen Hindular, hükümdarları Rana Senka’nın etrafında toplanarak, 100.000 kişilik bir ordu ve birkaç yüz fille yeni Hindistan fatihinin üzerine yürümeye başlamışlardı. Bu, çok kritik tarihi bir andı. Babür’ün harbi kaybetmesi demek, Ganj Vadisinin Hinduların eline düşmesi, netice itibariyle beş asırlık Müslüman-Türk hakimiyetinin Hind kıtasında son bulması demekti. Babür, 13.500 kişilik pek seçkin bir Türkistan atlı birliği ile düşman üzerine yürüdü. Yanında Osmanlı Türklerinden Mustafa Rumi’nin kumanda ettiği bir topçu birliği de vardı. Hindularda top ve tüfek yoktu. Ateşli silahlar ve Türk atlısının üstün savaş kabiliyeti, Babür’e parlak bir zafer kazandırdı. Düşman tamamen imha edildi. Bu zafer, Müslüman-Türklerin Panipüt’ten daha büyük bir zaferiydi. Biyana civarında geçen bu meydan muharebesi, Babür’e “Gazi” unvanını kazandırdı. Babür Şah zamanında ülkenin sınırları, güneyde Vindiya Dağlarından, kuzeyde Amu Derya’ya (Ceyhun) kadar uzandı. 25 Aralık 1530 yılında, Agra’da vefat eden Babür Şahın yerine, 22 yaşındaki büyük oğlu Hümayun Mirza geçti. 1508’de Kabil’de dünyaya gelen Nasireddin Hümayun Şah, saltanatının ilk zamanlarında, kardeşi Kamran Mirza ile uğraşmak zorunda kaldı. Zamanında asıl tehlike, Şir Han Sur’dan geldi. Hümayun, 1540 yılında başkent Agra’yı terk etmek mecburiyetinde kaldı. Böylece 15 yıl için, taht Surilerde kaldı. Hümayun’un elinde Afganistan, Sind, Kuzey Pencab, Keşmir ve Belucistan kaldı. 1543’te Hümayun, Kuzey Pencap, Sind ve Belucistan’ı da Surilere bırakmak zorunda kaldı. Kendisi, Şah Tahmasb Safevi’ye sığındı ve 1553 Ocak ayına kadar orada misafir edildi. Daha sonra Eylül 1554’te, Safevi Şahının desteği ile, kardeşi Kamran Mirza’dan Kandehar’ı alarak, baba mirasını toplamaya başladı. Aynı senede kardeşini Kâbil’den uzaklaştırarak Afganistan’a sahip oldu. Daha sonra Bedahşan’ı da aldı. 1555 Şubatında, Hindistan’ın tekrar fethine girişti ve büyük Pencap havalisine hakim oldu. Timuroğullarının ve babasının Hindistan’da büyük prestijleri olduğu için, çok iyi karşılandı. Surilerle 22 Haziran 1555’te yapılan Maçivara Meydan Savaşının kazanılması, Hind kapılarının tamamen açılmasını sağladı. Bu zafer, Babür Devletinin ikinci kuruluş tarihi olarak kabul edilmektedir. 28 Ocak 1556’da vefat eden Hümayun, yumuşak bir huya sahipti. Düşmanları tehlikeli rakipler olsa bile, her zaman affetme alçak gönüllülüğünü göstermiştir. Kardeşi Kamran Mirza sık sık isyan etmesine rağmen, onu her zaman affetmiştir. Hümayun, ülkesinin imarına önem vererek, İslami karakterde birçok binalar yaptırmıştı. Ölümü, o sırada Hindistan’da bulunan büyük Türk denizcisi Seydi Ali Reis'in tavsiyesine uyularak, oğlu Ekber’in tahta çıkışına kadar gizli tutuldu. Hümayun, Delhi’de defnedildi. Hanımı Hamide Banu, onun için, bugün bile sanat yönünden herkesin ilgisini çeken muazzam bir türbe yaptırdı. Hümayun’dan sonra devlet idaresi, oğlu Celaleddin Ekber’in eline geçti. Ekber zamanında Babür İmparatorluğu, sayılı dünya devletleri arasına girdi. Şubat 1556’da tahta çıkan Ekber’in ilk senelerinde devletin idaresi, babasının yardımcısı Bayram Hanın elinde kaldı. Ekber’in atalığı olan Bayram Han, Ekber tarafından Han-ı Hanan yani başvezirlik makamına yükseltildi. Devletin idare edilmesinde, Bayram Hanın çok emeği geçti. Ekim 1556’da saltanat değişikliğinden faydalanmak isteyen Surlularla Panipüt’te yapılan savaşı, Babürlüler kazandı. Müteakiben Malva, bağımsız Racput devletleri, Gucerat ve Handeş ele geçirildi. Bengal, bir defa daha Delhi’nin idaresi altına girdi. Bir çok istilacılar için Hindistan’a geçit veren kuzeybatı hududu, Kâbil ve Kandehar’ın ele geçirilmesi ile emniyet altına alındı. Bununla beraber, Kandehar şehrinin alınması, İran ile uzun bir süre çekişme sebebi oldu. Diplomatik seviyede en çok Safeviler ile dostluklar kuruldu. Özbek hükümdarı Abdullah Han ile kendi topraklarını, hudutlarını tayin için bir anlaşma yapıldı. Hind Okyanusunda bulunan Portekizlilerden gelen müşterek tehlike karşısında, Osmanlılar ile de temaslar yapıldı. Fakat, Delhi ile İstanbul arasındaki çok uzun mesafe, büyük bir Sünnî ittifakının doğmasını engelledi. Diğer taraftan Ekber Şah, “Din-i İlahi” adı ile derleme bir din kurmaya çalışıyordu. Bu din sayesinde, bütün tebaası üzerinde manevî ve ruhanî hükümdarlığını tesis etmek arzusundaydı. Ancak Mecusi, Brehmen ve Hıristiyanlara hürriyet tanırken, Müslümanlara zulüm ve işkence ederdi. Ekber’in din düşmanlığını, zamanının büyük din alimlerinden ve Hindistan’ın Serhend şehrinde yaşamış olan İmam-ı Rabbani Ahmed Faruki Serhendi hazretleri, Mektubat adlı eserinde uzun anlatmaktadır. Ekber, saltanatında, bir taraftan sınırlarını genişletirken, diğer taraftan da askerî ve idarî sahalarda faaliyette bulundu. İlk olarak damgalama usulünü getirdi. Ülkedeki topraklar, olduğu gibi hükümdara bağlı devlet toprağı haline getirildi. Ordu subaylarına ve memurlara derece verildi. Arazi gelirlerini kontrol etmek için, “Kurubi” adı verilen tahsildarlar teşkilatı kuruldu. 1603 yılında şiddetli bir dizanteri hastalığına yakalanan Ekber, bütün tedavilere rağmen iyileşemeyerek çok geçmeden öldü. Cesedi, o zamanlar Behiştabad, daha sonra İskender adı verilen bahçeye gömüldü. Sonradan, halefleri tarafından, üzerine büyük bir türbe yapıldı. Ekber’in yerine, ölümünden önce tayin ettiği Selim adlı oğlu, Muhammed Cihangir Şah adıyla tahta geçti. 35 yaşında olan Cihangir, saltanat değişikliğinden faydalanarak başkaldıranların Delhi’ye bağlanması için çalıştı. Onun en büyük icraatı ve hizmeti, babasının İslam âlimlerine karşı yürüttüğü baskıyı kaldırmasıdır. Ayrıca, ağır ve ezici cezalara son verdi. Vergi toplanmasındaki bozuklukları gidererek, vergi gelirlerinin daha sıhhatli bir şekilde devlet hazinesine girmesi için tedbirler aldırdı. Bu hizmetlerinin yanında, Avrupalılara Hindistan’a ticaret tesisleri kurma izni, ilk defa bunun zamanında verildi. Böylece İngilizlerin Hindistan’a sızmalarına zemin hazırlanmış oldu. Cihangir, Ekim 1627’de Keşmir’den Lahor’a giderken yolda vefat etti. Cihangir’in cesedi, dinî merasimden sonra, Lahor civarında Şah Dara’da toprağa verildi. Cihangir Şahın, devlet adamlığı yanında edebî cephesi de büyüktür. Tüzük-i Cihangirî adıyla yazdığı eseri, çok kıymetlidir. Cihangir’in yerine oğlu Şah Cihan, Şehabeddin unvanı ile tahta geçti. Devrinde, Hindistan’da ileri gelen Müslüman