05-11-2007, 12:08 AM | #11 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Dec 2005
Nerden: BeyCoast
Mesajlari: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Teşekkür Edilme: 333 Teşekkür Aldığı Konusu: 269
Üye No: 4853
Rep Power: 2953
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Cennet
Zaman: Efsanevi Mekân: Bir olasılıkla Güney Irak Cennet, yeryüzünde eşi bulunmayan bir yerdir, ancak kesin yerini hiçbir insanın bilmesine izin verilemez. Gelecekte bir zaman... Tanrı Cennet'in yolunu açıklayacaktır. BİR HAHAM MESELİ Ortasından büyük, hayat veren ırmağın aktığı Cennet'in nerede olduğunu kimse öğrenememiştir. Kitabı Mukaddes'in Tekvin kitabı ;söyle der: "Ve Rab Allah şarka doğru Aden'de bir bahçe dikti" (Tekvin 2:8). Bu tarifin Güney Irak'ta eskiden Sümer ve Akadlar Ülkesi denilen yer olduğu anlamı çıkarılmaktadır. Yüzyıllar boyunca pek çok insan bu efsanevi İrem bahçesini aramışsa da, asla bulunmuş değildir. İbrani hikâyesinde yer alan günah ve cezalandırılma anlamından yoksun olmalarına rağmen benzer efsaneler Sümerler zamanında da bilinmekteydi. Aziz Paulus'tan sonraki ilahiyatçılar Cennet'i bir yeryüzü cennetinden çok tanrısal bir ödül yeri olarak düşünmüşlerdir. (Korintoslulara II. Mektup 12:3) Baba ve Kral olan Tanrı, Âdem ile Havva'yı gökyüzünden kutsarken, cennetin bir yeryüzü cenneti ya da Zevk Bahçesi olarak resmedilişi. Küreleri içinde gezegenler göğü yeryüzünden ayırıyor. (Solda) Bir 16. yüzyıl İran elyazmasında, bir bahçede yapılan piknik. İranlılar, "park" anlamına gelen bir kelimeden dünyaya Cennet (Paradise) fikrini vermişlerdir. (Sağda) Masolino ve Masaccio tarafından 15. yüzyılda yapılmış Âdem ile Havva tablosu. Yılanın kafası, kadın başı biçiminde resmedilmiş. Asur kralı Asurbanipal saray bahçesinde yemek yiyor. Ninive sarayındaki röliyef, İÖ 7. yüzyıl. Mısır ve Yakındoğu'daki Cennet Bahçeleri Bir Cennet bahçesi fikrinin Sami ruhunda kök salmış olmasının nedeni, herhalde insanların yaşadıkları ekili alanları çevreleyen çöllere bir antitez oluşturmasındandır. Yakındoğu'nun pek çok yerinde, direnen toprakta yiyecek bir şey yetiştirmek çok güç bir iştir. Bu çok geniş bölge her zaman büyük çelişkiler alanı olmuştur: İyi sulanmış, kupkuru çöllerin ortasında sakinlerinin özenle geliştirdikleri yüksek derecede verimli vahalar vardır. Fırat ve Dicle gibi Türkiye, Suriye ve Irak'tan geçen nehirlerin zengin vadileri ve Mısır'daki Nil vadisi çevredeki kuru ovalar ve çöllerle tam bir zıtlık oluşturur. Su olmadığı takdirde ne bitki ne de hayvan ve insan yaşayamaz. Ve deniz kıyılarında tatlı su ırmakları ya da kaynaklar olmadığı takdirde toprak işlenemez. Yağmur yağacağı zamanlar önceden kestirilemez, sulamalı tarım ise tümüyle suya bağlıdır. Nil vadisinde Firavun'un yedi yıllık bolluk ve ardından yedi yıllık kuraklık rüyası (Tekvin 41:1-4) Mısır'da Assuan Barajı'nın yapıldığı 20. yüzyıl ortalarına kadar gayet gerçekçi bir durumu yansıtmaktaydı. Böylece bir Cennet bahçesi fikri, Yakındoğu'da binlerce yıldır çok değerli bir olgudur. İngilizce'deki "Eden" [Cennet] adı ya Akadça "ova" anlamına gelen "edinu"dan ya da "zevk" anlamına gelen İbrânice kökten gelmektedir ve ta ilk çağlardan beri Cennet fikriyle ilişkilendirilmiştir. İngilizce'deki "Paradise" (cennet) sözcüğü önce eski Farsça'daki "apiri-da-eza"dan (park) gelmiştir. Bu kelime İbranice'de "pardes" ve sonra Yunanca'da "paradeisos" olmuştur. Kitabı Mukaddes'in Yunanca çevirilerinde kelime ilk olarak Cennet için kullanılmış ama sonra Kral Hirodes'in İÖ 1. yüzyılda Eriha'da yarattığı yüzme havuzlu ve fıskiyeli, iyi sulanan, bahçeler arasındaki saray kompleksi gibi büyük bahçeler için kullanılmıştır. Firavunlar'ın Mısır'ında kralların ve soyluların evlerini, sulanan ve meyve ve sebze yetişen bahçeler çevrelerdi. Sofralarına balık, insanların günün sıcağında kenarında serinledikleri havuzlardan gelirdi. Böyle bir bahçenin Kudüs'ü saran çifte surun arasında bulunduğu Tevrat'ta yazmaktadır (Ve şehrin duvarında gedik açıldı ve bütün cenk adamları, kral bahçesinin yanında olan iki duvar arasındaki kapı yolundan geceleyin kaçtılar,- Krallar 2, 25:4) Bu bahçe, Krallar 2, 21:18'de sözü edilen Kral Uziyah'ın bahçesi olabilir. Eski Yakındoğu'da kral aileleri her tarafta tıpkı Asur ve Babil saraylarında olduğu gibi Cennet bahçeleri yaratmışlardır. Bazı krallar avlanmak için başka ülkelerden getirtilmiş ve özellikle yetiştirilmiş vahşi hayvanlar için çok büyük parklar da kurmuşlardır. Bunlardan en ünlüsü Ninive'deki sarayının röliyeflerinde de belirtildiği gibi Asurbanipal'in (İÖ 668-627) avladığı aslanlardır. Bir başka röliyefte aynı kral ile karısının saray bahçelerinin büyük ağaçları arasında bir asma bahçede yemek yedikleri görülmektedir. Bir olasılıkla Sinahheriba'nın (İÖ 704-681) inşa ettiği bir bahçe, başka bir Ninive röliyefinde yer almaktadır. Bu Cennet'te kralın doğuda 80 kilometre ileride Zagros Dağları'ndan su kemerleriyle getirttiği suyla parklar ve meyve ve sebze bahçeleri sulanmaktadır. (Solda) Nabukadnezar'ın Babil'deki taht odasının yeniden inşa edilmiş cephesi, palmiye ağaçları ve diğer bitkilerle, İÖ 6. yüzyıl. (Sağda) 18. hanedan Mısır lahdinden Nebamun'un bahçesinde bir havuz. Havuz gölge veren ağaçlarla çevrilidir. Babil'in Asma Bahçeleri Babil'in Asma Bahçeleri eski çağlarda bile çok ünlüydü. Bu "keyif bahçeleri" eski dünyanın yedi harikasından biriydi. Efsaneye göre bunlar Babil Kralı Nabukadnezar (İÖ 604-562) tarafından yurdunun ormanlık dağlarını özleyen Med prensesi karısı Amitis için yaptırılmıştır. Alman arkeologu Robert Koldewey, 20. yüzyılın başlarında çeşit çeşit bitkiyle örtülü bir tür teraslı ziggurat olarak düşündüğü bu yapının temellerini bulduğunu düşünmüştür. Daha yakın zamanlardaki arkeolojik araştırmalar, kral sarayının kuzeyinde bir bölgedeki çok geniş sulama kanallı terasların kral ve maiyetinin kullanımı için ağaçlar ve çiçeklerle donatılmış olabileceğini belirlemiştir. İlginç olan, bu sulak alanın Babil'in kuzeybatı köşesindeki saray duvarlarıyla kuzeydeki kent surları arasında bulunmasıdır. O zaman bir kral bahçesi için klasik yerin, tıpkı Kudüs'te olduğu gibi, kentin surları arasında, saraya yakın olmuş olması akla yatkındır. Cennet Fikri Eski Yakındoğu'daki kral bahçeleri efsanevi bir düşün uygulanması olduğunu akla getirmektedir. Kitabı Mukaddes'teki Aden Bahçesi, insanların dinlenme yeri olarak hayal ettikleri bir yeryüzü ya da gökyüzü cennetidir. Batı uygarlığında bu "Altın Çağ", "Mutlu Adalar", "Kutsanmışların Adaları", "Elysian Bahçeleri" ve bunlar gibi diğerleriyle ilişkilendirilir. Kitabı Mukaddes'te Cennet, bir masumiyet mekânıdır ve insanların Tanrı ile bir dostmuş gibi konuşabildikleri bir masumiyet çağına aittir. Ondan sonra bizler büyüdük. Bilgi Ağacı meyvesi durumumuzun gerçeğini görmemizi sağladığında tam birer insan olduk. Yaşamak için çalışmak zorunda olduğumuzu, hastalığın ve kötülüğün, yoksulluk ile ölümün dünyaya hâkim olduğunu öğrendik. Bu meselin doğruluğu çok derinlere işler ve doğrudan insan yüreğini etkiler. İslamiyet'e göreyse Cennet, inananların Allah'ın iradesiyle girebileceği zevk ve mutluluk yeridir. Günümüzde cennetin yerinin, simgesel bir mitin anlamının herhangi bir somut gerçekten güçlü olduğu ruhlarımızda bulunduğunu kabule hazırız. Bir Mezopotamya mühür silindiri. Kutsal ağacın iki yanında oturmuş figürler: Sağda boynuzlu başlığıyla bir tanrıça. Her ikisinin ardındaki yılan Cennet Bahçesi hikâyesinin öncüsü.
