05-11-2007, 12:36 AM | #11 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Dec 2005
Nerden: BeyCoast
Mesajlari: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Teşekkür Edilme: 333 Teşekkür Aldığı Konusu: 269
Üye No: 4853
Rep Power: 2950
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Aşık Veysel
Ben giderim adım kalır Dostlar beni hatırlasın Düğün olur bayram gelir Dostlar beni hatırlasın Can bedenden ayrılacak Tütmez baca, yanmaz ocak Selam olsun kucak kucak Dostlar beni hatırlasın... Aşık Veysel, hayatini anlattığı bir şiirinde"Ücyüz-onda gelmiş idim cihana" diyor. Yıl 1894 oluyor hesapça. Sivas'a bağlıŞarkışla ilçesinin Sivrialan Köyünde dünyaya gelmiş. Anasi Gulizar, bir yaz günükoy dolaylarındaki Ayıpınar merasına koyun sağmaya gittiğinde; oracıkta bir yolüstünde doğurmuş Veysel'i. Göbeğini de kendi eliyle kesmiş. Yaman kadınmışGülizar ana. Bebesini bir çaputa sarıp yürüye yürüye köye dönmüş. Babası Ahmet;bebenin adini Veysel koymuş. Yıllar geçmiş aradan büyümüş, konuşmuş, yürümüşVeysel çocuk. Böylece yedi yaşına varmış. O yıl bir çiçek hastalığı salgınıolmuş Sivas'ta. Küçük Veysel de yakalanmış. Sol gözünde, cicegin beyi çıkmışkendi deyimiyle... Göz akıp gitmiş. Sağ gözüne de perde inmiş, önceleri. Yalnızışığı seçebiliyormuş, bu gözüyle. Babasına "Çocuğu Akdağmadeni'ne götür, oradabu gözünü açacak bir doktor var." demişler. Sevinmiş Ahmet emmi. Gel gör kitalihsizlik yine yakasını bırakmamış Veysel'in. Bir gün inek sağarken babasıyanına gelmiş. Veysel ansızın donuverince; yakında bulunan bir değneğin ucuöteki gözüne girivermiş. O göz de akıp gitmiş böylece. Veysel'in Ali adında birağabeysi ve Elif adında bir kız kardeşi varmış. Hepsi çok üzülmüşler Veysel'inkotu kaderine. Babası meraklı adammış. Halk ozanlarından şiirlerokuyup ezberleterek avutmaya çalışmış oğlunu. Sivas'ın köyleri saz sairleriyledolu. Onlar da ara sıra gelip Ahmet emminin evine uğrarlarmış. Veysel ilgiyledinlermiş calip söylediklerini. Babası, oğlunun ilgisini görünce; bir saz alıpvermiş ona. İlk saz derslerini, babasının arkadaşı olan Çamşıh'lı Ali Ağa'danalmış. Ve gitgide, kendini iyice saza vermiş Veysel. Unlu Halk ozanlarınınşiirlerini çalıp söylemiş bir zaman. Yirmibes yasındayken (1919) anası, babasıVeysel'i Esma adında bir kızla evermişler ve kısa sure sonra ikisi de göçüpgitmiş bu dünyadan (1921). Acı üstüne acı gelmiş, ama bitmemiş talihin kotuoyunu. İkinci çocuğu on günlükken, anasının memesi ağzına tıkanarak ölmüş,ardından da karisi yanaşmalarıyla evden kaçmış. Bu olay çok koymuş Veysel'e.Daha dertli olmuş ve iyice içine kapanmış. Karisi koyup gittiğinde bir kızıvarmış Veysel'in. Daha bir yasini bile bitirmemiş. İki yıl kucağında gezdirmişVeysel, ne çare o da yaşamamış. Bu sıralar Veysel'i yeniden evermişler. Bukarisi çocuk vermiş Aşığa. Biri olmuş, iki oğlan, dört kız, altısı sağ. Onlar da18 torun vermiş Veysel'e. Aşık Veysel, Cumhuriyetin Onuncu yıldönümüne rastlayan 1933 yılına kadar, başka ozanların şiirlerini çalıp söylemiş.Kendi deyişlerini söylemekten utanır, çekinirmiş. O yıllarda sairlerimizdenrahmetli Ahmet Kutsi Tecer tanımış Veysel'i. Onun ışık tutuculuğuyla Veysel'inşiirleri aydınlığa kavuşmuş. Veysel; şairliğinin gelişmesinde Tecer'in büyükyardımlarını gördüğünü söylerdi her zaman. Veysel'in gün ışığına çıkan ilk şiiriGazi Mustafa Kemal Pasa için söylediği: "Türkiye'nin ihyası Hazreti Gazi"mısrasıyla başlayan şiirdir. Bundan sonra bütün yazdıklarını calip söylerolmuştu. 1933 yılına kadar, köyünden dışarı hemen hemen hiç çıkmadığı halde;bundan sonra bütün yurdu dolaşmış, yurdunun çeşitli şehirleriyle kasabalarını,köylerini yakından tanımıştır. Halk ozanlarından en çok Karacaoglan'i, Yunus'u,Emrah'i, Dertli'yi severdi. Çağımızın ozanlarından Ahmet Kutsi Tecer'in ayrı biryeri vardı Veysel'de. Onun aracılığıyla Koy Enstitülerinde bir sure sazöğretmenliği de yapmıştı Veysel. Sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Cifteler,Kastamonu, Yildizeli, Akpınar Koy Enstitülerinde bulunmuştu. 1952 yılındaİstanbul'da büyük bir jübilesi yapılan Aşık Veysel'e 1965 yılında Türkiye BüyükMillet Meclisi, "Anadilimize ve Milli Birliğimize yaptığı hizmetlerden dolayı"özel bir kanunla vatani hizmet tertibinden aylık bağlamıştı. Veysel'in bir başka özelliği daha vardı; köyünde ve çevresinde ondan önce birtek meyve ağacı olmadığı halde, Sivrialan'da ilk meyve bahçesini oyetiştirmişti. Hem öyle bir bahçe ki, içinde elmadan kayısıya, kirazdan cevizekadar turlu turlu meyve ve çiçek vardı. Veysel, kardeşlerinin yardımıyla bubahçeyi yapmaya başladığı zaman köylüleri "Atalarımız bunca yıl böyle bir isyapmamışlar, su kor adam onlardan iyi mi bilecek ki böyle ise kalkıştı?"demişler. Birkaç yıl sonra ağaçlar yetişmiş, meyve vermiş. Köylüler öncekidediklerini hatırlayıp utanmışlar ve bu defa "O kor değilmiş, meğer kor olanbizmişiz diyerek Aşık Veysel'i kutlamışlar. iste böylesine uzağı gören birinsandı o... Yetmiş yıl karanlık bir dünyada yaşadı (ölümü 21 Mart 1973). Fakatkaranlık gözlerindeydi yalnız, içi apaydınlıktı, şiirleri de öyle... Halkşiirimizin bu güçlü ozanı yarim yüzyılı aşkın bir sure yazdıklarıyla, calipsöyledikleriyle çevresine ışıklar saçtı. Sanırım simdi de mezarında son uykusunuışıklar içinde uyuyordur. Yalnız çağımızda yasayanlar değil, bizden çok sonrayasayacaklar da "Dostlar Beni Hatırlasın" şiirini unutmayacaklar ve her zamanrahmetle anacaklardır. Aşık Veysel'e sormuşlardı: – Usta, sazın iyisi nasıl olur?” o, şöyle cevap vermişti: – Nasıl mı? İyi saz dediğin, sapı gürgen, teknesi duttan, döşü çamdan olur... Hemen ardından: –Ya iyi sazın, iyi sözü nasıl olur? denilince bakır rengi, kırışık yüzünde olgun bir tebessüm dolaştı: – Sazı, eline yakıştıran bilir... Yıl 1933 idi. Cumhuriyet'in 10. Yılı kutlanacaktı. Büyük şölen vardı Ankara'da. İşte o günlerde, Atpazarı'ndaki hana, ayağında çarığı, sırtında sazıyle iki gözü kör bir ozan inmişti. Adını soranlara “Veysel” diyordu, “Şatıroğlu Veysel”. Köyünü, kentini soranlara anlatıyordu: – Sivas'ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyündenim. Anam beni koyun sağarken doğurmuş. Babam, rençberden Karacaların Ahmet Efendi'dir. Anam da, babam da rahmetli oldu... Ve gözlerini soranlara acı acı gülümsüyordu: – Yedi yaşında çiçek aldı götürdü; sonra, avunmak için bu sazı verdiler elime. Ben ona söyledim, o bana söyledi... Uzun ince bir yoldayım Gidiyorum gündüz gece Bilmiyorum ne haldeyim Gidiyorum gündüz gece Ama, kimse o gün Veysel'e “Ne'yle geldin” diye sormamıştı. Kara trenle mi? Kamyon sırtında mı? Kağnı üstünde, at terkisinde mi? Hayır. Veysel, Cumhuriyet'in büyük şölenine katılmak için, azığını çıkın etmiş, köyden bir yiğitin yanına düşüp, yürüye yürüye yola koyulmuşlardı. Evet, tam üç ayda gelmişlerdi Ankara'ya... O günlere kadar, “Tezene”yi sazın “Döş”üne sadece köy kahvelerinde vuran Veysel, sesini bütün yurda ilk defa işte o büyük şölende duyurdu. O günden sonra coştu. Herkes “Karacaoğlan'lar, Emrah'lar bitti...” diyordu. Herkes, halk ozanlarının yüzyıllarca süren altın devri kapandı sanıyordu. İşte Veysel, o devrin bittiği yerde, pırıl pırıl, bir başlangıç oldu. Karnın yardım kazma ilen, bel ilen Yüzün yırttım tırmığınen, el ilen Gene beni karşıladı gül ilen Beni sadık yarim kara topraktır... Anadolu delikanlısı sıkılgandır. Saygılıdır. Şamata bilmez. Bu yüzden, nice halk ozanı ıssız dağ başlarında kaynayan, fakat vadiye varmadan kaybolup giden pınarlar gibidir. Bilinmez. Veysel, günümüzdeki bütün bu pınarlara da bir başka gürleyiş, bir başka ses kazandırdı. Şimdi güzel Anadolu'yu dile getiren bunca halk ozanı, hep onun aydınlığında buluyorlar yollarını... Bir sohbet sırasında Veysel'e, – Hani mümkün olsa, gözlerini açtırmak ister misin? diye sormuşlardı. Başını iki yana sallamış, – Hayır, demişti. “İçimde bir dünya kurdum. Onu yıkmak istemem...” Sonra bir çift söz daha eklemişti buna: “Hem ben görüyorum.” demişti. “Aşık, gözüyle değil, gönlüyle gören adamdır...” Veysel, gözleri görmediği halde, görenlerden daha çok çalışan bir köy çocuğudur. Sivrialan'ın “Çoraktır, emeği inkar eder” dedikleri sarı toprağında, meyve bahçeleri kurmuştur. Kaplan Dere'deki köprü, onun gayretiyle yapılan köprüdür. Hem de iki defa yapılmıştır bu köprü. Köy köy dolaşıp, Kaplan Dere köprüsüne para toplayan Veysel, köprünün açıldığı gün pek coşmuştu: Kolay geçmek için Kızılırmak'tan Alındı paralar, cemoldu halktan Gayret köylülerden, izin Allah'tan Yaptırdı köprüyü, güldürdü bizi... Kaplan Dere, Kızılırmak'ın dalıdır. Delifişek bir deredir. O güne kadar salla adam geçirip, para alanlar köprüye kızmış, çileden çıkmışlardı. Çok geçmeden kundaklayıp, köprüyü yaktılar. Herkese derin bir üzüntü çökmüş, Veysel hüngür hüngür ağlamıştı: Fakir fukaradan alındı para Yandı kömür oldu gitti sulara Memlekete düşman, bir yüzü kara Yaktı köprümüzü, yandırdı bizi... Sonra yine önayak olmuş, yine yaptırmıştı köprüyü. Görmedi ama, gönlünce hazzını duydu. Seyretmedi ama, hissetti. Tıpkı şiirleri gibi. Okumadı ama, okutmasını bildi. Aşık Veysel, 1942-1944 arasında Arifiye ve Hasanoğlan, sonra da bir süre Çifteler Köy Enstitülerinde Halk Türküleri