devletleri ile mücadele etti. Bunların başında Nizamşahiler gelmekte idi. 1630’da harekete geçen Babürlüler, Nizamşahları, Devletâbad’a kadar sürdüler. Bu arada Darur şehri ele geçirildi. Ertesi yıl Devletabad da alınıp Nizamşahlara büyük bir darbe vuruldu. Cihan Şahı uğraştıran diğer bir mesele de o sırada Hindistan’da hatırı sayılır bir devlet olan Adilşahlardır. Uzun mücadelelerden sonra Şah Cihan’ın üstünlüğünü tanıması şartı ile aralarında anlaşma sağlandı. Orta Hindistan’ın diğer üçüncü güçlü devleti, Kutubşahlar idi. Bunlar Şiiliği benimsediklerinden, Sünni olmaları için Şah Cihan tarafından bir ferman yollanmıştır. Ayrıca Şah Cihan, Safeviler adına okunan hutbenin kendi adına okunmasını istedi. Şah Cihan, büyük bir orduyla Dekken’e gelince, Kutubşahlar korktular ve hutbede dört halifeyi ve Şah Cihan’ı zikrettikleri gibi, yıllık bir miktar vergi ödemeyi de kabul ettiler. Böylece, bu devletlerle olan meseleler, Babürlülerin lehine olarak halledildi. İran, Osmanlı ve Avrupa devletleri ile münasebet kuruldu. Bu sırada Portekizliler, Hugli’de koloni kurdular ve köle temini için Bengal’de insan avına giriştiler. Bunu haber alan Şah Cihan, 1632’de meseleye el atıp, Hugli yöresini zaptetti ve Portekizlileri sadece bir şehirde oturmaya mecbur etti. Şah Cihan, 1652’de hastalanınca, oğulları arasında taht kavgası başladı. Evrengzib adındaki oğlu, kardeşlerine hakim olduktan sonra, babasını da tahtından indirerek, Temmuz 1658’de, Agra’da, sultanlığını ilan etti. Evrengzib Alemgîr zamanında Gürganiye Devleti, eski haşmetli devrini yaşadı. Evrengzib, dinine bağlı olup, âlimleri severdi. Brehmenlerle ve Şiîlerle mücadele edip, Şiî sultanlıklarını ortadan kaldırdı. Büyük âlim İmam-ı Rabbanî hazretlerinin oğlu Muhammed Ma’sum Farukî ve onun oğlu Muhammed Seyfüddin hazretlerinden feyz aldı. 50 sene adaletle hüküm sürdü. Şeyh Nizam Muinüddin başkanlığındaki bir heyete, Hanefi mezhebi üzerine Fetava-i Hindiyye adındaki çok kıymetli fetva kitabını hazırlattı. Evrengzib, dış siyasete de önem verdi. Safevilerle olan dostluk devam ettirildi. Basra ve Arabistan’la mektuplaşmalar oldu. Mekke şerifine elçiler yollanarak, büyük maddi yardımda bulunuldu. Bu devrede, Osmanlı - Gürgâniyye münasebetleri de ileri safhada idi. Padişah İkinci Süleyman’ın, Hindistan elçiliği ile vazifelendirdiği Ahmed Ağa, 1690 yılında büyük bir merasimle karşılandı ve Anadolu’nun temsilcisi olarak kabul edildi. Batılı devletlerden İtalya, Fransa ve İngiltere ile de temaslarda bulundu. "Ebü’l-Muzaffer", "Muhyiddin Evrengzib", "Padişah" ve "Gazi" unvanlarına sahip olan Evrengzib, yakalandığı rahatsızlıktan kurtulamayarak Mart 1707'de vefat etti. Gürgâniyye Devleti, Evrengzib’den sonra parlaklığını kaybetti. Devlet, halefleri zamanında uçuruma gittiği gibi, hükümdarlar da gelişen dış baskı neticesinde yıprandılar. Hindistan’daki diğer Türk devletleri için kaçınılmaz bir hastalık haline gelen Hindulaşma, bu tarihten itibaren Babürlüler için, içten çöküşü hazırlayan bir sebep oldu. Babür Devletinde çökme alâmetleri, 18. yüzyılda hissedilmeye başlandı. Evrengzib’den sonra tahta geçen Bahadır Şah, devlet işlerini düzene koyduktan sonra, Racput meselesini halletmek istedi. Fakat bu arada ayaklanan kardeşi ile mücadele etmek zorunda kaldı ve onu öldürttü. Bir müddet asilerle uğraşan Bahadır Şah, (1707-1712) tarihleri arasında hüküm sürdükten sonra, 1712’de Lahor’da vefat etti. Bahadır Şah’ın yerine, Cihangir Şahın bir yıllık saltanatından sonra, Ferruh tahta çıktı. Bunun zamanında devlet iç mücadeleye sahne oldu ve büyük parçalanmalar görüldü. 1722’de Safevilerin yıkılması ile yeni bir birlik teşkil ederek tahta çıkan Nadir Şah, aslen Kalaçlara dayanan ve Afganlaşmış olan Gılzaylar üzerine yürüdü. Gılzaylar yenilince, Hind sınırına sığındılar. Bu yüzden Nadir Şah, Babürlüleri birkaç defa ikaz etti. Ancak, Babürlülerin Gılzaylara ses çıkarmadığını görünce, 1738’de sefere çıkıp, önce Babürlülerin ata yurdu olan Kâbil’i daha sonra da Pencap ve Delhi’yi işgal etti. Ders vermek için Delhi’yi yakıp yıkan Nadir Şah, ele geçirilen Hind hazinelerini İran’a taşıdı. Diğer taraftan Avrupa devletleri de, Babür Devletinin hakimiyetini zaafa uğratmak için büyük çaba sarf ettiler. Alemgir adlı Babürlü hükümdarı, veziri Gazieddin tarafından öldürülünce, tahta 1760 yılında İkinci Şah Alem geçti. Şah Alem, ilk olarak İngiliz himayesine giren Babürlü hükümdarı oldu. Bunun zamanında İngilizler, hakimiyetlerini Bengal’den Orta Hindistan ve Racputana’ya kadar genişlettiler. 1764’te Badsar Savaşından sonra, Bihar hakimiyetinden vazgeçen Şah Alem, İngiliz karargâhına sığındı. İngilizlerin himayesinde, Allahabad’da hayatını sürdüren Şah Alem, o hayattan bıkarak Maratalarla birleşmek üzere şehri terk etti. Böylece Şah İkinci Alem, bir müddet bunların himayesinde yaşadı. Marataların önemli reislerinden olan Sindia, yavaş yavaş kendisine kuvvetli bir krallık meydana getirerek, Agra ve Delhi’yi ele geçirdi. Babürlülerin varisi olduğunu ilan etti. 1803’te Marataların güçlenmesini Hind politikasına uygun görmeyen İngilizler, Sindia’yı mağlup ettiler. Şah İkinci Alem, tekrar İngilizlerle karşı karşıya kaldı. Bu Avrupa devletinden bazı imtiyazlar koparmak istediyse de, İngiliz komutanı, teklifleri her defasında geri çevirdi. Bununla beraber, Babürlü ailesinin geçimini sağlamak üzere bir miktar para verdiler. Gerçek idare ise İngiliz temsilcisi tarafından yürütülmekle beraber, Delhi’den tebliğ edilen emirlerin, hükümdar adına olmasına ses çıkarmadılar. Bir müddet sonra, İngiliz-Babür münasebetlerinde protokol kaldırıldı. İngiliz genel valisi, Şah İkinci Alem’e eş duruma getirildi. Hükümdarın adı, paralardan kaldırıldı. 1837’de Babürlülerin son hükümdarı tahta çıktı. Asıl adı Ebü’l Muzaffer Siraceddin Muhammed olan İkinci Bahadır Şah, bu tarihte, resmen sözde hükümdar ilan edildi. 