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
05-11-2007, 12:08 AM | #12 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Dec 2005
Nerden: BeyCoast
Mesajlari: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Teşekkür Edilme: 333 Teşekkür Aldığı Konusu: 269
Üye No: 4853
Rep Power: 2953
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Zaman: 12.000-4.500 yıl önce
Mekân: Yakın Doğu, Meksika, Çin, Andiar, Doğu Birleşik Amerika, Sahra-altı Afrikası Bu bir Neolitik Devrimdi. V. GORDON CHILDE, 1936 Geçmişinin büyük bir kısmında insanlar yiyeceklerini avlanarak ve toplayarak sağlamışlardır. Atalarımız evcilleştirilmiş hayvan ve bitkileriyle yerleşik toplumlar halinde yaşamadan çok önce bir tür olarak evrim geçirmiştik. Çiftçilik çok yeni bir olaydır ve arkeologlar insanın yaşam biçiminde neden böyle radikal bir değişikliğin gerçekleştiğini anlamaktan hâlâ çok uzaktalar. Çiftçilik ilk kez 12.000 yıl önce verimli Ortadoğu topraklarında başlamış ve bu tarihten hemen sonra dünyanın altı başka bölgesinde de birbirlerinden bağımsız olarak keşfedilmiştir: 9000 yıl önce Orta Meksika'da, ondan biraz sonra Güney ve Kuzey Çin'de, sonra 7000 yıl önce Orta Andlarda ve son olarak da, 4500 yıl kadar önce Birleşik Devletler'in doğusunda ve Sahra-altı Afrika'da. Bu ayrı gelişmelerin hepsindeki ortak nokta, çiftçiliğin son Buzul Çağı'ndan sonra başlaması ve herhalde küresel ısınma ve insan nüfusundaki önemli artışla ilişkili çevresel değişikliklere yakından bağlı olmasıdır. Ancak her bölgede keşfedilen çiftçilik türü farklıydı ve büyük ölçüde yerel bitkiler ve hayvanlar tarafından belirlenmişti: Ortadoğu'da arpa, buğday, koyun ve keçi, Meksika'da mısır, Çin'de pirinç, Sahra-altı Afrika'sında darı ve büyükbaş hayvan. Ayrıca her bölgede insanları, atalarının avcılık-toplayıcılık hayat biçimlerinden vazgeçirtecek kendi belirli olayları yeralmış görünmektedir. Eriha'da bir yerleşim höyüğünün tabanında insanların küçük yuvarlak barınaklarda yaşadıkları ilk çiftçi köylerinin kalıntıları, insanlar bu büyük kuleyi de yapmışlardı. ORTADOĞU: BİR OLGU ARAŞTIRMASI Ortadoğu'da çiftçiliğin kökenlerinin araştırılmasının çok uzun bir tarihçesi vardır. Bu konuda ilk öncü araştırmalar 1940'larda Robert Braidwood tarafından Kuzeydoğu Irak'ta Chemchemal Vadisi'nde yapılmış, sonra 1950'lerde Kathleen Kenyon'un Ürdün Vadisi'nde Eriha'daki kazıları bunu izlemiştir. Bu ilk çalışmalar Ortadoğu'da henüz çömlekçiliğin olmadığı ilk Neolitik çiftçi toplulukları üzerinde yoğunlaşmıştır. Daha yakın zamanlarda Ofer Bar-Yosef gibi arkeologlar çiftçiliğin neden başladığını anlamak için daha gerilere gitmemiz gerektiğini göstermiş, arkeolog-botanist Gordon Hillman da Ortadoğu'da hâlâ varolan vahşi bitkileri inceleyerek ve kazılardan çıkan bitki kalıntıları üzerinde mikroskopik çalışmalar yaparak daha geniş alanlar açmıştır. Suriye'de Ebu Hureyra'da avcı-toplayıcı yerleşim birimi, çizimi yapılan ker**** tuğla evli çiftçi kasabasının altında bulunmuştur. Burası tahıl ve hayvanlarıyla karma bir çiftçi ekonomisine sahipti. Artık yalnızca 11.600 yıl önceki küresel ısınmayla yetinmeyip Buzul Çağı'nın son binyılındaki iklim değişikliklerine de dikkat etmemiz gerektiği anlaşılmıştır. 14.500 yıl kadar önce Ortadoğu'nun kıyıları ve nehir vadileri, sık meşe ormanlarıyla kaplıydı ve geri kalan bölgeler yenilebilir çeşitli bitkileriyle zengin bir bozkırdı. Bu bitkiler arasında ehlileştirilmiş buğday ve arpanın vahşi ataları vardı ve İsrail'de Ayn Mallaha ve Suriye'de Ebu Hureyra gibi kalıcı yerleşim yerleri kuran Natufian kültürüne ait avcı-toplayıcıları tarafından büyük miktarlarda toplanıyorlardı. Bu, atalarımız için daha önce örneği olmayan bir adımdı ve avlanmak için çok büyük ceylan sürülerinin varlığı bu yerleşmeyi kısmen mümkün kılmıştı. Bu topluluklar 2000 yıl kadar geliştiler, çiftçilerle ilişkilendirilen taş mimarisi, sanat ve bitki öğütme teknolojisi gibi kültürel unsurları geliştirdiler. Sonra yaklaşık 12.600 yıl önce iklim kötüleşmeye başladı. Avcı-toplayıcılar, sıcak hava ve bol yağmur yerine, bin yıl süreyle buzul çağı koşulları ve onun getirdiği kuraklık ve toplanacak bitkilerde ve avlanacak hayvanlarda bir kıtlık dönemi yaşadılar. Bu kısa iklim dönemi avcı-toplayıcı nüfusun daha önce görülmemiş derecede arttığı bir zamana rastladığı için büyük felaketlere neden oldu. Sürekli yerleşik bir hayat biçimi daha fazla sürdürülemeyeceği için, yeniden göçebe hayat biçimleri benimsendi ve insanlar herhangi bir yerde birkaç aydan fazla kalmadılar. Ama daha önceki hayatlarıyla bazı bağları korumuşlardı. Terk edilmiş köyler, mezarlıklar olarak kullanılmaya başlandı. Grupların, belirli zamanlarda buralarda ölülerini hep birden gömmek için toplandıkları anlaşılmaktadır. Buralara, yiyecek ararken ölenlerin gömüldükleri geçici mezarlardan çıkarılan kemikler ya da yalnızca kafatasları getirilmekteydi. Bu nedenle 14.500 ile 12.500 yıl önceki yerleşik hayat biçimlerinin yerleştirdiği kültürel tavırların, insanlarda Genç Dryas döneminde de devam ettiği ve bunların daha sonra çiftçilik köyleri kurulması için önemli bir adım olması mümkündür. Genç Drays döneminin kuraklık koşullarında, yeterli besin maddesi elde etmek için insanlar bitkileri ekerek ve sulayarak yetiştirmeye başlamış olmalıdırlar. Aslında bu tür uygulamalara yıllar önce, yerleşik olarak yaşadıkları zaman başlamışlardı. Yabani bitkilerin yetiştirilmesi daha fazla ürün vermiş ve insanlara hareketlerini planlama olanağı sağlamıştır. Kendileri her ne kadar biliniyorlarsa da bu, ehlileştirilmiş bitkilerin evrimine götüren önemli bir adımdı. Ehlileştirilmiş tahılın başlıca unsuru, tanenin kendi kendini tohumlamak için otomatik olarak dağılmak yerine olgunlaşırken sapta kalmasıdır. Bu da çiftçinin tahılı kullanmak için toplaması ve yeterli bir miktarını da yeniden ekmek için saklaması demektir. Aynı biçimde ehlileştirilmiş fasulyeler kabuklan içinde kalmış ve bitki ehlileştirilmesi uzmanı Daniel Zohary'nin deyimiyle burada "ekin toplayıcı"yı beklemiştir. Yabani buğday ve arpa saplan arasında tohumlarını bu şekilde saklayan birkaç biçim değiştirmiş bitki de olacaktı. Genç Dryas döneminin bitki ekicileri başakları kesip tohumları başka bir yerde ekmek için toplarken, bu biçim değiştirmiş bitkiler de işlenen arazide varlıklarım arttırmışlardır. (Solda) Eriha'dan Neolitik çağa ait kil baş. (Sağda) Ebu Hureyra'da bir değirmen taşı. Çiftçiliğin başlaması, yanında, çok çalışmayı da getirmiştir. Çiftçilik-öncesi bitki yetiştiricileri, çok geçmeden yabani bitkilerin Şeria Vadisinin alüvyonlu topraklarında, özellikle doğal pınarların çevresinde çok daha iyi yetiştiklerini keşfetmiş olmalıdırlar. 11.600 yıl önce ani küresel ısınma ile gelen yağmurlar artınca, insanlar yerleşik hayat biçimine yine bu vadide dönmüşlerdir. Başta Eriha'da olmak üzere, ker**** evler yapmışlardır. Burada herhalde savaştan çok su taşkınlarından korunmak için bir duvar ve büyük bir taş kule inşa etmişlerdi. Birkaç kilometre kuzeyde Netiv Hagdud köyü kurulmuştu. Burada darı ekimi yapıldığını gösteren izler vardır. Hem burada hem de Eriha'da Genç Dryas döneminin göçebe avcı-toplayıcılarının gömme ritüellerine, özellikle insan kafataslarının topraktan çıkarılıp yeniden gömülmesine, devam edilmiştir. Bunların kullandıkları aletlerin çoğunun aynı olması, avlanmanın ve bitki toplamanın devam etmekte olduğunu göstermektedir. Verimli hilalin her yerinde benzer gelişmeler olmuştur, ilk Neolitik köylerin en gelişmişleri Türkiye' nin güneyinde ve Irak'ın kuzeydoğusunda inşa edilmişti. Fransız arkeolog Jacques Cauvin bunun, çiftçiliğin gelişmesi için gerekli toprağa karşı yeni tavırlara ilişkin olduğuna inanmaktadır. Bu köyler bir kere kurulduktan sonra çiftçiliğe giden yolda dönüş olamazdı. Köylerin birbirlerine obsidyen (volkanik cam) ve deniz kabuğu gibi maddelerin ticaret ağlarıyla bağlandıklarını biliyoruz. Bu yollardan artık, ehlileştirilmiş bitkilerin tohumlarının da taşındığı düşünülebilir. Böylece bu köylerde çok geçmeden tahıl dışında, hızla genişlemekte olan nüfusu beslemek için fasulye ve mercimek de ekilmeye başlanmıştı. 1000 yıl içinde ilk keçiler ve ardından büyükbaş hayvanlar da evcilleştirilmişti. Köyler, iki katlı taş evleri, sokakları ve depolarıyla kasabalara dönüştü. Bu da, ilk olarak 14.500 yıl önce ilk yerleşik avcı-toplayıcılarda kökleri olan, sonra Genç Dryas döneminin iklim şoklarıyla gelen ve böylece ilk uygarlıkların başlaması için sahneyi hazırlayan çiftçiliğin başlangıcının son aşaması olmuştu. Verimli hilal. Büyük nehirlerin oluşturduğu bu yay, ilk çiftçi yerleşim birimlerinin ve ilk uygarlıkların ortaya çıktığı sahnedir. Önemli unsurlarından biri, avcı-toplayıcıların binlerce yıldır kullandıkları ehlileştirilmiş türlerin yabani atalarının varolmasıydı. TARIM HAKKINDA BAŞKA ARAŞTIRMALAR Tarımın nasıl başladığı, filozofları Eski Çağlar'dan bu yana epeyce ilgilendiren bir konu olmuştur. Eski Yunanlılar, tarımın icadını, Tanrıça Demeter'in Triptolemeus'a ihsanı sayarlardı. Kuşkusuz kutsal kitaplara göre Âdem de çiftçilerin piri idi. Ama İÖ I. yüzyıla gelindiğinde Varro, tarımın tamamen insanın bir icadı olduğunu çoktan anlamıştı. 19. yüzyılın ortalarında, İngiliz antropolog Morgan, Friedrich Engelsin ardından tarımı, toplumsal aşama olarak, vahşilikten barbarlığa geçişin kesin ölçütü saymıştı. Daha sonra Gordon Childe, Pleyistosen sonrası çıkan iklim değişikliklerinin, canlı organizmaları vahalara sığınmaya zorladığını savunmuştur. Childe'a göre bitkilerin, hayvanların ve insanların böylece bir araya toplanması, insanın, diğer ikisini evcilleştirmesine neden olmuştur.
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
05-11-2007, 12:08 AM | #13 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Dec 2005
Nerden: BeyCoast
Mesajlari: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Teşekkür Edilme: 333 Teşekkür Aldığı Konusu: 269
Üye No: 4853
Rep Power: 2953
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Dil Nasıl Gelişti?