Öğretmenliği yaptı. Şiirleri en çok “Ülkü” dergisinde yayınlanmıştır. Ünlü ozanımız evli ve 6 çocuk babasıdır. En çok bilinen eserlerinden bazıları : Kara Toprak Dost Dost Diye Nicesine Sarıldım Benim Sadık Yarim Kara Topraktır Beyhude Dolandım Boşa Yoruldum Benim Sadık Yarim Kara Topraktır Nice Güzellere Bağlandım Kaldım Ne Bir Vefa Gördüm Ne Faydalandım Her Turlu İsteğim Topraktan Aldım Benim Sadık Yarim Kara Topraktır Koyun Verdi Kuzu Verdi Sut Verdi Yemek Verdi Ekmek Verdi Et Verdi Kazma İle Dövmeyince Kıt Verdi Benim Sadık Yarim Kara Topraktır Ademden Bu Deme Neslim Getirdi Bana Turlu Turlu Meyva Yetirdi Her gün Beni Tepesinde Götürdü Benim Sadık Yarim Kara Topraktır Karnin Yardim Kazma İle Bel İle Yüzün Yırttım Tırnak İle El İle Yine Beni Karşıladı Gül İle Benim Sadık Yarim Kara Topraktır İşkence Yaptıkça Bana Gülerdi Bunda Yalan Yoktur Herkesler Gördü Bir Çekirdek Verdim Dört Bostan Verdi Benim Sadık Yarim Kara Topraktır Havaya Bakarsam Hava Alırım Toprağa Bakarsam Dua Alırım Topraktan Ayrılsam Nerde Kalırım Benim Sadık Yarim Kara Topraktır Dileğin Varsa İste Allah'tan Almak İçin Uzak Gitme Topraktan Cömertlik Toprağa Verilmiş Haktan Benim Sadık Yarim Kara Topraktır Hakikat Ararsan Açık Bir Nokta Allah Kula Yakın Kul Da Allah'a Hakkin Gizli Hazinesi Kara Toprakta Benim Sadık Yarim Kara Topraktır Bütün Kusurlarımı Toprak Gizliyor Merhem Calip Yaralarımı Tuzluyor Kolun Açmış Yollarımı Gözlüyor Benim Sadık Yarim Kara Topraktır Her Kim Ki Olursa Bu Sırr-ı Mazhar Dünyaya Bırakır Ölmez Bir Eser Gün Gelir Veysel'in Bağrına Basar Benim Sadık Yarim Kara Topraktır Senlik Benlik Nedir Bırak Allah birdir Peygamber Hak Rabbül alemindir mutlak Senlik benlik nedir bırak Söyleyim geldi sırası Kürtü Türkü ne Çerkezi Hep Ademin oğlu kızı Beraberce şehit gazi Yanlış var mı ve neresi Kurana bak İncile bak Dört kitabın dördü de hak Hakir görüp ırk ayırmak Hakikatte yüz karası Binbir ismin birinden tut Senlik benlik nedir sil at Tuttuğun yola doğru git Yoldan çıkıp olma asi Yezit nedir, ne kızılbaş Değil miyiz hep bir kardaş Bizi yakar bizim ataş Söndürmektir tek çaresi Kişi ne çeker dilinden Hem belinden, hem elinden Hayır ve şer emelinden Hakikat bunun burası Şu alemi yaratan bir Odur külli şeye Kadir Alevi Sünnilik nedir Menfaattir var varası Cümle canlı hep topraktan Var olmuştur emir Haktan Rahmet dile sen Allah'tan Tükenmez rahmet deryası Veysel sapma sağa sola Sen Allah'tan birlik dile İkilikten gelir bela Dava insanlık davası… Ala Gözlü Benli Dilber Ala gözlü benli dilber Bir gün gelsen bize doğru Seni sevdim can u dilden Çekme kendini naza doğru Ne pervam var ne de perdem Sanma beni hali bir dem Söyler seni teller her dem Kulak versen saza doğru Asika zulfukar isen Gulsende güle zar isen Hakikatli bir yar isen Ben geleyim size doğru Gönülleri bir edelim Gayrileri biz nidelim İkimiz de bir gidelim Yürüyelim ize doğru Bir gün için feryadı zar Bülbül eder her dem seher Aç sinemi gel gör ne var Arttı derdim yüze doğru Kafi derdim bir derd katma Veysel'i yabana atma Kerem eyle çok uzatma Kavuşalım yaza doğru. Hepimiz Bu Yurdun Evlatlarıyız Bu nasıl kavgalar çirkin dogusler Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız Yolumuza engel olur bu isler Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız Birleşiriz bir bayrağın altında Biz Türklerin ikilik yok aslında Yanar tutuşuruz vatan aşkında Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız Hedef alıp dövüştüğün kardeşin Seni yaralıyor attığın taşın Topluma zararlı yersiz savaşın Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız Herkes ilim deryasında yüzüyor Çıkmış ayin çevresinde geziyor Yazık bize yollarımız uzuyor Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız Kitaplar yazılmış nasihat dolu Birlikte güçlenir gençliğin kolu Gençliğe emanet Atatürk yolu Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız Söyler Veysel sözlerinden vazgeçmez Bulanık çeşmeden kimse su içmez Ganadı olmasa kuşlar da uçmaz Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
05-11-2007, 12:36 AM | #12 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Dec 2005
Nerden: BeyCoast
Mesajlari: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Teşekkür Edilme: 333 Teşekkür Aldığı Konusu: 269
Üye No: 4853
Rep Power: 2950
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
ATTİLA
Büyük Türk-Hun İmparatoru'dur. 395 yılında doğdu. Hun Devleti'nin kurucularından Muncuk'un oğludur. 434 yılında kardeşi Bledu ile birlikte İmparatorluğun başına geçti. Bir süre sonra kardeşinin öldürülmesiyle Tuna kıyılarından Çin Seddi'ne kadar uzayan imparatorluğun tek hâkimi oldu. 750 bin kişilik ordusuyla Galya şehirlerini alt üst etti. Orleans'ı kuşattı. Kuzey İtalya'yı silindir gibi ezip geçti. Avrupa'yı titreten bir cihangir oldu. 453 yılında öldü.Tıpkı Büyük İskender gibi bütün dünyaya hâkim olmak ihtirası ile dopdolu bulunan Attila, bu büyük emelini tamamen gerçekleştiremedi. Ancak tarihin tanıdığı en ünlü cihangirlerden biri oldu.Gençliğini barış için rehin olarak Roma'da geçirmiş, bu yüzden Roma kültürünün yanı sıra zaaflarını ve karakterlerini incelemişti. Latince'yi de ana dili gibi öğrenmişti. Hükümdar olduktan sonra Romalılar hakkındaki bütün bu bilgilerini en iyi şekilde değerlendirmeyi başardı. Attilâ önce Doğu Roma'yı hedef aldı. Bizans üzerine yürüdü. Kendisinden aman dileyen İmparatoru yıllık vergiye bağladı. Bir süre sonra vergisini ödemeyen imparatora, bunu pek pahalıya ödetti. Balkanlardan Mora'ya, oradan İstanbul kapılarına kadar olan bölgeyi ele geçirdi. Bizanslılar vergiyi iki misline çıkartarak İstanbul'u kurtardılar. Fakat, bu arada Bizans İmparatoru III. Valentinianus, bir suikastçi göndererek Attilâ'yı öldürtmeye teşebbüs etti. Bu teşebbüs sonuçsuz kaldı. İmparator bu kez kendi emriyle suikasti hazırlayanın kafasını kestirip Attilâ'ya göndermekle, kendisini temize çıkarmaya kalkıştı. Bu arada III. Valentinianus'un hayatı boyunca evlenmemeye mahkum ettiği kız kardeşi, rahibe olarak kapatıldığı manastırdan Attilâ'ya bir nişan yüzüğü göndererek kendisiyle evlenmeye hazır olduğunu bildirdi. Bütün Avrupa'ya dehşet saçan Attilâ, Bizans İmparatoru'na daha sert bir mesaj göndererek, nişanlısının kapatılmış bulunduğu manastırdan serbest bırakılmasını ve müstakbel eşine çeyiz olarak Batı Roma İmparatorluğunun yarısının verilmesini istedi. III. Valentinianus, Büyük Türk-Hun İmparatoru'nun bu teklifi karşısında kara kara düşüncelere daldı. Bunun verdiği huzursuzluk bütün Bizans'ı kapladı. Doğu Roma İmpatorluğu sınırları içinde bitip tükenmek bilmeyen korkulu günler ve aylar başladı, Attilâ'nın bütün emeli Batı ile Doğu Roma İmparatorluklarının kendisine karşı birleşmelerini önlemekti. İki cephede birden savaşmak istemiyordu. Doğu Roma'yı bu huzursuzluğun içinde bıraktıktan sonra ani bir kararla Batı Roma'ya yürüdü. Bir hallaç pamuğu gibi attı, Batı Roma İmparatorluğu'nu. Roma'ya girmesinin gün meselesi halini aldığı bir sırada Papa III. Leon, bizzat Attilâ'nın karargâhına giderek Roma'yı çiğnememesi için ricada bulundu. Hattâ bunun için kendisine yalvardı. Papanın bu yalvarışı karşısında istilâyı durdurmayı kabul eden Attilâ, Romalıları çok ağır bir vergiye bağladı.Sekiz yıl içinde bütün Avrupa'da eşi görülmemiş ölçüde büyük bir istilâda bulunan Attilâ, korku ve dehşet ifade eden tek isim oluvermişti. Bu yüzden son derece âdil bir hükümdar olmasına rağmen bütün Avrupa kendisini barbar gözüyle gördü. Onun etrafına saçtığı büyük korku ve dehşetin psikolojik bir sonucu olmuştu bu yanlış teşhis... Attilâ yalnız büyük bir istilâcı ve yaman bir komutan değil, mükemmel bir hükümdardı. Tarih onu, milletine medenî bir düzen veren ve dünyada posta teşkilatını kuran ilk kişi olarak tanır.Attilâ'nın ilk eşi ve baş kadını Arıkan idi. Ölümünden sonra yerine geçen oğlu İlek'in anası olan Arıkan'dan başka bir kaç kadın daha almıştı. 453 yılında büyük Türk-Hun İmparatorluğu'nun başkenti olan Etzelburg'da (Bugün Macaristan sınırları içinde bulunan Attila şehri) İlkido adında genç bir kızla evlendi. Elli sekiz yaşında olmasına rağmen son derece dinç ve kuvvetli idi. Zifaf gecesinin sabahında, bütün Avrupa'yı tir tir titreten cihangir, yatağında ölü bulundu. Ağzından, burnundan boşanan kanlarla, bütün yatak kıpkırmızı olmuştu. Ölümünün şiddetli bir burun kanamasından mı, bir hastalıktan mı, yoksa bir suikast sonucu mu meydana geldiği kesinlikle anlaşılamadı. Cenazesi, ölümünün ertesi günü yapılan çok büyük bir törenle kaldırıldı. Cesedi altın bir tabuta konulmuştu. Bu tabut, önce gümüş, sonra da demir bir mahfazanın içine yerleştirilmiş ve böylece toprağa verilmişti.Attilâ, ölümünden sonra, kimse tarafından rahatsız edilmeden ebedî uykusunu uyumak isterdi. Bunu, böyle vasiyet etmişti. Bu nedenle mezarını kazıp kendisini toprağa verenler okla vurulmak suretiyle hemen oracıkta öldürüldü. Sonra mezarının yanından geçmekte olan bir çayın mecrası değiştirildi. Sular başta tarafa, muhtemel olarak mezarın üzerinden verilen yeni mecrasına akıtıldı. Böylelikle büyük cihangirin son arzusu yerine getirilmiş oldu. Ne yazık ki bugün mezarının yeri dahi bilinmez...
