04-28-2007, 07:44 PM | #11 |
Forum Müdavimi
Kayit Tarihi: Apr 2007
Nerden: Balıkesir
Yaş: 31
Mesajlari: 2,415
Teşekkür Etme: 32 Teşekkür Edilme: 56 Teşekkür Aldığı Konusu: 49
Üye No: 39171
Rep Power: 1802
Rep Puanı : 3277
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
--------------------------------------------------------------------------------
2. Selim Sultan İkinci Selim 28 Mayıs 1524'de İstanbul'da doğdu. Babası Kanuni Sultan Süleyman, annesi Hürrem Sultan'dır. Hürrem Sultan Slav kökenlidir. Orta boylu, açık alınlı, mavi, gözlü, ince kaşlı ve sarışın bir padişahtı. Şehzadeliğinde mükemmel bir tahsil ve terbiye ile yetiştirildi. Devlet idaresini iyice öğrenmek için de Anadolu'nun çeşitli yerlerinde sancakbeyliği yaptı. Bu sırada tahsiline devam ederek, ilim ve tecrübesini arttırdı. Sarı Selim olarak da anılan II. Selim, Kütahya sancakbeyi iken aldığı, babası Cihan padişahı Kanuni Sultan Süleyman'ın ölüm haberi üzerine İstanbul'a gelerek, 30 Eylül 1566 günü 42 yaşında iken tahta geçti. Sarı Selim daha önceki Osmanlı Sultanlarına göre silik ve zayıf bir hükümdardı. Babasının saltanatı sırasında diğer kardeşleri Şehzade Bayezid ve Şehzade Mustafa'nın bertaraf edilmesiyle kolayca tahta geçen Sultan İkinci Selim, adını aldığı dedesi Yavuz Sultan Selim ve babası Kanuni'ye göre oldukça silik bir idare sergilemiştir. Devrin büyük devlet adamları sayesinde Osmanlı Devleti ihtişamını sürdürmüş, Sokullu Mehmed Paşa gibi dirayetli ve tecrübeli vezirler hükümeti ayakta tutmuşlardır. Sultan İkinci Selim'in kendisi hiç sefere çıkmamış ve liyakatli olmayan Ali Paşa'nın Kaptan-ı Deryalığında İnebahtı faciası yaşanmıştır. 8 yıl padişahlık yaptıktan sonra 15 Aralık 1574 günü vefat etti. Ayasofya'ya defnedildi. Sultan İkinci Selim İstanbul'da ölen ilk Osmanlı Padişahıdır. Sultan İkinci Selim'in tahta çıktığı ilk yıllarda, bazı siyasi çekişmeler yaşandı. Sokullu Mehmet Paşa bu çekişmelerden galip olarak ayrıldı ve 15 yıl sadrazamlık yaptı. Sadrazamlık yaptığı bu dönemde devlet yönetimine ağırlığını koydu.Sultan İkinci Selim, babası Kanuni Sultan Süleyman'dan 14. 892.000 km. kare olarak devraldığı İmparatorluk topraklarını, oğlu Sultan Üçüncü Murad'a 15.162.000 km. kare olarak bırakmıştır. |
04-28-2007, 07:45 PM | #12 |
Forum Müdavimi
Kayit Tarihi: Apr 2007
Nerden: Balıkesir
Yaş: 31
Mesajlari: 2,415
Teşekkür Etme: 32 Teşekkür Edilme: 56 Teşekkür Aldığı Konusu: 49
Üye No: 39171
Rep Power: 1802
Rep Puanı : 3277
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
3. Murad
Sultan Üçüncü Murad 4 Temmuz 1546 günü Manisa'nın Bozdağ yaylasında dünyaya geldi. Babası, Sultan İkinci Selim, annesi Afife Nur Banu Sultan'dur. Annesi Venediklidir. Sultan Üçüncü Murad orta boylu, değirmi yüzlü, kumral sakallı, ela gözlü ve beyaz tenli bir padişahtı. Çok cömertti ve insanlara yardım etmeyi çok severdi. Merhametli bir kişiliğe sahip olan Sultan Üçüncü Murad, Arapça ve Farsça'yı çok iyi konuşurdu. Babasının 1558 yılında, Manisa sancak beyliğinden Karaman valiliğine tayin edilmesi üzerine, dedesi Kanuni Sultan Süleyman tarafından Alaşehir sancakbeyliğine tayin edildi. Babası Sultan İkinci Selim padişah olduktan sonra da tekrar Manisa sancakbeyliğine atandı.Şehzadeliği sırasında bulunduğu Manisa'da devrin en değerli ulemasından dersler aldı. Osmanlı padişahları içinde en alim padişahlardan birisidir. Babası Sultan İkinci Selim'in vefatı üzerine Manisa'dan İstanbul'a gelerek 22 Aralık 1574 tarihinde tahta geçti. Ancak o da babası Sultan İkinci Selim gibi devlet işlerine fazla müdahil olmadı. Bürokrasi ve hükümet daha ziyade Sokullu Mehmed Paşa tarafından idare edildi. Bunda Sokullu'nun tecrübe ve dirayeti ile Sultan İkinci Murad'ın idare tarzı büyük rol oynamıştır. İçkiye ve eğlence meclislerine düşkün olan Sultan Üçüncü Murad, saltanatı boyunca İstanbul'dan hiç çıkmadı ve saraydaki kadınların etkisinde kaldı. Daha sonraki yıllarda Osmanlı İmparatorluğunun bir devrini etkileyecek olan kadınlar saltanatı onun devrinde başladı. 29 yaşında çıktığı tahtta 20 yıl kalan Sultan Üçüncü Murad 16 Ocak 1595 tarihinde felç geçirdi ve vefat etti. Ayasofya Camii'nin avlusuna defnedildi. Sokullu Mehmed Paşa'nın ağırlığını hissettirdiği III. Murad döneminde, Osmanlı toprakları en geniş sınırlarına ulaştı. Babası İkinci Selim'den devraldığı 15. 162.151 km kare ülke toprağını, 19.902.000 km kareye çıkardı. İngilizlerle de dostane ilişkiler geliştirildi. İlk İngiliz Kapitülasyonunun verilmesiyle İstanbul'a daimi İngiliz elçisi gönderildi. Papa'nın Katolik Avrupa'da kurabileceği haçlı ittifakına karşı Protestan İngiltere ile ilişkiler geliştirildi. Daha sonra bu ittifaka Hollanda da dahil edilecektir. Devlet işlerini Sokullu'ya devreden Sultan Üçüncü Murad zamanında, sarayda kadınlar devlet işlerine çokça karışmaya başladılar ve bu durum Sokullu'nun ölümünden sonra da artarak devam etti. |
04-28-2007, 07:46 PM | #13 |
Forum Müdavimi
Kayit Tarihi: Apr 2007
Nerden: Balıkesir
Yaş: 31
Mesajlari: 2,415
Teşekkür Etme: 32 Teşekkür Edilme: 56 Teşekkür Aldığı Konusu: 49
Üye No: 39171
Rep Power: 1802
Rep Puanı : 3277
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Mehmed (Mehmet) Han III
Osmanlı sultanlarının on üçüncüsü, İslam halifelerinin yetmiş sekizincisi. 1566 tarihinde Manisa’da doğdu. Babası Üçüncü Murad Han, annesi Safiye Valide Sultandır. Şehzadeliğinde; yüksek din, fen, idari ve askeri ilimleri, kıymetli alimlerden öğrenerek yetiştirildi. İlk hocası İbrahim Cafer Efendidir. Haydar Efendi, Pir Mehmed Azmi Efendi, Sultan Selim Medresesi Müderrisi Nasuh Nevali Efendiden ders aldı. Tarihe geçen muhteşem bir merasimle sünnet edildi. 1583’te Manisa sancağı Valiliğine tayin edildi. Kumandanlık ve devlet idaresi siyasetini iyice öğrenmek için Manisa’ya gönderildiğinde yanına müderrisi Nasuh Nevali Efendi, lalası Sipahi Bey ile Defterdar Baş ruznamecisi Hasan Beyzade, Nişancı Lala Mehmed Paşa, Reisülküttab olarak da Abdurrahman Çelebi ve diğer vazifeliler verildi. 1595’in Ocak ayına kadar Manisa’da valilik yaptı. Babası Üçüncü Murad Hanın vefatından on bir gün sonra 17 Ocak 1595 tarihinde Manisa’dan İstanbul’a gelip, sultan ilan edildi. İlk icraatı, devlet ve saltanatın emniyetini kuvvetlendirip, tayinlerde bulunmak oldu. Ulemadan Sadeddin Efendiyi hocalığına, Ferhad Paşayı Sadrazamlığa, Halil Paşayı da Kaptan-ı deryalığa tayin etti. 1593’ten beri devam eden Avusturya harpleri esnasında, papa Sekizinci Clément’in teşvik ve propagandalarıyla, ahalisi Hıristiyan olan Osmanlı Devletine tabi Erdel, Eflak ve Boğdan Voyvodalıkları Türklere karşı isyan ettiler. Sadrazam Ferhad Paşa, Eflak Seferi için Serdar-ı ekrem tayin edildi. 14 Mayıs 1595’te Eflak ve Boğdan’ın imtiyazlı prenslik statüsü kaldırılıp vilayet haline getirilerek, valiler tayin edildi. Papa’nın çağrısıyla Almanya, Avusturya, Belçika, Bohemya, İtalya, Macaristan’dan toplanan elli bin piyade ve yirmi bin süvariden meydana gelen Hıristiyan ordusu, Avusturyalı Prens Mansfeld emrinde yardıma geldiğini haber alan Eflak Voyvodası Mihail, binlerce Müslümanı kılıçtan geçirip, her yeri harap etti. Prens Mansfeld, 1 Temmuz 1595’te Osmanlı idaresindeki Macaristan’ın Estergon Kalesini kuşattı. Serdar-ı ekrem Ferhad Paşanın ve eski Vezir-i azam Koca Sinan Paşanın taraftarları seferde bozgunculuk yaptılar. Ferhad Paşa vazifesinden alınarak, Koca Sinan Paşa tekrar Vezir-i azam ve serdarlığa getirildi. birbiri ardına gelen felaketler ve ölümler sebebiyle düşman karşısında kesin zafere gidilemedi. Sadrazamlardan Ferhad Paşanın idamı, Lala Mehmed ve Koca Sinan Paşaların vefatları ve 27 Ekim 1595 Köprü Faciasıyla Akıncı Ocağının çok zarar görmesi neticesinde, Estergon, Vişegrad, Tegovişte, Yergöğü düşman eline geçti. Hıristiyanlar yerli ahaliye ve esir kumandanlara insanlık dışı fiillerde bulundular. Önemli devlet adamları ile 3500 asker, Voyvoda Mihail tarafından kazığa vuruldu. Eflak ve Macaristan cephelerinde, Osmanlı şehirlerinin düşman ordularınca yıkılıp yakılması, ahalinin kılıçtan geçirilmesine son vermek için Üçüncü Mehmed Han, Vezir-i azam Damad İbrahim Paşanın da tavsiyesiyle 20 Haziran 1596 tarihinde Eğri Seferine çıktı. Üçüncü Mehmed Hanın, ordusunun başında bizzat sefere çıkması askerleri coşturdu. Müslümanları zulümden kurtarmak aşkı ve şevkiyle Edirne, Filibe, Niş, Belgrad yolundan Sirem’e gelindi. 26 Ağustos 1596 tarihinde Sirem’deki Salankamen Kalesindeki harp meclisinde, isyan halindeki Erdel üzerine mi yoksa Avusturya işgalindeki Macaristan topraklarına mı sefer edilmesi müzakeresi yapıldı. Eğri’nin askeri strateji bakımından daha fazla kıymet arz etmesinden, Avusturya Cephesi hedef tayin edildi. 21 Eylül 1596 tarihinde Macaristan topraklarındaki Eğri Ovasına gelen Sultan Mehmed Han, Otağ-ı Hümayuna yerleşti. 24 Eylül 1596 tarihinde başlatılan Eğri Kalesi kuşatmasında, 4 Ekim’de dış kalenin fethinden sonra iç kale de 12 Ekimde vire ile teslim oldu. Eğri’deki Avusturya askeri cezalandırıldı. Şehrin en büyük kilisesi camiye çevrilerek, 18 Ekim Cuma günü Türk-İslam an’anesince Sultan Mehmed Han, Cuma namazını burada kıldı. Eğri fatihi Sultan Üçüncü Mehmed Han, 23 Ekim 1596 tarihi Harp meclisi kararınca ileri harekata devam etti. 24 Ekim 1596 tarihinde, Haçova’da Alman, Avusturya, Çek, Fransız, İspanya, İtalyan, Leh, Macar, Papalık askerlerinden meydana gelen 300.000 mevcutlu Hıristiyan ordusuyla karşılaşıldı. 