04-30-2010, 09:26 PM | #71 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Aug 2005
Nerden: ManisA
Yaş: 38
Mesajlari: 7,071
Teşekkür Etme: 5 Teşekkür Edilme: 16 Teşekkür Aldığı Konusu: 15
Üye No: 4
Rep Power: 3487
Rep Puanı : 67186
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Goethe
HAKKINDA YAZILANLAR Ayıplı bilim olur mu? Özcan Ünlü Türkiye 7 Mayıs 2001 Böyle bir ülkede yaşıyoruz biz... Şikayetçi değiliz ama... Sesimiz kısılana kadar sevgimizi haykırabileceğimiz dağların gölgesinde yaşamayı seviyoruz çünkü... Ah, bir de bu ülkedeki insanlar, birbirlerini dağların, denizlerin, ağaçların birbirlerini sevdiği kadar sevebilse... Ağlamayı bir onur meselesi haline getirebilse... Gülmeyi, yorulmadan düşünmeyi... Düşünen beyinlerine sahip çıkmayı... ‘Yılmaz dışarı!’ Geçen hafta içinde, Alman edebiyatı konusunda yaptığı ciddi araştırmalar, yayımladığı kitaplar, sunduğu tebliğlerle çok iyi tanıdığımız Yrd.Doç.Dr. Bayram Yılmaz’ın görevine son verildiği haberini aldık. Harran Üniversitesi’nde yedi yıldır çeşitli idari görevlerde bulunmasının yanısıra bugüne kadar, özellikle Goethe üzerine yayımlanmış üç eseriyle edebiyat dünyasında adından söz ettiren Yılmaz’ın görevine son verilme sebepleri üzerinde durmak istemiyorum ama gerekçe olarak gösterilen bazı maddelerin tutarsızlığı aklımı karıştırdı. Görevli olduğu bölümde öğrenci olmadığı için böyle bir tasarrufa gidilmesine rağmen hâlâ iki öğretim görevlisinin aynı bölümde tutulması, yayımlanmış eserlerinin dikkate alınmaması, çeşitli panellerde sunulan tebliğlerin gözardı edilmesi, üniversiteye kazandırdığı onlarca kitabın bir kalemde silinip atılması vs... Bilimsel çalışmalar yapmadığı iddia edilen Yılmaz’ın, bu hafta içinde Alman Goethe Enstitüsü’nün davetlisi olarak Almanya’ya (Weimar) gideceğini ve buradaki bir sempozyumda Goethe üzerine tebliğ sunacağını hatırlatmak isterim. Basit hesaplar Hepimiz beyin göçünün karşısındayız. Değerli insanların bu ülkeye gerekli olduğunu yazıp-çiziyoruz. Ama gelin görün ki, ucuz hesaplar ve basit gerekçelerle onlarca yılda zor yetişen insanlarımızı küstürmekte oldukça cömert davranıyoruz. Bunu yaparken öne sürdüğümüz ana gerekçelerin arkasında yatan art niyeti de yıllardır anlamıyoruz, anlayamıyoruz. Dürüstlüğün, hizmet aşkının, samimiyetin yerini küçük hesaplar aldığı günden beri kayıplar ülkesine yeni yolculuklara çıkmadık mı? Bıkmadık mı basit denklemleri çözmek için ana sermayeyi tüketmekten?.. Yrd.Doç.Dr. Bayram Yılmaz, bu ülkenin kendi alanında yetiştirdiği değerli isimlerden biri. O’nu -hangi görünür veya görünmez gerekçelerle olursa olsun- harcayanlar, şimdi kendileri oturup, “Goethe ve İslâmiyet” (Timaş), “Goethe’nin Doğu-Batı Divanı’nda Cennet Bahsi” (Timaş) ve “Doğu-Batı Divanı”nı (İyiadam) hazırlasınlar bakalım!... Yılmaz’ın eserleri Harran Üniversitesi’ndeki görevine son verilen değerli bilim adamı Yrd.Doç.Dr. Bayram Yılmaz’ın, edebiyat dünyamıza kazandırdığı üç eserden söz etmek istiyoruz. Goethe ve İslâmiyet: İslâm dini ve Hz.Peygamber’e olan hayranlığı ile tanınan Alman şairi Goethe, Hristiyan-Batı dünyasında İslâm dinini aslı gibi göstermeyen eserlerin aksine, kendi eserlerinde bu yüce dini diğer bütün dinlerin üstünde tutmuştur. Yılmaz, “Goethe ve İslâmiyet” isimli eserinde bu önemli konuyu ele almaktadır. Kitap, Timaş Yayınları arasında çıktı. Goethe’nin Doğu-Batı Divanı’nda Cennet Bahsi: Bayram Yılmaz, bu kitabında, Goethe’nin şaheser haline gelmiş olan Doğu-Batı Divanı üzerinde duruyor. Goethe, büyük bir hayranlık duyduğu İslâm dünyasını bizzat gezip, gözlem yapma imkânı bulamamış olmasına rağmen, doğru tesbitleriyle bugün bile okuyanlarını kendisine hayran bırakmaktadır. Bu kitap da, Timaş Yayınları imzasını taşıyor. Doğu-Batı Divânı: Goethe’nin dünyaca bilinen Doğu-Batı Divânı, bir şaheser olmasının yanısıra, adeta iki dünyanın kavşağı olma özelliğini de taşıyor. Züleyhâ’nın, Hâtem’in, Hâfız’ın sesleri arasında başlayıp biten divân, yaklaşık iki yüzyıl sonra aslından birebir yapılan tercümeyle Türk okuyucusunu selâmladı. Bu kitabın nâşiri ise İyiadam Yayınları... XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX "Faust" Ruhunu şeytana satan ünlü bir Alman büyücüsü Dr. Faust'un efsanesinden konusunu alan bu eser Goethe'nin bütün hayatını kaplar. Faust'un ilk monoloğu ile Wagner'le konuşması, Mephistopheles'in üniversite öğrencisi ile olan sahnesi, Auerbach Meyhanesi sahnesi ve Margarete'nin öyküsü 1773-1775 yıllarında yazılmıştır. Ama Margarete'nin öyküsünde 'Valentin'in Ölümü' ile 'Walpurgis Gecesi' daha o zamanlar yer almış değildir. Bunlar Urfaust adını taşıyan Faust'un ilk biçimini ortaya koyarlar. Bu Urfaust, Goethe'nin ölümünden çok sonra bulunmuş ve 1887 yılında Erich Schmidt tarafından yayınlanmıştır. Şairin 'Strum und Drang' döneminin ürünü olan bu parçalar belki bütün kitabın en lirik parçalarıdır. Urfaust'un yazılışından on iki yıl sonra Goethe eserini yeniden ele almış ve ona İtalya'da yazdığı parçaları eklemiştir. Bu yeni eklenen parçalar 'Büyücü Kadın'ın Mutfağı', 'Valentin'in Ölümü', 'Yüce Ruha Başvurma' sahneleridir. 'Sözleşme' sahnesinin kimi dizeleri de burada değiştirilmiş ya da bunlara yenileri eklenmiştir. Bu yeni parçalarda Goethe'nin daha olgunlaştığı görülmektedir. Coşku biraz daha dizginlenmiş ve ölçülülük bütün esere egemen olmaya başlamıştır. Mephistopheles alaycı, kurnaz, aldatıcı yüzünü yitirmemiştir ama dünyaya ve ruha biçim veren bir varlığa dönümüştür. Goethe ile Mephistopheles arasındaki uçurum da iyiden iyiye dolmuştur. Faust şeytanıyla sözleşme imzalamak için artık zorluk çıkarmayı düşünmez. Goethe, Shiller'in eleştirileri ve üstelemeleri üzerine 1797 yılından 1801 yılına kadar yeniden Faust'a eklemeler yapmaya başlar. 