zaman: 0,5-1 milyon yıl önce Mekân: Afrika Dil kültürel bir yapı değildir... o beyinlerimizin biyolojik yapısının belirli bir parçasıdır. STEPHEN PINKER, 1994. Birbirimizle konuşmak, bizim yapabileceğimiz en basit ve en karmaşık şeylerden biridir. Konuşmak bir zahmet gerektirmez, üstelik keyif verir. İnsan olmanın ve toplumun katılımcı bir üyesi olmanın bir parçasıdır. Biz bir tür olarak en derin duygularımızı, bilgi ve anlayışta ilerlememizi ve çoğunlukla da, günlük yaşantımızın önemsiz şeylerini iletmek için dili kullanırız. İletişim kurduğumuzda evrimin en şaşırtıcı ürünlerinden birini -dili-kullanmaktayız. Çıkardığımız seslerin pek çoğu genelde benzersizdir. Her biri sahip olduğumuzun farkına bile varmadığımız gayet karmaşık gramer kurallarına uygundur ve toplumun sıradan bir üyesinin emrindeki 60 bin kelimelik bir dağarcıktan seçilip alınır. Dilsiz bir hayatı hayal bile güçtür ve insanlar konuşamadıkları zaman sözlü kelime kadar karmaşık işaret dilleri kullanırlar. İnsanın ses kutusu ya da gırtlak, insanlarda şempanzelere oranla boyun anatomisinin daha alt kısmındadır. Bu durum şempazenin çıkarabileceği sesleri kısıtlar. Gırtlağın aşağı kayması dilin gelişmesinde önemli bir gelişme olmuştur. Evrimle ilgilenen biri için konuşulan belirli bir dil, dili konuşma yeteneği kadar ilginç değildir. Çin'de doğmuş bir çocuğu alıp İngiltere'ye yerleştirirseniz akıcı bir İngilizce konuşan biri olarak yetişecektir. Evde Çince, okulda İngilizce konuşuluyorsa, çocuk iki dilli olacaktır. Bunun nedeni bütün dillerin temelde benzerlikleri olmasıdır. Bebekler, hayatlarının ilk yıllarında karşılaştıkları dilleri öğrenmek için programlanmış beyinlerle doğarlar. Çocuk ikinci yılında günde en az on sözcük öğreniyor ve bunları, karmaşıklığı ve içeriğiyle anababasını çoğunlukla şaşırtacak cümleler içinde birleştiriyordur. Hayvansal iletişimin başka hiçbir sisteminin, insan dili ile uzaktan yakından bir benzerliği yoktur. Kuş cıvıltısı, maymun bağırmaları ve karınca pheromone'ları çok gelişmiştir ama hiçbirinin gelecekteki ya da geçmişteki olaylara, o anın dışında olup bitenlere ya da belki yalnızca hayalde olanlara gönderme yapma olasılığı yoktur. Yaşayan en yakın akrabalarımız olan şempanzeler bile ses ve jestlerle iletişim kurarlar ve laboratuvardaki sembolleri kullanmayı öğrenebilirler. Bilimadamları yıllardır şempanzelerde insansı bir dil parıltısı görmek için uğraşmışlardır ve bunlardan çoğu da, böyle bir şeyin olmadığı sonucuna varmıştır. Şempanzelerin birkaç yüz "sözcük" ten fazlasını öğrenemedikleri ve kendi çıkardıkları seslerin "gramer" karmaşıklığının sözcüklerin çok basit bir sıralanmasından ileri gidemediği anlaşılmıştır. Beş milyon yıl önce Doğu Afrika ormanlarında yaşayan insan atalarımızın da şempanzeler kadar "dil" yetenekleri olduğu tahmin edilmektedir ki, bu da konuşma dilleri olmaması demektir. Birbirleriyle sesle ve işaretlerle iletişim kuruyor olmalılardı. Buradan insan diline geçiş, herhalde çok ağır olmuş ve bir tek "dil-benzeri" geçiş adımından çok, 130 bin yıl önce türümüz Homo sapiens'in ortaya çıkışıyla tam karmaşık modern bir dille sonuçlanan küçük adımlarla gerçekleşmiştir. (Solda) İsrail'in Kebara Mağarası'ndaki bir mezarlıkta, 1963'teiyi korunmuş bir Neanderthal iskeleti bulunmuştu. (Sağda) Sue Savage-Rumbaugh ve sözlü İngilizce'yi epey anlayan Panbanisha adlı bir bonobo. DİLİN ÖN KOŞULLARI Dilin evrimi, sesleri anlamak ve çıkarmak için gerekli sinir sürecini üstlenebilecek kadar büyük bir beyne sahip olmaya bağlıydı. Ancak ne kadar büyük bir beyin gerektiği pek kesin değildir. Örneğin, şempanzelerin ve australopithecus'ların 450 çelik beyni yetersiz görünmektedir, ancak 1,5 milyon yıl öncesinin Homo ergaster'i 900 cc'lik beyniyle yeterli beyin gücüne sahip görünmektedir. Sinir bağlantıları o sırada henüz gelişmemiş olabilirse de. Homo ergaster, dilin evrimi için iki diğer ön koşula daha sahipti: İki ayak üzerinde duruyordu ve et yiyordu. İki ayak üzerinde yürümek ve koşmak, bu tür hareketleri idare etmek için yüksek derecede denetimli bir soluma sistemi gerektiriyordu. Bu, konuşulan dilin özelliği olan, çok sayıda farklı ses üretmek için de gerekliydi. Ataları gibi çok miktarda tohum, sap ve kök yemek yerine et yiyen Homo ergaster'in dişleri de küçüktü. Bu da dile, dudaklara ve yanaklara daha çok esneklik verdiği için çok geniş bir ses yelpazesi imkânı sağlamaktaydı. Homo ergaster'in büyük beyni, iki ayaklılığı ve küçük dişleri, dil ile ilgisiz nedenlerle evrim geçirmiş olmalıdır. Ancak bütün bunlar olana kadar dil evrimi gerçekleşemezdi: Bunlar evrimin gerekli ön koşullarıydı. Sesli ve jestli iletişim bir kere yerleştikten sonra, giderek sıklıkta ve karmaşıklıkta artarak daha geniş bir sözlük ve daha gelişmiş bir gramer oluşmuş olmalıdır. Avların yerini ya da alet yapımını daha etkili olarak iletebilen bireylerin ve diğerlerinin seslerini daha iyi anlayanların avantajlı oldukları tahmin edilebilir. Ancak ilk dil, duygu iletmekte ve özellikle toplumsal ilişkiler kurmakta da kullanılmış olmalıdır. Günümüz antropologlarının bazıları, konuşmanın kökeninin dedikodu olduğuna inanır: Dil, giderek genişleyen grupların kopmalarını önleyen "tutkal" olmuştur. Bazıları dilin, bireyin zekâsıyla gösteriş yapma yolu olduğunu düşünmektedirler: Tıpkı tavuskuşlarının dişilerine parlak tüylerini göstermeleri gibi, eski erkek ve kadınlar da karşı cinse gösteriş yapmak için giderek artan ve bir dereceye kadar gereksiz sözcükler kullanmayı benimsemiş olabilirler. Dilin ana işlevlerinden biri, başkalarının zihinlerini insanın kendisi gibi düşünmeye yöneltmek olduğundan hitabet yetenekleri önemli olmalıydı. (Solda) Daha önceki insan akrabalarına kıyasla küçülmüş azı dişleriyle Homo ergoster'in alt çenesi. Dişlerdeki bu değişiklik diyetle ilişkiliydi ve bunun bir yan ürünü de çeşitli sesler çıkarabilmek olmuştur. (Sağda) Bu, boğazımızda bulunan ve ses sistemimize ilişkin yumuşak dokuların bağlı olduğu ilk dil kemiğidir. DİLİN EVRİMİ Dil için bu ayıklayıcı baskıların insan evriminin hangi aşamasında en önemli olduğu konusu da belirsizdir. İnsan anatomisinin sözlü dil yeteneğini yansıtan temel unsurları ne yazık ki yumuşak dokular ya da beyindeki sinir devreleri olup, bunlar arkeolojik bir iz bırakmazlar. Bu nedenle insan sesini şempanzeninkinden ayırt etmek için gırtlağın ne zaman boyuna indiği ya da insanın hızlı konuşma seslerini ne zaman algılayıp bunları işitilebilir farklı sözcükler halinde ayırabildiği bilinmemektedir. İnsan beyninin 600 ile 200 bin yıl arasında büyümesi ve 1200-1500 cc boyutlarına erişmesi, beyinde konuşma için yeni devreler yaratmış olabilir. Ancak dilin evrimi diğer idrak yeteneklerinden ayrı olarak gelişmiş olamaz, bilinç ve yaratıcı zekâ gibi şeyler, birbiri üstüne eklenmiş olmalıdır. Ne de olsa insan, aklındakinin ne olduğunu bilmediği takdirde düşündüklerini söylemesinin bir anlamı olmayacaktır. 90 bin yıl öncesinin kemik zıpkınları ve Güney Afrika mağaralarının 120 bin yıl önceki aşı boyaları kanıtlarının ışığında, ilk Homo sapiens'm konuşma dili olduğu kuşkusuzdur: İnsanların neyi neden yaptıkları hakkında konuşmadan, vücutlarını boyamaları ve karmaşık aletler yapmaları düşünülemez. Ancak diğer insan soyları da bazı konuşma yetenekleri geliştirmiş olmalılardır. Neanderthaller'in anatomik kanıtları onların, gelişmiş dil kullanıcıları olduğunu akla getirmektedir. İsrail'de Kebara Mağarası'nda bulunmuş (yaklaşık 63 bin yıl öncesine ait) bir dil kemiği, bizimkinden pek büyük bir farkı olmayan bir ses sitemini göstermektedir. Ancak Neanderthaller'in çağdaş insanlar kadar geniş bir sözlük ve karmaşık bir gramer geliştirip geliştirmedikleri tartışmalıdır. Böylece dilin evrimi uzun ve yavaş bir süreç olmuştur. Nihai kökleri bugün maymunlar tarafından kullanılan iletişim sistemlerinde yatmaktadır. Yerleşmek için ön koşullara, birbirleriyle ilişkisi olmayan talihli oluşumlara ve sonra da üremede avantajlı olmak için hem ses çıkaran hem de anlayan bireyler için ayıklamacı baskıların olmasına gerek vardı. Bu baskılar herhalde büyük toplumsal gruplar içinde yaşamayla, yiyecek bulma ve elde etme sorunlarıyla ve alet yapımı hakkında iletişim kurmayla ilişkiliydi. İyi bir tahminle en az 250 bin yıl öncesinin büyük beyinli insanlarının, gelişmiş avcı-toplayıcı olmasının yanı sıra ateşli birer dedikoducu olduğu da söylenebilir. EFSANELER... Eskiden, dilin tanrısal bir kökeni olduğuna inanılır ve dilin "Allah"ın insana verdiği nimetlerden" biri olduğu varsaydırdı. Tevrat'ta Âdem, Allah'ın yardımıyla yaratıkları adlandırmıştı. Hindulara göre dili Tanrı İndra, İskandinav mitolojisine göre ise rünik alfabeyi bulan Tanrı Odin yaratmıştır. Tevrat'ta, başlangıçta bütün dünyanın "dilinin bir, sözünün bir" olduğu belirtilir. Ama insanlar gökyüzüne ulaşacak bir kule (Babil Kulesi) yapmaya kalkışınca Tanrı onların dillerini böler ve böylece ortaya, birbirlerini anlamalarını önleyen çok sayıda dil çıkar. Arap inançlarında da, yazıyı ve dili Âdem'e veren Tanrı'dır.
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
05-11-2007, 12:08 AM | #14 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Dec 2005
Nerden: BeyCoast
Mesajlari: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Teşekkür Edilme: 333 Teşekkür Aldığı Konusu: 269
Üye No: 4853
Rep Power: 2953
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Düş-Zamanı Anıları
Zaman: Ebedi Mekân: Avustralya Avustralya Aborijin sanatı bütün dünyaya sunulmuş dünyanın son büyük sanat geleneğidir. WALLY CARAUNA, 1993 Avrupalılar 1788'de Brîtanya Birinci Filosu'nun Botany Körfezine çıkmasıyla Avustralya'yı ele geçirdiklerinde, ülkeyi kendi Avrupalı değerlerine göre biçimlendirmişlerdir. Avrupalılar kıtanın haritasını çıkarmışlar, devasa araziyi tarlalara ve çiftliklere bölmüşler, sanki boş bir toprakmış gibi doğal yerlerine İngilizce adlar vermişlerdir. Aynı kültürel gelenekten arkeologlar ise, Aborijinler'in Avustralya'ya yerleşme tarihlerini tespit için ciddi bir kaygı içinde olmuşlardır. En son tahminleri 60.000 yıl ya da daha öncesidir. Avustralya Aborijinleri'nin bazı konularda kendi görüşleri vardır. Yeryüzünün yaratılıp düzenlendiği, dere ve tepelerin yapıldığı, insanların kendi ülkelerine yerleştirildikleri Düş-Zamanı'ndan bu yana, burada olduklarını bilip söylemektedirler. Bu Aborijin kavramını ifade için kullandığımız "Düş-Zamanı", onların orijinal dillerinde kullandıkları sözcüğe göre, hiç de uygun bir çeviri değildir. "Düş", farklı ve doğru olan gerçekliğe uyanacağımız maddi olmayan bir dünyayı ima etmesiyle, elbette yanlış bir sözcüktür. " Zaman" da, geçmişte olan ve şimdiki zamandan ayrı olan belirli bir dönemi akla getirdiği için, tamamen yanlış bir sözcüktür. Düş görmenin ayrılmaz bir parçası, burada olmanın "her zamanlığı", nesnelerin oldukları ve olmaları gerektiği gibi olmalarıdır. Zaman, yani ölçülmüş kronolojik zaman, zaman içinde değişiklik -arkeolojinin ve batı ampirik biliminin bu merkezi dayanakları- Aborijinler'in kastettiği zaman kavramının içine girmez. (Solda) Düş-Yeri, her zaman değilse de, genellikle resimde görülen bu doğal kireçtaşı kayası gibi manzaranın belirgin bir noktasıdır. (Sağda) Ngalyod (Gökkuşağı Yılanı), Bruce Nabegeyo (1995). Gökkuşağı Yılanı, Düş-Zamanı hikâyelerinin başlıca unsurudur. Bu modern resimde Gökkuşağı'nın başı, yaratıkların en güçlüsü olan tuzlu su timsahının başı olarak resmedilmiştir. DÜŞ-ZAMANI SANATI Eski Avustralya Aborijinleri, eski kaya resimleri ve kaya oymalarıyla resimli bir kayıt bırakmışlardır. Resimlerdeki hayvanların ve kuşların çoğu bugün o topraklarda bulunmaktadır: Brolga ve krokodil, miğferli kakadu, Düş-Zamanı hikâyelerinde önemli olan yaratıklardır. Sık rastlanan bir motif, kimi zaman bir çalı hindisi izi kadar küçük, kimi zaman bir emu ya da daha da büyük olan kuş izleridir. Bu sonuncular büyütülmüş emu izleri midir? Kimbilir belki de daha büyük bir kuşun izidir. Aşırı büyük ve insan ayağı biçiminde izleri de vardır. Kuzey Avustralya'da Kakadu Milli Parkı ile çevresindeki bölgedeki kaya resimleri, en azından 4 bin yıllık, büyük bir olasılıkla çok daha eskidir. Daha eski resimlerde, 20. yüzyılda yalnızca Tasmanya'da kalan keseli, etobur Tasmanya kaplanlarının pek çok resmi vardır. Avustralya kıtasında bir zamanlar varolan kaplan, insanların Güneydoğu Asya'dan köpek getirmesinden bu yana kaybolmuştur. Bu köpekler vahşi dingolar olmuş ve daha orta boylu bir yırtıcı hayvan olarak kaplan soyunu tüketmiştir. Dingonun Avustralya'ya geldiği dönemde Tasmanya, Buzul Çağı sonrasında deniz düzeyinin yükselmesiyle anakaradan ayrılmış olduğundan, hayvan Tasmanya'da yaşamaya devam edebilmiştir. (Solda) Avustralya'da kaya resmi, yaşayan bir gelenektir. Kakadu Milli Parkı'ndaki bu büyük fresk l960'larda eski resimlerin üstüne yapılmıştır. (Sağda) Avustralya kayalarındaki insan ayak izleri, zamanın eskiliğini taşımaktadır. Bazılarının üzerinden daha sonra beyaz boyayla geçilmiştir. Orta Avustralya'da yakın zamanların "nokta resimleri"nin temeli, eski kaya resimleridir. ESKİ GEÇMİŞİN KAYITLARI Dingoların Kuzey Avustralya'ya 4 bin yıl önce geldiklerini tahmin ediyoruz, bu yüzden Tasmanya kaplanlarının resimleri, soyu tükenmiş bir türün resimleridir ama yalnızca o süre içinde tükenmiş olan bir soyun. Ancak Kakadu Milli Parkı'nın bile dışındaki ıssız "taş ülkesi"nin tepelerindeki bir resim, çok daha eski bir şeye işaret etmektedir. İyi tasvir edilmiş ve iyi korunmuş olan bu resimde, Tasmanya kaplanı ya da bir kanguru ya da çağdaş bir keseli türü olmadığı kesin bir yetişkin ve bir yavru yaratık vardır. Bunun küçük ön ayakları (ve keseliler gibi) eli andıran atileri vardır. Ortasında sanki gövdesinin altından sarkan iri ve sivri memeleri vardır. (Oysa keselilerin memeleri, yavrularının büyüdüğü kesenin içindedir.) Küçük ya da yavru olanda da buna benzer bir şey görünmektedir. Yoksa bu yaratık bir megafauna mıdır? Kimileri bunun yalnızca Palorchestes adı verilen ve yalnızca bulunabilmiş fosil kemiklerinden tanınan bir yaratık olduğu görüşündedirler. Ne yazık ki, bugüne kadar bu resimlerden yalnızca bir tanesini biliyoruz. Ancak yüksek kayalık bölgede daha başkaları bulunabilir. Buralarda resimlerle dolu sayısız kaya mağarası bulunmaktadır ancak bunlar fazla ziyaret edilmemiş ve kaya sanatı bakımından tam olarak araştırılmamıştır. Düş-Zamanı hikâyelerinin başlıca figürlerinden biri, ülke içinde dolaşırken yeryüzüne biçim veren ve dramatik izini kayalar ve dereler ve göller oluşturarak bırakan Gökkuşağı Yılanı'dır. Gökkuşağı Yılanı, çağdaş Avustralya pitonlarından bile daha büyük yılanların anısını mı taşımaktadır? Aborijinler'in sel ve kabaran sular hikâyeleri, Buzul Çağı'nın sonunda yükselen deniz düzeyinin insanları daha eski bir kıyı şeridinden içerilere ittiği zamanların anılarını mı korumaktadır? Bu konuda, denizin yükselişinin zamanının tespit edildiği Kakadu Milli Parkı'nda, yükselmenin son aşamalarından kalma bir kaya resminde, ilginç bir ipucu verilmektedir: Denizin o yükselmesi anında, "kıyı insanları"nın daha önce içerilere yerleşmiş olan "taş insanları" ile yeni ilişkilere girdiklerini ve savaştıklarını gösteren resimlerin sayısında da kesinlikle bir artış vardır. Eh, işte bu da yorumlanması gereken bir başka ipucudur. (Solda) Orta Avustralya'dan bir churinga. Düş-Zamanı'nın atalarının bu kutsal nesnelere dönüştükleri düşünülmektedir. (Sağda) Başını yukarı ve sağa çevirmiş, yavrusu sağında duran bu garip yaratık soyu çoktan tükenmiş megafauna olabilir.