100-110.000 mevcutlu Osmanlı ordusu, 25 Ekim günü başlayan Haçova Meydan Muharebesinde 26 Ekimde düşman ordusunu mağlup etti (Bkz. Haçova Meydan Muharebesi). Haçova’da büyük bir zafer kazanılmasının ardından, 22 Aralık 1596 tarihinde İstanbul’a dönüldü. İstanbul’da Eğri ve Haçova zaferleri sevinciyle, üç gün üç gece merasim ve şenlikler yapıldı. Şair Baki dahil birçok divan şairleri Sultan’a kasideler, manzum tarihler ve zafernameler sundular. Avusturya cephesine Satırcı Mehmed Paşa Serdar-ı ekremliğe tayin edildi. Osmanlı Devletinin Avrupa cephesinde harplerle uğraşmasını fırsat bilen İran Safevi Devleti Anadolu’da, önce propaganda faaliyetlerini başlatıp, isyanlar çıkarttı (Bkz. Celaliler). Celali isyanları denilen bölücü ve yıkıcı faaliyetlerin ardından, Safeviler, Osmanlı Devleti hududuna saldırdılar. Avusturya ve İran cephelerini halletmek çarelerini araştıran Üçüncü Mehmed Han, 1603 yılında 21/22 Aralık gecesi vefat etti. Ayasofya Camii bahçesindeki türbesine defnedildi. Sultan Üçüncü Mehmed Han çok nazik, halim selim, vakur, kerim bir şahsiyete sahipti. Sancakbeyliğinden saltanata gelen son Osmanlı padişahıdır. Bütün Osmanlı padişahları gibi iyi bir şair olup şiirlerinde Adli mahlasını kullanırdı. Beş vakit namazını daima cemaatle kılardı. Devrin kaynakları dindarlığını, hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), Dört Halife, Eshab-ı kiram ve alimlere hürmetini yazar. Bunların adı bahsedildiği an hürmeten ayağa kalkardı |
04-28-2007, 07:47 PM | #14 |
Forum Müdavimi
Kayit Tarihi: Apr 2007
Nerden: Balıkesir
Yaş: 31
Mesajlari: 2,415
Teşekkür Etme: 32 Teşekkür Edilme: 56 Teşekkür Aldığı Konusu: 49
Üye No: 39171
Rep Power: 1802
Rep Puanı : 3277
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
1. Ahmet
1603’de 14 yaşında tahta çıkan 1. Ahmet ömrünü büyük bir din vecdiyle geçirmiş bir hükümdardır. Yazlık kasırlarına mescitler, camiler yaptırmış, dini günlerde başına Peygamberimizin ayağı şeklinde bir tuğ takarak halka görünmüş, putlara ve hayali olarak yapılan dini tasvirlere kin beslemiş 1617’ de vefat etmiştir. En büyük emeli Ayasofya’ yı geride bırakacak bir cami inşa ettirmekti. Sarayın ileri gelenleri uzun zaman bu caminin yerini düşünmüşler ve padişaha seçtikleri yerleri göstermişlerdi. Fakat 1. Ahmet her birinde bir kusur buluyor ve teklifler bir türlü kabul olunmuyordu. Gösterilen yerler arasında Rüstem Paşa Sarayı da vardı ; Yüksekliği, saraya yakınlığı, havadar oluşu bakımından Sultan 1. Ahmet bu semti beğenmişti. Fakat etrafın büyük bir mahalle olması önemli istimlakları gerektiriyordu. Yıkılacak binalar arasında tekkeler ve vakıf binaları da vardı. Padişah bu mahsurları yüzünden camiyi Rüstem Paşa Sarayı semtinde yaptırtmaktan vaz geçti. Nihayet 1. Ahmet’ in aklına caminin bugünkü yeri geldi. O zamanlar, burada Ayşe Sultan’ ın sahibi olduğu Sokullu Mehmet Paşa Sarayı vardı; yer denize hakimdi, saraya yakındı ve şehrin en bayındır semtiydi. Camiyi burada kurmak için hükümdar Ayşe Sultan 30 yük altın gönderip sarayı satın aldı ve yıktırdı. Yeni yapılacak caminin inşaatı içinde başmimar Mehmet Ağa’ yı görevlendirdi. Mehmet Ağa musikişinaslıkta, sedefkarlıkta ve mimarlıkta tanınmış bir sanatkardı. Mimarlık öğrenimini Yeni Saray’ da yapmış ve 1606‘ da mimarbaşı olmuştu. Şimdi ise talihi onu Ayasofya’ nın karşısında ve Sinan’ ın kubbeleriyle süslenmiş bir şehirde çetin bir imtihana çekiyordu. Ayşe Sultan’ ın sarayı yıktırılmış, sarayın arsası, bahçeler, civar tesviye ettirilmiş ve caminin temelleri Mehmet Ağa’ nın çizdiği plana göre kazılmaya başlanmıştı. Kazılma bittikten sonra Şeyhülislam Mevlana Mehmet Efendi, Şeyh Mahmut Efendi, Vezir-i azam Murat Paşa ve diğer vezirler, kadı, askerler, ulema, ellerine kürekleri alarak dualarla ilk harcı koymuşlar, onları takiben padişahta aynı şekilde hareket etmişti (1609). Bu esnada kurbanlar kesilmiş, ameleler, hademeler ve hatta bir gün boyunca yeniçeriler, bir gün de sipahiler toprak naklinde çalışmışlardı. Vezirler ve devlet erkanı da bu işe kendi adamlarını göndermişler, böylece camiinin inşaatında İstanbullular hizmet görmüşlerdi. 1026 ( miladi: 1616) Cemaziyel ahirinin 4. günü, kubbesi tamamlanıp, camii kilitlenebilecek hale geldiği zaman camii sahasında otağlar kurulmuş, taht konulmuş, 1. Ahmet, vezirler, önemli devlet adamları davet edilerek burada büyük bir ziyafet tertip edilmişti. Yemekler yenildikten sonra saraydan getirilen kaftanlar camiinin inşaatında emeği geçenlere dağıtılmış, 1. Ahmet davetliler tarafından tebrik edilmiştir. Kapı kitabesinde de caminin 1616’ da bittiği belirtilmektedir. Halbuki caminin bitiş tarihi 1027 ( Miladi: 1617) zilkadesi’ nin sonlarına rastlar ki genç hükümdar o tarihten evvel vefat etmiş bulunuyordu. Nitekim şimdi Topkapı Müzesinde bulunan caminin inşaat defteri 1. Mustafa tarafından tasdik olunmuştur. Sultanahmet Camii’ nin 6 minaresinin simetrikliği yalnız Sultanahmet’ in ahenk ve güzelliğini değil, İstanbul panoramasının da harikulade bir parçasını teşkil etmektedir. 6 minaresinden caminin köşelerinde bulunan 4 minare üçer, avlunun iki köşesindekiler ikişer şerefelidir. Mehmet Ağa’ nın hatırasını teşkil eden “ Risale-i M imariye” de: “...6 minaresi vardır. 14 şerefeyle ittifaken saadetlu Padişah ile ebai izam ve ecdadı kıramlarından bu âne gelince vaki olan padişahların adedine mutabık vaki olmuştur denilmektedir. Son zamanlarda da yazılan eserlerde böyle bir kayıt bulunmaktaysa da halen Sultanahmet Cami’ nin 16 şerefesi bulunmaktadır. Bu yüzden herhangi bir onarımda bu şerefe adetinin çoğaltılmış olması hatıra gelmektedir. 6 Minaresinin olmasının sebebi de · Bir rivayete göre 1. Ahmet’ in fetihten sonra 6. padişah olmasından · Diğer bir rivayete göre Mekke’ deki caminin şerefelerini geçmesin diyedir. Bundan sonra bu şekilde bir cami inşaasını caiz olup olmayacağı şeyhüliislama sorulunca şu cevabı almışlardı: “ Bu konuda, bir camii şerif binasına mani olucak bir sebebi şer’ i ve bir mabed-i latif ihyasına dâfi bir emr-i mer’ I yoktur.” Camii iç ve dış olmak üzere pencereli duvarlarla çevrili iki avlusu vardır. Dış avluya 3 cepheden olmak üzere 8 kapıdan girilir. Camii iki kareden oluşan bir plana göre kurulmuş olup yüksek bir su sarnıcı üzerindedir. Bu su sarnıcı yazın camiyi serin tuttuğu gibi, zelzeledede yıkılmasına mani olur. Bir kare plan iç avluyu teşkil eder: İç avlu 26 adet granit, mermer ve porfir sütunla taşınan 30 kubbeyle çevrilmiştir. Her kubbe altından dış avluya 4 pencere açılır. Bu 30 kubbeden 8 porfir sütunun tuttuğu 9 kubbe son cemaat yerini meydana getirir. Mabetten son cemaat yerine 21 pencere açılır. Kemerler beyaz mermerle kırmızı somakiden örülmüştür. Mermer döşemeli iç avlunun ortasındaki şadırvan sahanın azametini gösterir. Şadırvanın kemerleri kabartma olarak rumî geçmelerle ve köşebentleri yine kabartma lâle ve karanfil motifleriyle süslüdür. İç avluya biri cepheden, ikisi yandan olmak üzere 3 kapıdan girilir. Gerek bu kapılar, gerek dış avlunun cümle kapısı bronzdan olup, ne o vakte kadar, ne de ondan sonra yapılmış camilerde benzeri görülmez. Halbuki bunların İstanbul’ da yapıldığı yukarıda sözü geçen defterde verilen ücretle birlikte yazılıdır; ustası da Evliya Çelebi’ nin babası Kuyumcubaşı Zilli’ dir. Dış avlu 1. kapısının ( Atmeydanı’ na açılan kapılardan soldakinin bitişiğinde ) altındaki sebil kitabesi şöyledir: İçen âbdan carı-naim icre mesrur ola Yazılub amalı-hüsnü deftere mestur ola Camii Han Ahmed’ in banii âla meşrebi Hz. Mimarbaşı ahreti mamur ola Kim Muhammed anın nam-u âli himmeti İtti bu râna binayı haşrederek meşhur ola Olmamıştır dani olmaz böyle âli bina Bir eser konmuştur ki kim dedim mezkur ola Sene:1026 Camiyle beraber imaret ve medresesi, bir kasır, mektup, sebilhane, tabakhane, tek ve çift katlı dükkanlarda yapılmıştı. Caminin cemaat mahalli kareye yakın bir planda olup 64 m. uzunluk, 72 m. genişliktedir. Tavanında ana kubbe ve onun etrafında 15 pencereli 4 yarım kubbe vardır. Yarım kubbelerin altında üçer eksebra vardır. Yalnız mihrabın üzerinde eksedra yerine kemer vardır. Yarım kubbelerin içinde sırasıyla “ Allah, Muhammed, Ebubekir, Ömer, Hasan, Ali, Hüseyin, Osman ” yazmaktadır. Esas kubbe 23 m. çapında, 45 m. yüksekliktedir. Ana kubbede bulunan 3 devekuşu yumurtasının neşrettikleri koku örümceklerin cami içinde ağ kurmalarına mani olur. Ana kubbe 5 m. çapında dilimli mermerden yapılmış içi boş 4 fil ayağına istinat eder. Bu pilpayelerin, Şehzade Camii’ndekiler gibi yalnız üst kısımları değil, her tarafı yivlidir, böylece payelerin ağırlığı biraz hafiflemektedir. Arka payelerin altında Kraliçe Viktorya‘ nın hediye ettiği 2 saat vardır. Kapladığı alan bakımından Sultanahmet camii 200 metrekare fazlasıyla hem Süleymaniye’ yi, hem Ayasofya’ yı geride bırakmaktadır. Bu yapı İstanbul’ un en büyük ve en ifadeli mekan tesirli binası olup,aynı zamanda keskin merkezîlikle 4 yarım kubbe sisteminin, bir mihverli ve 2 yarım kubbe sistemine üstünlüğünü de ispat etmektedir. Caminin sol köşesinde, mozaik ve yeşim