'İthaf', 'Tiyatro Üzerine Öndeyiş', 'Gökyüzü Sahnesi', 'İkinci Monolog', 'Şehrin Kapısı Önünde Gezinti'nin Mephistopheles'in sahnede görünmesine kadar olan bölümü, 'Walpurgis Gecesi' ve 'Helena'nın Dönüşü'nün ilk 265 dizesi bu yıllarda yazılmıştır. Yayıncı Cotta'nın üstelemeleri üzerine Goethe 'Sözleşme' sahnesini de 1804 yılından sonra yeniden ele almış, bu sahneye 1806 gününde tamamen son vermiş ve kitap 1808 yılında Goethe'nin eserlerinin sekizinci cildi olarak Faust, Eine Tragödie adıyla yayınlanmıştır. Faust'un bu ilk bölümünde, Goethe, hayata verdiği önemi ortaya koyar. 'Hazlarım bu dünyadan fışkırıyor, acılarımı bu güneş aydınlatıyor' sözleri, Faust'un yeryüzündeki insanın alın yazısı görüşünü belirtir. Hiç kuşkusuz, insanoğlu çabaladığı ve araştırdığı ölçüde yanılır. Yanılgının ta kendisi olan hayat, acılara ve hatalara olanak sağlar. Ama insan yine de içinde iyiliği taşır ve doğru yolu görür. Faust'un ruhunda iki şey sürekli bir çatışma halindedir. Onun ruhu bir yandan uzak ve yüksek ülkelere doğru yönelmek isterken, bir yandan da aşkla sıkı sıkıya bağlanmış olan yeryüzüne dört elle sarılır. Fakat Faust'un ruhundaki bu bitmek tükenmek bilmeyen çatışma, hayata o yüce değerini kazandırır. İnsan hayatı böylece, gerçeğin yaşanması dolaylarında yeniden bütünlenmek üzere parçalanan bir uyumu andırır. Ama Faust 'kaçıp giden an'a hiç bir vakit 'Aman dur gitme, sen çok güzelsin' diyemez. Şu var ki, Faust'un bin güçlükle ilerlediği hayat yolunun üstünde, Tanrı'nın yüzü, meleklerin arasından beliriverir. Bu da insanın alınyazısının dünya gizemini aşan bir anlam kazanmasına yol açar. Goethe 1816 yılında Şiir ve Gerçek'i yazarken Faust'un ikinci bölümünün bir şemasını çizmiştir. Ama ikinci bölümü 1826 yılında yazmaya başlar. Goethe şiirini yeni bir düzeye oturtmak düşüncesindedir artık. 'Ariel Öndeyişi' vesilesiyle Eckermann'a şunları söyleyecektir. 'Kahramanımın gözle görülür tükenişinden yeni bir hayat yaratabilmek için ona bilincini yitirmekten ve onu tükenmiş saymaktan başka ne yapabilirdim?' İşte Goethe bu 'yeni hayat'ı anlatabilmek için daha beş yıl çalışmak zorunda kalmıştır. Helena'nın öyküsü 1827 yılında yazılmış ve bu, Goethe'nin eserlerinin dördüncü cildinde Helena, Romantik ve Klasik Görüntü Oyunu adıyla yayınlanmıştır. 1828 yılında on ikinci ciltte ise birinci perdenin bölümü ile İmparator rayındaki ilk sahneler yer alır. 'Klasik Walpurgis Gecesi' ile birinci perdenin son bölümü ise daha çok 1830 yılının ilk aylarında yazılmıştır. Bir yıl öncesinin sonbaharında başlanan beşinci perde de 1830 Ocak ayında biter. Faust'un ölüm sahneleri ise, çok önceleri, 1800 yılında yazılmış, son yıllarda ise yeniden gözden geçirilmiştir. Dördüncü perde de 1827-1831 yılları arasında birçok kez yazılmış ve düzeltilmiştir. Goethe 22 Mart 1832 gününde öldüğü vakit daha hala İkinci Faust üzerinde çalışıyordu. Ama artık ona bitmiş gözüyle bakıyordu. Nihayet o yılın sonbaharında Goethe'nin eserlerinin kırk birinci cildi, ölümünden sonra yayınlanan eserlerinin de birinci cildi olmak üzere bu ikinci Faust'da Faust, Beş Perdelik Tragedyanın İkinci Bölümü (Faust, Der Tragödie zweiter Teil in fünf Akten) adıyla yayınlanır. Goethe bu eserine bütün hayatı boyunca içinde biriken ve kafasında yer eden şeylerin tümünü dökmüştür. İnsanın kendi kendisiyle çatışması, Tanrıyla ilişkisi, insanın doğa içindeki işlevi, insanın toplumla ilişkileri, yeni çağ insanının eski çağla ilişkisi, insan gücünün sınırları, hayat sorunlarının çözümü temaları bu eserin çatısını oluşturur. Faust çeşitli zamanlarda yazıldığı için çeşitli yapılar gösteren bir eserdir. Ama yapıdaki bu eşitlilik eserin büyüklüğünü de yaratmaktadır. Eserde gerçek ile mitos elele vermiş gibidir. Bütün ayrıntılarıyla okurların önüne serilen gerçek, öyle gizliden gizliye kalıp değiştirir ki bunun mitosa dönüşmesinin kimse farkına varmaz. İkinci Faust'ta eserin tonu oldukça değişir. Birinci Faust'ta hayat olduğu gibi, kendi gerçeğiyle ya da sürüp giden bir büyü içinde gösterildiği halde ikincisinde 'renkli yansıları' ile usun onu kavramış olduğu biçimde canlandırılır. Öte yandan dünya, Faust'un iç yaşantısının bir işlevi olmaktan çıkar. Faust sadece bir birey olarak dünya içindeki yerini düşünür. Goethe İkinci Faust'ta doğacı görünüşü de bir yana bırakmış ve dünyayı simgesel bir varlık gibi görmeye başlamıştır. Goethe bu nokta üzerinde özellikle durmuştur. Bu yüzden de İkinci Faust bu temayı işleyen 'Şirin Bir Yer' sahnesiyle başlar. İkinci Faust, Faust'un ruhunu gökyüzü katlarına çıkaran meleklerin eylemiyle son bulur. Melekler 'acı çekmeye çalışan ve acıyı arayan kişiyi biz de kurtarabiliriz' der. Faust'un ruhu göklerin en üst katına vardığı vakit, şimdi sevgilisinin bağışlanması için yalvaran Margarete'nin ruhu da kendisini izler. Eserin bu biçimde sona ermesi birçok eleştirilere yol açmıştır. Protestan bir öyküye Katolik bir son vermekle suçlamışlardır Goethe'yi. Kimileri de Faust'un gökyüzüne yükselirken bir an için bile olsa Meryem Ana'nın önünde diz çökmesini yadırgamıştır. Hıristiyanca bir temel üzerine oturtulmuş bir eserde aşkın, kadın biçiminde canlandırılması da doğru bulunmamıştır. Hele bu aşkın Yunanlıların Eros'uyla aynileştirlmesi ise hiç iyi karşılanmamıştır. Eserin başkişisi Faust, iki ruh taşıyan bir insandır. Faust'un birinci ruhu dünya işlerine sıkı sıkıya bağlıdır, ikincisi ise gökyüzüne yönelmiştir. Hayata olan sevgisi kimi zaman Werther'de olduğu gibi umutsuzluğa, kimi zaman da Prometheus'ta olduğu gibi başkaldırmaya götürür onu. Bu hayat, Doktor Faust'u boyuna erişilemeyecek amaçlara da iteler. Ama onun hep değişik amaçlara yönelmesinin bir nedeni de hiçbir şeyle tatmin edilmeyeşidir. Öyle ki Faust zaman ve uzam dışı ülkede Yunanlı Helena'yı bulduğu vakit bile mutluluğa erişemez. Çünkü onun istekleri boyuna yenilenmektedir. Ne var ki, yükseklerden bir ses kendisine o güçlü denizi sahillerden uzaklaştırmasını ve böylece yüce neşeyi ele geçirmesini buyurduğu vakit en son ve en yüksek