1857’de büyük bir ayaklanmada bulunan İkinci Bahadır Şah, bu hareketi ile, para kestirmeye ve hutbe okutmaya muvaffak oldu. Ancak İngilizler, bu duruma şiddetle tepki gösterdiler. Bir İngiliz ordusu, Delhi’yi Babürlülerin elinden aldı. İngilizler, Delhi’de evleri, dükkânları basıp, malları, paraları yağma ettiler. Kadınları, çocukları dahi kılıçtan geçirdiler. İçecek su bile bulunmaz oldu. Hümayun Şahın türbesine sığınmış olan çok yaşlı şahı, çoluk-çocukları ile, elleri bağlı olarak, kale tarafına ***ürdüler. Patrik Hudson, yolda, şahın üç oğlunu soydurup, don ve gömlekle bırakıp, göğüslerine kurşun sıkarak şehid etti. Kanlarından içti. Cesetlerini kale kapısına astırdı. Bir gün sonra, başlarını İngiliz kumandanı Henri Bernard’a ***ürdü. Sonra, başları suda kaynatıp şaha ve zevcesine çorba olarak gönderdi. Çok aç olduklarından, hemen ağızlarına koydular, fakat çiğneyemediler, yutamadılar. Ne eti olduğunu bilmedikleri halde, çıkarıp toprağa bıraktılar. Hudson haini, "Niçin yemediniz? Çok güzel çorbadır. Oğullarınızın etinden yaptırdım!" dedi. Sonra, sultanı, zevcesini ve diğer yakınlarını, Rangon şehrine sürüp hapsettiler. Sultan, 1862’de zindanda vefat etti. Delhi’de 3000 Müslümanı kurşunlayarak, 27.000 kişiyi de keserek şehid ettiler. Ancak gece kaçanlar kurtulabildi. Hıristiyanlar, diğer şehirlerde ve köylerde de sayısız Müslümanı öldürdüler. Tarihî sanat eserlerini yıktılar. Eşi bulunmayan, kıymet biçilmeyen ziynet eşyalarını gemilere doldurup, Londra’ya ***ürdüler. Allâme (büyük alim) Fadl-ı Hak, 1861’de Andoman adasında, zindanda, İngilizler tarafından şehid edildi. İkinci Bahadır Şahın ölümü ile, Babür Hanedanı, Hindistan’da tarih sahnesinden çekildi. İngilizler, siyasi iktidarı ele geçirip, hemen her yerde yaptıkları gibi, Hindistan’ı da bir isyanlar diyarı haline getirdiler. Değişik inanç ve kültürdeki insanları birbirine kışkırtarak, onların birlik ve düzenine imkân vermeyip, malî kaynakları kendi ülkelerine akıttılar. Ayrıca, Müslümanlar arasındaki yardımlaşmayı ve kardeşliği yıkmak için çeşitli entrikalar çevirdikleri gibi, ajanları vasıtasıyla “Kadıyânîlik” denilen bozuk bir mezhep ortaya çıkararak, Müslümanları doğru yoldan saptırmaya çalıştılar. Bu tarihten sonra İngilizler, Hindistan’a yerleşerek, Babür (Gürgâniyye) İmparatorluğunun tarih sahnesindeki yerini aldılar. Babür Şahın kurduğu Timuroğulları veya Gürgâniyye Devletinin on yedi hükümdarı, kronolojik olarak, aşağıdadır. Hükümdarın Adı / Tahta Geçişi Babür Şah / 1526 Hümayun Şah / 1530 Ekber Şah / 1556 Selim Cihangir Şah / 1604 Şah Cihan / 1628 Evrengzib Alemgir / 1658 Şah-ı Alem Bahadır / 1706 Cihangir İskender / 1712 Ferruh / 1713 Refiudderecat / 1719 Şah Cihanı Sani / 1719 Muhammed Şah / 1719 Ahmed Bahadır Şah / 1747 Alemgir-i Sani Şah / 1753 Şah-ı Alem Sami Şah / 1759 Ekber Şah-ı Sani / 1806 Bahadır Şah-ı Sani / 1837
__________________
Yeniden Doğuş
|
04-21-2007, 12:18 AM | #16 |
Daimi Üye
Kayit Tarihi: Mar 2007
Nerden: Uşak-Bozüyük
Yaş: 37
Mesajlari: 467
Teşekkür Etme: 14 Teşekkür Edilme: 39 Teşekkür Aldığı Konusu: 30
Üye No: 36062
Rep Power: 1403
Rep Puanı : 1960
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Anadolu Selçuklu Devleti
Oğuz Türklerinin Üçoklu Kınık boyuna mensup Selçuklu hükümdar ailesinden Süleyman Şah tarafından, Anadolu'da kurulmuştur. Malazgirt Zaferi'yle, Anadolu kapılarını Türklere açan Sultan Muhammed Alparslan, bu savaşa katılan kumandan ve Türkmen reislerine, Anadolu'yu Türkleştirme ve İslamlaştırma görevini verdi. Bunlardan, Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Selçuk Bey'in oğlu Arslan Yabgu'nun torunu olup, Anadolu'daki fetih harekâtından sonra Antakya'dan Anadolu'ya girdi. 1074 yılında Konya ve havalisini mahallî Rum despotlarından alarak, fetihlere devamla İznik önlerine geldi. 1075 senesinde İznik'i fethederek, emrindeki kuvvetlerin merkezi yaptı. Böylece Türkiye Selçuklu Devletinin temeli atılmış oldu. Süleyman Şah, Bizans'ın mahallî ve merkezî tekfurlukları arasındaki çekişmelerden faydalanarak, bölgede hakimiyetini güçlendirdi. İznik'te yeni bir Türk devletinin kurulması, Anadolu'ya gelen Türkmenlerin birleşmesini temin edip, doğudaki Müslüman Türklerin büyük topluluklar halinde bölgeye gelmelerine sebep oldu. Bölgede Türk nüfusunun artarak devletin güçlenmesiyle; Bizans'ın kötü idaresi, bitmek bilmeyen iç savaşlar ve isyanlar sebebiyle perişan olan yerli halk da, Süleyman Şah'ın idaresinde huzur ve sükûna kavuştu. Bu sayede Anadolu Selçuklu Devleti, sağlam bir temele oturdu. Hürriyet ve adalete kavuşan yerli halk, kısa zamanda seve seve Müslüman oldu. Çeşitli gayelerle bölgeye gelen Türkmenleri emrinde birleştiren Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Anadolu'da birlik ve hakimiyetini güçlendirmek, Fırat boylarında ve Kilikya taraflarında toplanmaya çalışan Ermeni gruplarına mani olmak için harekete geçti. 1082 yılında Çukurova'ya giden Süleyman Şah, Adana, Tarsus ve Misis dahil tüm bölgeyi zaptetti. 1084'te Hıristiyanlardan Antakya'yı aldı. 1086'da Suriye Selçuklu meliki Tutuş'la yaptığı savaşta yenildi ve savaş meydanında vefat etti. Oğulları, Selçuklu Sultanı Melikşah'ın yanına gönderildi. Devlet bir süre Süleyman Şah'ın İznik'te vekil bıraktığı Ebü'l-Kasım tarafından yönetildi. Selçuklu Sultanı Melikşah'ın 1092'de vefatından sonra, İran'dan kaçarak gelen Kılıç Arslan, İznik'te merasimle karşılanıp, Türkiye Selçuklu tahtına çıkarıldı. I. Kılıç Arslan, tahta çıkar çıkmaz, devleti yeniden teşkilatlandırdı. İznik'i mamur bir duruma getirdi. İçte otoriteyi sağladıktan sonra, hemen gazâ ve akınlara başladı. Marmara sahillerine yerleşmeye çalışan Bizanslıları bu bölgeden çıkardı. Batıyı emniyete aldıktan sonra doğuya yöneldi ve 1096 yılında Malatya'yı kuşattı. Fakat, bu sırada Haçlıların Batı Anadolu'ya girmesi üzerine, I. Kılıç Arslan, kuşatmayı kaldırıp hızla geri döndü. Avrupa'daki meşhur imparator, kral, prens, derebeyi ve şövalyelerin büyük bir taassupla katıldıkları Haçlı Seferlerinin ilki 1096-1099 yılları arasında yapıldı. I. Kılıç Arslan, Haçlıları, vur-kaç taktiğiyle imha etti. Ancak, İznik elden çıktığı için, Konya'yı payitaht (başkent) yaptı. Bizans imparatoruyla antlaşma imzaladıktan sonra, doğu fetihlerine başladı. 1103 senesinde Malatya'yı ele geçirdi. Daha sonra Musul'u da topraklarına kattı. Emir Çavlı, Artukoğlu İlgazi ve Suriye meliki Rıdvan'ın kuvvetleriyle Habur Nehri kenarında yaptığı muharebede yenilerek, nehre düşüp boğuldu. Kılıç Arslan'ın büyük oğlu, Musul valisi Şehinşah, Emir Çavlı tarafından esir alınarak İsfahan'a ***ürüldü. I. Kılıç Arslan'ın ölümü ve oğlunun esir düşmesi, Türkiye Selçuklularını çok sarstı. Düşmanları bunu fırsat bilerek, ülke topraklarına saldırdı. Bizanslılar, Batı Anadolu sahillerini işgale başladılar. Bu durum karşısında Türkler, İç Anadolu'ya doğru çekilmek zorunda kaldılar. 