süslemeli, sedefli kapısı, turkuaz üzerine altın yaldız çinileriyle hiç bir yerde görülmeyen Hünkar Mahfili bulunmaktadır. Bu mahfilin hem oyma ve kabartma işlemeli mermer korkulukları, hem de minberindeki taş işçiliği harikuladedir. Bu mahfilin yanında Sultan 1. Ahmet ‘ in bir çilehanesi ( itikaf köşesi ) vardır. Hünkar Mahfiline camiden girildiği gibi, mimari bakımdan da önemi olan Kasr-ı Hümayundan da girilir. Mahfilin altındaki ahşap tavan da deri işçiliği bakımından pek kıymetlidir. Caminin minberi çok ince işlemelidir ve yekpare mermerdendir. Mihrap ise 5 ayrı mermerden yapılmıştır ki bunların 5 vakit namazı temsil ettiği söylenir. Mihrabın üzerinde Hacer-ül Esvet‘ den getirilmiş taş parçaları vardır. Mihrabın iki tarafında 300 seneden fazla kullanılmış olan büyük mumlar mevcuttur. Yandıkları zaman yağları altlarındaki kaplara aktığından, bu mumların hiç bitmeyeceği söylenir. Mihrabın sol tarafında Yemen’ den getirilen ve sarılığa iyi geldiği sanılan sarı bir taş vardır. Duvarlar ve payelerin 1/3 ‘ i üst kornişlere kadar, koyu mavi zeminleriyle iç kısmın soğukluğuna bir zenginlik bağışlayan çinilerle kaplıdır. Tonoz, kemer ve kubbeler de ince örnekli boya tezyinatıyla bu dekorasyona uymaktadır. Duvarların alttan 1/3’ i ise Ayasofya‘ da olduğu gibi herhangi bezeme yapılmadan bırakılmıştır. Sultanahmet Camii’ ni diğer camilerden ayıran farklardan biri de içinin bol ışıklı olmasıdır. Cami bu suretle insanda uhrevi bir huşu hissinden ziyade ferah ve aydınlık bir sofada duyulan daha dünyevi duygular uyandırmaktadır. Manburi bu konuya temas ederken diyor ki: “ Caminin içine ışık 260 pencereden girmekteyse de bunların XVIII.yy.’a kadar sağlam kalmış olan renkli camları da tamirlerde maalesef değiştirilmiştir. Bugün mevcut olan adi ve renksiz camlardan öyle şiddetli bir ziya nüfuz etmektedir ki vaktiyle hafif bir loşluk içinde görünen çinilerle halıların letafeti külliyen zayi olmuştur. Cami ihtişam hususunda kazandığını, samimiyet ve istiğrak cihetinden kaybetmiştir. Öyle ki, içine girildiği zaman bir ibadetgahın dahilinden çok, geniş bir sarayın büyük ve muntazam bir daire tesirini vermektedir.” Buna mukabil Celal Esad Arsever: “ Mimar Mehmet Ağa bu eseriyle Süleyman Camii’ ndeki loşluğu yok ederek camiye gayet aydınlık bir sofa hali vermeğe çalışmıştır.” demektedir. Diez’ de : “ Sultanahmet Camii, geniş zemin kat pencereleriyle kuvvetle aydınlanmış bir mekan hissi vermekte ve dini atmosferinden çok kaybetmektedir.” düşüncesindedir. 1181 yük 2944 akçeye mal olan ( o devirde 1 altın 120 akçeydi ) Sultanahmet Camii, iç tezyinatı bakımından da büyük bir değer taşımaktadır. Camiye her biri 16-18 akçeye satın alınmış 21043 çini sarf edilmiştir. Caminin duvarları zengin, büyük çini panolarla süslüdür; beyaz zemin üzerine muhtelif renkteki çiçek, üzüm ve rumi şekilleriyle çinicilik sanatının şaheserleri vücuda getirilmiştir. Sultanahmet camiindeki Türk çinisinin en yüksek devrine ait parçalarla, duraklama devrine ait numuneler bir araya toplanmıştır. Camide elliden fazla muhtelif desende çini bulunmaktadır. Cami taş, tunç ve tahta işçiliği bakımından da nadir örnekleri ihtiva etmektedir. Caminin yazıları Ametli Kâsım Gubarî tarafından yazılmıştır. Sultanahmet Camii’ nin asırdaşı olan Evliya Çelebi duyduklarını ve gördüklerini şöyle hikaye etmektedir: “ Bu camii İstanbul’ daki selatin camilerinin en güzelidir. Merhum Sultan Ahmet Han bu caminin zemininde 5 tane vezir sarayını malıyla alıp, cümlesini esasından yıktırıp, sahralar kadar geniş bir yer açtırdı. Cümle üstad mühendisleri ve mimarları toplayıp, Üsküdarlı Mahmut Efendi ve üstadımız Evliya Efendi’ in dualarıyla esasının kazılmasına başlandı. 1. Sultan Ahmet Han eteğine toprak doldurup : “ Yarab ! Ahmet kulunun hizmeti dergah eyle...” diye ırgatlar ile temelden toprak taşımıştır... ...Caminin cümle pencereleri öyle müzeyyendir ki kanatları sedefkârî müreffi kapaklıdır. Süleymaniye’ deki gibi gerideki iki payede, cemaatin abdest tazeleyip su içmesi için musluklar vardır. Caminin 5 kapısı vardır. Kapıların her biri 3.5 ton ağırlığındadır ve üzerleri fildişi, kemik ve sedeflerle işlenmiştir. Cümle kapısının üzerinde “ Kelime-i Tevhit ” yazılıdır. Caminin sağ tarafındaki köşede hatip kapısı, sol tarafta sanatkar mahfili, imam kapısı, iki yan kapıları dahi sedefkârîdir. Bu 4 kapıdan camiye kadar taş merdivenle çıkılır. Ama 5. kapı büyük kıble kapısıdır ki cümleden seramettir. Bu camideki avizeler yüz mısır hazinesine eşittir diyorlar. Çünkü merhum Sultan Ahmet Han ..... ecdadından beri ne kadar kıymetli, ibretnüs cevahir makülesi hediye var ise camiye astırdı ve cemi düvelden nice hediyeler gelip ve cemi diyarın marifet erbabı ihsan etmesiyle birer ibretnüma eşya ihtira edip getirdiklerinde camii tezyin ettiler, cümleden biri mahil üzerinde Habeş veziri Cafer Paşa 6 adet zümrüt kandil hediye gönderip Mühr-ü Süleyman üzere altıncısı dahi mücevher altın zincirlerle asmışlar ki her bir kandil altışar okka gelir birer kâse-i müdevver kadar vardır. ...Bu caminin mihrab tarafında olan müzehheb ve sedefkâri rahleler üzere nice yüz Kelam-ı Kadimler vardır ki diyar-ı İslam’ da ne kadar padişah camileri varsa hiç birinde bu kadar güzel kitablar görülmemiştir. Sultanahmet’ in tarz-ı mimarisindeki şirinkârlık hiç bir diyarın camiinde görülmemiştir,” diyen Evliya Çelebi camiin tarihini de : “ Görücek bu camii dedim anın tarihin Eyledim bu dehr içinde hak bu kim ali nişan “ diye söylemektedir. 1. AHMET’ İN TÜRBESİ: 22 Ekim 1617 tarihinde ölen 1. Ahmet, Atmeydanı’ ndaki camiinin yakınına gömülmüş ve bundan sonra inşaasına başlanan türbe 3 sene sonra oğlu II. OSMAN’ ın saltanatında tamamlanmıştı. Türbe dörtköşe bir plana göre inşa edilmiş olup önünde kubbeli bir dehliz ve arkasında ayrıca gene dörtköşeli bir çıkıntı vardır. Kubbe kemerlere ve duvarlara oturtulmuştur. Türbenin giriş kısmındaki revak 6 direklidir. Camekanlı olan bu kısım, ortada bir çapraz tonoz ve yanlarda ikişer küçük kubbeyle örtülmüştür.Türbenin abanoz kapıları üstünde ayetler vardır. Kapı üstündeki 6 beyitli kitabenin sonunda : Türbe-i Ülyasının itmanına tarihtir Türbe-i Sultan Ahmet evc-i illiyin ola. Tarih beyiti bulunmaktadır.Giriş kapısının aralığındaki tavan yekpare mermerden gayet sanatkarene bir şekilde lale, karanfil motileriyle işlenmiştir. Türbenin içi alçı pencerelerin yerlerine sonradan konulmuş düz beyaz camlar yüzünden çok aydınlıktır. Bu ışık bolluğu diğer türbelerde hissedilen ruhani havayı dağıtmaktadır. Dar olan pencere astarları XII. Asır çinileriyle kaplanmıştır. Bunlar Ayasofya türbelerindeki nefis çinilerin yerine dolduramamaktadır. Çiniler, beyaz, koyu yeşil, koyu kırmızı, mavi renklerinden yapılmış vazolar ve yapraklarla kaplanmıştır. Türbenin en nefis tezyinatını, diğer türbelerde olduğu gibi, lacivert zemin üzerine beyaz hatla yazılmış ayetlerden oluşan çini panolar meydana getirmektedir. Bu panolar türbenin içini çepeçevre bir kuşak halinde dolaşmaktadır. Kubbe ve duvarlar badanalıdır. Kubbe kenarlarında beyaz badana üstüne tezyini şekiller yapılmıştır. Kubbe göbeğine ve kemerler arasındaki boşluklara daireler içinde ayetler yazılmıştır. Kemerler çiğ turuncu renklerle süslenmiştir. Giriş kapısının iki yanındaki dar kapılardan kubbeye ve türbeye nazır balkona çıkılmaktadır. Türbenin alt pencere kapakları klasik oyma tahtalardan yapılmıştır. Türbede bir de oyma tahtadan yapılmış ve hiç değiştirilmemiş bir seyyar dolap vardır. Türbenin kapıya mukabil olan cephesinde ileriye doğru bir çıkıntı yapılmıştır. Bu çıkıntının iki başında, mihrab şeklindeki mermer oyukların üstünde yeşil zemin üzerine altın yaldızla yazılmış II. Osman’ ın türbeyi inşaasından bahseden beşer beyitli iki kitabe bulunmaktadır. Türbede büyüklü küçüklü 36 sanduka bulunmaktadır. Önce ve ileride küçük çıkıntıya doğru olan sanduka I. Ahmet’ e aittir. Diğer sandukalar : IV. Murat, II. Osman, I. Ahmet’in annesi Kösem Valide Sultan, I. Ahmet’ in çocukları : Şehzade Selim, Beyazıt, Mehmet, Orhan, diğer Mehmet, Hasan, Osman / Ayşe Sultan, Cevherhan Sultan, Zahide Sultan, Übeyde Sultan, Zeynep Sultan, Hatice Sultan, Esma Sultan, II. Osman’ ın çocukları :Şehzade Mustafa, Zeynep Sultan, IV. Murat’ ın çocukları: Şehzade Ahmet, Abdülhamid, Selim, Orhan, Numan, Mahmut, Hasan, Osman / Rabia Sultan, Fatma Sultan, Safiye Sultan, Sultan İbrahim’in çocukları: Şahzade Ahmet, Mehmet, Ahmet, Süleyman / Safiye Sultan’ a aittir. Hükümdar ve şahzade kavuklarının üzerindeki tuğların tüyleri dökülüp, bir sopa halinde kaldıklarından tuğlar değiştirilmiş ve eskileri taklit edilerek yenileri yapılmıştır. Türbenin önünde XIX. asırda esas binaya eklenmiş olan geniş mermer kaplı bir muvakkithane vardır. Arka tarafında bir kütüphanesi bulunur. Halen burada türbeye hizmet edenler oturmaktadır. Türbenin önündeki hatirede iki mezar bulunmaktadır. Bunlardan biri Sabıka İmam Sultani olhaç Mehmet Efendi, diğeri cennet mekan Firdevs Aşiyan Sultan Ahmet Han tabe Sürake Hazretlerinin haremi hümayun ağalarından İdris Ağa’ ya aittir. SULTANAHMET CAMİİNDE GEÇMİŞ BAZI VAK’ ALAR: Sultanahmet Camii inşaasından sonra burada her rebiülevvel ayının onikisinde Mevlit okuma merasimi yapılırdı. Merasime devlet erkanı