zaferi elde etmiş olur. Bu zafer Faust'un ilk yaşantılarından başlayarak içinin darlığından kendisini kurtaran atılıma dek süren yolun son noktasıdır. Ama Faust'un mutluluğa erişebilmesi çevresindeki insanların da bu mutluluktan pay almalarını gerektirir. Faust'un Baucis ile Philemon adındaki bir karı kocayı kulübelerinden kurtarmaya çalışması bu yüzdendir. Faust'un çeşitli amaçlara yönelmesi bir de hayatın temel bir ilkesine dayanır. O temel ilke de şudur: 'Her şey eylemdedir, zaferin yoktur' Margarete'nin öyküsünden Faust'un yenik olarak çıkmasının nedeni işte budur. Bu öyle bir yenilgidir ki Faust'un bir daha doğrulamayacağı düşünülebilir. Oysa İkinci Faust şirin bir yüzle başlar. Faust çiçeklerle donanmış bir çayırda uzanmıştır. Çevresinde hava perileri uçuşur. Ariel'in şarkısı da ona bütün acısını ve bitikliğini unutturur. Bu, unutmanın türküsüdür. Faust yükselmesini engelleyen her şeyden yakasını sıyırmanın erdemine sahiptir. Ayrılmalar, kopmalar Faust'a yeni bir hayat için gerekli bütün gücü de verir. Öte yandan vicdan acısı da Faust'un üstüne öyle uzun boylu çöküp kalmaz. Çünkü 'saf insanlık duygusu' ondaki hataları silip süpürdüğü gibi, onu yüksek bir hayata elverişli bir hale de getirir. Bu saf insanlık duygusu Faust'ta iki biçimde belirir. Birincisi, Faust'u boyuna en yüksek olana doğru iteleyen hızdır. İkincisi de 'ölümsüz dişi' temasında biçim kazanır. 'Ölümsüz dişi ya da 'ölümsüz kadın' teması ise en olgun biçimine Helena öyküsünde ulaşır. Helena bir an için elde edilse bile hayatın en büyük anlamını taşır. Aşk böylece mutlu anla ölümsüzlük arasında bir aracı rolündedir. Çünkü ölümsüzlük bir anlık mutluluktaki zamanın ortadan kaldırılmasıyla elde edilir. Faust'un varmak istediği amaçlar insanların ahlak duygusunu bereleyecek niteliktedir. Bu insan haklarına bir saygısızlığı da doğurur. Ne var ki, bu ahlaka Tanrı da karşı çıkmaz. İnsan doğurabilmek için yere düşmek zorundadır. Burada Faust'un bağışlanmasının ilkesi de saklıdır. Eserin sonunda melekler şöyle diyecektir: 'Yükselmek için yılmadan çalışanı biz de bağışlayabiliriz.' Ama Faust'un bağışlanması sadece eylemden eyleme koşmasına da dayanmaz. Bu, bir de aşkın bir armağanıdır ona. Bu armağanı da Faust'un canice aşkının kurbanı olan Margarete, Meryem Ana katında Faust için yalvarmakta sağlar. Böylece o ölümsüz hızla, o ölümsüz kadın, eserin sonunda yeniden birleşmiş olur. Birinci Faust'un gerilimini sağlayan Margarete öteki adıyla Grechen, Goethe'nin aşk serüvenlerinde yer alan kadınların bir toplamı niteliğindedir. Bu tipin yaratılmasında bir çocuğu öldüren bir kadının idam edilmesinin Goethe üzerinde yaptığı etki de rol oynamıştır. Margarete'nin Shakespeare'in Ofelya'sıyla (Hamlet) kimi benzerlikler taşıdığı çok söylenmiştir. Ofelya ise iç dengesini yitirmiş ve deliliğin eşiğine dayanmıştır. Margarete'nin gelecek üzerine delice düşünceler öne sürmesi şimdilerin ve geleceğin biçimini değiştirmesinden gelir. Margarete Werther'deki Charlotte'nin kız kardeşine de benzetilmiştir. Kilise sahnesindeki Margarete ise çok daha başka bir Margarete'dir. Bu sahnede Meryem Ana'ya yalvaran Margarete ise sembolik bir kişilik kazanır. Bütün bunlar bir yana, Margarete eserin en şiirsel kişisidir. Mephistopheles'e gelince, bu tip alayları ve nükteleriyle Aydınlanma Çağı'nın en aydınını andırmaktadır. Mephistopheles şeytan olduğu halde Tanrı onu yanından kovmaz. Dahası, onunla konuşmaktan zevk alır. Çünkü şeytan var olmamış olsaydı insanlar huzur içinde uyuşup kalacaklardı. Tanrı'nın Mephistopheles'e özgürlük tanıması yaratıcı ve üretici kaygının yeryüzünde yeşermesini sağlamak içindir. Mephistopheles'in dünyanın genel uyumu içinde yeri vardır. Hegel'in doğru olarak gördüğü gibi, Mephistopheles evrensel oluş içinde başlıca öğelerden (olumsuz öğe) biridir. Ama bu uyumun bütününü ancak Tanrı ve kurtulmuş olan ruhlar kavrayabilir. Mephistopheles kendi özelliğinin tutsağıdır. Dünyanın alın yazısını çizen güçlere ulaşmak Mephistopheles'e yasak edilmiştir. O akıllıdır, zekidir, her işin üstesinden gelmesini bilir. Ama işte bu kadar. Mephistopheles gerçeğin sınırını hiç mi hiç kavrayamaz. Goethe'nin tregedyasında da Faust'u aldatmaya çabalamasına karşın en sonunda aldanan kendi olur. Çünkü sonunda Faust'un değil kendisinin bağışlanmasını ummamaktadır o da. 'Işıktan nefret eden' anlamına gelen Mephistopheles, 1857 yılında yazılan ilk Faust öyküsünde (Doktor Faust'un Öyküsü) ortaçağ insanlarının kafasında yer ettiği gibi basit bir şeytandan başkası değildir. Cehennem Prensi onu Faust'a eşlik etmekle görevlendirmiştir. Yıllarca sürecek bu eşlik sonunda Şeytan kendini bağışlattırabilecektir. Ama Marlowe, Doktor Faust'un Trajik Öyküsü adlı eserinde (1589) ona değişik bir karakter kazandırır. Özgür düşünceli bir Rönesans adamı olan Marlowe, Mephistopheles'in ağzından yüksek yaratılışlı insanların acısını dile getirir. Marlowe'nin eserinde Mephistopheles, çevresini aldatan bir kişi olmaktan çok Faust'un alaylarına hedef olan biridir. Bu yüzden de Reform İngilteresi'nin Hıristiyanları kendisine acıyacaklardır. |
04-30-2010, 09:26 PM | #72 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Aug 2005
Nerden: ManisA
Yaş: 38
Mesajlari: 7,071
Teşekkür Etme: 5 Teşekkür Edilme: 16 Teşekkür Aldığı Konusu: 15
Üye No: 4
Rep Power: 3487
Rep Puanı : 67186
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Gülriz Sururi