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
05-11-2007, 12:09 AM | #15 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Dec 2005
Nerden: BeyCoast
Mesajlari: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Teşekkür Edilme: 333 Teşekkür Aldığı Konusu: 269
Üye No: 4853
Rep Power: 2953
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Eski Çağ Kâhinleri
Zaman: İÖ 6. yüzyıl-İS 4. yüzyıl Mekân: Yunanistan Kehanet Ocağı Delphi'de olan, tanrı ne konuşuyor ne de gizliyor, yalnızca bir işaret gönderiyor. HERAKLEİTOS, İÖ 6. YÜZYIL. Eski Yunanlılar, Tanrıların ölümlülerle konuştuklarına ve gelecek konusunda rehberlik edebileceklerine inanırlardı. Tanrılarla iletişim kurmak günlük hayatın bir parçasıydı. Kâhinler kent kent dolaşıp kehanet satarlar, fal bakarlardı. Bir kuşun uçuşu, bir kurbağanın kalıntıları, bir rüyadaki görüntüler, hatta bir hapşırmanın zamanlaması bile, eğer doğru yorumlandığı takdirde, tanrıların iradesini bildirirdi. Yunanlılar'ın en önemli buldukları ilahi mesajlar Kehanet Tapınaklarında iletilenlerdi. Bunlar genelde sabit mekânlardı ve tanrılara ve kahramanlara burada doğrudan doğruya danışılabilirdi. En ünlüsü Delphi'deki Apollon Tapınağı'ydı ancak eski literatürde daha pek çok tapınaktan da söz edilmektedir. Kehanet Tapınakları'nın popülerliği yüzyıllar boyunca yükselip azalmış, yenileri ortaya çıkarken bir kısmı kullanılmaz olmuştur. Yine de 1000 yılı aşkın bir süre, kişiler ve site devletler önemli kararlarda rehberlik etmeleri için buraları ziyaret etmişler ve karşılığında tapınaklara armağanlar ve çoğunlukla da çok değerli hazineler bağışlamışlardır. Ancak Kehanet Tapınakları'na başvuranların nasıl bir yardım aldıkları bir muammadır. Eski Yunan edebiyatının pek çok tanınmış hikâyesinde bunların mesajları (özellikle de Delphi'ninkiler) hileli ve yanıltıcı ve kehanette bulunulan kişi için felaket getirici olarak tasvir edilmiştir. Yunanlılar'ın önemli kararlarda neden kâhinlere güvenmek istedikleri anlaşılmış değildir. Bu yerlerde kullanılan kehanet yöntemleri konusunda kesin bir bilgimiz yoktur. Kehanet Tapınakları muamması, bilimadamlarını günümüzde bile kandırmaya -ve şaşırtmaya- devam etmektedir. (Solda) Dodona'daki tapınakta, insanların kâhine sordukları soruların bulunduğu binlerce kurşun levha ortaya çıkarılmıştır. Levhada, Hermon, karısı Kretaia'nın çocuk doğurması için hangi tanrıya dua etmesi gerektiğini soruyor. (Sağda) İÖ 5. yüzyıl sonlarından kalma bir kâsede, Atina kralı Aigeus Pythia'nın efsanevi selefi tanrıça Themis'e danışıyor. Aigeus kâhine, çocuk sahibi olmaması konusunu danışmış, daha sonra da kahraman Theseus'un babası olmuştur. HEZEYAN İÇİNDE KADINLAR VE KOMPLOCU RAHİPLER Delphi'deki Apollon Kehanet Tapınağı, hem eski literatürde hem de çağdaş bilimadamları arasında en çok dikkati çekendir. Burada "Pythia" adı verilen bir kâhin kadının ilahi vahiy aldığına inanılırdı ve bu vahiy, eskiler arasında en prestijli kehanet yöntemiydi. Bunun nasıl uygulandığı tartışmalıdır. Söylentilere göre kadın Apollon'un üç ayaklı taburesi üzerinde otururken, oturduğu yerin altından gelen sarhoş edici buharları koklayarak ve defne yaprakları çiğneyerek ilahi bir vecd durumuna geçerdi. Sonra prophetai denilen tapınak rahipleri, onun anlaşılmaz hezeyanlarını şiirlere çevirirlerdi. Bilimadamları ilk başlarda bunu bir mantık çerçevesine oturtmaya çalışarak kabul ettiler. Bazıları prophetai''nin yalnızca bir ziyaretçiden aldıkları bilgiyi başkasına ilettiğini ileri sürdüler. Diğerleri, rahiplerin insanların sırlarını öğrenen ve onlara istedikleri şeyi söyleyen kurnaz psikologlar, hatta durumlarından benimsedikleri davaları desteklemek için yararlanan politik komplocular olduklarına inandılar. (Solda) Erken Klasik Dönem'den kalan gerçek boydaki özgün heykellerin en eskisi olan Delphi Arabacısı. İÖ 470 yılında Sicilya'da Gela tiranı Polyzelus tarafından Delphi Apollon'una adanmış daha büyük bir grubun (bir araba, atlar ve belki de bir seyis) bir parçası. (Sağda) Bu altın ve fildişi karışımı başın, Delphi'nin koruyucu tanrısı Apollon'un doğal büyüklükteki bir heykeline ait olduğu sanılmaktadır. İÖ 6. yüzyılda yanmış ve sonra Delphi'de Kutsal Yol altında gömülmüş bir tapınağın kalıntıları arasında bulunmuştur. KÂHİN Mİ, KÂR PEŞİNDE Mİ? Ancak bu tür hilekârlığın başarılı olması kuşkuludur. Yunanlılar bu alandaki sahtekârlıkların farkındaydılar: Aristophanes'in popüler komedilerinde karakterler sık sık sahtekâr ve açgözlü kâhinleri eleştirir. Ziyaretçilerden bir tür ücret alındığını bilmemize rağmen Kehanet Tapınakları'na böyle suçlamalar yöneltilmemiştir. Delphi Kâhini'ne rüşvet verilme girişimini anlatan bazı hikâyeler varsa da, bunların sayısı gayet azdır ve kâhinin ahlaksızlığından çok, rüşveti vermeye çalışanın tiksindirici karakterinin çizildiği bellidir. Yunanlılar, Kehanet Tapınakları'nın sahipliğinin hiçbir kişiye, gruba ya da devlete ait olamayacağını garanti altına aldıkları için buralardan ve hazinelerinden herhangi bir kimsenin bir kâr elde edebileceğini düşünmek güçtür. Zenginlik yalnızca tanrınındı ve tapınaklarda onu yüceltmek için sergilenirdi. Yalnızca çok nadir anlarda ve çok sıkışık durumlarda bir kimse bunları ödünç almaya cesaret edebilirdi ve bunun da cezası çok ağırdı. Anlayabildiğimiz kadarıyla Delphi ve diğer Kehanet Tapınakları, gerçek kehanet aracıları olarak görülüyordu. Kâhinleri gözden düşürme telaşında olan ilk Hıristiyan yazarlar bile onları rüşvet almakla suçlamamışlar, yâlnızca kehanetlerini şeytan işi olarak nitelemekle yetinmişlerdir. Ancak kâhinlerin Yunan toplumunda nasıl bir işlev gördüklerini hâlâ tam olarak bilemiyoruz. Son zamanlarda iki araştırma alanı bu konuya ilginç ama tartışmalı görüşler getirmiştir. Çağdaş kültürlerdeki kâhinlere yönelik antropolojik araştırmaların getirdiği kıyaslamalı malzeme, anlayışımızı genişletmekteyse de, günümüze kalan eski kehanetlerin yakından incelenmesi, geleneksel anlatımın yeniden gözden geçirilmesini gerektirmiştir. Hazinenin kuzey freskinde tanrılar ile Devler arasındaki savaş. SORULAR VE CEVAPLAR Kâhinleri kullanan pek çok kültürün insanları gibi Yunanlıların da bunlara gelecek konusundaki merakları için başvurmadıkları anlaşılmaktadır. Yunanlılar kâhinlere hangi hareket yolunu benimseyecekleri konusunda danışmışlar ve genelde zaten verilmiş kararlarının doğrulanmasını beklemişlerdir. Sorular genelde bir "evet" ya da "hayır" cevabı alacak biçimde sorulmuştur. Dodona'da Zeus Tapınağı'ndaki kâhin, bize kişilerin soruları hakkında en çok malzemeyi sağlamıştır. Delphi'de de aynı soruların sorulduğunu biliyoruz. Sorular evlilik, çocuklar, iş ve seyahat dahil olmak üzere günlük hayatın çeşitli alanlarını kapsamaktadır. Devletin soruları arasında siyasal konular ve yerleşim yerlerinin kurulması bulunmaktadır. Kâhinlerin dini konularda da aracılar olarak görev üstlendikleri görülmüştür ki bu, dini uzmanı olmayan bir toplumda gayet önemliydi. Kişiler sık sık bir projenin başarısını sağlamak için hangi tanrıya başvurmaları gerektiğini sorarlarken, devlet başvurularında çoğunlukla dini uygulamada yapılacak düzenlemeler ve yenilikler yer almıştır. Tarihi cevapların analizi, Kehanet Tapınağı'na baş-vuranların geleneksel hikâyelerin o karmaşık bilmeceleriyle pek karşılaşmadıklarını göstermektedir. Bazıları Delphi'deki Pythia'nın cevaplarını ziyaretçilere doğrudan doğruya kendisinin verdiğine inanmaktadırlar. Kadının vecd durumu da tartışmalıdır. Başka kültürlerde benzer kurumlarla kıyaslamalar, bunun hır "direnç" biçiminde işlemiş olacağım göstermektedir. Yani konuşanda tarafsızlık görünümünü güçlendiren bir mekanizma. Buharlar çıkan yarık ve defne yaprağı çiğneme, kesinlikle daha sonraki yazarların hayalgüçlerinden doğmuş olsa gerektir. Siphnian Hazine Dairesi'nin doğu freski. Troya Savaşı'nda Akhilleus ile Memnon'un mücadelesi. SIRADAN DOĞRULAMA Bu analizler, Yunanlıların Kehanet Tapınakları'na neden başvurduklarını anlamamızı kolaylaştırırsa da, geleneksel hikâyelerin o karışık mesajları konusunda da düşünmeye zorlamaktadır. Kâhinler gerçekten böyle kehanetlerde bulunmuşlar mıdır? Eski Yunanlılar buna inanıyor ve bunları sonradan ortadan kalkmış olan eski bir uygulamaya bağlıyorlardı. Bu hâlâ geçerliliğini koruyan açıklamadır. Diğer (araştırmacılar bu hikâyelerin yalnızca atasözleri, söylentiler ve o zaman çok yaygın olan genel kehanetlerin bir karışımı olduklarını ileri sürmektedirler. Hangi açıklamayı kabul edersek edelim, bu hikâyeler Yunanlıların ölümlü ile ilahi bilgi arasındaki farkı nasıl gördüklerini açıklamaktadır ve bu da bize onların gelecek konusunda rehberlik olarak gördükleri şey için kâhinlere neden başvurduklarını anlamamıza yardımcı olur. Delphi Tapınağı, Hazine Dairesi, Apollon Tapınağı ve tiyatro kalıntıları. Siphnian Hazinesi (İÖ 525) herhalde tapınaktaki binaların en zengin dekore edilmişiydi.