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
05-11-2007, 12:36 AM | #13 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Dec 2005
Nerden: BeyCoast
Mesajlari: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Teşekkür Edilme: 333 Teşekkür Aldığı Konusu: 269
Üye No: 4853
Rep Power: 2950
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Piri Reis ( .... - 1554)
Osmanlı denizci. Dünya haritaları ve denizcilik kitabıyla tanınmıştır. Doğum tarihi kesin olarak bilinmiyor. 1465-1470 arasında Gelibolu'da doğdu. Kahire'de öldü. Asıl adı Muhiddin Pirî'dir. Karamanlı Hacı Ali Mehmed'in oğlu ve ünlü Osmanlı denizcisi Kemal Reis'in yeğenidir. Akdeniz de korsanlık yapmakta olan amcasının yanında yaklaşık 1481'den sonra denize açıldı. 1487'de onunla birlikte İspanya'daki Müslümanlar'ın yardımına gitti. 1491-1493 arasında Sicilya, Sardunya, Korsika adalarına ve Güney Fransa kıyılarına yapılan akınlara katıldı. Amcasıyla birlikte Osmanlı Devleti'nin hizmetine girerek 1499-1502 Osmanlı-Venedik Savaşı'nda bir savaş gemisinde kaptanlık yaptı. 1511'de amcasının ölümü üzerine Gelibolu'ya çekilerek Kitab-ı Bahriye (Denizcilik Kitabı) üzerinde çalıştı ve 1513'te bir dünya haritası çizdi. 1516 Mısır seferinde Osmanlı donanmasında kaptan olarak savaştı. 1517'de ilk çizdiği haritayı I. Selim'e (Yavuz) sundu. 1521'de Kitab-ı Bahriye'yi tamamladıktan sonra 1522'de Rodos seferine katıldı.1524'te sadrazam Makbul İbrahim Paşa'yı Mısır'a götüren gemiye kılavuzluk etti. Sadrazamın ilgilenmesi üzerine 1525'te Kitab-ı Bahriye'yi yeniden düzenleyerek onun aracılığıyla I. Süleyman'a (Kanuni) sundu. 1528'de çizdiği ikinci haritasını da padişaha armağan etti. 1528'den sonra güney denizlerinde görev yaptı. Portekizlilerin Aden'i alması üzerine Süveyş'teki Osmanlı donanmasına kaptan atanarak 26 Şubat 1548'de Aden'i geri aldı. 1552'de önemli bir Portekiz üssü olan Maskat'ı ve ardından Kişm Adası'nı alarak Hürmüz Kalesi'ni kuşattı. Portekizliler'in Basra Körfezi'ni kapatmak istediklerini duyarak kuzeye yöneldi. Katar Yarımadası'na, Bahreyn Adası'na egemen olarak Mısır'a geçti. Donanmayı Basra Körfezi'nde bıraktığı için sefer sırasında kendisinden yardımını esirgeyen Basra Valisi Kubâd Paşa'nın da girişimleriyle suçlu görülerek idam edildi. Büyük bir denizci olduğu kadar büyük bir haritacı olan Pirî Reis, korsanlık günlerinden başlayarak gezip gördüğü yerleri yabancı kaynaklardan da yararlanarak tarihi ve coğrafi özellikleriyle birlikte kitabında anlatmış ve haritalarını çizmiştir. Kitab-ı Bahriye'nin nazımla yazılan ve denizcilikle ilgili tüm bilgilerin toplandığı başlangıç bölümünde, genel açıklamalardan sonra Ege ve Akdeniz adaları tanıtılarak, denizle ilgili gözlem ve deneyim önemi vurgulanır. Fırtına, rüzgâr çeşitleri, pusula ve haritanın tanımından sonra dünyayı kaplayan denizler ve karaların oranı belirtilir. Portekizliler'in denizcilikteki ilerlemeleri ve keşifleri, Çin Denizi, Hint Okyanusu, Akdeniz ve Ege Denizi'ndeki rüzgârlar, Basra Körfezi, Atlas Okyanusu ayrıntılı biçimde anlatılır. Düz yazı ile anlatımın başladığı haritalı bölüm asıl metni oluşturur. Bu bölümde Çanakkale Boğazı'ndan başlayarak Ege Denizi kıyı ve adaları, Adriyatik denizi kıyıları, Batı İtalya, Güney Fransa, Doğu İspanya kıyılarıyla çevresindeki adalara ilişkin tarihi, coğrafi bilgiler verilerek kuzey Afrika kıyıları, Filistin, Suriye, Kıbrıs ve Anadolu kıyıları izlenerek Marmaris'te tüm Akdeniz'in havzası noktalanır. 1513'te çizdiği ilk haritasında Kristof Kolomb'un 1498'de çizdiği Amerika haritasından, Portekiz ve Arap haritalarından yararlandığını belirtir. Elde kalan parçası Avrupa ve Afrika'nın batı kıyılarıyla Atlas Okyanusunu, Antil Adalarını, Orta ve Güney Amerika'yı gösterir. 1528'de çizdiği ikinci haritasından günümüze kalan parça, büyük bir dünya haritasının kuzey batı köşesi olup Atlas Okyanusu'nun kuzeyini, kuzey ve orta Amerika'nın yeni keşfedilmiş kıyılarını ve Grönland'dan Florida'ya uzanan kıyı şeridini içerir. Adalar ve kıyılar son keşiflere dayalı olarak daha doğru çizilidir. Keşfedilmeyen yerler ise beyaz bırakılarak, bilinmediği için çizilmediği belirtilir. İlk haritadan daha büyük ölçekli ve gelişkin olan ikincisi, teknik olarak döneminin en ileri örneğidir. Kitabı Bahriye 'den Piri Reis'in önsözü Özellikle , güneş gibi parıldayan ve ay ışığı gibi ışıldayan , Arap ve Acem sultanlarının sultanı ve Allah'ın yeryüzündeki gölgesi olan Sultan Bayezid ( II ) Han'ın oğlu , Sultan Selim (I) Han'ın oğlu Sultan Süleyman (kanuni) Han ki , "Yüce Allah özellikle kendisinden inayetini esirgemesin, devletini güçlendirsin , ona zaferler versin , dünyanın yıkılacağı kıyamet gününe kadar oğullarına ömürler ve kuvvetler bahşeylesin" Amin Bu kitabın yazılış sebebine gelince , cihan padişahı Kanuni Sultan Süleyman'ın yüce devletine ve mutluluklar bahşeden kapısına , zamanın bilgili kişileri , uğurlu hüdavendigarın sonsuz himmetleri ile isim ve şöhret sahibi olabilmek için , çeşitli bilim dallarında eserler vücuda getirmişlerdir. Merhum Kemal Reis'in kardeşinin oğlu olan bu zayıf ve güçsüz Hacı Muhammed'in oğlu Piri Reis de , bu ümitle , padişah hazretlerinin feleğe benzeyen eşiğine , kuretinin yettiği ölçüde "denizcilik ilminden" ve gemicilerin sanatından yadigar olmak üzere bir kitap yazdım.Çünkü , bu ilimde , şimdiye kadar hiç kimse , böyle faydalı bir eser bırakmamıştır. Piri Reis Müzesi Çimenlik Kalesi içinde bulunan Piri Reis Müzesi'de, Piri Reis'in, Kitab-ı Bahriye'sini yazdığı tarihten itibaren değişik tarihlerde çizdiği üç adet Çanakkale Haritası, Dünya Haritası, Piri Reis'i yaşadığı devre ait Bayrak ve Sancaklar, Osmanlı resim sanatı olan Manzaralı Resim Sanatının üstadı Nasuh Matrak-çı'ya ait kitaplardan örnekler yer almaktadır.