HAKKINDA YAZILANLAR Gülriz Sururi iddia ediyor: Sahneye çıkan ilk Türk kadını teyzemdi Elif Korap Milliyet 3 Ocak 2003 ‘Bir An Gelir’ adlı kitabında eşinin kendisini defalarca aldattığını anlatan Gülriz Sururi, aynı kitapta, sahneye çıkan ilk kadının Afife Jale olmadığına dair belgeler gösteriyor... Gülriz Sururi yakın dönem anılarını anlattığı kitabı "Bir An Gelirödeki iddiaları, itirafları ve açık yüreklilikle yazdığı anılarıyla tartışma yaratacak. Önümüzdeki günlerde Doğan Kitap’tan çıkacak "Bir An Geliröde eşi tiyatrocu Engin Cezzar’ın kendisini defalarca aldattığını yazan, çocuk sahibi olmamasının ardındaki büyük sırrı açıklayan Sururi, sorularımızı yanıtladı. Çok önemli bir iddia var kitapta. Sahneye ilk çıkan Türk kadınının bilindiği gibi Afife Jale değil, teyzeniz Mevdude Refik Hanım olduğunuz yazmışsınız? Belgeleri kitapta yayımladım. Yıllar önce Haldun Taner bana bu belgeleri getirdi. O zaman çok gündemdeydim, bunu açıklamam yanlış anlaşılır diye düşündüm. Ama şimdi böyle düşünmüyorum. Tarihi bir yanlışı düzeltmem gerekiyordu. Kendimi sorumlu hissettim. KIRCA’YA KIRGINIM Bunu açıklamanın Afife Jale’ye saygısızlık olacağından mı korktunuz? Sadece bu bilgiyi daha fazla saklayamazdım. Belgeler var. Başar Sabuncu, Genco Erkal’a, Levent Kırca’ya kırgınlıklarınızı yazmışsınız. Bu kişiler sizin kırgınlığınızı kitaptan mı öğrenecek? Levent Kırca verdiği sözden dönünce zor durumda kalıyorum. Tiyatro salonunu kiralayacağını söyleyip vazgeçiyor. Levent Kırca’yla uzun bir süre karşılaşmadık. Herhalde kitapta okuyacak. Engin Cezzar’ın sizi defalarca aldattığını yazmak zor olmadı mı? Yaşadığımızı inkar etmek niye? Bu yalancılık. Yaşadığım her şeyi açık yüreklilikle yazmak isterim. Engin Bey rahatsız oldu mu? Kitap bitene kadar okutmadım. Bittiğinde de 48 saat hiçbir eleştiri getirip konuşmayacaksın şartıyla verdim. Yukarı katta okuyor. İki de bir de aşağıya iniyor. Merdivenden sinirli şekilde "Bak.." diyor. Söz verdin, 48 saatten önce konuşmayacaksın, diye yanıtlıyorum. Sonra okuduğu yazının üzerinde bazı yerlere notlar aldığını, itirazlar ettiğini gördüm. Ama bunu hiç konuşmadık. Engin Cezzar belli bir hayran kitlesi olan, tanınmış bir oyuncu. Böyle sizi aldatışlarını, hatalarını yazarken, tepki çekmekten tedirgin oldunuz mu? Vallaha umurumda değil. Yazdım, bitti. Kaç kere âşık oldunuz? Bunca yıl kopmak isteyip kopamadığımıza, boşandığımız halde yeniden evlendiğimize göre en büyük aşkım Engin. Engin’den önce de çok büyük bir aşk yaşamıştım. Şimdi ona çocukluk aşkı diyorum. 22 yaşındaydım. Biri benin kalbimi çarptırıp kendini bana Engin’den fazla sevdirirse tabii ki yaşarım. Aşktan korkmuyorum. Ama bundan sonra çok zor. A La Luna’ya davet ettiğiniz, katılmayan biri oldu mu? Türkân Şoray ve Hülya Avşar. İkisi kabul etmedi. Nedenini bilmiyorum. Gazanfer Özcan ve Gönül Ülkü de beklendikleri programa gelmedi. Her şey hazırlanmıştı. Haber vermediler, özür de dilemediler. Tepesindeki topuza ‘kukiriko’ diyor... Kafanızın üstünde küçük bir topuz yapıyorsunuz, neden? Ben ona kukiriko diyorum. Bir gün dipten beyazlar çıktığında tepeden toplayıp topuz yaptım. Sonra bütünü tamamlayan bir noktayı koymak gibi geldi bana. Normal hayatta beyazlar çıkarken bunu yapıyorum. Demek ki ayda bir hafta kadar böyle geziyorum. Can çorabını çıkarıp ayaklarını gösterdi! "İşte o günlerde Engin çok ama çok dalgındı galiba; ya da ‘Ben ne yaparsam yapayım Gülriz benden kopamaz’a inanmıştı. Komşudaki hasta gencin nişanlısı güzel kız mıydı bardağı taşıran damla, yoksa TES’teki (Engin Cezzar’ın ders verdiği Tiyatro eğitim Stüdyosu) öğrenci mi ya da Kabare oyunu sırasında kulisteki çapkınlıkları mı, uygunsuz davranışı mı, bilemiyorum" "...artık daha fazla tahammül etmek istemediğimi söylediğimde, bana ‘Aşırı yersiz şüphelerinle ilişkimizi zedeledin. Seni aldatmadım. Yanılıyorsun, yersiz şüphelerle hayatımızı mahvediyorsun’ dedi. Ben elle tutulur, gözle görülür isimlerden söz edince, ki onları bildiğimi bile bilmiyordu. Bodrum’da oturan, orada dostluğumuzu ilerlettiğimiz bir ailenin kızıydı; öteki, sık sık birlikte olmak isteyen, neredeyse peşimizi kovalayan evli bir hatun; öteki, beriki derken dört isim sıraladım." ‘AYAKLARIM ÇOK GÜZELDİR’ "‘Hoş geldiniz’ filan diye geveleyip evden içeri aldım Can’ı ve o anda olanlar oldu... Can köpeği görmesiyle birden ürktü. ‘Be kadın ne işi var bu köpeğin evin içinde? Yoksa kendini köpeklere mi d...sun? demez mi!... Can’dan duyduğum ilk cümleye bakın’ Ev sahibiyim, karşımdaki Can Yücel. ‘Heh heh heh... Ah, ne şakacısınız...’ filan gibi abuk bir şeyler çıktı ağzımdan. ..... Bu sırada Can Yücel birden çoraplarını çıkarmaya başladı. ‘Ayaklarım çok güzeldir’ dedi kanyağını yudumlarken.... Daha sonra öğrendim. Biri matrak olsun diye ‘Gülriz güzel ayaklara meraklıdır’ demiş. ....Sonunda Başar (Sabuncu) geldi. Can, çok sinirlendi. ‘Ne diye çağırdın bu herifi? Benimle yalnız kalmaya korkuyor musun?’ diye bağırdı. ... Can, banyonun kapısına dayanmış, ‘Çıksana dışarı, ne kaçıyorsun?’ diye boş banyoya bağırıyor. Ben mutfaktan çıkmış salona doğru, ‘Size yemek hazırlıyorum’ diyorum. Can, beni arkasında görünce büsbütün sinirlendi, küfredip durdu." |
04-30-2010, 09:26 PM | #73 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Aug 2005
Nerden: ManisA
Yaş: 38
Mesajlari: 7,071
Teşekkür Etme: 5 Teşekkür Edilme: 16 Teşekkür Aldığı Konusu: 15
Üye No: 4
Rep Power: 3487
Rep Puanı : 67186
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Gülten Kazgan
İstanbul Üniversitesi’nden 1994’de emekli oldu ve ıstanbul Bilgi Üniversitesi’nin kurulmasına kurucu üye ve kurucu rektör olarak katıldı. Halen aynı üniversitede AR-ME ve ıktisat Bölümü Başkanı, Mütevelli Heyet Üyesi olarak çalışmaktadır. Gülten Kazgan’ın başlıca kitapları; Tarım ve Gelişme, Ortak Pazar ve Türkiye, ıktisadi Düşünce, Ekonomide Dışa Açık Büyüme, Küreselleşme ve Yeni Ekonomik Düzen, Tanzimattan 21. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi: 1. Küreselleşmeden 2. Küreselleşmeye’dir. Ayrıca çok sayıda ıngilizce/Türkçe olarak yayınlanmış makalesi, araştırması ve incelemesi yayınlanmıştır. ESERİ İktisadi Düşünce |
04-30-2010, 09:27 PM | #74 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Aug 2005
Nerden: ManisA
Yaş: 38
Mesajlari: 7,071
Teşekkür Etme: 5 Teşekkür Edilme: 16 Teşekkür Aldığı Konusu: 15
Üye No: 4