1110 yılında esaretten kurtulan Şehinşah, Konya'ya gelerek tahta geçti. Şehinşah'ın ve Kayseri emîri Hasan Beyin büyük gayretlerine rağmen, Bizanslıların zulmünden kaçan Batı Anadolu'daki Türklerin, Orta Anadolu yaylalarına çekilmesi durdurulamadı. 1116 yılında Danişmendliler, Sultan Şehinşah'ı tahttan indirip, Şehzade Mesud'u sultan ilan ettiler. Sultan Mesud, Danişmendli tahakkümünden kurtulmaya, Bizanslıları Anadolu'dan atmaya ve birliği sağlamaya çalıştı. 1182 yılında, Batı seferine çıktı. Sonra doğuya seferler düzenledi. Bizanslılar, Türklerin Batı Anadolu'da ilerlemelerini durdurmak için, İmparator Manuel komutasında bir orduyla Konya üzerine yürüdüler. Bu tehlikeli durum üzerine, Sultan Mesud'un oğlu II. Kılıç Arslan, Aksaray'da bir ordu hazırlayarak, Konya önündeki Bizans ordusunun karşısına çıktı. Bizans ordusunu, pusu ve taarruzlarla 1145 senesinde ağır bir yenilgiye uğrattı. Bu sırada İkinci Haçlı Seferiyle Anadolu'ya giren Avrupalılar da, Türk kılıçları önünde duramadı. Selçuklu ordusu, Haçlılar karşısında büyük başarılar elde etti. Bu zaferler, istikrar ve yükselme devrini tekrar başlattı. Halka adaletle muamele etmesi sebebiyle, Hıristiyanların bir çoğu, Bizans yerine Türk idaresine bağlandı. Bir çok eser inşa ettiren Sultan Mesud, kırk yıl saltanatta kaldıktan sonra, 1115 senesinde vefat etti. Yerine oğlu II. Kılıç Arslan tahta çıktı. O da babasının yolunda giderek, büyük hamleler yaptı. Anadolu'nun siyasî birliğini kurmaya, ekonomik ve kültürel yükselişini sağlamaya çalıştı. Doğu seferine çıkarak, devletin hudutlarını Fırat nehrine kadar genişletti. Bizanslılar ve yardımcı kuvvetlere karşı, 1176 Miryokefalon (Düzbel/Karamukbeli) Meydan Savaşı'nı kazanarak, Anadolu'yu yurt edinen Türklerin bölgeden atılamayacağını ispatladı. Akıncılarını, Batı Anadolu'nun fethiyle görevlendirdi. 1182 yılında, Uluborlu, Kütahya ve Eskişehir havalileri fethedildi. Denizli ve Antalya kuşatıldı. Danişmend arazisi ve Çukurova zaptedildi. Kazanılan zafer ve başarılarla siyasî birlik ve sınır emniyeti sağlandı. Ekonomik ve kültürel yükselme başladı. Bir süre sonra II. Kılıç Arslan, mücadeleyle geçen uzun saltanat yıllarındaki yorgunluğu ve ihtiyarlığını mazeret gösterip istirahata çekildi. Sahip olduğu toprakların idaresini onbir oğlu arasında taksim etti. Kendisi Konya'da büyük sultan olarak kaldı. Oğullarının her biri bir vilayette yönetimi ele aldı. Bu sırada Selahaddin Eyyubî'nin Kudüs'ü zaptetmesi, Üçüncü Haçlı Seferinin başlamasına sebep oldu. Anadolu'dan geçmeye çalışan kalabalık Haçlı ordusu, şehzadelerin direnişiyle karşılaştı. Yaptıkları çete harpleriyle Haçlı ordusuna büyük kayıp verdirdiler. Fakat çok kalabalık olan Haçlıların bir kısmı, Filistin'e ulaştı. II. Kılıç Arslan, 1192 senesinde Konya'da vefat etti. Yerine büyük oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev geçti. Fakat, kardeşleri onun iktidarını kabul etmeyince, aralarında saltanat mücadelesi başladı. Tokat meliki Rükneddin Süleyman Şah, 1196 yılında Konya'yı zaptetti ve saltanatını ilan etti. Birliği sağladıktan sonra Bizans'ı tekrar senelik vergiye bağladı. İç mücadelelerden yararlanarak hudut tecavüzlerine başlayan Ermenileri cezalandırdı. Gürcüler, Saltukluların zayıflamasından istifade ederek, Erzurum'a kadar gelince, Doğu Seferine çıktı. 1201 yılında, Saltuklu Devletine son verdi. Artuklular ve Mengücüklerden aldığı yardımla, Erzurum'dan Gürcistan üzerine sefere çıktı. Sarıkamış yakınlarında, Gürcü-Kıpçak ordusunun baskınına uğradı ve mağlup oldu. Tekrar Gürcistan seferine çıktıysa da, yolda hastalanarak 6 Temmuz 1204 tarihinde vefat etti. Konya'da Künbedhane'ye defnedildi. Yerine oğlu III. Kılıç Arslan geçti. Fakat çok geçmeden Gıyaseddin Keyhüsrev, Türkmen beylerinin davetiyle, küçük yaştaki yeğeni Kılıç Arslan'ın yerine, tekrar Türkiye Selçukluları sultanı oldu. Gıyaseddin Keyhüsrev, devletin hudutlarını emniyete almak için, Bizanslılar ve Ermenilerle mücadele etti. Dördüncü Haçlı Seferiyle (1204) İstanbul, Latin hakimiyetine girdi. Bizans hanedanı Anadolu'ya kaçıp, İznik ve Trabzon'da iki devlet kurdu. Bizanslılar, Karadeniz kıyılarına yerleşerek ticaret yollarını kapattılar. Gıyaseddin Keyhüsrev, ticaret yolunu açmak için, 1206 yılında sefere çıktı. Bizanslıları bu bölgeden atarak, Karadeniz yolunu açtı. Ertesi sene Akdeniz sahillerine inerek Antalya'yı fethetti. Bu sırada akıncı beyleri, Batı Anadolu'da bir çok yeri aldı. Bu fetihler, İznik Bizanslılarını telaşlandırdı. Bizans ordusu ile, 1211 senesinde Alaşehir'de yapılan muharebede Selçuklu ordusu büyük zafer kazandı. Savaş bittikten sonra, Gıyaseddin Keyhüsrev, meydanı dolaşırken bir düşman askeri tarafından şehit edildi. Yerine oğlu İzzeddin Keykavus geçti. İzzeddin Keykavus, saltanatının ilk yıllarında taht mücadelesini halletti. Daha çok iktisadî meselelere, ülkenin imarına ve kültür faaliyetlerine önem verdi. Kervansaray, cami ve medreseler inşa ettirdi. Verem hastalığına yakalanan İzzeddin Keykavus, 1220 yılında Viranşehir'de vefat etti. Sivas'ta yaptırdığı darüşşifanın yanındaki türbesine defnedildi. Yerine kardeşi Alâeddin Keykubad geçti. Sultan Alâeddin Keykubad zamanı, Türkiye Selçuklularının en kudretli, en müreffeh ve en parlak devri olarak geçti. Anadolu'nun emniyeti içi başta Konya, Kayseri ve Sivas olmak üzere, şehirleri surlarla tahkim ettirdi. Moğol tehlikesine karşı hudutlarda tedbir aldı. Bu işleri sırasında fetihlere de devam etti. Askerî ve ticarî önemi büyük olan Kolonoras kalesini muhasara altına aldı. 1221 senesinde kaleyi fethetti. Buraya, sultanın ismine nispetle Alâiye denildi. Moğol tehlikesine karşı tahkim ve askerî tedbirler yanında diplomatik yola da başvuruldu. Moğol Ögedey Kağan'a elçi gönderip barış yaptı. Alâeddin Keykubad, saltanatı zamanında Türkiye Selçuklu Devletini, Moğol istilâ ve zulmünden korudu. Alâeddin Keykubad, 1 Haziran 1237 tarihinde Kayseri'de vefat etti. Yerine İzzeddin Kılıç Arslan'ı veliaht tayin etmesine rağmen, büyük oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev tahta geçti. II. Gıyaseddin Keyhüsrev (1237-1246), Moğollara Kösedağ'da yenilince (Temmuz-1243), devletin yıkımı başladı. Kösedağ bozgunundan, Anadolu Selçuklu Devletinin yıkılışına kadar olan devrede (1243-1308), Selçukluları büsbütün sindirmek için, Moğol faaliyet ve zulmü devam etti. 1259'da, Kızılırmak hudut olmak üzere devletin ikiye