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
05-11-2007, 12:09 AM | #16 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Dec 2005
Nerden: BeyCoast
Mesajlari: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Teşekkür Edilme: 333 Teşekkür Aldığı Konusu: 269
Üye No: 4853
Rep Power: 2953
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Eski Mısırlılar Siyah mıydı?
Zaman: İÖ yaklaşık 3100-332 Mekân: Mısır Çeşitli Mısır efsanelerinden Tanrıça İsis'in de kızıl-siyah bir kadın olduğu söylendiği için, Nil vadisine yerleşen halkın zenci oldukları sonucunu çıkardım. EMİLE AMELINEAU, 1899 Mısır Afrika'nın ayrılmaz bir parçası olduğuna göre, Mısır'ın eski ve yeni sakinleri de coğrafi anlamda "Afrikalı"dırlar. Eski Mısırlılar' in "siyah" olup olmadıkları İse çok daha karmaşık bir konudur. Pek çok çağdaş yazar -özellikle Mısır'ı "kara Afrika" uygarlığı olarak göstermek isteyen "Afromerkezciler"- için Mısır'ın coğrafi konumu, insanlarının temelde "siyah" oldukları için yeterli bir kanıttır. Ancak bu soruya doğru bir cevap vermek için yalnızca "siyah" kelimesinin anlamını değil, bunun eski zamanlarda ne anlama gelebileceğini de tanımlamak zorundayız. Gize'deki özel mezarlardan çıkarılan iki 4. Hanedan "yedek" kafası. Biri daha tipik Mısırlı fiziki yüz hatları gösterirken, kadın olan diğerinin yüz hatları negroiddir. "SİYAH"LA KASTETTİĞİMİZ NEDİR? Ne yazık ki, konu üzerindeki çağdaş yazıları şöyle üstünkörü bir biçimde gözden geçirdiğimizde bile, bireyleri ya da grupları sınıflandırmak için "siyah" teriminin kullanımının yazarın kişisel görüşüne göre değiştiğini görmekteyiz. "Siyah" kelimesi ya da "Siyah"a atfedilen kavram, kimi zaman klasik Negroid tipi için kullanılırsa da, "Afrikalı", "Avrupalı olmayan" ve hatta "Ezilen etnik grup" anlamlarında da sık sık kullanılmaktadır. una karşılık eski kaynaklarda çok daha açıklık ve fikir birliği olması şaşırtıcıdır. Eski dünyadan başlıca üç kanıt tipi kullanılmaktadır: Mısır ve Mısır'a komşu bölgelerden iskelet kalıntıları, eski Mısırlılar'ın bıraktıkları yazı metinleri ve çizdikleri resimler ile Klasik Dönem yazarları tarafından yazılmış metinler. Çeşitli dönemlere ait bulunan Mısır iskeletleri yıllar boyunca incelenmiş ve çıkarılan sonuçlar, Mısırbilimciler'in Mısır ve Nübye'den nüfus giriş çıkış hareketleri konusundaki fikirleri üzerinde etkili olmuştur. Örneğin Mısırbilimci Brian Emery, kafatası ölçümlerine dayanarak geç Hanedan öncesi Mısırlılar'ın doğudan gelen bir yeni ırk tarafından fethedildiklerini iddia etmiştir. Flinders Petrie ise bir ara, aynı nedenlere dayanarak, Eski Krallık'ın piramit yapımcılarının Asya'dan gelen ve Negroid olmayan istilacılar olduklarını söylemiştir. Ancak biyoloji antropologlarının yöntemleri geliştikçe, böyle basitlikçi iddialar azalmıştır. Günümüzde ise ırksal tiplerin, yalnızca iskelet kalıntılarına dayanarak değerlendirilemeyeceği genel olarak kabul edilmektedir. Mesehti mezarından iki model asker birliği. Biri kızıl kahverengi tenli Mısır askerlerini, diğeri daha koyu tenli Nübye paralı askerlerini gösteriyor. MISIRLILARIN ANTROPOLOJİSİ Antropolojik etkiler tarihi, Mısırbilimciler'i Negroid ve Kafkas ırkı aralarında çatışmalar olduğu konusuna zaman zaman götürmüşse de, Mısırlı insan kalıntıları araştırmasında hayli belirli bir süreklilik vardır. 18. yüzyıl sonunda öncü antropolog Johann Friedrich Blumenbach, Mısırlılar arasında üç temel fiziki tip olduğu sonucuna varmıştı: (1) "Etiyopyalı", (2) ''Hindu'ya yakın" ve (3) "Etiyopyalı" ve "Hindu" karışımı. Blumenbach'ın çalışmaları sayesinde pek çok 19. yüzyıl antropologu Mısır ile Güney Asya arasındaki muhtemel ırksal bağlantıyı vurgulamışlar ve 20. yüzyılın başında pek çok antropolog da (kafatası ölçülerine dayanan) bir "ırksal benzerlik katsayısı" kullanarak, Mısırlı ve Güney Asyalı tipler arasında böyle bir bağ bulunduğu konusunda bilimsel kanıt sağlama iddiasında bulunmuşlardır. Bu katsayının istatistiki geçerliği daha sonra gözden düşmüşse de, 1990'larda Mısır iskeletleri üzerinde yapılan analizler, eski Mısır halkının Sahra-altı Afrikası halklarından çok, Avrupa ve Güney Asya halklarıyla daha güçlü bağları olduğuna işaret etmektedir. Buna ek olarak, son antropolojik araştırmalar, Mısır fiziksel tipinde giderek artan bir kuzey-güney değişiminin, iki ayrı türün (yani Negroid ve Kafkas ırklarının) karışmasının bir göstergesinden çok, fiziki tipin enleme ve yerel koşullara uyarak çevresel değişikliklere uyumunu gösterdiğini ortaya çıkarmıştır. Amerikalı antropolog C, Loring Brace bu nedenle şöyle demektedir: "Mısırlılar'ı 'siyah' ya da 'beyaz' bir kategoriye sokmanın biyolojik bir mazereti yoktur... Eski moda 'ırk' kavramı eski ya da günümüz Mısır'ının insani biyolojik gerçeği ile başa çıkmakta yetersizdir." 19. Hanedan firavunu I. Seti'nin mezarındaki röliyeflerde, Mısırlılar'ın ve Asyalılar'ın stereotipleri gösterilmiş. MISIRLILAR'IN DÜNYA GÖRÜŞÜ Şu halde Mısırlılar kendilerim nasıl görüyorlardı? Bu soruya ilk önce Mısırlıların resim ve heykellerde kendilerini nasıl gösterdiklerine ve ikinci olarak da "yabancıları" nasıl resmettiklerine bakarak bir cevap verebiliriz. Diğer pek çok kültürde olduğu gibi, Mısırlılar da kendilerine ait kimlik duygusunu, en önce kendilerini Mısır dışındaki diğer halklarla kıyaslayarak kazanmışlardır. Mısırlılar'ın kendilerini ve yabancıları resmetmelerine bakacak olursak, tarihlerinin büyük bir bölümünde kendilerini siyah, yün saçlı Afrikalılar ile soluk tenli, sakallı Asyalılar arasında bir yerde gördükleri anlaşılmaktadır. Yeni Krallık firavunları I. Seti ve III. Ramses'in Krallar Vadisi'ndeki mezarlarında güneş-tanrı Ra'nın hâkim olduğu evrendeki çeşitli insan tiplerini temsil eden resimler vardır. Bunların arasında kızıl-kahverengi tenli Mısırlılar, siyah derili Nübyeliler ve daha açık tenli Libyalılar ve Asyalılarla kesin bir çelişki oluşturmaktadır. Bu eski etnik karakterler ten rengi ve diğer fiziki karakteristikler dışında çeşitli saç ve giyim biçimleriyle de ayrılmaktadır. Bu resimlerin işlevinin Mısırlılar'ın kendilerini dünyanın geri kalanına göre milli bir grup olarak tanımlama olduğu anlaşılmaktadır. Ancak Mısırlılar'ın kendileri de bu resimleri hiç kuşkusuz basitleştirilmiş stereotipler olarak görmüş olacaklardır. Mezarların ve tapınakların duvarlarındaki binlerce resimde halkın açıktan koyu kahveye kadar çok geniş bir yelpazeyi kapsadığı görülmektedir. Şu halde ''Mısırlılardın kendilerini ırkçı olmayan, kültürel açıdan ayrı bir halk olarak gördükleri anlamı çıkartılabilir. Çünkü, fiziki görünüşlerine göre "yabancı" olmalarına rağmen sosyal ve politik açıdan Mısırlı kabul edilen pek çok birey örneği bulunmaktadır. KLASİK DÜNYADA SİYAH İNSANLAR Yunan ve Roma yazarları için "siyahi" olmanın en yaygın ölçüsü Etiyopya idi. Etiyopyalılar ("yanık yüzlü insanlar") Klasik dünyanın bildiği en kara tenli Afrikalılardır ve onların Aristoteles, Xenophanes ve Ptolemaios gibi yazarların eserlerinde Mısırlılar ile nadiren karıştırılmaları önemlidir. Gerçekten de Manilius, Astoronomiea'sında insanları azalan bir siyahlık derecesine göre şöyle sıralar: Etiyopyalılar, Hintliler, Mısırlılar ve Mağribiler. Strabon ise Etiyopyalılar'ın Güney Hintlilerine ve Mısırlıların Kuzey Hintlilerine benzediklerini belirtir. Yunanlılar'ın ve Romalıların ten rengini ya da diğer ırksal karakteristiklikleri aşağılamak için tanımlamadıkları da aşikârdır. Klasik dünyada insanları sınıflandırmada coğrafya ve etnik köken çok daha önemli yöntemlerdi. Ancak Klasik yazarlardan çoğu zaman bağlam dışında yapılan, dikkatle seçilmiş alıntılar, tartışma ortamı yaratmak isteyen modern yazarlar tarafından konuyu bulandırmak için sık sık kullanılmıştır. Tutankamon'un tören bastonunun sapı bir Afrikalı ve bir Asyalı figürlerinden oluşuyor. SONUÇ Öyleyse şu soruyu bir kez daha sormamız gerekir: Eski Mısırlılar kimlerdi? Günümüzde elde olan kanıtlara dayanarak bazı gerçekler kesinlikle söylenebilir. Bir kere, başta da belirtildiği gibi, Mısır, Ortadoğu ve Akdeniz'le yakın ilişki kurabilecek bir Afrika ülkesidir ama Afrika kıtasının da coğrafi ve ırksal köken olarak ayrılmaz bir parçasıdır. İkincisi, Mısırlıların dilinin başlangıçta Afrika kökenli olduğu ama sonra giderek Sami dillerinden (özellikle Yeni Krallık Dönemi ve sonrasında) etkilendiği anlaşılmaktadır. Üçüncüsü, fiziki görünüşleri bakımından eski Mısır'dan ve Klasik sanat ve edebiyatından kalma pek çok kanıta bakarak, aşağı Nil Vadisi halkının ırksal ve etnik bakımdan karışık olduğu ve güneyde tam Negroid bireylerden kuzeyde daha soluk tenli ve düz saçlı Kafkas tiplerine kadar bir çeşitlilik gösterdiği söylenebilir. Dördüncüsü, Firavunlar Dönemi geleneksel Mısır resimlerinde Mısırlılar kendilerini Afrika, Asya ve Kuzey Akdeniz insanlarından ayırmak için, öncelikle ten rengi ve saç tiplerine dayanan bir ırksal stereotipleme kullanmışlardır. Sonuncusu ve belki de en önemlisi "siyahi" insan kavramı bizim yaptığımız çağdaş bir sınıflandırmadır ve bunu eski çağın bağlamında kullanmaya kalkışmak yalnızca kavram karışıklığına yol açar. Mısır'ı "beyaz" bir uygarlık olarak tanımlamak için "beyaz Anglosakson Protestan" bir komplo olmadığı gibi, "siyahi" bir uygarlık olarak tanımlamak için de herhangi bir bilimsel neden yoktur. Eski Mısırlılar çağdaş "siyahi" kavramını anlamayacaklardı ve kendileri "Mısırlılık"larını asla yalnızca ırksal terimlerle tanımlamayacaklardı. Eski Mısır'ın kültürü ve arkeolojik geçmişi pek çok ırksal grubun etkileşiminin ürünüydü. Diğer bir deyişle, Mısırlılar siyah, kahverengi ya da beyaz değil, yalnızca Mısırlı'ydılar. GÜNÜMÜZ MISIR'ININ ETNİK YAPISI Çağdaş Mısır halkının büyük çoğunluğu Hami ve Sami halkların karışımına dayanan çok homojen bir etnik grup oluşturur. Tarih boyunca çeşitli istilalara uğrayan Nil Deltası'nda bir bileşim, belirli yabancı öğeler de taşır. Nil Vadisi'nde oturan Saidiler, eski göçebe topluluklarla karışmanın ürünü olan farklı bazı fiziksel özellikler gösterirler. Daha güneydeki Nübyeliler, bir ölçüde Arap kökeni taşımakla birlikte, belirgin özelliklerle ayırt edilen yerli kimliklerini korumuşlardır. Sina'da ve Doğu Çölü'nün kuzeyinde oturanlar, genellikle yakın dönemde göç etmiş Araplar'dan oluşur.