ve ulema resmi kıyafetleriyle gelirler ve camide teşrifata göre ayrılmış yerlerinde otururlardı. Yeniçeri, sipahi ileri gelenlerininde hazır bulunduğu bu merasim için cami dar geldiğinden 1768’ den sonra sipahi ve silahtar kethüdaları ile katipler merasimden affedilmişlerdi. Padişahtan evvel ve diğer bütün davetlilerden sonra camiye gelen sadrazam ayağa kalkanların arasından etrafa selam vererek geçer ve mihrabın önüne konmuş olan seccadesine otururdu. Reis-ül küttab ile çavuşbaşı ise sadrazamın karşısında yer alırdı. Bu sırada teşrifatçılar buhurdanlar getirip birini sadr-ı azamın, diğerlerini şeyhülislamın önüne koyarlardı. Padişah gelmeden evvel müezzin mahfilinde sure-i fetih olunurdu. Padişahın camiye geldiği ise sanatkar mahfilin bir kafesinin açılmasıyla belirtilirdi; o zaman bütün camidekiler ayağa kalkarlardı. Bu esnada Sadrıazam halk namına seccadesinden aşağıda yer öper, kafes kapanır ve herkes yerine otururdu. Müezzin mahfilindeki okuma bitince evvela Ayasofya, sonra Sultanahmet şeyhi kürsüye çıkarak vaaz verirler, bu esnada yazıcı efendilere feraceler, samur kürkler giydirilirdi. Şeyhler kürsüye çıktıkça vezirlere, ulemaya vs. ileri gelenlere zülüflü teberdarlar üç defa şerbet verirlerdi. Şeyh efendiler kürsüden indikçe de sadrazam tarafından gönderilen hediye çıkınları teşrifatçılar eliyle koyunlarına konulurdu. Mevlidin okunması esnasında da bazı merasimler yapılırdı. Bazı şahsiyetlere hil’ at ve kürkler giydirilirken padişah sadr-ı azama bir gümüş tepsi içinde Medine’ den gönderilmiş hurmalar hediye eder ve bu tepsiden sadrazam, şeyhülislam bir iki hurma alıp, diğerlerini dağıttırırlardı. Eski bayram alayları çoğu zaman Sultanahmet ve bazen de Ayasofya camilerinde yapılırdı. Padişahlar camiye büyük bir alayla gelirler, saraydan gelirken ve camiye girerken alkışlanırlar ve bayram namazını caminin mahfilinde kılarlardı. Padişahların vefatlarında cenaze namazları Topkapı Sarayı’ nda kılınır, fakat ölüm haberleri Ayasofya, Sultanahmet ve Fatih camilerinin minarelerinden verilen salalarla İstanbullulara bildirilirdi. Yeni Padişahlar ilk cuma namazlarını ekseriya Ayasofya’ da kılarlar, fakat bazen Sultanahmet’ i tercih ederlerdi. Sultan Aziz de ilk cuma namazını Sultanahmet camiinde kılan padişahlardandı. 19 Mayıs 1622 günü yeniçeriler ve sipahiler Fatih camiine dolmuşlar, ileri gelen ulemayı oraya davet etmişlerdi. Fakat ulema Sultanahmet Camisi’ nde toplanmak istediğinden askere bu yolda haber gitmiş ve yeniçeriler Fatih Camiindeki duadan sonra İstanbul sokaklarında sel gibi akarak Atmeydanını doldurmuşlardı. Müftü, Nakib Gubari Efendi, Yahya Efendi, Kadızade, Bostanzade, Azmizade Efendiler, Kethüda Mustafa Efendi, Ayasofya vaızı Ömer Efendi, Derviş Efendi, Kadızade Efendi ve Yeniçeri ihtiyarları, tecrübelileri Sultanahmet Camii’ ne girip ayaklanma sebebini konuşmuşlardı. Asiler 6 kişinin katline karar vermişlerdi. Feridun Efendi ile Hayali Çelebi bellerindeki divitleri çekip, bir bahar havası şenliği içinde, çinilerin önünde bu katil arzuhalini yazmışlardı. Sütunların dibinde, mahfilin altlarına da fısıldaşmalar, konuşmalar olmuş, Sultanahmet camiine bir ihtilal mahkemesinin korkulu havası sinmişti. Başları istenenler : Hoca Ömer Efendi, Darüssaade Ağası Süleyman Ağa, Kaymakam Ahmet Paşa, Defterdar Baki Paşa, Veziriazam Dilaver Paşa ve Nasuh Ağa’ydı. Cemiyet içinden biri: -Bunların cürmü nedir? diye sormuştu. Ocak ihtiyarları hep birden homurdanmışlar ve: -Hoca Efendi ve Kızlar Ağası Padişahı sefere tahrik ettiler, Dilaver Paşa’ nın sarayına vardığımızda adamları bize saldırıp oklarıyla bir kaç kişimizi öldürdüler. Defterdar bozuk akçe verir, kaymakam İstanbul’ da korucu ve otrak ulüfesini vermemek ister. Nasuh Ağa da seferden dönüşte Sekbanbaşı oldu ve kaymakamla ittifak eyledi, diye cevap vermişlerdi. Camide toplanan ulema arzuhali alıp saraya gitmiş ve vaziyeti Padişah’ a anlatmıştı. ll. Osman : -Katli talep olunan adamları vermem, diyerek ısrar etmiş, ulemanın rica ve nasihatları fayda vermemişti. Üstelik Sultan Osman: -Siz mukayyed olun, onlar başsız askerdir, tez dağılırlar, diyerek de ulemayı saraydan dışarı bırakmamıştı. Ayasofya minarelerine çıkartılan yeniçeriler sarayın içini gözlemişler, bostancı kuvvetlerinin bulunmadığı, kapıların açık olduğu görülmüş ve bunun üzerine asiler saraya yürümüşlerdi. İsyan muaffak olmuş, ll. Osman indirilmiş ve akli muazenesi bozuk olan l. Mustafa ikinci defa tahta çıkarılmıştı... Bu vakalara baş olan ve l. Mustafa’ nın annesi tarafından sadr-ı azamlığa getirilen Davud Paşa, bir müddet sonra azledilmiş, yerine Merre Hüseyin Paşa tayin olmuştu. Merre Hüseyin Paşa sipahi mülazimlerine 500 kuruş koyun akçesi vermiş ve bu paranın taksimi için şabanın 11. günü Sultanahmet Camii’ nde toplanılmıştı. Fakat gelenler az olduğundan sipahiler bunun taksimine razı olmayıp münakaşaya tutuşmuşlardı. Bu esnada eli bıçaklı bir deli cami kapısından içeri girmiş ve: -Sultan Osman’ ı neylediniz? diye askerlerin üzerine saldırmıştı. Sipahilerin ilk şaşkınlığından istifade ederek bir kaçını yaralamış ve mülazımbaşıyı da öldürmüştü. Bunun üzerine seksen kişi kadar olan mülazımlar delinin üzerine üşüşüp, zavallıyı katletmişlerdi. Bu kanlı hadiseden üç gün sonra l. Mustafa cedlerinin ağır ve an’anevi kıyafetinde merasimle Sultanahmet Cami’ ne gelmiş ve burada Cuma namazını kılmıştı, Hafif elbiseler giyen Sultan Osman’ ın bu halinden memnun olmıyan halk, Sultan Mustafa’ yı eski padişahların kılığında görünce sevinmişti. ...Devirler geçmiş, İmparatorluk sevinçli ve üzüntülü günler yaşamış, nesiller, Mimar Mehmet Ağa’ nın kubbesi altında namazlarını kılıp, dualarını ederek birer gölge, birer misafir gibi çekilip gitmişlerdi. 1826 yılındaki son yeniçeri isyanınında Sultanahmet bir karargah, bir danışma merkezi haline sokulmuş; avlusununda içinde insanlar kaynaşmış; din ve devlet adamları camide gecelemişlerdi. Yeniçeri isyanına karşı l. Mahmut, vezirler ve ulema milleti sancak-ı şerif altına davet etmeye karar vermişler ve Padişah “Hırka-i Şerif” odasından “Sancak-ı Şerif ” i çıkararak sadrazam ve şeyhülislama teslim etmişti. Yeniçeriler, yoldaşlarını isyan alameti olan kazanlarının yanına davet ederlerken, İstanbul sokaklarında münadiler: “ Müslüman olan Sancak-ı Şerif altına gelsin “ diye nidaya başlamıştı. Halk Bab-ı Hümayun önüne toplanmış, Sancak-ı Şerif görününce Ahiskalı Ahmet Efendi herkesi ağlatan bir dua okumuş ve sancak tekbir sesleriyle Sultanahmet Camii’ ne ***ürülerek minberin üzerine asılmıştı. Bu esnada, Boğaz muhafızları Hüseyin ve izzet Paşaların askerleri de henüz gelmediğinden, yeniçeriler halk üzerine hücum edip sancak -ı Şerif’ i ele geçirmeye karar vermişlerdi. Bu hatırasını nakleden eski bir yeniçeri diyor ki: “ Ben yeniçerilerin bir güzide fırkası içinde bulundum. Etmeydanı’ ndan Atmeydanı’nın bir ucuna kadar geldik. Niyetimiz yatağanları çekip sancak-ı şerif-i derdest eylemekti. Hüseyin ve İzzet Paşaların askerleri de henüz gelmemiş olduğundan bunu yapabilirdik. Lakin binlerce başı kavuklunun gülbank tekbirleriyle bab-ı hümayundan sancak-ı şerif göründüğü anda cümlemizi bir dehşet kapladı, dizlerimizin bağı çözüldü, hareket edecek mecalimiz kalmadı, ne yapacağımızı şaşırdık, ne tarafa gideceğimizi bilemedik. Ben bu aralık savuşup firar ettim.” Sultanahmet Camiinde sancak-ı şerif’ in iki tarafında nöbet bekleniyor, vezirler, ulema, rical ve devlet erkanı zaman zaman mihrab önünde ihtiram duruşunda bulunuyorlardı. Caminin içi, dışı Dinlerce Müslümanlarla doluydu. Paşalar ve ulema camide vaziyeti görüşmüşler, yapılacak işleri kararlaştırmışlardı, yeniçerilere adam gönderip müzakere yoluna girme teklifi kabul edilmemiş, neticede sadrazamın karargah haline getirilen Sultanahmet camiinde kalması, Hüseyin ve İzzet Paşların asileri yakalamaları uygun görülmüştü. Hüseyin ve İzzet Paşalar emirlerindeki kuvvetlerle asiler üzerine yürümüşler, ele geçenleri takım takım Sultanahmet Camii’ ne sevke başlamışlardı. Camiin sol tarafında avluya bakan kısımda sadrazam ve ulema kendilerine karargah yapmışlardı. Tutulan asilere buraya getiriliyor, sorguları yapılıp hünkar mahfili altındaki hapishane haline sokulan kagir odaya gönderilerek orada boğduruluyorlardı. Ölenlerin cesetleri sürüklenerek Sultanahmet meydanındaki meşhur çınarın altına atılıyordu. 