ayrılması, 1262'de Karamanlılar'ın isyan ederek Konya üzerine yürümeleri, 1276'da Moğollara karşı Hatıroğlu İsyanı, 1277'de Mısır Memlûk Sultanı Baybars'ın, Hatıroğlu'nu desteklemek için Anadolu'ya girip Kayseri'ye kadar gelmesi, Karamanoğlu Mehmet Bey'in 1277'de Konya'da yeni bir sultanı tahta çıkartma girişimiyle, Cimri hadisesi gibi çeşitli siyasî, ekonomik ve sosyal çalkantılar meydana geldi. Anadolu Selçuklu Devletinin çöküşü başlayınca, Moğol zorbalığının önüne geçmek için Türk beyleri ve Anadolu halkının yer yer mücadelesi görüldü. Çökmekte olan devletin yıkıntıları üzerinde çeşitli Oğuz boyları, Türkmen ve kumandanlar, beylikler kurmaya başladı. Bu beyliklerden, Bizans hududunda kurulan Osmanlı Beyliği'nin, Batı Hıristiyan âlemine açık fütuhat cephesiyle diğerlerinden farklı stratejik mevkide bulunması; o yönde sürekli genişleme imkânı bulduğu gibi, dar ve sıkışık beyliklerin reislerine yerine göre dostça, bazen de baskı yaparak, bütün Anadolu'yu kendi idaresinde toplamasını, 20. yüzyılın başlarına kadar üç kıtaya hakim olmasını sağladı. Anadolu Selçuklu Devleti toprakları üzerinde Moğollar, Haçlı istila hareketi neticesi gibi korkunç katliam, yıkım ve dehşet saçıcı hadiselerle bölgeyi işgal ettiler. Moğol istilasıyla, Anadolu Selçuklu Devleti, 14. yüzyılın başında yıkıldı. Anadolu, Moğol kontrolüne girdiyse de, 14. yüzyıldan sonra bölgede Osmanlı hakimiyeti başlayıp, Haçlıların ve Moğolların açtığı yaraları kapamaya çalıştı. Türkiye Selçuklularını, Oğuzların Üç Oklar kolunun Kınık boyuna mensup Selçuklular kurup yönettiler. Devlet teşkilatı, sağlam bir esasa sahipti. Türkiye Selçukluları; Karahanlı, Büyük Selçuklu ve Abbasîlerin yanında diğer Türk ve İslam devletlerinin teşkilatlarından da büyük ölçüde faydalandılar. Bunları mükemmel bir şekilde kendi bünyelerine uydurdular. Sultanlar, devletin idaresinde hissedilen ihtiyaçlara göre teşkilatlarını genişlettiler ve zaman zaman da yenileme yoluna gittiler. Devletin, hanedan mensupları arasında bölüşülmesinin; bölünmeye ve saltanat mücadelesine sebep olduğu görüldü. II. Kılıç Arslan'dan sonra merkeziyetçilik geliştirildi. Devlet, önceki Türk hakimiyetlerinde olduğu gibi, hanedanın ortak sorumluluğu altındaydı. Devleti idare eden hükümdarın ise, hanedan mensubu olması şarttı. İsimleri Türkçe ve İslamî idi. Ayrıca, halife ve âlimler tarafından künye ve lakaplar verilirdi. Tahta yeni çıkan sultanlar, halifeye hükümdarlıklarını tasdik ettirirler, adlarına hutbe okutur ve para bastırırlardı. Savaşlarda veya herhangi bir gezide, hakimiyet alâmeti olarak, sultanların başları üstünde, atlastan veya altın işlemeli kadifeden yapılmış bir çetr (şemsiye) tutulur, daima yanında hazır bulunan kös, sultanın kapısında günde beş kez nevbet çalardı. Vilayetlerdeki meliklerin, günde üç nevbet çaldırma hakları vardı. Sultanlar, haftanın belli günlerinde devlet erkânını ve emîrleri huzurlarına kabul eder ve onların görüşlerini alırlardı. Sultan iktaların dağıtılması, kadıların (hakim) tayini, devlete bağlı beylik ve sultanlıkların başına geçenlerin tayinlerini onaylar, hükümete karşı işlenen cürümlerle uğraşan yüksek mahkemeye de başkanlık ederdi. Devletin idaresi, birinci derecede sultana ait olmakla birlikte, bizzat kendisi mevcut kanunlara uyardı. Sultan, adalet mekanizmasının sağlıklı olması için, haftada iki gün halkın derdini dinlerdi. Sultanlar, sarayda otururdu. Sarayda Hacibü'l-Hüccab, Üstadüddâr, Silahdar, Emîr-i Alem, Câmedâr, Taştâr veya Âbdâr, Emîr-i Çaşnigîr, Emîr-i Ahur, Emîr-i Şikâr, Emîr-i Devât, Emîr-i Mahfil, Serheng-i Nedîm, musahip görev yapardı. Bunlar, sultanın en emniyetli adamları arasından seçilir ve her birinin emrinde askerî kıtalar bulunurdu. Ordu; Gulamân-ı Saray, hassa ordusu, hânedâna mensup meliklerin kuvvetleri, Türkmen kuvvetleri, tâbi kuvvetler, ücretli askerler ve donanmadan oluşurdu. Ordunun ve idarenin esasını, mahallinde çiftçilerin ödediği vergilerle beslenen Türk iktâ askerleri teşkil ederdi. Orduda, dinî vazifeleri görmek ve gazâ ruhunu canlı tutmak maksadıyla âlim, derviş ve mutasavvıflar bulunurdu. Silah olarak, ok, yay, kılıç, kargı, çomak, gürz, mızrak, topuz, nacak, mancınık, merdiven, seyyar kule kullanılırdı. Ordudaki birlikler, çeşitli bayrak, tuğ ve alem taşırlardı. Adlî Teşkilat: Türkiye Selçuklularında, şer'î davalara her şehirde bulunan kadılar bakardı. Konya'da oturan baş kadıya Kâdı'l-kudât denirdi. Bu kadılar, tereke (miras), hayrat işleri ve vakıfların idaresine bakarlardı. Selçuklularda örfî davalara bakan mahkemeler de bulunurdu. Bu mahkemeler, asayiş, devlet âmirlerine itaatsizlik ve siyasî suçlar gibi davalara bakarlardı. Bu örfî mahkemelerin başında, emîr-i dâd bulunurdu. Kadıların verdikleri hükme itiraz edilemezdi. Ancak yanlış verilen bir hüküm olursa, diğer kadılar tarafından altı imzalanarak, sultana arz edilirdi. Kadıların yüksek medrese tahsili görmüş, İslam ahlakıyla ahlâklanmış kimseler olması şarttı. Müftîler, Hanefî mezhebine göre fetva verirlerdi. Eğitim, Kültür ve Edebiyat: Anadolu Selçuklu sultanları, kültür ve medeniyet hizmeti için, ilme ve âlimlere değer verdiler. Bir ilim ocağı olan medreselerde eğitim ve öğretim ücretsizdi. Vakıf gelirleri, onların geçimini temin ederdi. Medreselerde İslam ilimlerinden; tefsir, hadîs, hadîs usulü, kelâm, kelâm usulü, fıkıh, fıkıh usulü ve tasavvuf yanında, matematik, astronomi, tıp ve felsefe gibi bilimler de öğretilirdi. Genellikle, medresenin yanında, dârüşşifa denilen hastane, cami, kütüphane, zâviye, kervansaray, imaret de bulunurdu. Bunlar da birer ilim irfan yuvasıydı. İslam ülkelerinden bir çok âlim, Anadolu'daki ilim yuvalarına gelip ders verdiler. Başta sultan olmak üzere devlet adamlarından ve halktan iyi muamele gördüler. Türkiye Selçuklu Devletini, ilim ve irfan yuvası haline getiren değerli âlimlerin arasında; Şihabüddin-i Sühreverdî, Necmeddîn-i Râzî, Muhyiddîn-i Arabî, Ahmed Fakîh, Mevlânâ Celaleddîn-i Rumî, Hacı Bektaş-ı Velî, Sadreddîn-i Konevî, Safiyyüddîn Muhammed Urmevî, Siracüddîn Mahmud Urmevî, İzzeddîn Urmevî, Celaleddîn Habîb, Sadeddîn-i Ferganî, Fahreddin Irakî, Kadı Burhaneddin, Kutbeddîn-i Şirazî, Ahî Evran, Ebu Hamid Kirmanî, Şems-i Tebrizî, Muhammed Behaüddîn Veled, Seyyid Burhaneddin Muhakkık Tirmizî, Şeyh Hüsameddin Çelebi, Mevlanâ Muhyiddîn Kayserî, Şeyh Edebâlî, İbn-i Türkmanî, İbrahim-i Hemedanî, Cemaleddin-i