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
05-11-2007, 12:37 AM | #14 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Dec 2005
Nerden: BeyCoast
Mesajlari: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Teşekkür Edilme: 333 Teşekkür Aldığı Konusu: 269
Üye No: 4853
Rep Power: 2950
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
DEDE KORKUT
[IMG]http://halacli.**************/turk_buyukleri/dede_korkut.jpg[/IMG] Büyük Türk destanının yaratıcısı Dede Korkut'un kişiliği üzerinde bilgilerimiz yetersiz kalıyor. Korkut-Ata adıyla da tanınan Dede Korkut, söylentilere göre Oğuzların Bayat Boyundan Kara Hoca’nın oğludur. Onun, IX. ve XI. yüzyıllar arasında Türkistan'da Sir-Derya nehrinin Aral Gölüne döküldüğü yerde doğduğu, Ürgeç Dede adında bir oğlu olduğu, Oğuz Türklerinden büyük saygı gördüğü, bu bölgelerde hüküm süren Türk hakanlarına akıl hocalığı ve danışmanlık ettiği destanlarından anlaşılmaktadır. Dede Korkut'un Türkler arasında, ağızdan ağıza, dilden dile dolaşan destan niteliğindeki hikâyeleri XV. yüzyılda Akkoyunlu'lar devrinde Dede Korkut Kitabı adıyla bir kitapta toplanmış, böylelikle sözden yazıya dökülmüştür. Destan derleyicisi, Dede Korkut kitabının önsözünde Dede Korkut hakkında şu bilgileri verir ve onun ağzından şu öğütlerde bulunur: (Bayat Boyundan Korkut Ata derler bir er ortaya çıktı. 0 kişi, Oğuz'un tam bilicisi idi. Ne derse olurdu. Gaipten türlü haber söylerdi...) (Korkut Ata Oğuz Kavminin her müşkülünü hallederdi. Her ne iş olsa Korkut Ata'ya danışmayınca yapmazlardı. Her ne ki buyursa kabul ederlerdi. Sözünü tutup tamam ederlerdi...) (Dede Korkut söylemiş: Lapa lapa karlar yağsa yaza kalmaz, yapağılı yeşil çimen güze kalmaz. Eski pamuk bez olmaz, eski düşman dost olmaz. Kara koç ata kıymayınca yol alınmaz, kara çelik öz kılıcı çalmayınca hasım dönmez, er malına kıymayınca adı çıkmaz. Kız anadan görmeyince öğüt almaz, oğul babadan görmeyince sofra çekmez. Oğul babanın yerine yetişenidir, iki gözünün biridir. Devletli oğul olsa ocağının korudur...) (Dede Korkut bir daha söylemiş: Sert yürürken cins bir ata nâmert yiğit binemez, binince binmese daha iyi. Çalıp keser öz kılıcı nâmertler çalınca çalmasa daha iyi... Çala bilen yiğide, ok'la kılıçtan bir çomak daha iyi. Konuğu olmayan kara evler yıkılsa daha iyi... Atın yemediği acı otlar bitmese daha iyi. İnsanın içmediği acı sular sızmasa daha iyi...) Dede Korkut'un kitabında on iki destan var. Bu destanlar, Türk dilinin en güzel örnekleri olduğu gibi, Türk ruhuna, Türk düşüncesine ışık tutan en açık belgelerdir. Dede Korkut, Oğuz Türklerini, onların inanışlarını, yaşayışlarını, gelenek ve göreneklerini, yiğitliklerini, sağlam karakteri ve ahlâkını, ruh enginliğini, saf, arı-duru bir Türkçe ile dile getirir. Destanlarındaki şiirlerinde, çalınan kopuzların kıvrak ritmi, yanık havası vardır. Bamsı Böyrek Destanı'nda Bey Böyrek’in ardından yavuklusu Banu Çiçek şöyle seslenir ; Vay al duvağımın sahibi, Vay alnımın başımın umudu. Vay şah yiğidim, şahbaz yiğidim, Doyuncaya dek yüzüne bakamadığım Han yiğit... Göz açıp ta gördüğüm, Gönül ile sevdiğim, Bir yastığa baş koyduğum Yolunda öldüğüm, kurban olduğum Can yiğit... Dede Korkut destanlarının kahramanları, iyiliği ve doğruluğu öğütler. Güçsüzlerin, çaresizlerin, her zaman yanındadır. Hile-hurda bilmezler, tok sözlü, sözlerinin eridirler. Türk milletinin birlik ve beraberliğini, millî dayanışmayı, el ele tutuşmayı telkin eder. Yüzyıllar boyu, heyecanla okunan bu eserdeki destanlar, Doğu ve Orta Anadolu'da, çeşitli varyantları ile yaşamıştır. Anadolu'nun birçok bölgelerinde, halk arasında söylenen, kuşaktan kuşağa aktarılan hikâye ve destanlarda Dede Korkut'un izleri ve büyük etkileri vardır. Millî Destanımızın ana kaynağı olan Dede Korkut Kitabı’nın bugün elde, biri Dresden'de, öteki Vatikan'da olmak üzere, iki yazma nüshası vardır. Bu yazma eserlere dayanarak Dede Korkut Kitabı, memleketimizde birkaç kez basıldığı gibi, birçok yabancı memleketlerde çeşitli dillere de çevrilmiştir.
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
05-11-2007, 12:37 AM | #15 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Dec 2005
Nerden: BeyCoast
Mesajlari: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Teşekkür Edilme: 333 Teşekkür Aldığı Konusu: 269
Üye No: 4853
Rep Power: 2950
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
MİMAR SİNAN
Büyük mimar, 29 Mayıs 1490 tarihinde Kayseri'nin Kesi nahiyesine bağlı Ağırnas köyünde doğdu. Bir devşirme olarak Yeniçeri ocağına girdi. 50 yaşında askerden ayrıldı ve Hassa Sermimarı(Mimarbaşı) oldu. 48 yıl bu makamda kaldı. 81 cami, 10 mescit, 55 medrese, 26 türbe, 17 imaret, 6 bent ve su kemeri, 9 köprü, 17 kervansaray, 33 saray, 6 mahzen ve 37 hamam inşa etti. 9 Nisan 1588 tarihinde İstanbul'da öldü. Türbesi Süleymaniye camiinin avlusundadır. Ayasofya kilisesinin açıldığı gün o muhteşem kubbenin altında duran İmparator Jüstinyen “Hazreti Süleyman sana galebe çaldım” diye haykırmıştı. İmparator, bu kubbeden daha muhteşem bir kubbenin, gök kubbe altında bulunamayacağı inancı içinde idi. Fakat Koca Sinan “kalfalık devremin eseri” dediği Süleymaniye Camii ile gök kubbe altındaki kubbelerin en muhteşemini kurup Ayasofya'yı gölgede bırakan kişi oldu. Bu öylesine bir cami idi ki, Cihan Padişahı Kanunî Sultan Süleyman Hân'ın ulu adına lâyık, dünya durdukça olanca ihtişamı ile dimdik ayakta duracak bir şaheserdi. İnşaatı tam sekiz yıl sürmüş, bu yüzden Kanunî Sultan Süleyman, pek sevip takdir ettiği Sermimarı Sinan'a hayli kızdığı zamanlar da olmuştu. Sinan caminin yalnız temelleri için tam 6 yılını harcamıştı. İstanbul'da Ayasofya'yı gölgede bırakacak heybette bir caminin inşa edilmekte olduğu haberi bütün İslâm dünyasının gözlerini İstanbul'a çevirmişti. Ancak inşaatın bu derece gecikmesinin maddî sıkıntıdan olduğu kaygısını da uyandırmıştı. Bunun etkisi iledir ki, İran Şahı Tahmasb Hân, sefiri aracılığı ile Kanunî Sultan Süleyman'a ufak bir sandık dolusu mücevher göndermiş ve “Caminin tamamlanmasında bizim de bir hissemiz olsun istedik” demişti. Tarihe adını “Muhteşem” sıfatıyla yazdıran Kanunî, sandığı Mimar Sinan'a vererek “Bu taşlar da harçta kullanıla” demiş ve İran elçisinin hayret dolu bakışları arasında bu mücevherler de çakıl taşı niyetine harcın içine atılmıştı. Üsküdar'dan doğan güneşin ilk ışıkları ile, Haliç üzerinden batan güneşin son ışıkları altında Süleymaniye Camii minarelerinin pırıl pırıl parlamasının bu taşlardan olduğu söylenir. Bu arada Koca Sinan'ı çekemeyenler türlü dedikodudan geri kalmıyorlardı: “Bu binayı kara çamurdan çıkarmaya kadir değildir” diyenler camiin duvarları olanca heybetiyle yükseldikten sonra bu kez, “Kubbenin durmasında şüphesi vardır. Herif ona hayrandır; bu uğurda günlerini geçirir...” demeye başlamışlardı. Bu söylentiler padişaha kadar aksetmişti. Sinan’ın, fena halde hiddetlenen Sultan Süleyman'ın gazabına uğramasına ramak kalmıştı. Bir gün camiye ani olarak gelen Kanunî, Sermimarı Sinan'ı kubbenin altında oturup nargile içerken gördüğü zaman: – Bre Sinan, neden benim camiin ile mukayyed olmayıp nargile içerek tatil-i evkât edersin?...” diye gürledi... Koca Sinan nargilenin tömbekisi bulunmadığını gösterip, – Ol nargilenin fokurtusu ile kubbedeki aks-i sadayı dinlerim devletlüm...cevabını verdi. Cidden o ufacık nârgileden çıkan fokurtu bu dev kubbede büyük bir akustik yapmaktaydı... Ve bunca hâdise ile dolu sekiz uzun yılın sonunda bir mimarî şaheseri olan muhteşem cami tamamlandı. Süleymaniye adını taşıyan bu emsalsiz mabet 16 ağustos 1556 Cuma günü ibadete açıldı. Adına inşa olunan caminin ihtişam ve güzelliğine hayran kalan Kanunî Sultan Süleyman, caminin anahtarını Koca Sinan'a uzatırken: – Binâ eylediğin bu beytullahı, sıdk, safa ve dua ile yine senin açman gerek...diyerek Sermimarına şereflerin en büyüğünü bağışladı. “Şehzâde Camii çıraklığımın, Süleymaniye kalfalığımın, Edirne'deki Selimiye de ustalık devremin eseridir” diyen Mimar Sinan, Yeniçeri ocağında marangozlukla işe başlamıştı. Yavuz Sultan Selim'in Tebriz seferi sırasında Van Gölü'nü geçmek için inşa ettiği geniş tekne, yalnız bu göldeki ilk tekne olmasının yanı sıra, aynı zamanda onun ilk eseri olmuştu. Sonra Arap ve Acem diyârlarına yapılan seferler sırasında hendese ve mimarlık öğrenmiş, Kanunî'nin Karabağ seferi sırasında Prut nehri üzerinde ilk köprüsünü inşa etmişti. 50 yaşında iken Yeniçeri ocağından ayrılıp saraya Sermimar(Mimarbaşı) olarak geldikten sonra üç kıtaya yayılan o koskoca imparatorluğu her biri birer mimarî şaheseri olan dört yüze yakın eserle süslemişti. Tam 48 yıl sürmüştü Koca Sinan'ın Mimarbaşılığı. Türk tarihinin bu en muhteşem ve en zengin devresini, inşa ettiği camiler, medreseler, türbeler, kemerler, köprüler, saraylar, hamamlar, mahzenler ve bentlerle dile getirdi. Doksan yaşını aşkın iken, çok sevdiği ve himâyesine aldığı Şair Mustafa Sâi'ye Tezkiretü’l-Bünyân adı altında geniş bir hayat hikâyesini de kaleme aldırdı. Böylelikle devşirme Sinan, kişisel gayretiyle yarattığı Koca Sinan'ı da yazılı bir eser olarak bıraktı tarihimize. Mimar Sinan, 9 Nisan 1588 tarihinde İstanbul'da öldü Türbesi Süleymaniye Camii'nin avlusundadıR.