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
05-11-2007, 12:09 AM | #17 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Dec 2005
Nerden: BeyCoast
Mesajlari: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Teşekkür Edilme: 333 Teşekkür Aldığı Konusu: 269
Üye No: 4853
Rep Power: 2953
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Etrüsk Alfabesi
Zaman: İÖ 8 ile 1. yüzyıllar Mekân: İtalya Kültürlü halkın yüzde doksanı bugün bile Etrüsk yazısının çözülmesinin imkânsız olduğunu bilir. Bu inanç basında yankı bulur ve ders kitaplarının çoğunda da tekrarlanır. Üstelik bu fikrin modasının geceli iki yüz yıl olduğu halde. MASSIMO PALLOTTINO, 1975 Etrüskler'in ve anayurtları Etruria'nın (kuzeyde Arno, güneyde Tiber ırmakları arasında, günümüzde Toskana), Roma çağlarından beri Avrupalılar'ın hayallerinde özel bir yeri vardır. Rönesans'ta Toskana grandükü Cosimo de'Medici, biyografisinin yazarı olan Vasari tarafından, eski hükümdarın Chiusi'de sözde mezarının keşfinden sonra Etrüsk kralı Lars Porsenna olarak nitelenmişti. 20. yüzyılda D. H. Lawrence da son şiirlerine Etrüsk mezarlarına girişin görüntülerini eklemişti. "Bir meşale verin bana!/ Bu çiçeğin mavi çatallı meşalesiyle/ ineyim karanlık merdivenlerden... Persephone'nin ardından." Dil tarihi açısından Etrüskler'in büyük önem taşıdıkları ve sonsuz bir ilgi kaynağı oldukları kuşkusuzdur. Etrüskler alfabeyi Yunanlılar'dan (büyük olasılıkla Khalkidikia alfabesinden) alıp değişiklikler yaparak Romalılar'a geçirmişler, Romalılar da Avrupa'nın tümüne yaymışlardır. Ancak konuşma dilleri ortadan kalkmış olduğu için kitabelerindeki yazılardan anlayabildiğimiz kadarıyla bunun Avrupa'nın diğer hiçbir diline benzemediğini söyleyebiliriz. Etrüskler'in rakamlar için kullandıkları kelimeleri Latince, Yunanca ve Sanskrit karşılıkları ile kıyaslayınca Etrüsk dilinin bir Hint-Avrupa dili olmadığı kolayca görülür: Etrüskler alfabeyi İtalya'ya ÎÖ 775 tarihinde Pithekoussai'ye (günümüzde Ischia) yerleşen Yunan kolonicilerden öğrenmişlerdir. Bunlar harfleri "model" alfabeler biçiminde yazmışlardır. Bu alfabeler pek çok yerde pek çok nesnenin üzerinde bulunduğundan pek gözde olmuş olmalı. Uygulamada Etrüsk dili b, d, g gibi sesli duraklama ve o gibi sesli harf simgelerine gerek duymadığından harflerin tümü kullanılmamıştır. Bilinen Etrüsk dilinde yazılmış kitabelerin sayısı 13.000 ise de, bunlardan 4000'i parça ya da grafitti halindedir ve kalan 9000'inin çoğu da yalnızca baba adını, kimi zaman ana adım, ölenin soyadı ve eğer kadınsa belki de kocasının adı ve çocuklarının sayısını gösteren mezar taşlarıdır. Bunları okumakta bir güçlük yoktur. 18. yüzyıl ya da daha öncesinden bu yana harflerin fonetik değerleri ikame edilerek söz konusu okuma yapılabilmektedir. Ancak bu iş, bir dili yalnızca mezartaşlarım okuyarak öğrenmeye çalışmaktan farksızdır. (Solda) Pyrgi altın levhaları, İÖ yaklaşık 500. Soldaki levha Fenike, sağdaki Etrüsk/Yunan yazısıyla yazılmıştır. (Sağda) Horoz biçimli bir Etrüsk vazo ya da mürekkep hokkası, İÖ yaklaşık 600. Üzerinde Yunan alfabesinden alınan "model" bir alfabenin harfleri kazınmıştır. Burada eksik olan, iki dilli ve başka bir konu içeren bir metindir. 1964'te Caere Limanı (bugünkü Cerveteri) olan Pyrgi'de üç altın tablet bulunmuştur ve bunlar Etrüsk metinlerinin en önemli iki dilli yazısıdır. Tabletlerden biri Fenike, diğer ikisi Etrüsk dilinde yazılmıştır. Etrüsk dilindeki en uzun metinde 36 ya da 37 kelime vardır, ancak Fenike ve Etrüsk dilindeki metinler birbirlerinin tam çevirisi değildir: Pyrgi tabletleri tam değil "yarı-çift-dilli" metinlerdir, ikisinde de aynı olay anlatılır: Hükümdar Thefarie Velianas hükümdarlığının üçüncü yılında Etrüsk tanrıçası Uni ile özdeşleştirilen Fenike tanrıçası Astarte'nin (ya da İştar'ın) bir tapınağını açmaktadır. Ancak iki metinde bu olay, çok farklı biçimlerde anlatılmaktadır. Sonuçta Pyrgi tabletlerinden öğrenilen tek yeni Etrüsk kelimesi "üç" anlamına gelen "ci" olmuştur. 1990'larda keşfedilen en son kitabe olan Tabula Cortonensis için de aynı şey geçerlidir: 200 kelimelik bu levhanın çoğu adlardan oluşmaktadır (Laris Celatina Lausa gibi): Buradan çıkan tek yeni kelime de "göl" karşılığı olandır. Bu nedenle Etrüsk yazısı bir sır olmamakla birlikte Etrüsk dili gerçek bir muammadır. Etrüsk sanatı ve Latince kitabeler gibi diğer çözüm araçlarına rağmen Etrüsk dilinde bildiğimiz kelimelerin sayısı henüz 250 kadardır ve bunların hepsinin anlamlarından da emin değiliz. Kitabelerin konularının kısıtlı olması nedeniyle gramer bilgimiz de sınırlıdır ve Etrüsk edebiyatı günümüze kadar kalmadığından sözdizimi hakkında da çok az şey bilmekteyiz. Etrüskler'le yakın ilişkisi olan Romalılar da Etrüsk dili ve edebiyatı konusunda hiçbir bilgi aktarmamışlardır. Oysa Etrüsk dili, Etrüsk uygarlığının parlak döneminden sonra da Roma'daki aileler tarafından konuşuluyor ya da en azından biliniyor olmalıydı. Bunlar, Etrüskler'in hâlâ çözülmemiş yönlerini gösterse de zamanla her unsur hakkındaki bilgimiz artmaktadır. Yunanlılar alfabe ilkesini Fenikeliler'den almışlar, sonra Etrüskler'e vermişler, onlar da harfleri değiştirmişlerdir.
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
05-11-2007, 12:09 AM | #18 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Dec 2005
Nerden: BeyCoast
Mesajlari: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Teşekkür Edilme: 333 Teşekkür Aldığı Konusu: 269
Üye No: 4853
Rep Power: 2953
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Hint-Avrupalıların Kökeni
Zaman: İÖ yaklaşık 7000-3000 Mekân: Avrasya Bir süredir boş zamanlarımda Avrupa dillerinin çarpıcı yakınlıkları üzerinde çalışıyorum ve her gün bu işte yeni ve çok heyecan verici yanlar buldukça onları kaynaklarına doğru izliyorum. JAMES PARSONS, 1767 Avrupa ve Batı Asya, pek çok kültür ve halklar görmüşse de, Avrupalılar'ın çoğu ile Batı ve Güney Asyalılar'ın büyük bir kısmı Neolitik ya da Erken Tunç Çağı'nda Avrasya'ya yayılmaya başlayan bir tek dil ailesine ait olan akraba dilleri konuşmuşlardır. Pek çok Hint-Avrupa dilinde aynı soydan gelen birkaç kelimeyi alıp da İrlanda'dan Batı Çin'de, ipek Yolu'nun vaha kentlerinin halkı Toharlar'a kadar izlersek bu dil sürekliliği hakkında bir izlenim elde edebiliriz. Bu kelimeler arasındaki benzerlikler bunların Proto-Hint-Avrupa olarak bilinen ortak bir ata dilinden türemeleriyle (Fransızca, İspanyolca ve İtalyanca'nın Geç Dönem Latince'sinden türediği gibi) açıklanabilir. Bu Proto-Hint-Avrupa dilinin ilk ne zaman ve nerede konuşulduğu bilimadamlarını iki yüzyıldan beri uğraştırmaktadır. Farklı Hint-Avrupa dillerinin kelime dağarcıklarındaki benzerlikler, dilcilerin Proto-Hint-Avrupa dilinin içeriğinin en azından bir kısmını ve genel yapısını anlamalarında yardımcı olmuştur. Örneğin, ağaç (çam, meşe, söğüt vb), vahşi hayvanlar (ayı, tilki, geyik vb) ve daha önemlisi evcil hayvanlar (öküz, koyun, keçi, domuz) ve çiftçilikle ilgili teknoloji (çömlek, orak, saban) ve arabalar (tekerlek, araba, boyunduruk). Bütün bunlar proto-di-lin konuşanlarının bu yeniliklerin ortaya çıktığı zamanda, en azından ortak bir Neolitik sözlüğe sahip olmalarına kadar ortadan kalkmadığını göstermektedir. Proto-Hint-Avrupalılar'ı neden belirli bir mekânda aramamız gerekmektedir? Buradaki sorun hem ampirik hem de kuramsaldır. Bir kere Avrupa'nın kenarlarındaki ülkelerin bazılarında Hint-Avrupa dilleri konuşulmadığını biliyoruz: İspanya'da Iberik dili, İtalya'da Etrüsk dili, Anadolu'da Hititçe konuşulmaktaydı. Bazı Hint-Avrupalılar'ın da Hint-Avrupa dili konuşmayan eski halkların arasında yayıldıklarını da biliyoruz. Örneğin, İranlılar Güney İran'ın Elamlılar'ını, Hint-Âriler dillerini daha önceki Dravid ve Munda dili konuşulanlara benimsetmişlerdir. Ayrıca, Hint-Avrupa dili olmayan bir dil Avrupa'da yaşamaya devam etmiştir: Kuzey İspanya ve Güney Fransa'da konuşulan Baskça. Kuramsal sorun, dil değişikliğinin tümünü ilgilendirir. Hint-Avrupalılar'ın Atlas Okyanusu'ndan Batı Çin'e kadar ta en eski çağlardan beri uzanıyor olması, tarih öncesi dönemde bir tek dilin sürekli olabileceği alanın boyutlarının çok üstündedir. Diller (sabit bir oranda olmasa da) sürekli evrim geçirirler ve binlerce kilometrelik bir alana yayılmış bir tek dili konuşanların aynı dil değişimini binlerce yıl sürdürebildiklerine akıl erdirmek çok güçtür. Kurgan modelinin en ayrıntılı versiyonu, Hint-Avrupalılar'ın Avrupa'ya üç dalga halinde yayıldıklarını öngörmektedir. Belli başlı Hint-Avrupa dil gruplarının dağılımı. ANAYURT MODELLERİ Hint-Avrupa dilinin ileri sürülen anayurt (Almanlar buna Urheimat diyeceklerdir) mekânları Kuzey Kutbu'ndan Güney Kutbu'na, Atlas Okyanusu'ndan Büyük Okyanus'a kadar uzanmaktadır. Hint-Avrupa dili kökenlerinin günümüzde temelde üç model tipi tartışılmaktadır: Birincisi, Proto-Hint-Avrupalıları'nın Neolitik dönemden önce, ya Paleolitik ya da Mezolitik dönemde Avrasya'da geniş bir kuşak içinde olabilecekleri iddiasını ortaya atmaktadır. Kökenlerini o kadar geriye ve o kadar geniş bir alana -Avrupa'nın büyük bir kısmı- götüren bu iddia, arkeologların daha sonra Hint-Avrupa dillerinin dağılması için çok uzaklara göçler yapıldığını kanıtlamalarına bir kısıtlılık getirmektedir. Bu, yeniden inşa edilen protodilde gördüğümüz geç dönem Neolitik kelime dağarcığını açıklamadığı için en az kabul gören modeldir. İkinci model Hint-Avrupa yayılmasını tarımın yayılmasıyla birlikte başlatır. Bu model başka dil aileleri için de kullanılmıştır. Bunun