Rep Power: 3487
Rep Puanı : 67186
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Güneş Karabuda
Güneş Karabuda 1933'te İzmit'te doğdu. Galatasaray Lisesi'ni bitirdi. Paris'te hukuk okudu. Aynı şehirde gazeteci ve foto muhabiri olarak çalıştı. Askerlik görevini, 1958-1960 yıllarında Ankara'da Genel Kurmay Başkanlığı'nda yaptı. 1961'de televizyona geçti. Başta İsveç Televizyonu (SVT) olmak üzere, Avrupa ve Amerika'daki değişik televizyon kanallarında, dünyanın dört köşesindeki ülkelerle ilgili sosyal, kültürel ve politik içerikli belgeseller hazırladı. 1970-72 yıllarında Şili'de, Allende iktidarı sırasında İsveç Televizyonu'nun Latin Amerika temsilciliğinde bulundu. Uzun yıllar Orta Doğu ve Uzak Doğu ülkelerinde çalıştı ve bu arada Vietnam Savaşı'nı görüntüledi. 70'li yıllarda Afrika'da Zimbabwe (Rodezya), Mozambik, Gine-Bissau ve Botswana'nın bağımsızlıklarına kavuşmasına kamerası ile tanık oldu. İsveçli yazar ve yönetmen Barbro Karabuda ile evli olup, üç çocuk babasıdır. 40 yılı aşkın süredir İsveç'te yaşamaktadır. ESERLERİ Zaman Bahçesinden Portreler Deneyimli gazeteci- fotoğrafçı Güneş Karabuda, Zaman Bahçesinden Portreler adlı kitabında okuru, Pablo Neruda'dan Fidel Castro'ya, İlhan Koman'dan Salvador Dali'ye, Ingrid Bergman'dan Münevver Andaç'a dek birçok ünlü isimle paylaştığı anılara ortak ediyor. Anlatılanlara, Karabuda'nın ve Sipa Press'in usta fotoğrafçılarının imzasını taşıyan fotoğraflar eşlik ediyor. Biyografinin köşeli sınırlarından çok uzakta duran bu anlatılar, dostlukların ve paylaşılan anların içinden fışkırıyor. Yazar, Pablo Neruda'yla beraber Şili'nin köylerini dolaşıyor, İlhan Koman'ın 'yüzen ev'ini ziyaret ediyor, Ingrid Bergman'la film setinde sohbet ediyor, Onat Kutlar'ın kahkahasına ortak oluyor. X İndim Zaman Bahçesine Güneş Karabuda Yapı Kredi Bankası Yayınları Latin Amerika'dan Uzakdoğu'ya dünyanın dört bir yanını arşınlamış, toplumsal-siyasal pek çok olaya tanıklık etmiş deneyimli gazeteci ve fotoğrafçı Güneş Karabuda, bu kez belleğinin objektifini kendi geçmişine yöneltiyor: Mektebi Sultani'den İsveç'e uzanan renkli bir yaşamdan kesitler... ... Az kalsın unutuyordum, başka bir zenginliğim daha var tabii: Harcanmayan, yitirilmeyen ve kimsenin benden alamayacağı 'anılarım'... Moliere'in cimrisi gibi, bu anıları dolap sürmelerinde saklayacağıma, sizlerle paylaşmak istedim!..." Uzakların Ötesinde Güneş Karabuda İletişim Yayınevi / Tanıklıklar Dizisi Güneş'i kırk yıldır tanırım. Onu önce fotoğrafçı olarak tanıdım, sonra da kameraman...Bu kırk yılda Güneş şaşırtıcı bir hızla dünyayı dolaştı, filmler yaptı. Endonezya'da bir milyon kişi öldürülürken Güneş oradaydı. Şili'de Allende öldürülürken o oradaydı. Dofar gerillaları Arabistan'da çarpışırken Güneş gene oradaydı. Güneş'in maceraları saymakla bitmez. Güneş kırk yıldır dünyanın her yerindeydi. -Yaşar Kemal- Afrika'nın Kalahari Çölü'nden Amazon ormanlarına, Karakurum Dağları'ndan Papua Yeni Gine'ye... Muhteşem doğayı yaşamak, gizemli ormanlarda dolaşmak, yüksek zirvelere tırmanmak, Guetamala'dan Malezya'ya uzanan yeryüzü insanlarını tanımak... Henüz hafızalardan silinmeyen önemli olaylara; Allende'nin Şili'sine, Kastro'nun Küba'sına, '68'in Paris'ine Güneş Karabuda ile birlikte tanık olmak... İletişim Yayınları yeni dizisinde sizi çağımıza tanıklık etmiş kişilerle tanıştırıyor. |
04-30-2010, 09:27 PM | #75 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Aug 2005
Nerden: ManisA
Yaş: 38
Mesajlari: 7,071
Teşekkür Etme: 5 Teşekkür Edilme: 16 Teşekkür Aldığı Konusu: 15
Üye No: 4
Rep Power: 3487
Rep Puanı : 67186
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Güzin Dino
Kenanpaşazade Sait Bey'in oğlu, Osmanlı Bankası Resmi İşler Müdürü Asım Bey'in kızı olan Güzin Dino (Dikel) dilci, öğretim üyesi, çevirmen, yazardır. 1942 yılında İstanbul Üniversitesi Roman Filolojisi Profesörü Eric Auerbach'ın asistanlığını yapmıştır. 1943 yılında, Adana'da ikamete memur edilmiş olan Abidin Dino ile evlenmiştir. 1946 yılında D.T.C. Fakültesi'nde doçent olarak görev yapmış, 1954 yılında Paris'e yerleşen eşinin yanına gitmiştir. Paris'te Ulusal Bilim Merkezi'nde çalışmış, Doğu Dilleri Enstitüsü'nde öğretim üyeliği yapmıştır. Türkiye'de çeşitli Türk romanları üzerine incelemeler, Fransa'da roman ve şiir çevirileri yapmıştır. Çevirileri, ünlü yayınevlerinde, denemeleri, Fransız ve Amerikan dergilerinde yayımlanmıştır. ESERLERİ Gel Zaman Git Zaman, Güzin Dino'nun Nazım Hikmet'li, Picasso'lu, Aragon'lu, Avni Arbaş'lı, Yves Montand'lı, Çetin Altan'lı, Yaşar Kemal'li, Orhan Veli'li anılarıdır... |
04-30-2010, 09:27 PM | #76 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Aug 2005
Nerden: ManisA
Yaş: 38
Mesajlari: 7,071
Teşekkür Etme: 5 Teşekkür Edilme: 16 Teşekkür Aldığı Konusu: 15
Üye No: 4
Rep Power: 3487
Rep Puanı : 67186
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Hacı Bayram-ı Veli
İstanbul'u, Fâtih Sultan Mehmed Hanın fethedeceğini müjdeleyen büyük velî. Nûmân bin Ahmed bin Mahmûd, lakabı Hacı Bayram'dır. 1352 (H. 753)de Ankara ilinin Çubuk Çayı üzerindeki Zülfadl (Sol-Fasol) köyünde doğdu. 