Aksarayî gibi devrin en seçkin âlimleri vardı. Anadolu'da Türkmenler, Türkçe konuşup, sözlü ve yazılı edebiyat eserleri meydana getirdiler. Dinî ve bazı edebî eserlerde Arapça ve Farsça kullanıldı. Halkın büyük çoğunluğu Türkçe konuşurdu. Daha sonraları Türkçe, edebiyat dili haline geldi. Ahmed Fakîh, Hoca Dehhanî, Hoca Mesud, Yunus Emre, Türkçe şiirler söyleyip yazdılar. Yunus Emre, şiirdeki büyük kudreti ve tasavvuf aşkıyla, Türkçe'nin en güzel, en iyi örneklerini verdi. Göçebeler arasında, Oğuznâme ve Dede Korkut destanlarıyla gâziler arasında çok rağbet bulan Danişmendnâme ve Battalnâme, bu dönemde sözlü edebiyattan yazılı edebiyata intikal etti. Mevlanâ Celaleddin-i Rumî ve oğlu Sultan Veled, insanlara doğru yolu gösteren ve nasihat veren eserlerini Farsça yanında Türkçe'yle de yazdılar. Ticaret: Türkiye Selçukluları, Anadolu'yu Müslüman ve gayrimüslim kavimler arasında bir köprü haline getirdiler. Dünya ticaret yollarını açıp, tedbirler aldılar. Ticarî ilişkileri zorlaştıran engelleri kaldırıp, ülkenin bir çok yerinde kervansaraylar yaptırdılar. Yolcuların, buralarda hayvanları ile birlikte üç gün ücretsiz kalma ve yemek yeme hakları vardı. Buralara gelen Müslüman ve gayrimüslim, zengin-fakir, hür-köle bütün misafirlere aynı yemeğin verilmesi ve eşit muamele yapılması esastı. Kervansaraylar ve hanlar külliye halinde olup, hepsinin cami ve kütüphanesi vardı. Anadolu Selçuklu Sultanlarının Tahta Çıkış Tarihleri Kutalmışoğlu Süleyman Şah / 1076 Ebü'l-Kasım'ın nâibliği / 1086 Birinci Kılıç Arslan / 1092 Fetret Devri / 1107-1110 Şehinşah (Melikşah) / 1110 Birinci Rükneddin Mesud / 1116 İkinci Kılıç Arslan / 1155 Birinci Gıyaseddin Keyhüsrev (Birinci Hükümdarlığı) / 1192 Rükneddin Süleyman Şah / 1196 Üçüncü Kılıç Arslan / 1204 Birinci Gıyaseddin Keyhüsrev (İkinci hük.) / 1205 Birinci İzzeddin Keykavus / 1211 Birinci Alâeddin Keykubad / 1220 İkinci Gıyaseddin Keyhüsrev / 1237 İkinci İzzeddin Keykavus / 1246 Ortak İktidar / 1249-1254 Birinci Keykavus / 1254 Dördüncü Kılıç Arslan (Ülkenin bir bölümünde) / 1257 Üçüncü Gıyaseddin Keyhüsrev / 1266 İkinci Gıyaseddin Mesud (Birinci hük.) / 1284 Saltanat Mücadelesi / 1296-1298 Üçüncü Alâeddin Keykubad / 1298 İkinci Gıyaseddin Mesud (İkinci hük.) / 1302 Beşinci Kılıç Arslan / 1310 Moğol Valisi Timurtaş'ın Türkiye Selçukluları saltanatına son vermesi / 1318
__________________
Yeniden Doğuş
|
04-21-2007, 12:19 AM | #17 |
Daimi Üye
Kayit Tarihi: Mar 2007
Nerden: Uşak-Bozüyük
Yaş: 37
Mesajlari: 467
Teşekkür Etme: 14 Teşekkür Edilme: 39 Teşekkür Aldığı Konusu: 30
Üye No: 36062
Rep Power: 1403
Rep Puanı : 1960
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Osmanlı İmparatorluğu
1299- 1300 Osmanli tarihinin baslamasi 1302 Osman Gazi'nin Koyunhisari Zaferi 1302 III. Alaeddin Keykubad'in ölümü 1320 Yunus Emre'nin ölümü 1324 Orhan Gazi'nin tahta geçisi 1326 Bursa'nin fethi 1331 Iznik'in fethi 1331 Ilk Osmanli medresesinin, Iznik'te kurulmasi 1346 Orhan Gazi'nin evliligi ve Bizans ile ittifaki 1354 Gelibolu'nun fethi 1362 Orhan Gazi'nin vefati ve I. Murat'in tahta çikisi 1366 Gelibolu'nun elden çikis 1371 Çirmen Zaferi 1376 Bulgar Kralligi'nin Osmanli hakimiyetini kabulü 1377 Gelibolu'nun Osmanlilar'a iadesi 1385 - 1386 Nis ve Sofya'nin alinisi 1389 I. Kosova Zaferi 1389 I. Murat'in sehadeti, Yildirim Bayezid'in tahta cikisi 1390 Karaman Seferi, Konya'nin muhasarasi 1390 Gelibolu tersanesi'nin insasi 1396 Nigbolu Zaferi 1397 - 1398 Akçay Zaferi ve Karaman'in Osmanli hakimiyetini kabulü 1398 Karadeniz beyliklerinin ilhaki 1400 Bursa'da I. Bayezid tarafindan Ulu Cami'nin yaptirilmasi; Ilk Osmanli Darü's-sifa'sinin Yildirim Bayezid tarafindan insa edilmesi 1402 Ankara bozgunu ve Yildirim Bayezid'in esareti 1411 Çelebi Mehmed'in tahta çikisi 1413 I. Mehmed'in duruma hakim olup devleti yeniden kurusu 1416 Osmanli-Venedik Deniz Muharebesi ve Sulhü, Seyh Bedreddin isyani 1416 Macar Seferi 1417 Avlonya'nin fethi 1418 - 1420 Samsun bölgesinin zapti 1421 Çelebi Mehmed'in ölümü ve II. Murad'in cülusu 1425 Molla Fenari'nin ilk Seyhülislam olarak tayini 1425 - 1426 Teke Beyligi'nin intikali 1427 - 1428 Germiyan Beyligi'nin intikali 1429 Seyh Hamdullah'in Amasya'da dogusu 1430 Selanik'in fethi 1432 Fatih Sultan Mehmed'in dogumu 1434 Edirne'de II. Murad tarafindan Muradiye Camii'nin yaptirilmasi 1439 Semendire'nin alinisi 1440 Basarisiz Belgrad kusatmasi 1444 Segedin Sulhü 1444 II. Murat'in tahttan çekilisi, II. Mehmed'in cülusu ve Varna zaferi 1445 II. Mehmed'in tahttan çekilisi ve II. Murad'in ikinci defa cülusu 1447 Edirne'de II. Murad tarafindan Üç Serefeli Camii'nin yaptirilmasi 1448 II. Kosova Zaferi 1451 II. Murad'in ölümü ve II. Mehmed'in ikinci defa cülusu 1453 Istanbul'un fethi 1453 Ayasofya'nin camiye çevrilmesi 1458 - 1460 Mora'nin ele geçirilisi 1461 Trabzon Rum Imparatorlugu'nun sonu 1463 Osmanli-Venedik Savasi'nin baslamasi 1466 II. Mehmed'in Arnavut seferi 1468 Karamanogullari'nin sonu 1468 II. Mehmed tarafindan Istanbul'da Topkapi Sarayi'nin tesisi 1470 Egriboz'un alinisi 1472 Topkapi Sarayinin insasi 1473 Otlukbeli Zaferi : Osmanli Akkoyunlu mücadelesi 1475 Kirim'in Osmanli tabiiyetine girisi 1481 II. Mehmed'in vefati ve II. Bayezid'in tahta çikisi 1484 Kili ve Akkirman'in fethi 1484 - 1488 Edirne'de Hayreddin'in II. Bayezid'in Külliyesi'ni insasi 1485 Osmanli-Memlük mücadelesinin baslamasi 1488 Sultan II. Bayezid tarafindan Edirne'de Bayezid Darü's-sifasi'nin yapimi 1491 Osmanli-Memlük Barisi 1492 Ispanya'dan çikarilan Yahudiler'in de Osmanli Devleti'nin himayesine girmesi 1495 Macarlarla mütareke, Cem Sultan'in ölümü, Sehzade Süleyman'in dogumu 1499 Venedik Harbi 1499 Inebahti'nin alinisi 1499 Preveze baskini 1500 Modon, Navarin ve Koron'un alinisi 1500 - 1505 Istanbul'da Yakub Sah B. Sultan Sah'in II. Bayezid'in Külliyesi'ni insasi 1502 Venedikle sulh 1509 Istanbul'da kiyamet-i sugra (küçük kiyamet) zelzelesi 1511 Sahkulu Baba Tekeli isyani, Sehzade Selim Hareketi 1512 II. Bayezid'in tahttan çekilisi, I. Selim'in cülusu 1512 Anadolu Türk edebiyatinda ilk Sehrengiz örnegini yazan Mesihi'nin ölümü; Selim döneminden I. Ahmed dönemine kadar olan dönemi ihtiva eden devre. 