anlamı, Hint-Avrupa dillerinin yeni ve çok daha verimli bir ekonomiyle yayıldığı ve yeni Hint-Avrupa dili konuşan çiftçilerin giderek Avrupa'nın avcı-toplayıcı toplumlarının yerini almış olduklarıdır. Bazıları bu yayılmanın yalnızca, nüfusla sınırlı olduğunu iddia ederken bazıları da Avrupa'nın çevre bölgelerinin yeni bir çiftçi akınına değil, daha çok yeni bir dil değişimine uğradığı fikrindedirler. Bütün bu modeller en eski Hint-Avrupalılar'ı İÖ 7. binyılda Anadolu'da yerleşik olarak kabul ederler ve bunların buradan Yunanistan'a ve Balkanlar'a, sonra da daha yoğun olarak batıya, Atlas Okyanusu'na kadar yayıldıklarını öngörürler. (Solda) Letnitsa'dan "kutsal evliliği" gösteren gümüş yaldızlı bir Trak plaketi -İÖ 400-350 yıl. (Sağda) Güney Urallar'da Sintashta'daki Tunç Çağı araba gömülmesi, genelde ilk Hint-Avrupa yayılmasının kanıtları olarak görülür. Asya'nın belli başlı Hint-Avrupa dillerine gelince, bunlar genellikle üçüncü varsayıma girerler. Bu üçüncü modele göre Avrupa ve Batı Asya'daki Neolitik-Tunç Çağı topluluklarının büyük bir kısmında büyük dil değişimleri olmuştur. Kuram genelde en eski Hint-Avrupalılar'ı Karadeniz ile Hazar Denizi'nin kuzeyindeki bozkırlara ve ormanlık steplere yerleştirir ve en eski Hint-Avrupa yayılmasının yarı göçebe ya da ehlileştirilmiş ata ve tekerlekli arabalara sahip yüksek derecede seyyar nüfus tarafından gerçekleştirildiğini iddia eder. Bunlar ölülerini genellikle bir höyüğe (Rusça'sı kurgan) gömdükleri için buna Kurgan kuramı adı verilir. Buna göre seyyar nüfus, ÎÖ 5 ile 3. binyılda steplerden Güneydoğu ve Orta Avrupa'ya göçe başlamış ve buralardaki yerli halka kendi Hint-Avrupa dillerini benimsetmişlerdir. Bu model toplumsal değişimi tam anlamıyla nüfus hareketine bağlamaz: Hint-Avrupa dilleri eski Hint- Avrupa toplumsal kurumlarının Avrupa'dakilerden daha saldırgan ve çekici olmaları nedeniyle yayılmıştır. Kurgan modeline göre Asya'nın Hint-Avrupalılar'ı İÖ 2000 yıllarında Volga-Ural bölgesinde araba süren aristokrasinin geliştiğini ve bunların doğuya ve Orta Asya'dan güneye yönelerek İran'da ve Hindistan'da Tunç Çağı seçkinlerini oluşturduklarım öne sürülmektedir. Hint-Avrupa kökenlerini ve yayılmasını açıklayan tümüyle kabul edilebilir bir tek model olmamasına rağmen, sorun, bilimadamlarını insan kültürünün en esaslı unsurlarından biri olan dilin arkeolojik kayıtlarda nasıl izlenebileceğini sürekli olarak araştırmaya yöneltmektedir. Hint-Avrupa dilleriyle elde edebildiğimiz her şey bizi, oluşturulmuş biçimlerin oldukça uzun bir evreye yayıldığına inanmaya yöneltir. Hint-Avrupa dillerinin belli bir ortalama derinliği vardır. Bu yüzden, bu dillerin içinde, arkeologların kazılarda yaptıkları gibi, kronolojik düzeylerin bir katmanbilimi gerçekleştirilebilir. Bu gözlem, Hint-Avrupa dilinin, türdeşlikten yoksun toplulukların yığıştığı bir sabit değil, tek bir halkın dolaysız bir biçimde dili olduğunu doğrular. Bu toplumsal halkın ülkü ve değerleri bilinir: Veda, Homeros ve Kuzey Edda'nın şiirsel kalıp cümleleri arasındaki giderek artan çok sayıdaki denklik, bu durumun dolaysız bir kanıtıdır. Birbirinden çok ayrı yapıtlardan kalma anlatı şemalarının yinelenmesi, hiyerarşik, soylu, eril bir ideolojinin aktarıcılığını yapan sözlü bir Hint-Avrupa edebiyatının varlığım da doğrular. l. Bazıları Hint-Avrupa anayurdunun Paleolitik veya Mezolitik dönemde Avrupa'nın büyük bir kısmını kapladığını iddia etmektedirler. 2. Anadolu modeli Hint-Avrupalılar'ın tarımın yayılmasıyla Ortadoğu'dan Avrupa'ya uzandıklarını kapsar. 3. Kurgan modeline göre Hint-Avrupalılar Avrupa'nın steplerinden Neolitik dönemin sonunda yayılmışlardır. İrlanda'dan Batı Çin'deki Toharlar'a kadar üç kelimenin izlerini süren tablo. Benzerlikler, ortak bir ata dili ile açıklanabilir.
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
05-11-2007, 12:10 AM | #19 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Dec 2005
Nerden: BeyCoast
Mesajlari: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Teşekkür Edilme: 333 Teşekkür Aldığı Konusu: 269
Üye No: 4853
Rep Power: 2953
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Kartacalıların Kurbanları
Zaman: İÖ 8-2. yüzyıl Mekan: Kartaca, Tunus Kronos'a (Ba'al Hammon) tapan Fenikeliler, özellikle de Kartacalılar, büyük bir istekte bulunduklarında, mutlaka başarılı olmak istiyorlarsa, çocuklarından birini tanrıya kurban ederek yakarlardı. CLEITARCHUS, İÖ 4. YÜZYIL SONLARI. Kartaca, Doğu Akdeniz'den gelen Tyroslu (bugünkü Sur) Fenikeliler tarafından "Yeni Kent"leri (Kart-Hadaşt) olarak şimdiki Doğu Tunus'ta kurulmuştur. Bugün aynı yerde Tunus kentinin bir banliyösü vardır. Arkeolojik kayıtlarda İÖ 8. yüzyıl ortalarının daha öncesinden bir bulguya rastlanılmamışsa da, sözlü geleneklerde (örneğin Vergilius'un Aeneis'ine. göre) kenti İÖ 814 yılında kardeşi Tyroslu Pygmalion'dan kaçan Kraliçe Dido'nun kurduğu söylenegelmektedir. Romalılar Kartaca'da yaşayanlara Phoenikes'ten (Fenikeliler) türetilen Poeni adını vermişlerdi. Pön Savaşları sözü de buradan gelir. Kartaca'nın Akdeniz'in ortasında olması ve verimli bir hinterlandı kontrol etmesi gelişip genişlemesine yol açmış, devlet İÖ 4. ve 3. yüzyıllarda gelişerek büyük bir imparatorluk olmuştur. Toprakları bugünkü Tunus'un tamamını kaplıyordu ve Fas'tan Batı Libya'ya kadar Kuzey Afrika kıyılarında pek çok yerleşim merkezi vardı. Ayrıca denizaşırı olarak Sicilya, Sardunya ve İspanya'da da topraklara sahipti. Ancak Kartaca'nın toprak emelleri ülkeyi o çağda Akdeniz'de bir başka süper güç olan Roma ile çatışmaya zorlamıştır. Bu iki büyük devletin arasındaki iktidar mücadelesinde İÖ 264-146 arasında üç tane Pön savaşı yapılmış ve sonunda yenilen Kartaca, İÖ 146 yılında yağmalanıp yıkılmış, Romalılar tarafından tümüyle yok edilmiş, ve üstüne üstlük cehennem tanrılarına adanarak burada insan yaşaması bile yasaklanmıştır. Ancak, İÖ 122'den sonra Roma yönetimi, Kartaca topraklarında koloni kurmaya yeniden başladı. Byra Tepesi'nden Kartaca: Tophet ortada görülen Pön limanının sağında (batısında) yer almaktadır. BAAL VE TANİT Kartaca tanrılarının başında gökyüzü tanrısı Baal ile yazıtlarda esrarlı bir biçimde "Baal'ın yüzü", yani Baal'ın dişi karşıtı ya da "yansıması" olan Tanit bulunurdu. Baal, anayurt Fenike'de tanınmış bir tanrı ise de, Tanit oralarda bilinmezdi ve İÖ 5. yüzyılda ortaya çıktıktan sonra baş dişi tanrıçalığı (Batı Sami Bereket Tanrıçası olan) Astarte'nin elinden almıştı. Baal her nasılsa insanlardan uzak ve ürkütücü bir tanrıydı: Tepelerin ve özellikle dağ doruklarının tanrısıydı ama aynı zamanda verimli ovaların ve gökyüzünün de tanrısı kabul edilirdi. Kısacası, bütün evrenin tanrısıydı. Kartaca (neo-Pönik) yazısında TNT, Yunanca'da Thanneth ya da Thinith olarak yazılan Tanit, her şeyden önce gökyüzünün bir tanrıçasıydı ve böylece tarımsal refahı sağlayan yağmuru getirirdi. Tanit aynı zamanda Kartaca kentinin de baş koruyucu tanrısıydı. Bu taşlar Kartaca tophet'i kazılarından çıkarılmış ve bahçeye gelişigüzel yerleştirilmiştir. KURBAN YERLERİ Baal da, Tanit de kurban isterdi ve kurbanlar tophet olarak anılan kutsal açık hava mekânlarında sunulurdu. Kartaca'daki binlerce tophet yazıtından, kültün ve kurbanların odağının özellikle Tanit olduğu anlaşılmaktadır. Buna karşılık Doğu Cezayir'de bulunan Konstantin'deki Tophet'teki 800 yazıt çoğunlukla Baal'a adanmıştır. Tunus'ta Sousse'de, Sardunya'da Sulcis'te (Sant'Antioco), Tharros ve Monte Sirai'de, Sicilya'da Motya'da kazılıp çıkartılan başka tophet'ler de vardır. Yazıtlarda tophet terimi kullanılmıyorsa da, bu terim Tevrat'ta, Fenike topraklarında çocukların kurban edildiği yerler için ("Toffette" olarak) kullanılmaktadır (Yeremya 7: 31, II Krallar 23:10) Kartaca'daki tophet 1921'de, eski kentin güneyinde yapay Pön Limanı'nın 50 metre batısında bulunmuştur. Burası, en az 6000 metre karelik, çevresi duvarla çevrilmiş üstü açık bir alandı. Yıllar boyunca yapılan kazılarda kısmen yanmış kemiklerle dolu ve her biri, çevresi çakıltaşı döşenmiş bir çukura gömülü binlerce küp bulunmuştur, ilk başlarda çoğunun yerleri, yüzeyde küçük bir yontma taş taht ya da üzerinde bir betyl (oval ya da şişe biçimli bir taş, tanrının simgesi) oyulmuş bir taş blokla (cippus) belirlenmişti. Ancak İÖ 4. yüzyıldan sonra üzerinde basit bir röliyef ve kimi zaman da kurbanı veren kişinin adıyla Baal ve Tanit'in adları yazılı uzun bir taş blok yerleştirmek âdet olmuştur. Bu taşların biçim ve süslemeleri zamanla değişmiş, özellikle de en üste "Tanit simgesi" (bir yatay çizgi ve daireyle çevrili üçgen) yerleştirilmesi gelenekselleşmişti. Şimdi Tunus'ta Bardo Müzesi'nde olan bir taşta, kolunun altında bir bebek (herhalde kurban) olan bir rahip görülmektedir. Sıklıklarında farklılıklar olmasına rağmen Kartaca tophet'indeki yazıtlar İÖ 8. yüzyıl ortalarından kentin yıkıldığı İÖ 146 yılına kadar bir süreklilik göstermektedir. Her yıl ortalama 100 küp gömüldüğü hesap edilmektedir ki, bu toplam 60.000 kurban demektir. (Solda) Kurbanın durumunu gösteren bir çizim (yanık kemikler küpe konulup toprağa gömülmüş) ve yüzeyde yerini belirten taş. (Ortada) Tunus'ta Bardo Müzesi'nde İÖ 3. yüzyıldan kalma anıt taş üzerinde düz şapkalı, bir eli havada bir adamın (bir rahip?) kolunun altında bir çocuk (kurbanı?). (Sağda) İÖ 2.