1956 tarihinde zorbalar tarafından öldürülen saltanat erkanının kafaları bu çınarın dallarına asılmış, bu yüzden ağaç “ şecere-i vak vak” diye anılmıştı. İzzet Molla bu konuya değinerek: Bir zaman ehli fitne Camii Hanı Ahmet’ te Bigünah asmış iki kullarını Hallakın Şimdi erbabı şekânın dökülüp kelleleri Meyva vaktine yetiştik şecere-i vakvakın kıt’ asını yazmıştı. İsyan yatıştırılmış, yeniçerilerden ve elebaşlardan yüzlerce kişi yakalanıp idam olunmuş, ele geçemeyenler muhtelif yerlere savuşmuşlardı. Bu suretle yeniçeri ordusu fiilen ortadan kalkmış bulunuyordu. Bu arada devleti idare edenlerden bir kısmı yeniçeri ocağını tamamen ortadan kaldımak, diğerleri ocağı islah etmek tezlerini savunuyorlardı. Cuma günü akşamı Sultanahmet Camiinin hünkar mahfilinde eski şeyhülislamlarında hazır bulunduğu vükela meclisi toplanmıştı. O gece yapılan uzun ve hareketli müzakelerle yeniçerilerin kaldırılması ve yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediye adlı yeni bir ordunun kurulması uygun görülmüştü. Gece sadrazam mahfilinin kapısı yanında kurulan çadırlarda ulema, cami avlusundaki çadırlarda diğer devlet ricali ve camiin içinde de mevali ve müderrisler yatmışlardı. Ertesi cumartesi günü hünkar mahfilinde tekrar meclis toplanmıştı. Fakat bu defa, yeniçeri ocağının pek eski bir ocak olduğundan onun islah edilerek devamını tercih edenlerin ekseriyette bulunduğu görülmüştü. Bunun üzerine Reisülküttab Seyda Efendi yeniçeri ocağının devletin başına açtığı dertleri veciz ve mantıki bir ifade ile anlattı ve : -Bunlar imha edilmedikçe fesat ve fineleri bertaraf edilemez, Her vakit böyle fırsat geçmez, sonradan nedamet fayda vermez. Yeniçeri ocağını külliyen imhadan başka çare yoktur, demişti. Bu nutukla tereddütler dağılıp diğerleri de kendisini tasdik ettiklerinden hemen yeniçeri ocağının imhasına karar verilmişti. Meclise vezirler, ulema, devlet ileri gelenleri, camilerin şeyhleri de davet edilerek Beylikçi Pertev Efendi’ nin kaleme aldığı ferman müsvettesi okunmuştu. Bu suretle Sultanahmet Camiinde Mühim bir tarihi karar alınmış oluyordu. Keçizade İzzet Molla kazan kaldıra kaldıra kendi ocaklarını söndüren yeniçerilerin akibetine izafeten şu kıt’ ayı söylemiştir : Tecemmü edüp meydanı lahma Edüp küfranı nimet nice bağı Koyun kaldırmadan ikide birde Kazan devrildi söndürdüğü ocağı İçinde 342 senedir ibadet ettiğimiz, Tanrı’ ya yakardığımız Sultanahmet Cami Türk mimarisinin ebediyete yadigar ettiği şaheserlerden biridir. |
04-28-2007, 07:49 PM | #15 |
Forum Müdavimi
Kayit Tarihi: Apr 2007
Nerden: Balıkesir
Yaş: 31
Mesajlari: 2,415
Teşekkür Etme: 32 Teşekkür Edilme: 56 Teşekkür Aldığı Konusu: 49
Üye No: 39171
Rep Power: 1802
Rep Puanı : 3277
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
1 . Mustafa
Osmanlı padişahlarının on beşincisi ve İslam halifelerinin seksenincisi. 1591 senesinde Manisa’da doğdu. Her şehzade gibi iyi bir eğitim gördü. Ağabeyi Birinci Ahmed Hanın vefatı üzerine, 22 Kasım 1617’de, ilk defa ekberiyet kaidesine göre, yani hanedanın en yaşlı mensubu olarak zorla tahta çıkarıldı. Sultan Mustafa Han, devlet meseleleriyle ilgilenmediğini ifade ederek, saltanatı kabul etmediyse de bu hal devlet erkanınca göz önüne alınmadı. Ancak, çok geçmeden devlet işlerinde Sultanın yabancı kalması ve işlerin karışması üzerine, durumun böyle devam edemeyeceğini anlayan devlet adamları, hal’ine fetva aldılar ve 26 Şubat 1618 günü Sultan Mustafa’yı tahttan indirerek, yerine Genç Osman’ı çıkardılar. Ancak, yenilik taraftarı olmayanların tahrikleri neticesinde isyan eden yeniçeriler, 19 Mayıs 1622’de Genç Osman’ı tahttan indirdiler. Bu durum Sultan Mustafa’nın ikinci defa tahta geçirilmesine yol açtı. Bu sırada Sultan Osman Hanın veziriazam Kara Davud Paşa tarafından şehit ettirilmesi büyük karışıklıklara sebep oldu. Sultan Mustafa Han, Davud Paşayı azlederek yerine Mere Hüseyin Paşayı getirdiyse de, isyanlar son bulmadı. Erzurum Beylerbeyi Abaza Mehmed Paşa başkaldırarak, bölgesindeki yeniçerilerin bir kısmını öldürttü. “Genç Osman’ın intikamını alacağım” diye and içen Abaza, İstanbul’a gelmek için yola çıktı. Bursa’yı muhasara ettiyse de alamadı. Kış geldiği için Niğde’ye çekildi. Anadolu’daki isyanlar ve Genç Osman’ın şehit edilmesi olayına adı karışan sipahiler, halk nezdinde kazandıkları nefreti silmek için, bir divan toplantısı sırasında ayaklanarak Sultan Osman Hanın katillerinin bulunmasını istediler. Bunun üzerine Kara Davud Paşa ve Kalenderoğlu denilen kişiler, yakalanarak idam edildiler. Diğer taraftan Osmanlı Devletinin iç karışıklıklarından istifade etmek isteyen Lehistan kazakları, daha önce imzalanan antlaşma şartlarına uymayarak, şayka adı verilen yüz elli civarında küçük gemiyle Osmanlı kıyılarına saldırdılar. Kazakların üzerine gönderilen Karadeniz serdarı Damad Recep Paşa, kazakları takip ederek Kilgra önünde bir çok gemilerini batırdı ve 21 gemiyi zaptederek beş bin esirle İstanbul’a döndü. İstanbul’da vuku bulan karışıklıklar ve Anadolu’da meydana gelen isyanlar, Osmanlı Devletinin başında daha kudretli, azimkar ve zeki bir padişahın bulunmasını gerekli kılıyordu. Bu sebeple, 1623’te sadarete getirilen Kemankeş Ali Paşa, Şeyhülislam Yahya Efendi ve diğer devlet erkanı toplanarak Sultan Mustafa’nın, artık, makam-ı saltanatta kalmaması gerektiği hususunda karara vardılar. Nitekim, verilen fetva ile 10 Eylül 1623 günü Sultan Mustafa, ikinci defa tahttan indirildi ve yerine Dördüncü Murad Han geçti. Sultan Mustafa Han, zayıf ve narin vücutlu idi. Yüzü her zaman solgun olup, üzüntülü bir görünüşü vardı. Son derece dindardı. Sık sık türbeleri ziyaret eder ve çokça sadaka dağıtırdı. Saraydaki hayatını ibadet içinde, dini eserler ve Kur’an-ı kerim okuyarak geçirirdi. Saltanatta gözü olmadığı için, her iki hal’inde de en küçük bir memnuniyetsizlik göstermemiş, tahttan sevinçle inmiştir. 20 Ocak 1639 günü Topkapı Sarayında vefat eden Sultan Mustafa Han, Ayasofya Camii karşısındaki türbesinde medfundur |
04-28-2007, 07:50 PM | #16 |
Forum Müdavimi
Kayit Tarihi: Apr 2007
Nerden: Balıkesir
Yaş: 31
Mesajlari: 2,415
Teşekkür Etme: 32 Teşekkür Edilme: 56 Teşekkür Aldığı Konusu: 49
Üye No: 39171
Rep Power: 1802
Rep Puanı : 3277
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
4. Murat
Osmanlı padişahlarının on yedincisi ve İslam halifelerinin seksen ikincisi. Babası Birinci Ahmed Han, annesi Mahpeyker (Kösem) Sultandır. 27 Temmuz 1612’de İstanbul’da doğdu. Tam bir Türk ve İslam terbiyesi ve ahlakı ile yetiştirildi. Enderun mektebindeki hocalarından hususi dersler aldı. Genç Osman’ın başına gelen acı felaket ve yerine geçen amcası Mustafa Hanın kısa bir süre sonra tahttan indirilmesi üzerine henüz on bir yaşında iken 10 Eylül 1623’te Osmanlı tahtına çıktı. Eyyub Sultan hazretlerinin türbesinde, hocası Aziz Mahmud Hüdayi’nin elinden kılıç kuşandı. Yaşı küçük olduğu için, devleti bilfiil idare edemeyeceği görüşü hakim olarak, annesi Mahpeyker Kösem Sultan, saltanat naibesi tayin edildi. Tahta geçtiğinde, iç ve dış işlerdeki karışıklıklar devam ediyordu. İdari işler karışık olduğundan, Yeniçeri ve Sipahi askerleri zorbalığa baş vuruyorlardı. Vasi durumunda olan annesi Mahpeyker Kösem Sultanın yardımı ile iş başına kıymetli devlet adamları ve kumandanlar getirerek, ortalığı düzeltti. İran Şahı Birinci Abbas (1588-1629), Osmanlı hududunu geçip, Bağdat’ı işgal ederek, otuz bin Sünni Müslümanı, kadın, çoluk çocuk demeden kılıçtan geçirdi. Rus Kazakları ise kayıklarla Karadeniz sahilindeki bazı köyleri yaktılar. 1625’te sadrazamlığa getirilen Hafız Ahmed Paşa, Kazak korsanlarına ve Safevilere karşı harekete geçti. 1625’te Köstence’de, Kazakların iki yüz elli kayığı batırılarak, dört bin kadarı öldürüldü. Şah Abbas’ın Bağdat’taki zulmünün önüne geçmek için, 1625’te ordu sevk edildi. 11 Kasım 1625’te Bağdat yakınlarındaki Azamiyye kurtarılarak, Bağdat kuşatıldı. Ancak, yeniçerilerin isyanıyla Bağdat kuşatmasını kaldıran Sadrazam Hafız Paşa, Irak’ın kuzey ve güneyini işgalden kurtardı. 1 Aralık 1626’da Sadrazamlığa getirilen Kayserili Halil Paşa, tekrar başlayan Safevi saldırılarının önüne geçmek ve Abaza Mehmed Paşanın isyanlarını bastırmak için 4 Aralık 1626’da sefere çıktı. Serdar Halil Paşanın muvaffakiyetsizliği üzerine 6 Nisan 1628’de Sadrazamlığa Hüsrev Paşa getirildi. 22 Eylül 1628’de Abaza Mehmed Paşayı yola getiren yeni sadrazam, Safevilere karşı 5 Mayıs 1630’da Mihriban’da, 14 Temmuz 1630’da Cemhal’da zafer kazandı. İranlılar mağlup olunca, Anadolu’da asayiş temin edildi. Dördüncü Murad Hanın yaşının küçüklüğünden istifade eden yeniçeriler, İstanbul’da zorbalıklarını ve ahaliye kötü muameleyi artırdılar. Sadrazam Hüsrev Paşanın azlini bahane eden yeniçeriler ve sipahiler, ayaklanarak saraya yürüdüler. Yeni sadrazam Müezzinzade Hafız Ahmed Paşayı öldürdüler (1632). Bundan sonra zorbaların zoru ile sadrazam olan Recep Paşa döneminde İstanbul’da karışıklıklar günlerce sürdü. En küçük bir olayda, Recep Paşanın tahrikiyle harekete geçen zorbalar, yeni kelleler istiyorlardı. Diğer taraftan, tahta geçtiği günden itibaren bütün hadiseleri dikkatle takip ederek, eşkıyanın elebaşlarını tespit eden Sultan Murad Han, 8 Haziran 1632’de devlet idaresini bizzat eline aldı. İsyancıların elebaşı olan Topal Recep Paşayı öldürttü. Yeniçeri ve sipahi ocaklarını sindirerek, zorbalıkların önüne geçti. Kahvehaneleri ve meyhaneleri kapatarak, tütünü ve alkollü içkileri yasakladı. Emri dinlemeyenlere şiddetli cezalar verileceğini ilan edip, sıkı kontroller yaptı ve yaptırdı. Lehistan Kazaklarının Karadeniz’de Osmanlı sahillerine ve Rumeli’de Tuna yalılarına yaptıkları saldırının önüne geçmek için 1633 Nisanında Lehistan Seferine çıktı. Osmanlı ordusu Edirne’ye geldiğinde, Lehistan hükümeti sulh istedi. 1634’te imzalanan Osmanlı-Lehistan Antlaşmasına göre; Kazak akınlarına son verilmesi, Leh krallarının Kırım hanlarına ve Osmanlı sultanına vergi vermesi, esirlerin karşılıklı değiştirilmesi kabul edildi. Sultan Dördüncü Murad Han, Safevi saldırılarının önüne geçmek için ordunun başında sefere karar verip, hazırlıkları tamamladı. 