1429 (H. 833) senesinde Ankara'da vefât etti. Türbesi, Hacı Bayram Câmiinin kenarında ziyârete açıktır. Nûmân, küçük yaşından îtibâren ilim tahsîline başladı. Ankara'da ve Bursa'da bulunan âlimlerin derslerine katılarak; tefsîr, hadîs, fıkıh gibi din ilimlerinde ve o zamânın fen ilimlerinde yetişti. Ankara'da Melîke Hâtun'un yaptırdığı Kara Medresede müderrislik yaparak talebe yetiştirmeye başladı. Kısa zamanda, halk arasında sevilip sayılan biri oldu. İlimdeki bu üstünlüğüne rağmen Müderris Nûmân'ın rûhunda bir sıkıntı vardı. O, bu sıkıntıdan ancak bir mürşid-i kâmilin huzûruna varmakla kurtulabileceğini biliyor ve bir fırsat gözlüyordu. Nitekim bir gün dersten çıktığında yanına birisi geldi ve; "Ben Şücâ-i Karamânî'yim. Kayseri'den senin için geliyorum. Sana bir haberim ve dâvetim var." dedi. Nûmân, bu sözlerin sonunda kendisi için mühim bir haberin olduğunu anlamıştı. "Hoş geldin, safâlar getirdin. İnşâallah hayırlı haberlerle gelmişsindir. Anlat! Anlat!" diyerek hayretle sordu. "Beni şeyhim ve mürşidim Hamîdeddîn-i Velî hazretleri gönderdi ve; "Git Engürü'de (Ankara'da) Kara Medresede Nûmân adında bir müderris vardır. Ona selâmımı ve dâvetimi söyle. Al getir. O bize gerek..." dedi. Ben de bu vazîfe ile huzûrunuza gelmiş bulunuyorum." Müderris Nûmân bu sözleri dinler dinlemez; "Baş üstüne, bu dâvete icâbet lâzımdır. Hemen gidelim." diyerek müderrisliği bıraktı. Şücâ-i Karamânî ile Kayseri'ye gittiler. Kayseri'de Somuncu Baba diye meşhûr Hamîdeddîn-i Velî ile bir kurban bayramında buluştular. O zaman Hamîd-i Velî; "İki bayramı birden kutluyoruz." buyurarak, Nûmân'a Bayram lakabını verdi. Hamîd-i Velî, Nûmân ile başbaşa sohbetlere başlayarak, onu kısa zamanda olgunlaştırdı. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derecelere kavuşturduktan sonra ona; "Hacı Bayram! Zâhirî ilimleri ve bu ilimlerde yetişmiş âlimleri ve derecelerini gördün. Bâtınî ilimleri ve bu ilimlerde yükselmiş evliyâyı ve derecelerini de gördün. Hangisini murâd edersen onu seç!" buyurdu. Hacı Bayram da, velîlerin yüksek hallerini görerek, kendisini tasavvufa verdi ve bu yolda daha yüksek derecelere kavuşmak için çalıştı. Hocasının teveccühleri ile zamânının en büyük velîlerinden oldu. Hacı Bayram-ı Velî, hocası ile hacca gitti. Hac vazîfelerini yaptıktan sonra Aksaray'a geldiler. Orada hocasının 1412 (H. 815) senesinde; "Halîfem, vekîlim sensin." emri üzerine, bu ağır vazîfeyi üzerine aldı. Aynı sene hocası vefât edince, defn işleriyle meşgûl olup, cenâze namazını kıldırdı. Aksaray'da vazîfesini bitirdikten sonra Ankara'ya döndü. Ankara'da dînin emir ve yasaklarını insanlara anlatmaya, onlara doğru yolu göstermeye, yetiştirmeye başladı. Her gün pekçok kimse huzûruna gelir, hasta kalplerine şifâ bularak giderlerdi. Talebeleri gün geçtikçe çoğalmaya, akın akın gelmeye başladılar. Kısa zamanda ismi her tarafta duyuldu. Bilâhare İstanbul'un mânevî fâtihi olacak olan Akşemseddîn de Osmancık'ta müderrisken şeyhin evliyâlık derececsini duymuş ve ona talebe olmak üzere Ankara'ya gelmişti. Fakat şeyhin dükkan dükkan dolaşıp para topladığını görünce, yanına varıp hikmetini sormadan "Evliyâ para mı toplar, buralara boşuna gelmişim." diyerek oradan ayrıldı. Zeynüddîn Hafî hazretlerine talebe olmak üzere Mısır'a doğru yola çıktı. Haleb'e vardığı gece bir rüyâ gördü. Rüyâsında, boynuna bir zincir takılmış ve zorla Ankara'da Hacı Bayram-ı Velî'nin eşiğine bırakılmıştı. Zincirin ucu ise Hacı Bayram'ın elindeydil. u rüyâ üzerine, Akşemseddîn yaptığı hatâyı anlayarak derhal Anakra'ya geri döndü. Şehre ulaştığında Hacı Bayram-ı Velî'nin talebeleriyle ekin biçmeye gittiğini öğrendi. Tarlaya gitti. Fakat Hacı Bayram hazretleri ona hiç iltifat etmediler. Akşemseddîn, diğer talebelerle birlikte ekin biçmeye başladı. Yemek vakti geldiğinde, insanların ve orada bulunan köpeklerin yiyecekleri ayrıldı. Hacı Bayram-ı Velî, talebeleriyle yemek yemeye başladı. Yine Akşemseddîn'e hiç iltifat etmeyip, yemeğe çağırmadı. Akşemseddîn yaptığı hatâyı bildiği için, kendi kendine;"Ey nefsim! Sen, Allahü teâlânın büyük bir velî kulunu beğenmezsen, işte böyle yüzüne bile bakmazlar. Senin lâyık olduğun yer burasıdır." diyerek, köpeklerin yanına yaklaşıp, onlarla berâber yemeye başladı. Hacı Bayram-ı Velî hazretleri, Akşemseddîn'in bu tevâzuuna dayanamayarak; "Köse! Kalbimize çabuk girdin, yanımıza gel." buyurup iltifât etti, kendi sofrasına oturttu. Sonra ona; "Zincirle zorla gelen misafiri, işte böyle ağırlarlar." diyerek, onun gördüğü rüyâyı, kerâmet göstererek anladığını bildirdi.Akşemseddîn bundan sonra hocasının yanından hiç ayrılmadı. Sohbetlerini kaçırmayarak, kalplere şifâ olan nasihatlarını zevkle dinlemye başladı. Hacı Bayram-ı Velî'nin teveccühleri altında, kısa zamanda bütün talebe arkadaşlarının önüne geçti. Nefsini terbiye etmekte herkesten ileri gitti. Akşemseddîn'e icâzet, diploma verdiğinde, bâzıları; "Efendim! Sizde yıllarca okuyan talebelere hilâfet vermediğiniz hâlde, bu yeni gelen Akşemseddîn'i kısa zamanda hilâfet ile şereflendirdiniz?" dediler. Hâcı Bayram-ı Velî de; "Bu öyle bir kösedir ki, bizden her ne görüp duydu ise hemen inandı. Gördüklerinin ve işittiklerinin hikmetini de bizzât kendisi anladı. Fakat yanımad yıllardır çalışan talebeler, gördüklerinin ve duyduklarının hikmetini anlayamayıp bana sorarlar. Ona hilâfet vermemizin sebebi işte budur." diye cevap verdi. Hacı Bayram-ı Velî, bu şekilde hem talebelerini yetiştiriyor, hem de belli saatlerde câmide insanlara vâz ve nasîhat ediyordu. Hacı Bayram'ın etrafında pekçok kimsenin toplandığını gören bâzı hasetçiler, Pâdişâh İkinci Murâd Hana; "Sultânım! Ankara'da Hacı Bayram isminde biri, bir yol tutturarak halkı başına toplamış. Aleyhinizde bâzı sözler söyleyip saltanatınıza kasdedermiş. Bir isyân çıkarmasından korkarız!" diyerek iftirâlarda bulundular. Bunun üzerine sultan, durumun tetkik edilmesi için iki kişi vazifelendirdi. Vazifeli çavuşlar, ellerinde pâdişâhın fermânı olduğu hâlde, Edirne'den kalkıp süratle Ankara'ya gittiler. Şehre yaklaştıklarında önlerine, yaşlı, nûr yüzlü bir kimse ile bir genç çıktı. Selâmlaştıktan sonra ihtiyâr zât; "Evlâtlarım! Nereden gelip nereye gidiyorsunuz?" diye sorunca, onlar da; "Ankara'da Hacı Bayram isminde biri, etrâfına adamlar toplayıp, Pâdişâhımıza başkaldırmış. Onu yakalayıp pâdişâhın huzuruna götüreceğiz." dediler. Çavuşların bu sözünü bekleyen ihtiyâr zât; "O aradığınız Hacı Bayram bu fakîrdir." diyerek, kendisini gösterdi. Çavuşlar bir fermâna baktılar, bir de Hacı Bayram-ı Velî'ye. Aradıkları isyâncı bu olamazdı. Bu nûr yüzlü, hoş sözlü zât, hiç isyân edecek birine