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
05-11-2007, 12:37 AM | #16 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Dec 2005
Nerden: BeyCoast
Mesajlari: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Teşekkür Edilme: 333 Teşekkür Aldığı Konusu: 269
Üye No: 4853
Rep Power: 2950
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
NAMIK KEMAL
Şair, romancı, tiyatro yazarı, gazeteci ve idare adamı. 1840 yılında Tekirdağ'da doğdu. Dedesinin terbiyesi altında özel eğitimle yetişti. Tercüme Odası'nda çalışırken Şinasi ile tanıştı. Küçük yaşta şiire başlamıştı. Şinasi'nin Tasvîr-i Efkâr adıyla çıkardığı gazetede yazarlığa başladı. Yeni Osmanlılar Cemiyeti’ne girdi. 1867'de Paris'e, oradan da Londra'ya kaçtı. 1870'ten sonra İstanbul'a dönerek Gelibolu Mutasarrıfı oldu. 1888 yılında Sakız Mutasarrıfı iken öldü. 1 Nisan 1873 Akşamı, Gedikpaşa'daki Osmanlı Tiyatrosu olağanüstü bir heyecan içinde kaynaşıyordu. Bir yıl önce Gelibolu'da mutasarrıf bulunduğu sırada Kemal Bey'in yazdığı dram, Vatan Yahut Silistre ilt defa sahneye konacaktı. Gedikpaşa Tiyatrosu'nun beş kat locasında saray mensupları, hatırlı, tanınmış kimseler yer yer göze çarpmaktaydı. Nazırlardan, vezirlerden bazıları da gelmişti. Beş yıldan beri Güllü Agop'un metne dayanarak eser oynatma yetkisini padişahtan alması üzerine, İstanbul'da başka tiyatro kalmadığından, Vatan piyesi bu sahnede oynanacaktı. Salon, at nalı şeklinde, kırmızı kadife koltuklar ve aynı renkte kadife kaplı localarla kat kat yükseliyordu. Her yer tıklım tıklım doluydu. O sırada İbret gazetesini çıkaran Kemal Bey'in şöhreti ise herkesin bildiği bir şeydi. Daha perde açılıp da İslam Bey ve Zekiye Hanım'ın vatanı yücelten sözleri sahneye yakışır bir yiğitçe tavırla söylenmeye başlar başlamaz, seyircilerde coşkunluk alametleri belirmişti. Zekiye'yi Yeranuhi Karakaşyan oynuyordu. Halk kendini unutmuş, “Aferin!” diye yüksek sesle sahneye bağırıyordu. İkinci ve üçüncü perdelerde coşkunluk daha da arttı. Tiyatronun içinden yükselen sesler, “Yaşa Kemal! Varolsun milletin Kemal'i...” haykırışları sokaktan geçenlerce bile işitilir olmuştu. Temsil, coşkun alkışlar, dakikalarca süren haykırışlar arasında sona erdiği zaman halk tiyatroyu terk etmek istemedi. Kemal Bey'in sahneye çıkması arzu olunuyordu. Neden sonra kendisinin tiyatroda bulunmadığı anlaşılınca İbret gazetesi idarehanesine gidilmeye karar verildi. Elliden fazla itibarlı kimse o zamanlar henüz İstanbul sokakları aydınlatılmadığı için ellerinde fenerler ve meşalelerle bir fener alayı ihtişamı içinde ve yollarda yüksek sesle “Varolsun Kemal” diye haykırarak Gedikpaşa'dan Galatasaray'daki Haçapulo Pasajı'na, İbret gazetesine geldiler. Gazetenin sahibi Aleksan Efendi'yi uykudan uyandırdılar. Meramlarını anlattılar. Kemal Bey orada yoktu. Bunun üzerine övgü dolu bir tezkere bırakarak ayrıldılar. Ertesi günü İbret gazetesinde olaylar anlatılıyor ve bu tezkere de yayınlanıyordu. Halkın arzusu üzerine tiyatro idaresi, 2 Nisan akşamı da piyesi oynatma iznini kopardı. Bu defa temsil, Zekiye'yi canlandıran Karakaşyan yararına verilecekti. 4 Nisan akşamı ise tiyatroda Teodor Kasap'ın Pinti Hamit adlı adaptasyonu oynanacaktı. Tiyatronun edebî heyetinde bulunan Namık Kemal ve Mustafa Nuri, idare odasında oturmuş olayları görüşüyorlardı. İbret, bir gün önce süresiz olarak kapatılmıştı. Sebep, olayları anlatış tarzıydı. Halkı padişaha karşı isyana kışkırtır görülmüştü. O sırada kapı açıldı, içeriye bir yabancı girdi. Kemal Bey'in orada olup olmadığını sordu. Kendisini Zaptiye Müşiri Paşa istiyordu. Kemal'i alıp gitti. Az sonra bir zaptiye (askerî polis) binbaşısı geldi. Mustafa Nuri'yi alıp götürdü. O gece temsil sırasında Ahmet Mithat Efendi'yi de aldılar. Ebüzziya Tevfik ve diğerleri birer birer toplandı. Memlekette vatan bilincini uyandırmak için tiyatrodan yararlanan ilk adam, böylece Abdülaziz'in Tanzimat Fermanı'na aykırı düşen emriyle Magosa’ya sürgün edilmiş oldu. Diğerleri de “Hürriyet taraflısı” olmak suçlarıyla çeşitli yerlere sürüldüler, hapsedildiler. Namık Kemal, en büyük eserlerini Magosa'da yazdı. 1876'da Sultan V. Murat'ın tahta çıkmasıyla affedilerek İstanbul'a döndü. Çok geçmeden Sultan II. Abdülaziz'in tahta çıkmasıyla yeniden tevkif edildi. Mahkemeye sevk edildi. Bereat etti. Fakat yine de İstanbul'da kalması önlendi. Bu yüzden çeşitli mutasarrıflıklara tayin edildi. En son Sakız Mutasarrıfı iken 2 Aralık 1888'de tutulduğu zatürre hastalığından kurtulamayarak hayata gözlerini yumdu. Rumeli Fatihi Şehzade Süleyman Paşa'nın Bolayır'daki türbesi yanında toprağa verildi. Namık Kemal, bir çok önemli yeteneklere sahipti. Mesela bir kaç kişiye bir kaç ayrı metni aynı anda yazdırdığını oğlu Ali Ekrem Bolayır, Ruh-ı Kemal adlı eserinde yazar. Keza işittiğini hemen hafızasında tutmak gibi üstünlükleri onun genç yaşta gelişmesine yardım etmiştir.
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
05-11-2007, 12:38 AM | #17 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Dec 2005
Nerden: BeyCoast
Mesajlari: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Teşekkür Edilme: 333 Teşekkür Aldığı Konusu: 269
Üye No: 4853
Rep Power: 2950
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
NENE HATUN
Tarihimize "93 Harbi" adıyla geçen Türk-Rus savaşında Erzurum'un Aziziye Tabyası'nda gösterdiği kahramanlıkla adını tarihe kazandıran Türk kadını. 1857 yılında Erzurum'da doğdu. Tam doksan sekiz yıl orada yaşadı. Bir kahramanlık sembolü olarak tanındı ve anıldı. Ömrünün son demlerini "Üçüncü Ordu'nun Annesi" olarak geçirdi. 1955 yılında "Yılın Annesi" seçildikten sonra 22 Mayıs 1255 günü Erzurum'da zatürreden vefat etti. Türk-Rus Harbi'nin kanlı ve karanlık günleriydi. 1877 yılı Kasım ayının 7'sini 8'ine bağlayan gece, civarda bulunan iki Ermeni köyünden gizlice harekete geçen kalabalık bir çete, sinsi sinsi yaklaşıp Erzurum'un meşhur Aziziye Tabyası'na girmeyi başarmıştı. Tabyayı savunan bir avuç Türk askeri derin uykuda idi. Yataklarında bastırıldılar ve uykuda kılıçtan geçirildiler. Arkadan gelen Rus kuvvetleri de hiç bir direnme görmeksizin Aziziye Tabyası'na yerleştiler. Bu kahpe baskından yaralı olarak kurtulan bir asker koşa koşa Erzurum'a varıp kara haberi yetiştirdi. Minarelerden sabah ezanı yerine "Moskof Aziziye'ye girdi!" sesleri yükselmeye başladı. Bir anda bütün Erzurum duymuştu bu kara haberi. Ve bir anda bütün Erzurum şahlanıvermişti. Tüfeği olan tüfeğini kaptı, olmayan eline ne geçirdi ise tırpan, kazma, kürek, sopayı alıp sokaklara döküldü. Erkekli kadınlı bütün Erzurum halkı Aziziye'ye doğru koşmaya başladı. Şehrin kenar bir mahallesindeki mütevazi bir evde oturan taze bir gelin vardı. Bir gün evvel ağabeyi Hasan cepheden ağır yaralı olarak eve getirilmiş ve bir kaç saat önce bu taze gelinin kolları arasında ruhunu teslim etmişti. Kocası cephede idi. Minarelerden yükselen "Moskof Aziziye'ye girdi" seslerine, seferber olup koşanların uğultuları karışıyordu. Taze gelin, bu kara haberi duymuş gibi hemen ağlamaya başlayan üç aylık bebeğini emzirip uyuttu. Usulca onu beşiğine bıraktı ve heyecan dolu bir sesle: - Seni bana Allah verdi, ben de seni Allah'a emanet ediyorum yavrum, diye mırıldandı. Sonra şehit kardeşinin döşeğine seğirtti. Ölüyü alnından öptü: - Seni öldüreni öldüreceğim ben de, dedi, kin dolu bir sesle. Ve masanın üzerinden satırı kapmasıyla kapıdan dışarı fırlaması bir oldu. O da çılgınca Aziziye'ye doğru koşmakta olan kadınlı erkekli, taşlı sopalı kalabalığın arasına karıştı. Bütün Erzurum, o dadaşlar diyarı şahlanmştı. Erzurum halkı bir sel gibi akıyordu canından aziz saydığı Aziziye Tabyası'na doğru. Aziziye'ye yerleşmiş olan Moskof, tabyaya yaklaşmakta olanlara karşı yaylım ateşine geçince bir hayli Erzurumlu kırıldı. Onların kırılışını görmek, ayakta kalabileni büsbütün şahlandırmış ve tabyanın demir kapılarına gülle gibi yüklenen kalabalık bir anda içeri doluvermişti. Demir kapılar bile dayanamamıştı bu olağanüstü iman karşısında. Aziziye'de boğaz boğaza kanlı bir dövüş başladı. Balta, tırpan, kazma ve sopası olmayan pençeleriyle Moskofun gırtlağına yapışıyordu. O toplu tüfekli ordu, tam bir bozguna uğramıştı bu şahlanış karşısında. Türk demeye dili dönmeyen Moskof askerleri Osmanlı'yı da kısaltıp sadece "Osman"a çevirmişlerdi. Başı dara gelen "Osman teslim" deyip canını kurtarmaya bakıyordu. Başka bir zaman olsaydı Türkün merhameti galebe çalardı, belki. Fakat bu zaman diğer zamanlardan çok farklıydı. Aziziye'nin dışında ve içinde kadınlı, ihtiyarlı çocuklu yüzlerce Erzurumlu kanlar içinde yatıyordu. Onlara ateş açanlar acımışlar mıydı? Ne "Osman" dinleyen oldu, ne de "Teslim"e kulak asan... Taze gelin de elinde satırı, karşısına çıkan Moskof'un kafasına, suratına indiriyordu. Şehit düşen ağabeyisinin acısını, bin Moskof'u öldürse içine atamazdı... 2.000'e yakın Moskof askeri öldürülmüş ve Aziziye kurtarılmıştı. Düşmanın geri kalan kısmı selameti atlarına atlayıp kaçmakta bulmuştu. Onları takip etmek için Erzurumlu'nun atı yoktu. Fakat kaçan atlıyı kovalayan yayalar yine de onu yakalayıp haklamayı biliyordu. Yaralılar arasında taze gelin de vardı. Elinde satırı ile döğüşürken aldığı bir yaranın etkisiyle o da kanlar içinde yere yıkılmıştı. Fakat yaralı olarak baygın bulunduğu zaman dahi elindeki kanlı satırını sıkı sıkıya kavramış bırakmıyordu hırs dolu pençelerinin arasından... Adı Nene idi taze gelinin. O günden sonra o da bütün Erzurum'un tanıyıp saydığı kişiler arasına katıldı. Doksan sekiz yıllık ömrü boyunca bütün Erzurumlulara Moskof'un Aziziye'de nasıl tepelenişini anlattı. Fakat kendinden bir kaç kelime ile bahsetti. Ölümünden bir yıl önce kendisini ziyaret eden NATO Başkomutanına "Ben o zaman gereken şeyi yapmıştım. Bugün de gerekirse aynı şeyi yaparım" demiş ve Amerikalı generali kendine hayran bırakmıştı...