18 Mart 1635’te Revan Seferine çıkan Dördüncü Murad Han, önceden tespit ettirdiği zorbalardan yolu üzerindekileri cezalandırdı. 27 Temmuz 1635’te Revan önlerine ulaştı. Sefer boyunca ordunun başında bulunup, askerlerle alakadar olan, kuvvet, heybet ve dehşetinden ürkülen Sultan Murad Hana, ordu içinde büyük bir emniyet ve hürmet hissi uyandı. 28 Temmuz 1635 gecesi başlatılan Revan kuşatmasında, bütün muharebe planları tatbik edildi. Sultan Murad Hanın kuşatmanın ilk gecesi yaralanan askerleri ateş hattından geriye çektirerek hastane çadırlarında, cerrahlara tedavi ettirip, ilaçlarının verilmesini emretmesi ve top atışlarında bulunması askerleri coşturdu. Revan kalesini düşürmek için yapılacak umumi taarruz öncesinde Safeviler, vire ile teslim olmak istediklerini bildirdiler. 8 Ağustos 1635’te Revan kale muhafızı Emirguneoğlu Tahmasp Kulu Han, Sultan Murad Hana kaleyi teslim etti. Revan Kalesi tamir edilip, içine on iki bin asker ve yeteri kadar cephane konularak muhafızlığına Vezir Murtaza Paşa bırakıldı. 11 Eylül 1635’te Tebriz şehri tekrar zaptedildi. Safevi ordusu, Osmanlılarla meydan muharebesine cesaret edemediğinden karşılaşılmadı. Aras Nehri taraflarındaki Zeynelli aşiretinden bin kadar nüfusun, Pasin-Erzurum, Tercan-Erzincan taraflarındaki boş arazilere iskan edilmesi emrolundu. Van ve Diyarbakır’da kalan Sultan Murad Han, Revan Seferine çıkışından on ay sonra 27 Aralık 1635’te İstanbul’a döndü. Osmanlı ordusunun doğudan ayrılmasıyla; Safeviler, hududa tecavüz ederek 1 Nisan 1636’da Revan’ı işgal ettiler. 2 Şubat 1637’de sadrazamlığa getirdiği Bayram Paşayı Doğu Seferi serdarlığına tayin eden Sultan Murad Hanın kendisi de hazırlıklara başladı ve 8 Mayıs 1637’de Bağdat Seferine çıktı. 16 Kasım 1638’de kuşatmanın başladığı sırada Padişahtan, daha önce ele geçirilmiş bulunan İmam-ı A’zam türbesini ziyaret etmesi istendi. Ancak, Sultan; “Bağdat, sapıkların pis ayaklarıyla kirlenirken, gidip o yüce İmamı ziyaretten haya ederim” cevabını verdi. Derhal tertibat alarak muhasaraya başladı. Şehirde Bektaş Han Türkmen’in kumandasında 40.000 kişilik bir Safevi garnizonu bulunuyordu. Şah Safi ise, atlı kuvvetleriyle Kasr-ı Şirin’de olup Osmanlı muhasarasını gün gün takip etmesine rağmen, müdahaleye cesaret edemiyordu. Sultan Murad Han, 12.000 sipahiyi İran içlerine sokup Şehriban bölgesini çiğnettiği halde, Şahı savaş meydanına çekemedi. Şah, Bağdat’taki büyük kuvvetlerine güveniyor, Padişahın muhasaradan bıkınca çekilip gideceğini zannediyordu. Padişahın ve seksen altı yaşındaki şeyhülislam Yahya Efendinin de ön safta olduğu bu kuşatmada, dehşetli vuruşmalar oldu. Muhasaranın otuz yedinci gününde ön saflarda yalın kılıç kahramanca çarpışarak askeri coşturan Sadrazam Tayyar Mehmed Paşa, birkaç kuleyi ele geçirdiği sırada alnından vurularak şehit oldu. Yerine sadarete getirilen Kemankeş Mustafa Paşa, selefi gibi gayret edip birkaç kuleyi daha ele geçirdi. Bu muvaffakiyetler üzerine muhasaranın otuz dokuzuncu günü umumi taarruza karar verildi. Sabah erkenden başlayan şiddetli hücum karşısında kale teslim oldu. Böylece, on dört sene on bir ay önce bir ihanet sebebiyle Safevilerin eline düşen Bağdat, artık kesin olarak Osmanlı idaresine geçti. Sultan Dördüncü Murad Han, ilk iş olarak İmam-ı A’zam ve Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin kabr-i şeriflerini ziyaret etti. Bu büyük zatların türbeleri, sapık düşünceli Safeviler tarafından tahrip edilmiş ve eşyaları yağmalanmıştı. Padişah emir verip bütün kabirlerin ve eserlerin tamirini bildirdi. Şeyhülislam Yahya Efendiyi de, bu işlere nezaret etmekle vazifelendirdi. Bu zaferden sonra Bağdat fatihi diye anılan Dördüncü Murad Han, ordu ile Sadrazam Mustafa Paşayı Bağdat’ta bırakarak İstanbul’a döndü. Sadrazam Kemankeş Mustafa Paşa, büyük bir kuvvetle İran içlerine doğru harekete geçtiği sırada Şahın barış isteği ile gönderdiği elçiler geldi. Sadrazam Kemankeş Mustafa Paşayla İran murahhasları Saru Han ve Muhammed Kuli Han arasında yapılan görüşmeler sonrasında, aşağı yukarı bugünkü Türk-İran sınırının tespit edildiği Kasr-ı Şirin Antlaşması imzalandı (17 Mayıs 1639). Bu antlaşmaya göre; Bağdat, Basra ve Şehr-i zur havalisinden mürekkep Irak-ı Arap Osmanlılarda, Erivan Safevilerde kaldı. Ayrıca Safevilerin gerek Irak, gerekse Kars, Ahıska ve Van taraflarına saldırmayacakları, Eshab-ı kiramı kötülemeyecekleri de antlaşma şartları içinde yer almıştı. (Bkz. Kasr-ı Şirin Antlaşması) Sultan Murad Han, doğuda İran’la meşgulken, batıdaki hadiselerden de günü gününe haber alıyordu. Bilhassa Venediklilerin hudut tecavüzlerine karşı bu Cumhuriyetle bütün ticari münasebetlerin kesilmesini ve hemen savaş açılmasını emretti. Ancak, bu sırada damla (Nikris) hastalığından muzdarip bulunan Sultanın durumu ağırlaştı. Bunun üzerine Divan, emri çeşitli bahanelerle on üç gün geciktirdi. Bu arada Venedik elçisi gelip, divanın bütün şartlarını kabul etti ve savaş durduruldu. Nitekim, çok geçmeden padişahın hastalığı daha da artarak 8/9 Şubat 1640 günü, güneş battıktan sonra İmam Yusuf Efendi, Yasin-i şerif okurken vefat etti. Sultanahmed Camii avlusunda Şeyhülislam Yahya Efendinin imamlığında müezzinlerin “Er kişi niyyetine!” nidaları ve Müslümanların gözyaşları arasında kılınan cenaze namazından sonra, babası Birinci Ahmed Hanın türbesine defnedildi. Dördüncü Murad Han, Arapça ve batı dillerine hakim olup her türlü memleket meselesine vakıftı. İlmi ve ilim adamlarını çok sever, fırsat buldukça ilim meclislerine gider, onları teşvik ederdi. Evliya Çelebi ve Katib Çelebi gibi alimler, teşvik ettiği kimseler arasında idi. Kur’an-ı kerim okumayı ve ibadetlerini hiç ihmal etmezdi. Dedesi Yavuz Sultan Selim Han gibi o da Hırka-i saadet dairesinde Kur’an-ı kerim okurdu. Ömrünü devlete hizmet ve Allahü tealanın emir ve yasaklarına itaatle geçiren bu Türk Hakanı, Ehl-i sünnet düşmanı Acemlerin pek çok iftiralarına maruz kaldı. Bunlar kendilerinde bulunan zilletleri bu büyük padişaha da bulaştırmaya kalkıştılar. İnsanlara zulmettiğini ve içki içtiğini söylediler. Halbuki devrin kaynaklarında Murad Hanın içki içtiğine dair en küçük bir bilgi yoktur. Birçok tarihçinin Kanuni sonrası en büyük Osmanlı padişahı olarak kabul ettikleri Dördüncü Murad Han, hep dedesi Yavuz Sultan Selim Hana benzemeye çalışırdı. Gerçekten de birçok vasıfları onunla uyuşurdu. Fakat, Yavuz’un sahip olduğu kıymetli devlet adamlarına ve tecrübeye malik değildi. Tahta geçtiğinde hazine bomboştu. Vefatında ise, on beş milyon altın olup, gümüş paranın haddi hesabı belli değildi. Avrupa, baştan başa istihbarat ağı ile örülmüştü. Avrupalıların en gizli sırları, Osmanlı Sarayına gününde ulaşıyor ve ona göre vaziyet alınıyordu. Tahta çıktığında, neye yaradığı belli olmayan yüz bin yeniçeri varken, vefatında itaat altına alınmış otuz beş bin yeniçeri bulunuyordu. Dördüncü Murad Han, bozulmuş devlet nizamını yoluna koymak için mülazimlikleri kaldırdı. Timar sistemini yeniden düzene koydu. İsrafın önüne geçmek için kanunlar çıkarttı. Sipahilerden zorbalıkla ele geçirdikleri evkaf idaresini ve diğer hükümet hizmetlerini aldı. Sipahileri intizam ve itaat altına alarak, bunların ve bir takım bozguncuların toplandığı yerler olan kahvehaneleri kapatarak asayişi temin etti. Yeniçerilik tahsisatının şuna buna yemlik olması suiistimalini kaldırarak, yeniçeriliği ıslah etti. Vefatında içte ve dışta huzurlu ve itibarlı bir devlet bıraktı. Sultan Murad Hanın cesareti, her türlü zorluğa tahammülü, keskin zekası, hünerleri, askeri dehası, atıcılık, binicilik, silahşorluktaki başarısı, askerleri ve tebaası tarafından çok takdir ediliyordu. İki yüz okkalık gürzleri kolayca kaldırır, hızla giden iki atın birinden diğerine atlar, attığı ok, tüfek mermisinden uzağa düşerdi. Devrinin bütün silahlarını en iyi şekilde kullanırdı. En küçük suçları bile memleketin selameti için cezalandırmaktan çekinmeyen Sultan Dördüncü Murad Hanın merhameti de çoktu. Savaş esnasında otağının yanına kurdurduğu seyyar hastanelerdeki yaralı ve hastaları ziyaret eder, onlarla yakından ilgilenirdi. Memleketin her tarafındaki imarethanelerin vakıf şartlarına uygun şekilde çalışması, fakir ve yetimlerin aç ve açıkta kalmaması için gayret gösterirdi. Din ve devlet menfaatine iş yapanı hemen mükafatlandıran Sultan Murad Han, pek çok hayırlı işin yanında, Topkapı Sarayında Revan ve Bağdat köşkü gibi nadide eserler, köprüler, kervansaraylar, hanlar ve benzeri hayır eserleri de inşa ettirdi. Boğazda yaptırdığı sarayda, oğlu Muhammed’in doğumunda yedi gece kandiller astırıp şenlikler yapıldığından, buraya Kandilli denildi. Kavaklar’daki kaleleri yaptırdığı gibi, pek çok şehrin de surlarını tamir ettirdi. Bağdat’ı feth edince, İmam-ı A’zam ve Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin türbelerinin tamirini yaptırdı. Kabe-i muazzamayı su basması üzerine; Ankaralı Mehmed ile Rıdvan Ağayı Kabe-i muazzamayı tamirle vazifelendirdi. Sultan Dördüncü Murad Han devrinde kazanılan zaferlerin yanında pek çok alim, şair, tarihçi ve sanatkar yetişerek kıymetli eserler meydana getirmişlerdir. Bunlardan bibliyografya, tarih, coğrafya sahasında Katip Çelebi ve Vekayi-name sahibi Topçular katibi Abdülkadir, Ravdat-ül-Ebrar ve Zafername sahibi Karaçelebizade Abdülaziz, Tarih-i Gılmani sahibi Mehmed Halife, teşkilat ve idare sahasında Koçi Bey vardır. Yine Erzurumlu Ömer, Nef’i, Azmizade Mustafa Haleti, Naibi, Yahya, Bahai, Cevri ve Fehim-i Kadim, devrinde önde gelen şairlerdir. Yine süslü nesrin on yedinci yüzyıldaki temsilcilerinden Nergisi de Dördüncü Murad devrinin meşhurlarındandır. Bundan başka, şair olan bu padişahın devrinde halk edebiyatı sarayca desteklenmiş, zaferlerine destanlar, ölümüne halk şairlerince şiirler yazılmıştır. Bu şairlerden bazıları saraya intisap etmişlerdir. Bunların belli başlıları Kuloğlu, Katibi, Kayıkçı Kul Mustafa gibi halk şairleridir. Yine devrin tekke edebiyatındaki büyük temsilcisi Aziz Mahmud Hüdayi de, bu devrin sahasında önde gelen şairlerindendir. |