benzemiyordu. Hacı Bayram-ı Velî'ye tekrar tekrar dikkatle baktıktan sonra, birbirlerine; "Gidelim, Sultanımıza gidelim. Bu zâtın mâsûm olduğunu, söylenilenlerin yanlış olduğunu bildirelim." dediler. Hacı Bayram; "Evlatlar! Sizin geleceğinizi biliyorduk. Onun için yola çıkıp sizi bekledik. Pâdişâhımızın fermânı başımız üzerindedir. Haydi durmayınız, elimi zincirle bğlayınız ve bir an önce buradan gidelim." buyurdu. Bu sözlere iyice hayret eden çavuşlar; "Sizi yanlış anlatmışlar efendim. Size karşı edepsizlik etmeye hayâ ederiz. Hele zincire vurmak hiç aklımızdan geçmez. Mâdem ki emrediyorsunuz, buyurunuz gidelim." dediler. Hacı Bayram ile yanındaki genç talebesi Akşemseddîn, çavuşlarla birlikte Edirne'ye doğru yola koyuldular.Edirne'ye geldiler. Sarayda Sultan İkinci Murâd Han, söylentilere göre devletin selâmetine kasdeden ve tahtına göz diken bir eşkıyâ beklerken, karşısında; nûr yüzlü, kâmil bir velî gördü.Pâdişâh, Hacı Bayram-ı Velî'yi günlerce sarayda misâfir etti, izzet ve ikrâmda bulundu.Başbaşa sohbet ettiği günlerden birinde; konu İstanbul'un fethine gelmişti. "Sultânım! Bu şehrin alınışını görmek ne size, ne de bize nasîb olacak. İstanbul'u almak, şu beşikte yatan Muhammed'e (Fâtih Sultan Mehmed Han) ve onun hocası, bizim Köse Akşemseddîn'e nasîb olsa gerektir." müjdesini verdi. Sonra geleceğin Fâtih'ini kucağına aldı. Onun gözlerine bakarak, uzun uzun teveccühlerde bulundu. Sultan Murâd Han, bu müjdeye çok sevindi. Oğlu şehzâde Muhammed'e ve Akşemseddîn'e artık başka bir nazar ile bakmaya başladı. Hacı Bayram-ı Velî hazretleri Edirne'de bulunduğu müddet içinde, câmilerde vâz verip, halka nasîhatlerde bulundu.Pâdişâh da onun Edirne'de kalmasını istiyordu. Fakat Hacı Bayram-ı Velî, Ankara'ya talebelerinin başına dönüp, onları yetiştirmeye devâm etmek istediğini bildirdi.Onun vefâtından sonra "Bayramiyye yolu"nu, talebelerinden Akşemseddîn ve Bıçakçı Ömer Efendi devâm ettirdiler.Hacı Bayram-ı Velî'nin, Akşemseddîn ve Bıçakcı Ömer Efendiden başka halîfeleri de vardı. Göynüklü Uzun Selâhaddîn, Yazıcızâde Muhammed ve Ahmed Bîcân kardeşler, İnce Bedreddîn, Hızır Dede, Akbıyık Sultan, Muhammed Üftâde hazretleri bunlardandır. Birisi de, dâmâdı Eşrefoğlu Rûmî (Abdullah Efendi)dir. Hacı Bayram-ı Velî hazretleri, Âşık Yûnus'la aynı asırda yaşamış ve onun söylediği gibi şiirler söylemiştir. |
04-30-2010, 09:27 PM | #77 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Aug 2005
Nerden: ManisA
Yaş: 38
Mesajlari: 7,071
Teşekkür Etme: 5 Teşekkür Edilme: 16 Teşekkür Aldığı Konusu: 15
Üye No: 4
Rep Power: 3487
Rep Puanı : 67186
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Hadi Uluengin
HAKKINDA YAZILANLAR Çeşitli kadınlardan birçok renk ve tonda çocuğu var LATİF DEMİRCİ Hürportreler Hürriyet 2002 İlavesi Hadi'nin Hürriyet köşe yazarlığı döneminde tek çocuk sahibi olması ilginçtir. Söylentilere göre müessese sözleşmesine tek çocuk maddesi koymuş. 1951 yılında İstanbul'da doğan Hadi, halen 600 aylıktır... Laik, klasik, batı tandansları olan ailesini tanıdıkça, minik Hadi henüz ilkokul çağlarında Avrupa Birliği bazında çocuklar yetiştirmeye kafasını takmıştı. Nitekim, lise 1'i bitirdiği yıl (Yanılmıyorsam Saint Mişel Fayfır) atletinin altına iğnelediği 200 dolar, 6 markla (günümüzün 140 euro'su) tramvayla geldiği Sirkeci'den trene bindi... Tren Sofya'ya girdiğinde kompartımanda tanıştığı bir kızdan, nurtopu gibi bir çocuğu olmuştu. O yaşta sorumluluk sahibi olan Hadi, hemen bir Mitka Gribceva kartpostalının arkasına ‘‘Bir daha asla dönmüyorum’’ yazarak, dönüş biletiyle birlikte kundağa sokup, yavruyu memlekete ailesinin yanına postaladı... * Aslında Andre Wajda'yı kadın yönetmen zannettiğinden Polonya'daki Los Akademisi'nde sinema okumak istiyordu. Oysa daha liseyi bitirmemişti! Akademide ‘‘Sen git de babanı gönder’’ gibilerinden terslenince kapağı Belçika'ya attı. Belçika'da henüz çiftleşme mevsimi başlamadığından bir süre çalışma kamplarında damızlık olarak vakit geçirdi. 1978-79 yıllarında, gözlerini çektirerek Aydınlık gazetesinin Brüksel temsilcisi oldu. Çin yemeklerini çubukla yemekte zorlanınca, aynı görevi 1979-83 yılları arasında Akajans için sürdürerek tekrar Osmanlı mutfağına döndü. 1983-91 yılları Cumhuriyet ve Güneş gazetelerinde yazdığı cinsel, tensel yazıları ‘‘Hadi canım, bunun diline vurmuş aslında tık yok’’ şeklinde eleştiriler aldı. Hal böyleyken, Hadi'nin çeşitli kadınlardan, bir o kadar renk ve tonda çocukları Avrupa'da fink atıyordu. Sevgilisiz kaldığı bir dönemde (minimal) kendini yazının kollarına attı ve karşılığında 1991 yılında Gazeteciler Cemiyeti'nin ‘‘Yılın Köşe Yazarı Ödülü’’ dünyaya geldi. Ödül şu an 10 yaşında Brüksel'de Hadi'yle birlikte yaşıyor. * Neyse, 1991 yılında Hürriyet'e köşe yazmaya başlayan Hadi'nin, bu dönemde tek çocuk sahibi olması ilginçtir. Söylentilere göre müessese sözleşmesine tek çocuk maddesi koymuş. Birçok yayınevinin ısrarına rağmen ‘‘Kitap Planlaması’’ bahanesiyle kitap sahibi olmamış, klasik yollarla korunmuştur. Üç karısından, biri dişi dört yavrusuyla kurduğu aşiret, çekirdek ailenin sonu olmuştur. Hadi Uluengin, halen Hürriyet'te yazar, Brüksel'de yatar... |
04-30-2010, 09:28 PM | #78 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Aug 2005
Nerden: ManisA
Yaş: 38
Mesajlari: 7,071
Teşekkür Etme: 5 Teşekkür Edilme: 16 Teşekkür Aldığı Konusu: 15
Üye No: 4
Rep Power: 3487
Rep Puanı : 67186
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Hakan Baki Gülsün