1514 Çaldiran Zaferi, Tebriz'e giris 1516 Misir Seferi ve Mercidabik Zaferi 1517 Ridaniye Zaferi ve Kahire'ye giris 1517 Haliç'te tersane yapiminin tamamlanmasi 1517 Piri Reis'in Misir'da Sultan Selim'e ilk dünya haritasini sunmasi 1519 Cezayir'in iltihaki 1520 I. Selim'in vefati, I. Süleyman'in cülusu 1521 Belgrad'in fethi 1522 Kanuni Sultan Süleyman'in validesi, Yavuz Sultan Selim'in esi Ayse Hafsa Sultan tarafindan Manisa'da bimaristan insa edilmesi 1522 Rodos adasinin ilhaki 1525 Yeniçeri isyani 1525 Seyhülislam Zembili Ali Efendi'nin ölümü 1526 Mohaç Zaferi 1527 Bosna'nin fethi'nin tamamlanmasi 1528 Piri Reis'in Kanuni Sultan Süleyman'a ikinci dünya haritasini takdim etmesi 1529 Viyana kusatmasi, Budin'in istirdadi, Barbaros'un Marsilya'ya çikmasi 1530 - 1540 Divan-i Selimi'nin yazilmasi 1530 - 1588 Sinan'in imparatorlugun bas mimari olarak faaliyet göstermesi 1532 Alaman Seferi 1533 - 1534 Barbaros'un Osmanli hizmetine girisi ve Cezayir beylerbeyligine tayini 1536 Veziriazam Ibrahim Pasa'nin idami 1538 Preveze Zaferi 1543 Estergon'un ve Istolni Belgrad'in fethi 1547 San'a'nin fethi 1550 Süleymaniye Külliyesi'nin insaasi 1551 Trablusgarb'in fethi 1553 Piri Reis'in ölümü 1555 Ilk Osmanli-Iran antlasmasi : Amasya Müsalahasi 1557 Dokuzuncu Akdeniz seferi, Fas'in fethi 1559 Sehzade Bayezid ile Selim'in Konya Savasi ve Bayezid'in yenilerek Iran'a siginmasi 1566 Kanuni Sultan Süleyman'in son seferi : Sigetvar ve Sultanin vefati, II. Selim'in cülusu 1574 Bugday Zaferi 1574 Tunus'un fethi 1574 Selimiye'nin açilisi ve II. Selim'in vefati ve III. Murad'in cülusu 1575 Edirne'de Sinan eliyle II. Selim için Selimiye Camii'nin insasi 1578 Osmanli-Iran Savasi'nin baslamasi 1580 Istanbul Rasadhanesi'nin yiktirilmasi 1583 Mesale Zaferi 1585 Tebriz'in alinisi 1590 Osmanli-Iran Antlasmasi 1593 Osmanli-Habsburg Savaslari 1595 Estergon'un düsüsü 1595 III.Murad'in vefati, III. Mehmed'in cülusu 1596 Egri Kalesi'nin alinisi ve Haçova Zaferi 1600 ***ke tashihi 1601 Kanije Zaferi 1603 Osmani-Iran Savasi'nin baslamasi 1603 III. Mehmed'in vefati, I. Ahmed'in cülusu 1612 Osmanli-Iran Antlasmasi 1615 Iran Savasi'nin yeniden baslamasi 1617 I. Mustafa'nin cülusu 1617 Istanbul'da Mehmed Aga tarafindan Sultan Ahmed Camii'nin insasi 1618 I. Mustafa'nin hal'I ve II. Osman'in cülusu 1621 II. Osman'in Lehistan seferine çikisi (Hotin seferi) 1622 II. Osman'in katli ve I. Mustafa'nin yeniden tahta çikisi 1623 I. Mustafa'nin tahttan indirilip IV. Murad'in cülusu 1634 Ilk Seyhülislam katli (Ahizade Hüseyin Efendi) 1635 IV. Murad'in Revan seferine çikisi 1638 Bagdat Seferi ve Bagdat'in alinisi 1639 Osmanli-Iran sulhü : Kasrisirin Antlasmasi 1640 IV. Murad'in ölümü, Ibrahim'in tahta çikisi, ***ke tashihi 1642 Hafiz Osman'in Istanbul'da dogusu 1645 Girit seferinin açilisi, Hanya'nin alinisi 1648 Kandiye kusatmasi 1650 Osmanli mu***isi eserlerinin ilk notali tesbiti (Ali Ufki'nin eseri) 1656 Çanakkale Bogazi'nin Venedik ablukasi altina alinmasi 1656 Köprülüler devrinin baslamasi 1660 Varad Kalesi'nin alinisi 1663 Uyvar seferi, Uyvar'in fethi 1664 St. Gotthard bozgunu ve Vasvar Antlasmasi 1669 Kandiye'nin alinisi, Girit'in tamamiyla Osmanli hakimiyetine girisi 1672 Lehistan seferi, Kamaniçe'nin alinisi 1672 Bucas Antlasmasi 1676 Osmanli-Lehistan sulhü : Zorawna Antlasmasi 1682 Osmanli-Rus Antlasmasi 1682 Seyahatname'nin yazari Evliya Çelebi'nin ölümü 1683 II. Viyana kusatmasi ve büyük bozgun 1685 Saraydaki altin ve gümüsten ***ke basimi 1687 IV. Mehmed'in tahttan indirilmesi, II. Süleyman'in cülusu 1687 Egri kalesinin düsüsü 1688 Belgrad'in elden çikisi 1690 Kanije kalesinin düsüsü 1690 Belgrad'in geri alinisi 1691 II. Ahmed'in tahta çikisi 1695 II. Ahmed'in ölümü 1695 II. Mustafa'nin cülusu, Malikane sisteminin uygulanmaya baslanmasi 1699 Karlofça Antlasmasinin imzalanmasi 1700 Ruslar'la Istanbul Antlasmasi'nin imzalanmasi 1702 Müneccimbasi Ahmed Dede b. Lütfullah'in ölümü 1703 III. Ahmed'in tahta çikisi 1703 "Tugrali" altin paranin piyasaya çikarilmasi 1711 Prut Zaferi ve Barisi 1711 Ridvan b. Abdullah el-Razzaz el-Feleke'nin ölümü 1715 Venedik'e savas açilmasi ve Mora Seferi 1716 Osmanli-Avusturya Savasi, Varadin bozgunu, Temasvar'in elden çikisi 1718 Pasarofça Antlasmasi 1720 Istanbul'da devlet tarafindan bir ipekli imalathanesinin kurulmasi 1720 III. Ahmed için tasvirleri Levni tarafindan yapilan Surname-i Vehbi 1721 Çelebi Mehmed Efendi'nin sefaret vazifesiyle Fransa'ya gidisi 1723 Iran seferinin üç cepheli olarak açilisi 1724 - 1725 Azerbaycan harekati, Tebriz ve Cence'nin alinisi 1726 Ibrahim Müteferikka tarafindan ilk Türk matbaasinin kurulusu 1730 Yanyali Mehmed Esad b. Ali b. Osman'in ölümü 1732 Osmanli-Iran barisi 1736 Osmanli-Avusturya-Rus Savaslari 1736 Abdullah b. Ebi Bekr b. Süleyman el-Marasi'nin ölümü 1739 Belgrad Antlasmasi 1742 Ömer Sifai'nin ölümü 1743 Osmanli-Iran Savasi'nin yeniden hizlanmasi 1746 Osmanli-Iran barisi 1748 - 1755 Istanbul'da I. Mahmud ve III. Osman tarafindan Nuruosmaniye Camii'nin insa ettirilmesi 1754 I. Mahmud'un ölümü, III. Osman'in cülusu 1757 III. Osman'in ölümü, III. Mustafa'nin cülusu 1758 Mustafa Rakim'in Ünye'de dogusu 1768 Osmanli-Rus Savasi'nin baslamasi 1771 Kirim'in isgali 1774 Sür'at Topçulari Ocagi'nin kurulmasi 1783 Rusya'nin Kirim'i ilhaki 8 Ocak 1784 Osmanli Devleti'nin Rusya'nin Kirim'i ilhakini bir "sened" ile resmen tanimasi 17 Agustos 1787 Osmanli-Rus Savasi'nin ilani 1789 Özi Kalesi'nin Ruslar tarafindan zapti 1789 I. Abdülhamid'in ölümü ve III. Selim'in tahta çikmasi 11 Temmuz 1789 Osmanli-Isveç ittifaki 1790 Osmanli-Prusya ittifaki 1790 Yergögü Mütarekesi 1791 Avusturya ve Osmanli Devleti arasindaki son savasin bitirilmesi. Zistovi Antlasmasi 1791 Rus Savasi'nin sonu. Kalas Mütarekesi 1792 Nizam-i Cedid hareketinin baslamasi 10 Ocak 1792 Kirim'in Rusya'ya birakilmasi, Yas Antlasmasi 1793 Nizam-i Cedid Ordusu'nun Kurulusu, Zahire Nezareti'nin kurulmasi 1795 Lehistan'in Avrupa haritasindan silinmesi 1797 Paris, Viyana ve Berlin'de daimi elçilikler ihdasi 1797 Venedik Devleti'nin ortadan kaldirilmasi 1798 Fransa'ya karsi Osmanli-Rus ittifaki, ve Fransa'ya savas ilani 1799 Napolyon'un Akka'da Cezzar Ahmed Pasa tarafindan maglup edilmesi 1799 Napolyon'un Fransa'ya dönmesi, Misir'in isgalinin devami 1800 Rus ve Osmanli kuvvetlerinin Yedi Ada Cumhuriyeti'ni kurmalari 1801 Misir'in tahliyesine dair mütareke 1802 Fransiz ve Ingiliz gemilerinin kendi bayraklari altinda Karadeniz'e çikmalarina müsaade edilmesi 1802 Paris Antlasmasi. Fransa ile baris 1804 