04-28-2007, 07:51 PM | #17 |
Forum Müdavimi
Kayit Tarihi: Apr 2007
Nerden: Balıkesir
Yaş: 31
Mesajlari: 2,415
Teşekkür Etme: 32 Teşekkür Edilme: 56 Teşekkür Aldığı Konusu: 49
Üye No: 39171
Rep Power: 1802
Rep Puanı : 3277
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Sultan İbrahim
Babasi . Birinci Ahmed Annesi . Kösem Sultan Dogumu : 5 Kasim 1616 Vefati . 18 Agustos 1648 Saltanati : 1640 - 1648 (8) sene Sultan Ibrahim Istanbul'da dogdu. Uzun boylu, kuvvetli vücutlu ve kumral sakalli idi.Annesi onun iyi yetismesi için çok gayret göstermisti.Devrinde yasayan bazi kindar yazarlarin dedigi gibi deli degildi. Kardesi Dördüncü Murad'in vefati üzerine tahta çikmis ve tahta çikisinda söyle demisti : "Elhamdülillah Ya Rabbi! Benim gibi zaif kulunu bu makama lâyik gördün. Ya Rab! Saltanat günlerimde milletimin halini hos eyle ve birbirimizden hosnut kil."Sultan Ibrahim tahta çiktiginda Osmanlilarin hayatta kalan tek erkek ferdi idi. Bir sene sonra ancak Dördüncü Mehmed ve digerleri dünyaya geldiler. Böylece Hanedân kesilmekten kurtuldu. Ilk zamanlarinda yeniçeri zorbaIariyla ugrasti. Fakat zaman geçtikçe dalkavuk vezirlerin tesiri altinda kalmaktan kendini kurtaramadi. Hakkindaki çirkin iftiralar ise,padisahi sehid edenler tarafindan kendilerini hakli görmeleri için uydurulmus yalanlardi.Sultan Ibrahim çok siddetli bir basagrisina mübtela idi. Meshur tarihçi Peçevi ve Evliya Çelebi son senelerini Sultan Ibrahim devrinde tamamlamislardir.1645 senesinde Venediklilerle Girit savasi basladi. Ayni sene Hanya ve Resmo fethedildi.1646'da Kandiye kalesi muhasara edildi. 1648'de Kandiye teslim oldu. Bu senede Istanbul'da yeni bir ihtilâl daha patlak verdi ve Sultan lbrahim tahtindan indirilerek sehid edildi. (Allah rahmet eylesin.) Sâir Ruhi-i Bagdâdi, Fusus Sarihi Abdullah Sinobi bu devirde vefat etmis zatlardir. Erkek çocuklari : Dördüncü Mehmed, Ikinci Süleyman, Ikinci Ahmed, Orhan, Bayezid, Cihangir, Selim, Murad. Kiz Cocuklari : Ümmü Gülsüm Sultan, Peykân Sultan, Atike Sultan, AySe Sultan, Gevherhan Suttan. |
04-28-2007, 07:52 PM | #18 |
Forum Müdavimi
Kayit Tarihi: Apr 2007
Nerden: Balıkesir
Yaş: 31
Mesajlari: 2,415
Teşekkür Etme: 32 Teşekkür Edilme: 56 Teşekkür Aldığı Konusu: 49
Üye No: 39171
Rep Power: 1802
Rep Puanı : 3277
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
4. Mehmet
Mehmed Han IV (Avcı) ve Köprülüler Devri Osmanlı sultanlarının on dokuzuncusu, İslam halifelerinin seksen dördüncüsü. Babası Sultan İbrahim Han olup, annesi Hadice Turhan Sultandır. 1642’de 1/2 Ocak gecesi, İstanbul’da doğdu. Doğumuna çok sevinilip donanma şenlikleri yapıldı. Şehzadeliğinde, İmam-ı Şami Yusuf Efendi, Şami Hüseyin Efendi ve diğer kıymetli hocalardan ders alarak yetiştirilmeye başlandı. Tahsil, terbiye ve talimini, 7 yaşındayken (8 Ağustos 1648) sultan olduktan sonra da devam ettirdi. Sultan Dördüncü Mehmed Hanın çocukluğundan, devlet kademelerindeki nüfuz sahipleri istifade etti. Bunlardan bazılarının kötü idareleri ve ehil olmayanların işbaşına getirilmeleri neticesi devletin mali, mülki ve askeri durumu sarsıldı. Saltanatının ilk yıllarındaki iç ve dış hadiseler, 15 Haziran 1656 tarihinde Köprülü ailesinden Mehmed Paşanın sadrazamlığa tayinine kadar devam etti. Köprülü Mehmed Paşanın sadarete (başbakanlığa) gelmesiyle, Dördüncü Mehmed Han devrinde esaslı ıslahatlar yapılıp, İstanbul’da ve ülke içinde asayiş sağlandı. Ordu ve donanma kuvvetlendirildi. Çanakkale Boğazı girişine kadar gelen Venedik ve diğer Hıristiyan devletlerin gemileri, 19 Temmuz 1657’de kaçırıldı. Bozcaada ve Limni düşman işgalinden kurtarıldı. Asi Erdel prensi üzerine sefere çıkılarak, 1 Eylül 1658’de Yanova Kalesi ele geçirildi. Erdel, harp tazminatı vermeyi ve on beş bin altınlık haracı, kırk bin altına çıkarmayı kabul etti. Kırım Hanı Mehmed Giray, Rusları 12 Temmuz 1659’da Konotop’ta mağlup ederek, elli bin esir alıp, yüz yirmi bin Rus'u imha etti. Dördüncü Mehmed Han, Köprülü Mehmed Paşanın iç ve dış işlerindeki başarılı icraatlarını takdir ederek, onun vefatından sonra oğlu Köprülüzade Fazıl Ahmed Paşayı, 30 Ekim 1661’de Sadrazamlığa tayin etti. Osmanlı hududunu ihlal eden Avusturyalılar üzerine 12 Nisan 1663’te sefer açılarak, Serdar-ı ekremliğine Fazıl Ahmed Paşa getirildi. 1663’te başlayan Avusturya harpleri, 10 Ağustos 1664 Vasvar Antlaşmasıyla neticelendi. Arazi bakımından olduğu gibi askeri ve siyasi yönden de karlı çıkılan Avusturya Seferinden sonra, 1666 yılında Girit Seferine çıkıldı. Fazıl Ahmed Paşa, Girit Adasının Kandiye Kalesini kuşatırken, fethin gecikmesi üzerine, Sultan Dördüncü Mehmed Han, 18 Ağustos 1668’de sefere çıktı. Sultan Mehmed Han Girit’e geçmek üzere Eğriboz’a giderken, Kandiye’nin fethi haberi verilince geriye döndü. Lehistan Kralının, Osmanlı himayesini kabul eden Ukrayna Kazaklarına saldırması üzerine, Lehistan’a sefer açıldı. 4 Haziran 1672 tarihinde Birinci Lehistan Seferine çıkan Dördüncü Mehmed Han, 27 Ağustos’da Kamaniçe’nin teslim alınması neticesinde Osmanlı ordusuyla birlikte süratle Podolya’ya girdi. Lehistan Kralı anlaşma istedi. 18 Ekim 1672 Bucaş Antlaşmasına göre; Podolya Osmanlı Devletine, Ukrayna Türk himayesini kabul eden Kazak Beyine verilecekti. Lehistan, yıllık 220.000 altın haraç vermeyi kabul etti. Papa ile Almanya’nın yardım teklifi üzerine tesir altında kalan Lehistanlılar, Bucaş Antlaşmasını ihlal ettiler. 7 Ağustos 1673’te İkinci Lehistan Seferine çıkan Dördüncü Mehmed Hanın Ukrayna’ya girmesiyle Lehliler, tekrar anlaşma istediler. 27 Ekim 1676 Zorawno Antlaşmasıyla Podolya ile Ukrayna, Osmanlı Devletine bırakıldı. Sultan Dördüncü Mehmed Han, Köprülüzade Fazıl Ahmed Paşanın 1676 Kasım ayı başında vefatıyla Merzifonlu Kara Mustafa Paşayı sadrazamlığa getirdi. 1677’de Ukrayna’nın Rus istilasına uğramasıyla, Lehistan serdarı İbrahim Paşa ile Kırım Hanı Selim Giray, Kazakların merkezi olan Çehrin Kalesini kuşattılar. 1678 baharında Rusya Seferine çıkan Dördüncü Mehmed Han, yol üzerindeki Silistre’den sonra yerine sadrazam Mustafa Paşayı gönderdi. İki yüz bin Rus, Alman, Kazak ve diğer milletlerden meydana gelen müttefik düşman kuvvetlerinin müdafaa ettiği Çehrin Kalesi, Osmanlı ordusunun yaptığı şiddetli taarruzlara dayanamayarak, 1677 yılı Ağustos ayının 20/21. günü gecesi düştü. Şiddetli topçu ateşi sebebiyle kalede çıkan yangında düşman ordusu, yanarak veya can havliyle atıldıkları, nehirde boğularak yok oldu. 1680 yılında Rusların harp hazırlıkları haberi alındığında Dördüncü Mehmed Han, 29 Ekim 1680’de İkinci Rus Seferine çıktı. Osmanlı seferinden çok korkan Ruslar, Sultan’ın Edirne’ye gelmesiyle, Kırım Hanı Murad Giray vasıtasıyla anlaşma istediler. 11 Şubat 1681’de imzalanan Osmanlı-Rus Antlaşmasına göre; iki devlet arasında Özi Nehri hudut kesildi. Avusturya Kralının Macar milliyetçilerini imha hareketine karşı, Macarlar, Osmanlılardan yardım istedi. Sultan Mehmed Han, 9 Ocak 1682’de Macar milliyetçilerinin lideri Tökeli İmre’yi Orta Macaristan Kralı tanıdı. Mehmed Han, Tökeli İmre’ye mücevher bir topuz, Budin Beylerbeyliğine de Hatt-ı Hümayun göndererek yardım edilmesini ve yeni krallığın Avusturyalılardan kurtarılmasını emretti. Budin Beylerbeyi İbrahim Paşa, Tökeli İmre’nin yardım istemesiyle, 27 Temmuz 1682’de, Orta Macar Seferine çıktı. 15 Ağustos 1682’de Orta Macaristan’ın merkezi olan Kaşa Kalesi fethedilerek, Tökeli İmre, Macar milliyetçilerinden on iki bin gönüllü askeriyle krallık tahtına oturtuldu. Yabancı devletlere karşı tavizsiz bir siyaset takip eden Vezir-i azam Kara Mustafa Paşa, Fransız gemilerinin Sakız Adasında küstahça davranmasını protesto ederek, Fransa Kralından tazminat aldı. Avusturya’nın tekrar tekrar antlaşma istemesine rağmen, devamlı tecavüzkar bir siyaset takip etmesi üzerine, Dördüncü Mehmed Han, 12 Ekim 1682’de sefere çıktı. Avusturya Seferinde Sultan’ın Belgrad’da kalmasıyla, Sadrazam Kara Mustafa Paşaya Serdar-ı ekremlik vazifesi verildi. Papalığın Avusturya’ya yardım ederek Lehistan’la ittifak kurması üzerine, 27 Haziran 1683 tarihindeki Harp meclisinde Viyana’nın fethine karar verildi. 