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
05-11-2007, 12:38 AM | #18 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Dec 2005
Nerden: BeyCoast
Mesajlari: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Teşekkür Edilme: 333 Teşekkür Aldığı Konusu: 269
Üye No: 4853
Rep Power: 2950
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
OSMAN GAZİ Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu Osman Gazi’dir. Kurduğu Devletin adına da Osman’a izafetle Osmanlı denildi. Osmanlı Devletinin kuruluşu bir mucizeler silsilesidir. Söğüt dolaylarında kurulan bu devlet birdenbire gelişerek muazzam bir imparatorluk haline geldi. Osmanlı tahtına geçen on padişah enerjik ve devlet idareciliğinde mahir, aynı zamanda birer büyük kumandan idiler. Hiçbir milletin tarihinde üç asır süren bir müddet içinde birbiri adınca cihangir padişahlar gelmemiştir. Osman Gazi’den sonra, Orhan Gazi, Murat Hüdavendigâr, Yıldırım Bayezid, Mehmet Çelebi, İkinci Murat, Fatih Mehmet, Bayezid’ı Veli, Yavuz Selim ve Kanunî Süleyman geldiler. Cihan tarihinde Romalılarla Osmanlılar kadar, devamlı ve uzun ömürlü hiçbir devlet kurulmamıştır. Osman Gazi’nin kurduğu bu devlet tam 624 yıl devam etti. Bu nedenledir ki, Osman Gazi dikkate değer kudretli bir devlet kurucusudur. Osmanlı tarihi muhteşem olaylarla doludur. Osmanlı medeniyetinin eserleri ise, hala bütün ihtişamı ile ayakta durmaktadır. Osman Gazi,1258 tarihinde Söğüt’te doğmuştur. Annesi Hayme Ana’dır. Babası Ertuğrul Gazi, dedesi de Süleyman Şah’tır. Asıl adı Otman’dır. “Ot” kelimesi eski Türkçe’de “ateş”, “man” da “adam” demektir. Osman Gazi, Oğuzların Bozok koluna mensup Kayi boyundandır. Oğuzlar Müslümanlığı kabul edince Türkmen adını almışlardır. Kayilerin hepsi Türkmen kıyafetinde idiler. Bunlar beyaz tenli, kumral saçlı ela gözlü insanlardır. Vücutça kuvvetli, ahlak itibariyle de çok yüksektirler. Kayiler ırkı vasıflarını, ruhi asaletlerini muhafaza etmek için ne Moğollarla, ne Acem, ne Araplarla ve de Hıristiyan kavimlerle karışmışlardır. Anadolu’yu dolduran Türkler, Türklüğün bütün seciye ve meziyetlerini muhafaza etmişlerdir. Ruhlarında yaşayan cihan hakimiyeti fikri, hiçbir devirde sönmemiştir. Bu sebepledir ki, daima akıncı olarak kıtalar fethetmişler, birçok milletleri hakimiyetleri altına almışlardır. Osman Gazi, Söğüt’te büyüdü. Babası ile beraber savaşlarda bulundu. Cesur ve yiğit bir delikanlı idi. Uzuna yakın orta boylu, geniş omuzlu, uzun kollu, yuvarlak yüzlü, siyah çatık kaşlı, elâ gözlü, koç burunlu ve değirmi sakallı idi. Osman Gazi iyi bir asker olmakla beraber edebiyata da meraklı idi. Hayrullah Tarihi’nde, kendisine ait şu şiiri bulmaktayız: Kurt olup, gel gir sürüye Aslan ol, bakma geriye Çar edüp, haydi çeriye Dil geçidini hisar yap Osman Ertuğrul oğlusun, Oğuzhan Karahan neslisin, Hakkın bir kenter kulusun İstanbul’u aç gülzar yap! Osman Gazi’nin, gençliğinde geçirdiği bir aşk macerası zamanımıza kadar intikal etmiştir. Kendisi, babasının sağlığında, Eskişehir yakınlarında İtburnu denilen bir köyde oturmakta olan Edebalı adlı bir şeyhin evine sık sık giderdi. Bu zat, âhi pîrlerinden idi. Şeyh Edebalı’nın Balahûn adında çok güzel bir kızı vardı. Osman Gazi bu kıza aşık oldu. Onu babasından istedi ise de Şeyh, kızını bir beyzadeye veremeyeceğini bildirdi. Osman ise Balahûn’a candan tutkun bulunuyordu. Bir gece bir rüya gördü. Rüyasında, Şeyh Edebalı’nın yanında yatıyordu. Bu esnada Edebalı’nın koynundan bir ay doğdu. Bedir haline gelince, gökten inip Osman’ın koynuna girdi. Bunun üzerine Osman’ın göbeğinden bir ağaç çıkarak yükseldi. Büyüdükçe yeşillendi. Dallarının gölgesi ile bütün dağları örtüyordu. Ağacın yanında dört sıra halinde dağlar gördü ki, bunlar Kafkas, Atlas, Toros ve Balkan Dağları idiler. Ağacın köklerinden Dicle, Fırat, Nil ve Tuna nehirleri çıkıyordu. Dağlardan çıkan bu sular, gül ve servili bahçeler arasından dolaşarak akıyordu. Deniz gibi üzerlerinde gemiler yüzüyordu. Tarlalar mahsullerle dolu idi. Dağların tepeleri de sık ormanlarla örtülü idi. Vadilerin her tarafında şehirler vardı. Bunların hepsinin altın kubbelerinde birer ay yükseliyor, sayısız minarelerinden müezzinler ezan okuyor, bu sesler ağacın dalları üzerindeki bülbüllerin ve renkli papağanların ve kuşların cıvıltılarına karışıyordu. Ağacın yaprakları kılıç kını gibi uzanmaya başladı. Derken bir rüzgar çıkıp, ağaçların yapraklarını, İstanbul şehrine doğru çevirdi. Şehir iki denizin ve iki karanın birleştiği yerde, iki firuze ile zümrüt arasına oturtulmuş bir elmas gibi parlıyordu. Böylece bütün dünyayı kuşatan geniş bir ülkenin teşkil ettiği yüzüğün kıymetli taşını meydana getiriyordu. Osman bu yüzüğü parmağına takarken uyandı. Bu rüyasını gidip Şeyh Edebalı’ya anlattı. Şeyh gülerek Osman, padişahlık sana ve senin nesline kutlu olsun. Kızım Balahun da senin helalin olsun. Hemen nikah edelim! Dedi. İşte Osman, bu rüya sayesinde sevdiği kıza kavuştu. Fakat Osman Gazi’nin ilk eşi, bir Türkmen Bey’i olan Ömer Bey’in kızı Malhatun’dur. Malhatun, Orhan Gazi’nin annesidir. Ertuğrul Gazi ölünce, onun yerine Osman, Bey oldu. Babası gibi Bizanslılarla savaşı devam etti. Fakat Bizans Tekfurları, Osman’ın vücudunu ortadan kaldırmaya karar verdiler. Bu işi harple değil, hile yolu ile görmeye teşebbüs ettiler. Bilecik Tekfur’u , Yarhisar Tekfurunun kızı ile evlenecekti. Bu düğüne Osman Bey’i de davet ederek öldürmeye karar verdiler. Fakat Osman Gazi, Rumların bu gizli kararlarından haberdar oldu. Osman Gazi yaylaya çıkarken her zaman ağırlıklarını Bilecik Tekfuruna emanet ederdi. Yine aynı şekilde ağırlıklarını Bilecik’e göndermek üzere hazırlattı. Fakat bu defa eşyaların içini silahla doldurdu. Kırk kadar askeri de kadın kıyafetine soktu. Bunları Bilecik’e göndermek üzere hazırlattı. Ertesi gün de kendisi, oğlu Orhan ile birlikte düğüne gitti. Düğün başlayıp da yenilip içildiği bir anda, kadın kıyafetindeki askerler kaleye girerek muhafızları öldürdüler. Bir kısım asker de siperlere yerleşti. Rum Tekfuru Osman Gazi’yi öldürmek için harekete geçtiği esnada, Osman Gazi korkup kaçar gibi kaleye doğru koşmaya başladı. Tekfur ve Rumlar, Osman’ın peşine düştüler. Fakat, tam siperlerin önlerine gelince, pusuya girmiş olan askerlerin içine düştüler. Kılıçlarını çekip saldıran askerlerle Rumlar arasında kanlı bir savaş başladı. Bu harpte Orhan’ın çok yararlılığı görüldü. Tekfur da ağır bir yara alarak öldü. Gelin olan Holofira da duvağı ile beraber esir düştü. Bu güzel Rum dilberini Osman Gazi oğlu Orhan Bey’e kılıç hakkı olarak verdi. Eski tarihler bu kızın adını Nilüfer Hatun olarak yazmakta iseler de, aslında Nilüfer ismi başka bir kıza aittir. Nilüfer Hatun, bir Türkmen kızı olup, Orhan Gazi’nin birinci karasıdır. Nilüfer Hatun; Süleyman Paşa ile Murat Hüdavendigar’ın annesidir. Bu dönemde Selçuklu sultanları, tamamen Moğol İlhanlıların oyuncağı olmuştu. Anadolu’da Selçuk hakimiyeti kalmamıştı. Anadolu birliği tamamen bozulmuş, çeşitli bölgelerde muhtelif beylikler kurulmuştu. Moğollar, Anadolu halkını soyuyorlardı. Durum bu merkezde iken, Osman Gazi’nin başarılarını gören Selçuklu Sultanı II. Gıyasettin Mesut, ona bir ferman gönderdi. Osman Bey, bu fermanı bütün gazilerin huzurunda okudu (1284). Tam bir tasvip gördüğü için de Bizanslılarla savaşlara devam etti, birçok yerleri zapta muvaffak oldu. Bu başarıları üzerine Selçuklu Sultanı, istiklal alameti olarak (Tuğ), (Alem), (Tabıl) ve bir de altın kılıç gönderdi. Ayrıca beyaz renkte bir de sancak yolladı (1289). Aradan bir müddet geçtikten sonra Selçuklu sultanlarının Anadolu’da bir gölge olduğunu gören Kayi Beyleri bir toplantı yaparak Osman Gazi’ye şunları söylediler: Sen Kayihan neslindesin, Kayihan, Oğuz Beylerindendir. Günhan’ın vasiyeti Oğuz türesince hanlık, Kayi soyuna düşer. Sen hanlığa layıksın, seni han tanıyalım! Toplantıda, Ahilerin Pîri Ahi Evren, Bektaşilerin pîri Hacı Bektaş Veli, Osman Gazi’nin kayınpederi Şeyh Edebalı da bulunuyordu. Oğuz Beyleri, Osman Gazi’yi bir ak keçeye oturtarak dokuz defa havaya kaldırdılar. Huzurunda ant içtiler. Şerefine kımız dolu kadehler kaldırılırken: Abu hayatlar, sıhhatler, afiyetler ve padişahlık mübarek olsun! Diye bağırdılar. O gün, Türklük için büyük bir bayramdı. Osman Gazi, 1299 tarihinde, han seçilerek bağımsızlığını ilan etti. Hacı Bektaş Veli, Osman