Dr. Hakan Baki Gülsün (9 Aralık 1960 - Günümüz) Meslek: Sanat Tarihçisi İstanbul doğumlu olan Hakan B. Gülsün, ilk ve orta öğrenimini İst./Aksaray'da Oruç Gazi Okulunda, lise öğrenimini ise yine Aksaray'da Pertevniyal Lisesi'nde tamamladı. 1978 yılında İ.Ü. Ed. Fak. Estetik ve Sanat Tarihi Bölümü'ne girerek 1984 yılında mezun oldu. Aynı bölümde "Mimar Vedat Bey ve Dolmabahçe Sarayı" konulu bilim uzmanlığı tezini hazırladı. Hemen ardından İ.T.Ü. Mimarlık Fak. Mimarlık Tarihi bölümünde "Dolmabahçe ve Çırağan Sarayları'nın 19.yy daki Konumu" konulu Doktora Tezini verdi. Yayımlanmış çeşitli kitaplarının yanısıra çeşitli dergi ve gazetelerde kültürel ve sanatsal içerikli yazıları yayımlanmakta, kongre ve konferanslara katılmaktadır. [Yayımlanan Kitapları] |Beylerbeyi Sarayı| TBMM Vakfı Yayınları(İstanbul, 1993) Beylerbeyi Sarayı ve çevresinin tarihçesi ve mimari özellikleri. |Marko Paşa Köşkü| Deniz Kuv. Komutanlığı Yay.(1994) Marko Paşa Köşkü ve çevresinin tarihçesi ve mimari özellikleri. |Küçüksu Kasrı| TBMM Vakfı Yayınları(İstanbul, 1995) Küçüksu Kasrı ve çevresinin tarihçesi ve mimari özellikleri. |Milli Saraylar| TBMM Milli Saraylar Daire Bşk. Yay.(İstanbul, 1995) Milli Saraylar'ın tarihsel kimlik ve özellikleri. |Atatürk İstanbul'da| TBMM Milli Saraylar Daire Bşk. Yay.(İstanbul, 1996) Atatürk'ün Dolmabahçe Sarayı'nda geçirdiği zamana ait bilgi. |
04-30-2010, 09:28 PM | #79 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Aug 2005
Nerden: ManisA
Yaş: 38
Mesajlari: 7,071
Teşekkür Etme: 5 Teşekkür Edilme: 16 Teşekkür Aldığı Konusu: 15
Üye No: 4
Rep Power: 3487
Rep Puanı : 67186
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Haldun Taner
İstanbul^da doğdu (1915). Mütareke yıllarında Kurtuluş Savaşı başlamadan önce yazıları, dersleri ve nutuklarıyla, Türkiye^nin bağımsızlığını ve bütünlüğünü hukuki gerekçeleriyle savunan ilk kişi olan Prof. Ahmed Selahattin^in oğludur. Galatasaray^da, Heidelberg Üniversitesi^nde ve İstanbul Üniversitesi^nde okudu. 1950^den sonra İstanbul Edebiyat Fakültesi^nde, Gazetecilik Enstitüsü^nde, LCC Tiyatro Okulu^nda binlerce öğrenci yetiştirdi. 7 Mayıs 1986^da İstanbul^da öldü. ESERLERİ: Tiyatro: Ayışığında Şamata, Eşeğin Gölgesi, Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım, Günün adamı-Dışardakiler, Haldun Taner Kabare, Keşanlı Ali Destanı, Sersem Kocanın Kurnaz Karısı, Vatan Kurtaran Şaban, Ve Değirmen Dönerdi-Lütfen Dokunmayın. Deneme: Berlin Mektupları, Çok Güzelsin Gitme dur, Hak dostum Diye başlayalım Söze, Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil, Koyma Akıl Oyma Akıl,Önce İnsan. Hikaye: Kızıl Saçlı Amazon, Onikiye Bir Var, Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu, Yalıda Sabah. |
04-30-2010, 09:28 PM | #80 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Aug 2005
Nerden: ManisA
Yaş: 38
Mesajlari: 7,071
Teşekkür Etme: 5 Teşekkür Edilme: 16 Teşekkür Aldığı Konusu: 15
Üye No: 4
Rep Power: 3487
Rep Puanı : 67186
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Halikarnas Balıkçısı
Asıl adı Cevat Şakir Kabaağaçlı olan Halikarnas Balıkçısı 1890'da doğdu. İlköğrenimini Büyükada Mahalle Mektebi'nde, ortaöğrenimini Robert Koleji'nde yaptı (1904). Oxford Üniversitesi'nde dört yıl Yakın Çağlar Tarihi okudu, üniversiteyi orada bitirdi. İstanbul'a dönünce Resimli Ay, İnci vb. dergilerde yazılar yazdı, kapak resimleri ve süslemeler yaptı, karikatürler çizdi (1910 - 1925). Cumhuriyetten sonra asker kaçaklarıyla ilgili bir yazısı yüzünden üç yıl kalebentlikle Bodrum'a sürüldü. Cezasının son yarısını İstanbul'da geçirdikten sonra yeniden döndüğü Bodrum'da kaldı. 1947'de İzmir'e yerleşen Halikarnas Balıkçısı, 13 Ekim 1973'de bu kentte öldü. Çok sevdiği Bodrum'a gömüldü. ESERLERİ: Roman:Agata Burina Burinata, Bulamaç, Deniz Gurbetçileri, Ötelerin Çocukları, Turgut Reis, Uluç Reis. Deneme:Altıncı Kıta Akdeniz, Düşün Yazıları, Anadolu Efsaneleri, Hey Koca yurt, Anadolu Tanrıları, Merhaba Anadolu, Anadolu’nun Sesi, Arşipel, Sonsuzluk Sessiz Büyür. Hikaye:Gençlik Denizlerinde, Egeden Denize Bırakılmış Bir Çiçek, Çiçeklerin Düğünü, Dalgıçlar, Mavi Sürgün, Parmak Damgası. Çocuk Kitapları: Denizin Çağrısı, Gülen Ada, Yol Ver Deniz Hakkında Yazılanlar Fahr El Nissa Zeid Dinçer Erimez, Sezer Tansuğ Artist Yayın Fahr el nissa Zeid, ruhunun kaos sonsuzluğunda ısrarlı arayışlarla yoğun elmas renklerden, ışık çizgilerden oluşan kehkeşanlı, meçhul dünyalar resimledi.Kompozisyonlarında, doğu ve batı sanatının özdeş ruhunu oluşturduğu övgülerini aldı.Resim sanatında soyut, nonfigüratif veya bir başka belirgin sınıfa konamayacak, şaşırtıcı zigzaglar çizen mistik esinlemeler dolu şairane bir mizaç; bağımsız, kural dışı, özgün ve kendi başına bir sanatçı olarak tanımlandı Fahr el nissa Zeid. Bu kitap, sanatın unutulmaz isimlerinden birini, Fahr el nissa Zeid'i yeniden sergiliyor. 2.Şakir Paşa Ailesi (A Turkish Tapestry) Şirin Devrim Doğan Kitapçılık / Anı Dizisi II. Abdülhamid'in sadrazamı olan Cevad Paşa sözünü esirgemeyen, şahsiyet sahibi bir devlet adamıdır. Ancak bir komplo düzenlediğinden kuşkulanan Padişah onu sadrazamlıktan azleder. Bunun üzerine Şakir Paşa, kardeşinin uğradığı haksızlığı sineye çekemediği için II. Abdülhamid'in verdiği konakta oturmayı reddederek Büyükada'daki köşküne çekilir. Şakir Paşa'nın torunu Şirin Devrim'in çocukluğunun geçtiği bu köşkte kimler yaşamaz ki... Başta Şirin Devrim'in annesi ressam Fahrünnisa (Zeyd) olmak üzere, Füreya (Koral), Aliye (Berger), Cevat Şakir (Halikarnas Balıkçısı), Suat Şakir, İzzet Melih (Devrim), Nejad Devrim vd... İçlerinden kimileri dünya çapında ün kazanan bu sanatça ailenin yaşamı, Osmanlı'nın son dönemleri ile Kurtuluş Savaşı yılları ve Cumhuriyet'in ilk yıllarına denk düşer. Şakir Paşa ailesinin bu yaşam serüveni bizleri eski İstanbul atmosferine götürüyor. Anıların tatlı esintisi içinde, birçok tarihi şahsiyetle karşı karşıya geliyoruz; Atatürk'ten Kral Gazi'ye, Hitler'den Kraliçe Elizabeth'e, Kral Hüseyin'e kadar... Daha önce İngiltere ve Amerika'da yayımlanan ve Batılı okurlarca ilgiyle karşılanan Şakir Paşa ailesinin yaşamöyküsü, elden geçirilmiş 7. baskısıyla yeniden Türk okurunun karşısında. |
Bu Konudaki Online üyeler: 3 (Üye Sayisi : 0 Ziyaretçi Sayisi : 3) | |
|
|