14 Temmuz 1683’te Avusturya’nın merkezi Viyana Osmanlılarca ikinci defa kuşatıldı (Viyana Kuşatması). Serdar-ı ekrem Kara Mustafa Paşanın Viyana kuşatmasını kaldırıp, geri çekilmesiyle, 15 Aralık 1683’te sadrazamlığa Kara İbrahim Paşa tayin edildi. Dördüncü Mehmed Han, Osmanlı Devletini en geniş hudutlara kavuşturmasından sonra, 1683 geri çekilişiyle mevzii harpler kazanılmasına rağmen Macaristan elden çıktı. Dalmaçya kıyıları ve Yunanistan, Venediklilerin tecavüzüne uğradı. Avrupa devletleriyle muharebeler, 26 Ocak 1699 tarihinde imzalanan Karlofça Antlaşmasına kadar devam etti. Antlaşmadan on iki yıl önce 8 Kasım 1687 tarihinde Dördüncü Mehmed Han, tahttan indirilmişti. Otuz dokuz yıl Osmanlı sultanlığı yapan Dördüncü Mehmed Han, 6 Ocak 1693 tarihinde, vefatına kadar Edirne’de oturdu. Vefat edince İstanbul’a getirildi ve Yeni Cami yanındaki annesi Turhan Valide Sultanın türbesine defnedildi. Osmanlı Devletinde, Kanuni Sultan Süleyman Handan sonra en fazla tahtta kalan padişah, Dördüncü Mehmed Handır. Yaratılışı icabı mutedil, kadirşinas, vefakar olup, verdiği söze sadık bir şahsiyete sahipti. Ava, edebiyata, tarihe merakı olup, sohbet dinlemeyi severdi. Dindardı, beş vakit namazını cemaatle kılardı. İçkiyi ve imalatını yasakladı. Dine sonradan karıştırılan bütün hususların kaldırılması için uğraştı. Kahvehaneleri kapattırıp, oyuncu ve çalgıcıları İstanbul’dan uzaklaştırdı. Sadrazamlığı, Köprülü ailesine verip, idarede serbest bıraktı. Kendisi de, savaşlardan zaman kaldıkça çok sevdiği sürek avlarına devam etti. Ava merakından dolayı “Avcı” lakabı verildi. Zamanında Osmanlı Devleti en geniş hudutlarına kavuşarak, dünya siyasetinde faal rol oynadı. Dördüncü Mehmed Han devrinde, kıymetli ilim adamları ve sanatkarlar yetişti. Her sahada kıymetli eserler yazıldı. Mehmed Bahai, Abdülaziz, Tulumcuzade Abdurrahman, Memikzade Mustafa, Hocazade Mes’ud, Hanefi, Balizade Mustafa, Bolevi Mustafa, Mehmed Esiri, Sunizade Mehmed Emin, Minkarizade Yahya, Çatalcalı Ali, Ankaralı Mehmed Emin, Debbağzade Mehmed Efendiler şeyhülislamlık yaptılar. İçlerinde kıymetli eserler yazıp, talebeler yetiştiren şahsiyetler vardır. Seyyid Feyzullah, Ayşi Mehmed, Hıbri Ali efendiler, fıkıh, edebiyat, lügat ve diğer ilimlere ait eserler yazdılar. Peçevi İbrahim, Katib Çelebi, Karaçelebizade Abdülaziz, Vecihi, Hezarfen Hüseyin, Ebu Bekr bin Behram Dımışki, Ömer Avni, Rodosizade Abdullah efendiler: Tarih, teşkilat, coğrafya ve seyahatname sahasında; Kavalalı Abdulhalim bin Abdullah, Cerrah Mehmed bin Murad, Mehmed bin Ali, Talati Çelebi, Salih bin Nasrullah, Ebi Bekr-i Rasi, Hayatizade Mustafa Feyzi, Abdullah Ahmed bin Beşir efendiler tıbba dair; Molla Mehmed, Mustafa bin Yusuf, Katibzade Mustafa bin Mehmed matematik sahasında; Cevri İbrahim, Naili-i Kadim, Neşati Ahmed Dede, Fasih Ahmed, Mezaki Süleyman efendiler edebiyata dair; Derviş Ali, Tenekecizade İbrahim, Hafız Osman, Beyazizade Ahmed, Dukakinzade Derviş Mehmed, Şeyh Sun'ullah, Nefeszade Seyyid İbrahim ve Tokatlı Ahmed efendiler hattatlıkta kıymetli eserler meydana getirdiler. Dördüncü Mehmed devrinde inşası tamamlanıp, ibadete açılan Yeni Cami, Osmanlı mimarisinin şaheserlerindendir. Yeni Cami yanındaki Mısır Çarşısı, bu camiye vakıf olarak yapılmıştı |
04-28-2007, 07:55 PM | #19 |
Forum Müdavimi
Kayit Tarihi: Apr 2007
Nerden: Balıkesir
Yaş: 31
Mesajlari: 2,415
Teşekkür Etme: 32 Teşekkür Edilme: 56 Teşekkür Aldığı Konusu: 49
Üye No: 39171
Rep Power: 1802
Rep Puanı : 3277
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Ii. Süleyman Sah
Sultan İkinci Süleyman 15 Nisan 1642'de İstanbul'da doğdu. Babası Sultan Birinci İbrahim, annesi Saliha Dilaşub Sultan'dır. Orta boylu, kır sakallı, şişman ve halim selim bir padişahtı. Dindar, dürüst ve akıllı bir insan olan annesi Saliha Dilaşub Sultan tarafından titizlikle yetiştirildi. Oğluna, gerekli bilgileri bir yandan kendi veriyor, bir yandan da hocalar tutuyordu. Hayatının kırk yılını bir dairede hapis geçiren Sultan İkinci Süleyman cesur, dindar, vatansever, merhametli ve nazik bir insandı. Rüşvet ve sefahata son derece düşmandı. Padişah olduğu sırada askeri zorbaların ortalığı karıştırması üzerine onlarla mücadeleye girişti ve kısmen de olsa asayişi sağladı. Sultan İkinci Süleyman, 4 yıl gibi kısa bir süre padişahlık yaptı. Bunun son iki yılını yatak hastası olarak geçirdi. Gün geçtikçe zayıflıyordu. 22 Haziran 1691 günü Edirne'de vefat etti. Cenazesi İstanbul'a getirilerek Süleymaniye Camii yanında Kanuni Sultan Süleyman türbesine gömüldü. |
04-28-2007, 07:56 PM | #20 |
Forum Müdavimi
Kayit Tarihi: Apr 2007
Nerden: Balıkesir
Yaş: 31
Mesajlari: 2,415
Teşekkür Etme: 32 Teşekkür Edilme: 56 Teşekkür Aldığı Konusu: 49
Üye No: 39171
Rep Power: 1802
Rep Puanı : 3277
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
2 . Ahmet
Osmanlı sultanlarının yirmi birincisi ve İslam halifelerinin seksen altıncısı. Sultan İbrahim Hanın üçüncü oğlu olup, 25 Şubat 1643’te Hadice Muazzez Valide Sultan’dan doğdu. Şehzadeliğini sarayda geçiren Ahmed Han, iyi bir tahsil gördü. 22 Haziran 1691’de ağabeyi İkinci Süleyman Hanın ölümü üzerine Osmanlı tahtına geçti. Kırk sekiz yaşında tahta geçen Sultan İkinci Ahmed Han, daha birkaç gün önce ordunun başında Avusturya üzerine sefere çıkan sadrazam ve serdar-ı ekrem Fazıl Mustafa Paşaya, sadaretinin devamına dair bir ferman gönderdi. Belgrad önlerine ulaşan Fazıl Mustafa Paşa, Peter Varadin önlerinde bulunan Avusturya ordusu üzerine yürüdü. Orduya henüz Kırım kuvvetleri katılmamıştı. Bu durumu fırsat bilen Avusturya ordusunun kumandanı 25 Ağustos 1691 günü derhal taarruza geçti. Slankamen muharebesi adı verilen savaşın ilk anlarında Osmanlı askeri galip durumdaydı. Ancak sadrazam Mustafa Paşa'nın şehid düşmesi üzerine durum birden Osmanlı ordusu aleyhine döndü ve hezimetle neticelendi. Slankamen mağlubiyetinden sonra ilerleyen Avusturya kuvvetleri Kasım ayında Varat Kalesini kuşattılar. Sultan, yeni sadrazam Arabacı Ali Paşayı sadaretten alarak, Diyarbakır valisi Hacı Ali Paşayı tayin ve Avusturya üzerine sefere memur etti. Bu sırada Avrupa devletleri Osmanlı-Avusturya Savaşının durdurulması için girişimde bulundular ise de, netice alamadılar. Diğer taraftan zamanında yardım ulaşmayan Varat Kalesi, Avusturyalılara teslim olmak mecburiyetinde kaldı. 1692 Haziranının sonlarına doğru sadrazam Hacı Ali Paşa Edirne’den hareketle Belgrad’a vardı. Kaleyi tahkim ve tamirden sonra, Avusturyalıların kışlağa çekilmeleri üzerine Edirne’ye döndü. Sadrazam, Avusturya ile uğraşırken, Venedik donanması da Girit’e asker çıkardı. Kaptan-ı derya vezir Damad Yusuf Paşanın donanma ile Hanya önlerine gelmesi üzerine Venedikliler muhasarayı kaldırarak geri çekildiler. 1693 yılı Mart ayı sonlarında Bozoklu Mustafa Paşa sadarete getirildi. Yeni sadrazam Temmuz ayında Avusturya seferine çıktı. Hedef, Erdel’i geri almaktı. Avusturya ordusunun Belgrad’ı kuşatması üzerine sadrazam Belgrad’a yöneldi. Kırım Hanı Selim Giray’ın Avusturyalılar’ın yardımına gelen bir orduyu mağlup etmesi üzerine, kuşatma kaldırıldı. Serdar-ı ekrem, çekilen düşmanı takiple çok zayiat verdirdi ve 17 Eylülde Belgrad’a girdi. Kışın yaklaşması üzerine Osmanlı ordusu Edirne’ye döndü. Stratejik önemi pek büyük olan Narenta Kalesi 28 Haziran 1694’te Venedikliler tarafından işgal edildi. Geri almak için yapılan teşebbüsler netice vermedi. Bu hadiseden bir süre sonra sefere çıkan Osmanlı ordusu Varadin Kalesini kuşattı. Ancak bu sırada, Malta, Floransa ve Papalık filolarından müteşekkil bir Venedik donanması Sakız’ı zaptetti. Buna çok üzülen Sultan İkinci Ahmed Han, sadrazama bir hatt-ı hümayun göndererek geri dönmesini ve Sakız adasının geri alınmasını emretti. Kaptan-ı deryalığa amcazade Mezomorta Hüseyin Paşa tayin edildi. Öte yandan Osmanlı Devleti dış gailelerle uğraşırken içte de bazı hadiseler vuku bulmaktaydı. Irak ve Hicaz’da çıkan isyanlar ile Suriye’de Sürhan ve Maanoğullarının aleyhte faaliyetlerini Sultan Ahmed Han anında aldığı tedbirlerle önledi. Bu sırada Sakız Adasının geri alınması için yola çıkan Hüseyin Paşa, ada açıklarında Venediklilerle çarpışırken Sakız’ın elden çıkmasının acısı ile üzüntüden hastalığı ağırlaşan Sultan Ahmed Han, 6 Şubat 1695 tarihinde fetih haberini alamadan, elli iki yaşında Edirne’de vefat etti. Naşı, İstanbul’a nakledilerek Kanuni Sultan Süleyman Hanın türbesine defnedildi. Çok merhametli ve vatanperver olan Sultan İkinci Ahmed Han, hasta olduğu zamanlarda bile, devlet işlerinden asla el çekmezdi. Haftada iki gün yapılan divan toplantılarının dörde çıkarılmasını emretti. Toplantıları bizzat takip eder, yaptığı herhangi bir hatayı düzeltmekten çekinmezdi. Adil bir sultan olarak yaşayan Ahmed Han, milletini memnun etmek için elinden gelen her şeyi yapmaya çalışmıştır. Sanatkarları korur, taltiflerde bulunarak daha iyiye ve güzele doğru yönlendirirdi. İyi bir hattat olan Sultan Ahmed Hanın yazdığı Kur’an-ı kerimler ve çoğalttığı kitaplar vardır. Diğer Osmanlı sultanları gibi aynı zamanda iyi bir şairdi |
Bu Konudaki Online üyeler: 2 (Üye Sayisi : 0 Ziyaretçi Sayisi : 2) | |
|
|
Benzer Konular | ||||
Konu | Konu Baslangic | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Dokumacilik Bilgileri | ÇaKıR- | Eskiler (Arşiv) | 0 | 02-25-2008 02:43 AM |
Taşıma Bilgileri | Sєzєя | Eskiler (Arşiv) | 0 | 05-19-2007 04:36 PM |
Ogame Başlangıç Bilgileri | goblet_of_fire | O Game | 4 | 09-21-2006 03:06 PM |
Pratik Güzellik Bilgileri | Misyoner | Eskiler (Arşiv) | 0 | 01-27-2006 08:46 PM |