Han’ın başına Horasani bir keçe kavuk giydirdi. Ahi Evren de kılıcını kuşattı. Bundan sonra nöbet vuruldu; yani mehter takımı havalar çaldı. Arkasından Selçuk fermanı okundu. Osman Han, bu fermanı bir ikindi vakti ayakta dinledi. Otağının önüne dokuz tuğ dikildi. Bütün bu merasim Oğuz töresince yapılmıştı. Bu suretle Osman Gazi, Osmanlı Devletinin kurucusu oldu. Osmanlıların ilk hükümet merkezi olarak Karacahisar uygun görüldü. İlk hutbeyi Tursun Fakih okudu. Fakat namına para basılamadı. Osman Gazi, bağımsızlığını ilan ettiği zaman hükümdarlığı altında şu yerler bulunuyordu: Karacadağ, Domaniç, Söğüt, Karacahisar, Eskişehir, Bilecik, İnegöl, Yarhisar, Çakırpınar, Taraklı Yenicesi, İnönü, Köprühisar ve Bozöyük. Padişahlığının üçüncü yılında Yenişehir ve Yunthisar’ı da aldı. Bu defa hükümet merkezi Yenişehir’e nakledildi. Memleketini beş idareye böldü. Oğlu Orhan Bey’e, Sultanönü’nü, büyük kardeşi Gündüzalp’e Eskişehir’i, Aykut Alp’e İnönü’nü, Hasan Alp’e Yarhisar’ı, Turgut Alp’e İnegöl’ü verdi. Diğer oğlu Alaeddin Paşa ile, kayınpederi Şeyh Edebalı’yı da Bilecik’te bıraktı. Osman Gazi, bundan sonra, 1302 tarihinde Köprühisarını, 1306’da da Koyunhisarı’nı fethetti. Oğlu Orhan Gazi’yi de Bursa’nın fethine gönderdi. Bursa, 1326 tarihinde fetholundu. Bu sıralarda Osman Gazi, Nikris hastalığından rahatsız olduğundan yatıyordu. Oğlu Orhan Gazi’yi yanına çağırttı. Yatağının başında Ahi Şemseddin, Ahi Hasan, Turgut Alp, Saltuk Alp bulunmakta idiler. Bu zatların huzurunda şunları söyledi: Oğullarıma ve dostlarıma birinci vasiyetim şudur: Daima gaza ve cenge devam ediniz. Cihadın kemaline varıp, sancağı daima yüksekte tutunuz. Hanedanından ve torunlarımdan her kim ki, doğru yoldan ve adaletten geri kalır, o, rûz-i mahşerde, Peygamberin şefaatinden mahrum kalsın! Sonra oğlu Orhan’a döndü: Oğlum; dünyaya gelen bir padişah yoktur ki, ölüme itaat etmesin. Şimdi Hakim-i Mutlakın hüküm ve iradesiyle ölüm yaklaştı. Bu manevi yolculukta, artık, dünya nimetlerinden ümidi kesmek gerektir. Ey bahtiyar oğlum, bu devleti, bu emareti sana ısmarlıyorum. Seni Allah’a emanet ediyorum. Bütün işlerinde kanunları üstün tut. Askerleri ve halkı kendi akraban gibi sev, haklarını tamamen ve noksansız ver! Dedikten sonra, kendisinin, Bursa’da Gümüşlü Kümbet’e gömülmesini vasiyet etti. Kısa bir zaman sonra 1326’da 69 yaşında iken gözlerini hayata yumdu. Osman Gazi, 19 yıl beylik, 27 yıl da padişahlık etmişti. Öldüğü zaman terekesinden altın, gümüş gibi kıymetli eşyalar çıkmadı. Denizli bezinden içi alemli yapılmış bir yeni sarıklık bezi, bir at zırhı, bir tuzluk, bir kaşıklık, bir çift çizme, Alaşehir mensucatından kırmızı renkli sancaklar, bir de iki uçlu kılıç, bir tirkeş, tahta bir taht, bir mızrak, birkaç at, üç sürü de koyun çıktı. Türk Milletine koskoca bir devlet bırakan yıllarca gaza yapan Osman Han’ın dünya malı bunlardan ibaretti. Osman Gazi, padişah iken devlet hazinesinden maaş almaz, koyunları ile geçinirdi. Büyük bir ırkın büyük bir padişahı olarak emsalsiz bir feragat sahibi idi.
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
05-11-2007, 12:39 AM | #19 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Dec 2005
Nerden: BeyCoast
Mesajlari: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Teşekkür Edilme: 333 Teşekkür Aldığı Konusu: 269
Üye No: 4853
Rep Power: 2950
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
ATİH SULTAN MEHMET
Osmanlı hükümdarlarının yedincisi olup İstanbul’u almak suretiyle tarihte yeni bir devir açan ve Osmanlı devletini de bir imparatorluk haline getiren padişahtır. 1430 yılında doğdu. İkinci Murad’ın oğlu, Çelebi Sultan Mehmed’in torunudur. Annesinin Sırplı veya Zülkadiroğulları soyundan Alime Hatun adlı bir Türk olduğu hakkında iki rivayet vardır. Babası sağlığında onu iki defa tahta geçirerek Manisa’ya istirahata çekilmişti. İlk defa 1444 yılında yani 14 yaşında iken hükümdar oldu. Fakat onun çocuk olmasından fayda uman Haçlılar Ordusu hududu aşınca ikinci Murat tehlikeyi karşılamak zoruyla tekrar tahta çıktı ve Varna muharebesinde düşmanı yendi. Fatih ikinci defa bir yıl sonra, yani İkinci Kosova savaşının kazanılmasından sonra padişah oldu ama yine çocuk olduğu düşünülerek tekrar Manisa Valiliğine gönderildi. Babasının 1451 Şubatında ölmesi üzerine Manisa’dan dolu dizgin Edirne’ye gelerek tahta çıktı. 21 yaşında bir delikanlı idi. Manisa’da hükümdarlık nöbetini beklediği yıllarda bütün zamanını okumaya vermiş olduğunu söylenir. Arapça ve Farsça’dan başka Latin, Yunan ve İbrani dillerini de öğrenmiş olduğu rivayet edilir. Taca sahip olunca, vaktiyle tahta geçmişken Manisa’ya dönmesine sebep olan Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’yı içinde sakladığı hınca rağmen makamında bıraktı. Karamanoğlu İbrahim Bey’in isyanını da bastırdıktan sonra İstanbul’u almak için hazırlığa başladı. Önce Boğaziçi’nde şimdi Rumelihisarı dediğimiz Boğaz Kesen kalesini yaptırdı. Bizans’ın yüzyıllarca kuşatmalara dayanmış olan sağlam duvarlarını yıkabilmek için Edirne’de toplar döktürdü ki aralarında o zamana kadar görülmemiş büyüklükte olanlar da vardı. Hazırlık tamamlarınca ordusunu İstanbul üzerine yürüttü. 6 Nisan 1453 günü karargahını Eğrikapı karşısındaki tepenin arkasına kurdu. Asker, Marmara’dan Halice kadar yayılarak şehri kuşatıyordu. Orduda üç büyük topla beraber, irili, ufaklı ön dört batarya top daha vardı. Bu üç büyük top şimdi Topkapı dediğimiz Saint Romain karşısına konulmuştu. Bunlardan başka tahta kuleler ve sair kuşatma aletleri de vardı. Denizden de Baltaoğlu Süleyman Bey’in komutasındaki donanma muhasarayı tamamlıyordu. İmparator Konstantin Dragazes, Boğazkesen kalesinin yapıldığı günden beri şehri müdafaaya hazırlanmıştı. İmparator askeri ancak sekiz, dokuz bin kişiden ibaretti. Fakat otuz beş bin kişi kadar eli silah tutar İstanbul halkı ile gönüllüler, Cenevizliler, Venedikliler, ve yabancı kaptanlar gibi birkaç bin de yabancı yardımcıları ve Gran adlı bir de Alman topçuları vardı. Haliç, şimdiki Galata Köprüsünün hizasına bir kalın zincir gerilmek suretiyle Türk gemilerine kapatılmıştı. Fatih’in Edirne’den getirdiği büyük top, kullanıldığı zaman patlamış ve Macar Mühendis Orban’ı da öldürmüştü. Baltaoğlu’nun komutasındaki donanma da pek iş göremedi. 20 Nisanda erzak ve mühimmat yüklü üç, dört Cenova gemisi, çaplarının büyük olmasından ve o sırada kendilerine elverişli bir rüzgar çıkmasından dolayı küçük gemilerden oluşan donanmayı yararak limanın ağzına geldi ve orada gerili bulunan zincirin indirilmesi üzerine içeriye girdi. Zavallı Baltaoğlu, bir gözünü kaybedecek derecede fedakarlıkla savaşmış olduğu halde bu başarısızlığından dolayı derhal Donanma Komutanlığından azledilmiş ve yerine Hamza Bey geçirilmiştir. Bu türlü başarısızlıklar, Rumlardan rüşvet aldığı rivayet edilen Halil Paşa’nın muhasaradan vazgeçmesi için Padişaha bir daha ricada bulunmasına fırsat vermişti. Fakat İkinci Mehmed, azminden döneceklerden değildi. Toplar kara tarafından pek işe yaramıyor ve tahtadan yapılma hücum kulelerini de Bizanslılar Gregeois ateşiyle yakıyorlardı. İkinci Mehmet, Zağanos Paşa ile hocası Molla Gürani ve Akşemseddin gibi değer verdiği alimlerden oluşan büyük bir meclis kurdu ve muhasaraya devam kararını verdi. Ve şehri Haliç’ten de sıkıştırarak müdafaa kuvvetlerini dağıtmak maksadıyla dahiyane bir tedbirde bulundu: Dolmabahçe ile Kasımpaşa arasına kızaklar döşeyerek bir gecede 67 parça gemiyi Haliç’e indirdi. Muhasara 53 gün sürmüştür. Nihayet 29 Mayıs 1453’te Topkapı ve Eğrikapı üzerinden Türk askeri şehre girdi ve İstanbul alınarak tarihin Ortaçağı sona ermişti. Fatih, şehri aldıktan sonra yirmi gün kadar İstanbul’da oturmuş, mağluplara o çağın değil, bu asrın bile galiplerinde rastlanmayan âlicenaplık göstermişti. Rumlara yeniden patrik seçtirmiş, ve sonraları Osmanlı Devleti için büyük güçlükler doğuran imtiyazları vermişti. Edirne’ye dönüşünde Sadrazam Halil Paşa’yı öldürttü ve yerine ancak bir yıl kadar sonra Mahmut Paşa’yı Sadrazamlığa getirdi. 23 yaşında İstanbul’u almış olan Fatih, ondan sonra 28 yıl hükümdarlıkta bulunmuş ve bütün saltanatı zarfında iki imparatorluk, on dört devlet, iki yüz şehir fethederek “Fatih” unvanına tamamıyla hak kazanmıştır. Yaptığı savaşlar arasında başarısız olanlar da vardı. Fakat savaşlarının çoğu parlak zaferlerle bitmiştir. 