Sirp isyanlarinin baslamasi 1805 Osmanli Devleti'nin Napolyon'un "Imparator" unvanini tanimasi 1805 Beykoz Çuka ve Kagit Fabrikasi'nin faaliyete geçmesi 1805 Mehmed Ali Pasa'nin Misir'a vali olarak tayini 1806 Nizam-i Cedid'in basarisizligi ve gerilemesi. Ikinci Edirne Vak'asi 1806 Osmanli-Rus Savasi 1806 Memleketeyn 'in Rusya tarafindan isgal edilmesi 1807 Ingiltere'nin Rusya'nin yaninda Osmanli savasina istiraki ve Ingiliz filosunun Istanbul önlerine gelmesi, Ingiliz filosunun Iskenderiye'ye saldirmasi ve Mehmed Ali tarafindan maglup edilmesi 1807 Nizam-i Cedid'e karsi ayaklanma, III. Selim'in tahttan indirilmesi ve Nizam-i Cedid'in ilgasi 1807 - 1808 IV. Mustafa devri. Siyasi istikrarsizliklar ve darbeler 1808 Alemdar Mustafa Pasa'nin müdahalesi, IV. Mustafa'nin tahttan indirilmesi, III. Selim'in katli, II. Mahmud'un tahta çikmasi 1808 Yeniçeri Ayaklanmasi : Alemdarin Sonu 1809 Ingiltere ile süren savasin sonu : Kal'a-i Sultaniyye Antlasmasi 1812 Vehhabi ayaklanmasinin Mehmed Ali Pasa tarafindan bastirilmasi 1812 Rus Savasi'nin sonu : Bükres Antlasmasi, Sirbistan'a özerklik verilmesi 1821 Eflak ve Mora'da Rum isyanlarinin baslamasi 1824 Rum ayaklanmasini bastirmak üzere Misir kuvvetlerinin çagrilmasi 1826 Yeniçeri Ocagi'nin ortadan kaldirilmasi, Asakir-i Mansure-i Muhammediyye'nin kurulmasi 1826 Rusya ile Akkerman Antlasmasi'nin akdi 1827 Osmanlilar'in Ingiliz yapisi ilk buharli gemiye sahip olmalari 1827 Navarin saldirisi : Osmanli-Misir donanmasinin yakilmasi 1828 Rusya'nin savas ilan etmesi 1829 Edirne Barisi : Yunanistan'in bagimsizligi 1830 - 1831 Nüfus sayimlari 1830 Fransizlar'in Cezayir'e saldirmalari ve ele geçirmeleri 1832 Misir Valisi Mehmed Ali Pasa'nin isyani 1832 Misir kuvvetlerinin Konya'da Osmanli ordusunu yenmeleri 1833 Mehmed Ali Pasaya karsi Osmanli-Rus ittifaki : Hünkar Iskelesi Antlasmasi, Bogazlar'in diger devletlere kapatilmasi 1837 Osmanli yapimi "Eser-i Hayr" adli buharli geminin denize indirilmesi 1839 Mehmed Ali ile savasin tekrar baslamasi, Osmanli kuvvetlerinin Nizip maglubiyeti 1839 II. Mahmud'un vefati üzerine Abdülmecid'in tahta çikmasi, Osmanli donanmasinin Mehmed Ali'ye teslimi 1839 Tanzimat Fermani'nin ilani 21 Aralik 1840 Namik Kemal'in dogumu 1841 Londra Bogazlar Mukavelenamesi 1845 Izmir'de su kuvvetiyle çalisan kagit fabrikasinin kurulmasi 1845 Sultan Abdülmecid'in Meclis-i Vala'yi ziyareti 1847 Telgrafin Beylerbeyi Sarayi'nda denenmesi 1848 Osmanli yapimi ilk demir vapurun denize indirilmesi 1851 Ceza Kanunname-i Hümayunu'nun kabulü 1853 Istanbul'da I. Abdülmecid tarafindan Dolmabahçe Sarayi'nin insa ettirilmesi 1855 Istanbul'da Sehremanetinin kurulmasi (modern belediye idarelerinin baslangici) 1855 Osmanli Imparatorlugu'nda telgrafin hizmete girmesi 1856 Bank-i Osmani'nin kurulmasi 1856 Paris Baris Antlasmasi , Rusya'nin bozguna ugramasi 1858 Arazi Kanunnamesi'nin kabulü 1861 Abdülmecid'in vefati ve Abdülaziz'in tahta çikmasi 1862 Altinin degerinin 100 kurus olarak tesbiti 1863 Abdülaziz'in Misir'a seyahati 1864 Iyonya adalarinin (Yedi Ada Cumhuriyeti'ni olusturan adalar) Ingiltere tarafindan Yunanistan'a verilmesi 1865 Istanbul Birinci Sehir Postasi'nin kurulusu 1866 Ahmed Süreyya Emin Bey'in modelini hazirladigi seri atesli topla Osmanlilar'in topçulukta hamle yapmasi 1867 Sirbistan'daki son Osmanli askeri temsiliyetinin ortadan kaldirilmasi, Sirp kalelerinin tahliyesi 1867 Sultan Abdülaziz'in Avrupa seyahati 1869 Süveys Kanali'nin açilmasi 1870 Karadeniz'in tekrar silahlandirilmasi ve Rusya'nin Paris Antlasmasi'nin hükümlerini tanimamasi 1873 Mehmed Akif'in dogumu; Türkçe ilk modern tip lugati olan Lügat-i Tibbiye'nin nesredilmesi; Sava Pasa'nin yeni bir Darü'l-Fünun kurmakla görevlendirilmesi; Darü'l-Fünun-i Osmani'nin kapanmasi 1875 Bosna-Hersek isyanlari 1876 Karadag'in Osmanli Devleti'ne savas ilani 1876 Abdülaziz'in tahttan indirilmesi, V. Murad'in tahta çikmasi, hal'i ve Abdülhamid'in cülusu 1876 Mesrutiyet'in ilani 1876 Ziya Gökalp'in dogumu 1878 Ayastefanos ve Berlin Antlasmalari imzalanmasi 1878 Sirbistan, Karadag ve Romanya'nin müstakil birer devlet olmalari 1878 Kibris'in Ingiltere tarafindan ele geçirilmesi 1880 Vergi reformu, Ziya Pasa'nin ölümü 1881 Mustafa Kemal'in Dogumu 1884 Yahya Kemal'in dogumu 1888 Namik Kemal'in ölümü 1897 Yunan kuvvetlerinin Girit'e çikmasi, Yunan çetelerinin Rumeli'deki Osmanli sinirlarina saldirmalari ve Osmanli-Yunan Savasi ve Osmanli zaferi 1905 Ermeniler'in II. Abdülhamid'e bombali saldiri tertiplemeleri 1908 II. Mesrutiyet'in ilani 1909 II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesi, V. Mehmed Resad'in tahta çikarilmasi 1911 - 1912 Osmanli Italyan Savasi 1912 - 1913 Balkan devletlerinin Osmanli-Italyan Savasi'ndan istifade etmek istemeleri : Balkan Savasi 1912 Italyanlar'in Rodos, Oniki Ada ve Çanakkale Bogazi'na tecavüzleri 1912 I. Balkan Savasi 1913 I. Balkan Savasi'nin sona ermesi 1914 Osmanli Devleti ile Almanya arasinda ittifak antlasmasinin imzalanmasi, Almanya'nin Fransa'ya, Ingiltere'nin Almanya'ya savas ilani : I. Cihan Savasi'nin baslamasi, Alman savas gemilerinin (Yavuz ve Midilli) Bogazlardan geçmelerine izin verilmesi 1914 Enver Pasa kumandasindaki Osmanli kuvvetlerinin Sarikamis felaketi 1919 Mustafa Kemal Pasa'nin Istanbul Hükümeti tarafindan Anadolu'ya gönderilmesi 1920 Istanbul Hükümeti'nin Sevr Antlasmasi'ni imzalanmasi 1922 Sultan Vahdeddin'in yurtdisina çikmasi, Abdülmecid Efendi'nin halife olarak seçilmesi 1923 Lozan Baris Antlasmasi 1923 Ankara'nin bassehir olarak kabulü 29 Ekim 1923 Cumhuriyet'in ilani 3 Mart 1924 Hilafetin ilgasi ve Osmanli hanedan mensuplarinin yurtdisina çikartilmalari
__________________
Yeniden Doğuş
|
Bu Konudaki Online üyeler: 1 (Üye Sayisi : 0 Ziyaretçi Sayisi : 1) | |
|
|
Benzer Konular | ||||
Konu | Konu Baslangic | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Tarihte Ve Günümüzde Türk-Yunan Mücadelesi | ÇaKıR- | Eskiler (Arşiv) | 0 | 04-22-2008 02:16 AM |
Tarihteki 16 Büyük Türk Devleti!!! | Spy_MasteR | Eskiler (Arşiv) | 17 | 04-29-2007 12:38 PM |
Türkiye’ye karşı kurulan tuzak | parlayan güneş | Eskiler (Arşiv) | 0 | 04-11-2007 12:11 PM |
Tarihte Türk Büyükleri -Afabetik Sırayla- | bluekeys™ | Türk Tarihi Ve Türk Büyükleri | 86 | 12-01-2006 06:54 PM |
En Büyük Türk; ATATÜRK | CoolTurk | Eskiler (Arşiv) | 26 | 09-06-2006 06:06 PM |