1456’da meşhur Jan Hünyad, Firuz Bey’in ordusunu bozmuş, kendisini esir etmişti. Arnavutlukta yine meşhur İskender Bey, Fatih’in ordularını uzun müddet uğraştırdı. 1459’da Yunanistan ve Sırbistan istila edildi. 1462’de Trabzon İmparatorluğu da Osmanlıların eline geçti. İki yıl sonra Bosna alındı. Karaman hükümetine büsbütün son verildi. Arnavutluk nihayet istila edildi. 1475’de Gedik Ahmed Paşa komutasındaki ordu Kırım’ı aldı ve ondan sonra Kırım bir Osmanlı eyaleti haline girdi. İtalya topraklarında ve Avusturya içlerinde Türk akıncıları dolaştı. Fatih Sultan Mehmet, Rodos kalesini almaya uğraşmış, fakat muvaffak olamamıştır. Rodos Şövalyeleri, Fatih’in torununun oğlu Kanuni Süleyman zamanına kadar Türk pençesinden kurtulmuş oldular. Akkoyunlu devletinin hükümdarı Uzun Hasan’ın mağlubiyetle neticelenen Otlukbeli Savaşı da 1472’de yapılmıştır. 25 Nisan 1481 günü Ordu-yu Hümayûn'un başında yola çıkan Fatih Sultan Mehmet, Üsküdar'a geçerek ilerlemeye başladı ve bir hafta sonra Gebze civarında konakladı. İstanbul'dan yola çıktığı günden beri sağlık durumu birden bozulmuş ve günden güne de kötüye gitmeye başlamıştı. Aslen Venedikli bir Yahudi olan özel hekimi Yakup Paşa (Asıl adı Maestro İacopo), ulu hakanı tedavi etmek bahanesiyle hareket gününden itibaren vermeye başladığı zehrin dozunu artırmakta idi. Bu Venediklilerin Fatih'e on beşinci suikast teşebbüsü idi. Bundan önceki on dördü hedefine ulaşamamıştı. Venedikliler bu kez astronomik bir ücret vaadi ile padişahın özel doktorunu elde etmişlerdi. Fatih Sultan Mehmet, 3 Mayıs 1481 günü Gebze'deki otağında kan kusarak öldü. Ancak Yakup Paşanın foyası hemen meydana çıkmıştı. Venedik'in kendisine vaat ettiği 250 milyonluk muazzam serveti alamadan, Türk askerleri tarafından linç edildi. Tarihlerimiz Fatih Sultan Mehmet’i şu suretle tarif ederler: “Orta boylu, kalın kemikli, omuzlarının arası geniş, gövdesi bacaklarından uzun, kaşları yüksek ve kavisli, çehresi beyaz üzerine siyah ve kıvırcık, boynu kısarak ve ön tarafına mail, alnı açık, gözleri parlak, ağzı küçük, burnu kiraza sokulmuş şahin gagası şeklinde kemerli idi.” Kendi adıyla anılan Fatih semtinde yaptırdığı Fatih camiinin bahçesindeki türbede gömülüdür. Camiinin etrafında medreseler de yaptırmış ve bunları o zamana göre mükemmel denecek bir şekilde açtırmıştır. Eyüp camii ile Ayasofya medresesini de o yaptırmıştı. İlim adamlarına hürmet ettiği, hocası Molla Güranî’nin daima elini öptüğü, Molla Hüsrev’e camide bile ayağa kalktığı, Molla Cami ve Ali Kuşçu gibi şöhretli alimlere büyük ihsanlarda bulunduğu meşhurdur. Fatih edebiyatla da meşgul olmuş ve Avnî mahlasıyla gazeller yazmıştır. 14 gazeli Divân-ı Avnî adı ile 1904 yılında Berlin’de basılmıştır.
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
05-11-2007, 12:42 AM | #20 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Dec 2005
Nerden: BeyCoast
Mesajlari: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Teşekkür Edilme: 333 Teşekkür Aldığı Konusu: 269
Üye No: 4853
Rep Power: 2950
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
M.FEVZİ ÇAKMAK
Büyük asker, cumhuriyet ordumuzun Atatürk’ten sonraki tek mareşali 1876 yılında İstanbul'da, Cihangir'de doğdu. Asker bir ailenin çocuğudur. Soğuk, çeşme Askeri Rüştiyesi ve Kuleli İdadisinde okuduktan sonra l898'de kurmay yüzbaşı olarak tahsilini tamamladı. Ordunun çeşitli kademelerinde görev aldı. Birçok savaşlara girip çıktı. Sakarya zaferi ile mareşal rütbesini aldı. 1944 yılına kadar Genelkurmay Başkanlığı görevindeydi. 1950'de öldü. Fevzi Çakmak bir asker çocuğu idi. Babası, Miralay Sırrı Bey'di. Çakmakoğulları'ndan Sırrı Bey'in üç oğlu da onun yolunda yürümüşlerdi. Biri Manastır'da, diğeri Çanakkale'de şehit düşmüştü. Bu kardeşlerin üçüncüsünün adı Fevzi idi. Kurmay yüzbaşı rütbesiyle ordu saflarına katıldığı zaman önce Erkân-ı Harbiye Dördüncü Şubesi'ne atandı. Sonra da Rumeli'ye tayini çıktı. Balkanlarda geçen sekiz yıllık başarılı hizmet sonunda albaylığa yükseldi Çakmakoğullarından Fevzi Bey. 1908'de Hürriyet ilan edildiği zaman Taşlıca Mutasarrıfı ve 35'nci fırkanın kumandanı idi. Ancak gülünç bir iddia ile, albaylığa terfiinin bir “saray iltiması” olduğu ileri sürülerek rütbesinden iki yıldız geri alındı. Bu düpedüz bir haksızlıktı. Fakat Fevzi Bey mert bir asker ve olgun bir insandı, uğradığı bu haksızlık karşısında dahi bir infial göstermedi. Ancak haksızlıkla elinden alınan yıldızlarını pek kısa bir zamanda yine alnının teri ile geri almasını bildi. 1910 yılında Kosova Kolordusu Kurmay Başkanlığı'na, kısa bir süre sonra da Garp Kolordusu Kurmay Başkanlığına tayin edildi. Balkan Savaşında Vardar Ordusu Erkânı Harbiye Harekat Şubesi Müdürlüğü görevinde idi. Savaştan sonra merkezi Ankara'da bulunan Beşinci Kolordu Kumandanlığına getirilirken rütbesi büyümüş ve adı da Fevzi Paşa olmuştu. Birinci Dünya Savaşı başladığı zaman Fevzi Paşa, emrindeki kolordu ile Çanakkale'nin savunmasına katıldı. Oradan İkinci Kafkas Kolordusu Kumandanlığına tayini çıktı. Koca bir ömür harp alanlarında geçiyordu. Balkanlar'dan Kafkaslar'a kadar uzayan bu savaş hayatı daha sonra Suriye'de devam etti. Burada ferikliğe (Korgeneralliğe) terfi etti. Mütarekeyi müteakip İstanbul'a tayini çıktı. Bir süre İstanbul Büyük Erkân-ı Harbiye Reisliğinde bulunduktan sonra 1920 yılı başlarında Harbiye Nazırlığı'na getirildi. Böylelikle Salih Paşa'nın kurduğu hükümette kısa bir süre Nazırlık da yapmış oldu. Bu makamı işgal ederken, Anadolu'ya askeri eşya ve cephane göndermek suretiyle Milli Mücadele'ye büyük katkılarda bulundu. Bu millî harekât aleyhinde şiddetli tedbirler almak üzere iktidara getirilen Damat Ferit Paşa kabinesinin kurulmasından önce Harbiye Nazırlığı görevinden ayrıldı. Doğruca Ankara'ya giderek millî harekete katıldı. 1920 yılı Nisan ayında Ankara'ya gelen Fevzi Paşa, bir ay sonra Ankara Hükümeti'nin Millî Müdafaa Vekilliği'ne getirilirken Vekiller heyetine de reis oldu. İkinci İnönü zaferini mütekaip orgeneral rütbesi verilen Fevzi Paşa 1921 yılında Erkân-ı Harbiye Reis Vekili oldu. 1922 yılı Temmuz ayına kadar on bir ay süre ile bu vazifede ve Vekiller Heyeti Reisliği'nde kaldı. Sakarya'da kazanılan büyük zaferdeki üstün hizmetlerinden ötürü Birinci Ferik (Orgeneral) Fezvi Paşa, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kararı ile Müşir (Mareşal) rütbesini aldı. Mareşal Fevzi Çakmak büyük zafer ve cumhuriyetin ilanından sonra Genelkurmay Başkanı oldu.Yalnız ordunun değil, bütün bir milletin en sevip saydığı bir insandı da. Benliğini saran engin tevazu, sürdürdüğü alabildiğine sade ve tertemiz özel hayatı ona ayrı bir özellik vermekteydi. Bir sembol, bir bayrak olmuştu milletin kalbinde. 12 Ocak 1944 günü yalnız binbir şan ve şerefle dolu askerlik yaşantısının değil, hayatının da en hazin gününü yaşadı Mareşal Fevzi Çakmak. O gün, emekliye sevkedilmişti. 55 yıl sırtında şerefle taşıdığı üniformasına veda günüydü o gün... Genelkurmay Başkanlığı görevine ve vücudunun bir parçası olmuş bulunan ünifarmasına veda etti. Bir süre evinde sakin bir hayat yaşadı. Memleket çok partili bir devreye girince o sıralarda kurulmuş bulunan Millet Partisi'ne girdi. Demokrasi mücadelesine katıldı. Sembolleşmiş insan, büyük asker Mareşal Fevzi Çakmak, 10 Nisan 1950 günü İstanbul'da hayata gözlerini yumdu. Vefatı memlekette öylesine içten kopup gelen büyük bir üzüntü yaratmıştı ki, İstanbul Radyosu'nun müzik neşriyatını kesmemesi yüzünden radyo evi önünde iki gün süre ile büyük nümayişler yapıldı. Ve cenazesi 12 Nisan 1950 günü mahşerî bir kalabalığın da katılmasıyla kaldırıldı. Eyüp Sultan kabristanında toprağa verildi.
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
Bu Konudaki Online üyeler: 1 (Üye Sayisi : 0 Ziyaretçi Sayisi : 1) | |
|
|
Benzer Konular | ||||
Konu | Konu Baslangic | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
12 Dev Adam üç büyükleri solluyor | Shekil | Eskiler (Arşiv) | 1 | 08-21-2007 10:11 AM |
**Bunlardan Büyüğü Yok , Dünyanın En Büyükleri*** | ¢яєαмιηg | Eskiler (Arşiv) | 4 | 08-01-2007 11:18 PM |
Terör Türk nişanlısını öldürdü bakıcısı Türk hemşireyle evlendi / 13 mayıs | M@D_VIPer | Eskiler (Arşiv) | 0 | 05-13-2007 10:49 AM |
Tarihte Türk Büyükleri -Afabetik Sırayla- | bluekeys™ | Türk Tarihi Ve Türk Büyükleri | 86 | 12-01-2006 06:54 PM |