-1. yüzyılda Mathan-Baal oğlu Hanno tarafından dikilmiş Tanit simgeli bir taş. ÇAĞDAŞ KAZILAR Kartaca tophet'inde 1970'li yılların sonunda yapılan kazılar ilk istatistiki rakamları sağlamıştır. Yanmış kemikler hem insanlara hem hayvanlara aittir, ancak beklentilerin aksine hayvan kurbanlarına kıyasla insan kurbanlarının sayısında bir azalma görülmemiştir, ilk gömülenler arasında hayvan kurbanları toplamın üçte birini oluştururken İÖ 4. yüzyılda bu rakam on küpte bire düşmüştü: Bu dönemde kurbanların yüzde 90'ı insandı. Yine araştırmaların gösterdiğine göre, en eski çağlarda (İÖ 8-6. yüzyıllar) kemikler ölü doğmuş ya da henüz doğmuş bebeklere aitken, İÖ 4. yüzyıldaki kurbanlar genellikle l ile 3 yaş arası çocuklardı. Hatta bu dönemden kalma küplerin üçte birinde, bir küpte iki ve kimi zaman üç çocuğun kemikleri bulunmuştur. Kartaca'daki tophet'te anıt taşlar ve üzerlerine daha sonra Romalılar tarafından yapılan kubbe. ÇOCUKLAR NEDEN KURBAN EDİLİYORDU? Bu değişikliğin nedenini, hatta neden insanın kurban olarak seçildiğini, yazılı metin yokluğu yüzünden açıklayabilmek çok güçtür. Yeni doğmuş bebeklerden küçük çocuklara geçişin askeri ya da ekonomik krizden kaynaklandığını düşünmek mümkünse de, böyle kesin bir bağlantı hem kanıtlanamaz hem de herhalde pek muhtemel değildir. En büyük kriz olan, Kartaca'nın İÖ 146 yılında yıkılmasına giden son dönemin tophet ritüeli, büyük ölçüde Romalılar tarafından daha sonra silindiğinden, doğru bir değerlendirme yapılması imkânı da yoktur. Ama gene de çeşitli varsayımlar ileri sürülmüştür. Yazıtlarda kurban adayanların varlıklı kişiler olduğu görülmektedir. Kartacalı seçkinlerin ilk çocuklarını kurban etmeleri Kitabı Mukaddes'in, "hasadını ve masaranın akıttığını takdimde geciktirmeyeceksin. Oğullarının ilk doğanını bana vereceksin" (Çıkış 22: 29) emrini akla getirmektedir. İlk DNA testleri sonunda birkaç vakada cinsiyet tayini yapılabilmişse de, kemiklerin durumu cinsiyetin belirlenmesine imkân vermemektedir. DNA testleri sonucunda, küplerde bulunan çocukların aynı aileden olup olmadıkları da belki anlaşılabilir. Bazıları çocukların kurban edilmesini tıpkı Spartalılar'ın istenmedik çocukları ölmek üzere bir tepeye bırakmaları gibi, bir tür doğum kontrol yöntemi olarak görmektedirler. Ancak büyük çocukların kurban edilmesini açıklamak daha güçtür. Bir bebeğin henüz ana rahmindeyken Tanit'e adandığı ve eğer çocuk ölü doğmuşsa onun yerine ailenin başka bir çocuğunun kurban edildiği de öne sürülmüştür. Ancak bu uygulama bebek ölüm oranlarının çok yüksek olduğu varsayımım da beraberinde getirir. Sabatino Moscati, Yunan ve Roma yazarlarının Yahudi aleyhtarı propagandayı yaydıklarını ve gerek bebeklerin gerek daha büyük çocukların yakılmadan önce doğal nedenlerle ölmüş olabileceklerini iddia etmiştir. Ancak böyle bir görüş, eski dünyada "kurban" eylemi konusunda bildiğimiz her şeyin reddi demektir. Kurban etmek, ölüleri gömmenin alternatif bir yöntemi değildir, tanrılar nezdinde başarılı olması için kurban edenin (burada ana-babanın) sıkıntı çekmesi gerekir. Arkeolog Charlotte Roberts, Motya tophet'inden 20 çocuğun kemiklerini incelemiş ve herhangi bir hastalık belirtisine rastlamamıştır. Romalılar'ın Kuzey Afrika'yı ele geçirmelerinden sonra Baal ve Tanit kültü pek ince bir Romanlaştırma cilası altında devam etmiştir: Tanrılara Satürn ve Caelestis adları verilmiş ve bunlara, Hıristiyanlık'ın yayılmaya başlamasına kadar tapılmıştır. Kartaca'daki tophet yeri de unutulmamıştır. Orada Roma döneminde Satürn'e ve Caelestis'e tapıldığını gösteren izler vardır. Ancak Romalılar'ın asla hoşgörüyle karşılamadıkları insan kurban etme uygulaması Kartaca'da da, diğer yerlerde de İÖ 146 yılında sona ermiş görünmektedir. Ancak bazı yazıtlarda görüldüğü gibi hayvanın, insan yerine "vekâleten" (vicarius) kurban edildiği unutulmamıştı ve 3. yüzyılda Hıristiyan Tertullianus'un, kendi gününde bile Afrika'nın bazı yerlerinde insan kurban etmelerinin devam ettiğini söylediği bilinmektedir. Sousse ve Konstantin'deki İÖ 146'dan sonra devam ettirilen tophet'lerin modern koşullar altında yeniden kazılarak yanık kemiklerin incelenmesi, Tertullianus'un haklı olup olmadığını ortaya çıkaracaktır. Ama o haklı çıkmasa bile, Kartaca'nın yıkılışından yaklaşık dört yüzyıl sonra bile, Kartaca çocuk kurban etme uygulamasının hâlâ hatırlandığı böylece anlaşılmış olmaktadır.
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
05-11-2007, 12:10 AM | #20 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Dec 2005
Nerden: BeyCoast
Mesajlari: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Teşekkür Edilme: 333 Teşekkür Aldığı Konusu: 269
Üye No: 4853
Rep Power: 2953
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Kaya Resimlerinin Esrarı
Zaman: Geç Buzul Çağından sonra Mekân: Dünya Heykel ve resim hemen hemen aynı anda çıkmışlardır ve bunların en iyi örnekleri öylesine bir mükemmeliyete erişmiştir ki, bunları keşfedenler, bu ürünlerden, bazı bakımlardan Yunanlılar'ın eserlerinden bile daha üstün olarak sözetmişlerdir. W, J. SOLLAS, 1911 Arkeolojik malzememizin çoğunluğunu, parıltılı altınlar değil eskidikleri, kırıldıkları ya da işe yaramadıkları zaman atılan ya da kaybolan döküntüler oluşturur. Araştırmacılar sözünü ettikleri kapların bir tekinin bile örneğini görmeden, kırık çanak çömlek parçaları hakkında kitaplar yazarlar ve sonra bunları üretenlerin hayatlarım canlandırmaya çalışırlar. Buna kıyasla kaya resimleri gerçek bir belgedir: Geçmişten gelen bu resimler bize eski insanların kendi dünyalarını nasıl algıladıklarım gösterir. "Algılamak", "görmek"ten daha doğru bir terimdir, çünkü algılamak, insan gözünün gördüğünü, neyi fark edip neyi etmediğini biçimlendirir. En ünlü resimler Fransız ve İspanyol mağaralarındaki Buzul Çağı'ndan kalma olanlarsa da, kaya resimlerinin çoğunluğu daha sonraki tarihlerden kalmış olup dünyanın pek çok yerine dağılmıştır ve bunlar mağaraların derinliklerinden çok, açık ya da kısmen korunaklı yüzeylerdedir. Kaya olan her yerde kaya resmi olabilir. Dünyanın en büyük kaya resmi bölgeleri -İskandinavya, Birleşik Devletler'in uzak batısı, Avustralya'nın içleri, Orta Sahra'nın sıradağları- doğal olarak açık kayalıkları çok olan yerlerdir. Kaya resimlerinin dağılımı da değişkendir ve gayet güçlü eski modelleri akla getirmektedir: Alpler'deki kaya resimleri iki Kuzey İtalya vadisinde -Valcamonica ve Valtellina- bir iki milyon resim, Fransa'da yalnızca Bego Dağı'nda 30.000 kadar resim varken, dağlar zincirinin geri kalanındaki resim sayısı birkaç bini geçmez. Solda Avustralya'nın kumtaşı kayaları, kaya resimlerinin en büyük hazinelerinden birine sahiptir. Kırmızı aşı boyasıyla yapılmış bu eski çağ kangurusu Kuzey Avustralya'da, Kakadu Milli Parkı'ndadır. (Sağda) Kaya resimlerinde, boyayla yapılan çizimler dışında, kaya yüzeyinin kazınması tekniğiyle yapılmış resimler de vardır. Kuzey Norveç'teki Alta'da bir ayı resmi. AVCI İNSANLARIN KAYA RESİMLERİ Peki bunlarda resmedilen dünya nedir? Resimlerdeki hayvanlar çok farklıdır: Avustralya'da kangurular ve karıncayiyenler, Güney Afrika'da boğa antilopu ve keseli antilop, Norveç'te ayı ve ren geyiği. Ancak, avcı İnsanların kaya resimlerinde güçlü bir tutarlılık vardır. Hayvanlar hemen hemen her zaman çoğunluktadır, resimlerde belirli bir seçim vardır: Resmedilen hayvanlar eski çevrelerde en çok bulunanlar ya da çağın arkeolojik alanlarında kemiklerini bulduklarımız değillerdir. Bu nedenle bu hayvanların seçiminde bazı önemli anlamlar olmalıdır. Bunlara kıyasla bitki resimleri azdır (ayrıca bitkilerin hayvanlar kadar belirli biçimleri olmadığı için seçilmeleri güçtür), oysa avcı-toplayıcı insanların beslenmek için hayvanlardan çok bitkilere güvendiklerini bilmekteyiz. Şu halde o kadar hayatlarının bağlı olduğu bitkiler yerine, bunca hayvanın resmedilin e-sinin nedeni ne olabilir? Günümüzde yaşayan avcı-toplayıcı insanlar ile tarihi zamanlara kadar erişenlerden bildiklerimiz bize bazı ipuçları vermektedir. Pek çok avcı-toplayıcı, bazı hayvanları özel olarak kabul eder: Avrasya'nın kuzey bölgelerinde ayılar, Güney Afrika'da Drakensberg'de San halkı arasında boğa antilopları, California'nın güneybatısındaki kurak çölde büyük boynuzlu koyunlar. İşte bu hayvanlar, kaya resimlerinin konusudur. Bazı hayvanlar düşsel deneyimlere dayanmaktadır ve kimi zaman bunların anlamını biliriz: California'daki büyük boynuzlu koyunlar yağmur yağdırmayla ilişkilidir ve Kuzey Amerika'nın en kuru yeri olan Ölüm Vadisi'ne yakın dağlarda yaşarlar. (Solda) İlk çiftçilerin kaya resimleri, onların dünya deneyimlerini, yeni yaşam biçimlerinin yenilik ve el aletlerini yansıtır. Burada iki at tarafından çekilen dört tekerlekli bir araba görülüyor. Kuzey İtalya'da Brescia'daki Valcamonica. (Sağda) Etkileşim halinde iki "Dinamik Figür". Sağda bir insan, solda hayvan başlı bir yaratık. Avustralya, Kuzey Toprakları, Djuwarr. Çağdaş avcı-toplayıcı toplumlarda transa ve "şaman"ların ya da "bilge adamaların özel bilgi ve becerilerine dayanan düşsel algılama çok yaygın olduğu için, bunun geçmişin avcı-toplayıcı toplumlarında da böyle olmuş olacağını beklemek mantıklıdır. Bir tek hayvan türünün ısrarla vurgulanması ya da trans duygularının -hafiflik, uçma, ölümü andıran bir başkalık- görsel benzetmelerle ifade edilmesi böyle inançlara işaret edebilir. Belki de Kuzey Avustralya'nın arkaik "Dinamik Figürleri" böyle yorumlanmalıdır. Buzul Çağı Avrupa'sının Paleolitik döneminde ve Güneydoğu Amerika ile Maya topraklarında, kaya resimlerinin mağaralara yapılması da bu açıdan anlamlı olabilir: Bu karanlık ve çoğunlukla erişilemez yeraltı mekânları sık sık başka bir dünyaya giriş yerleri olarak görülür. Bugün Batı'da çoğumuzun epey daraltılmış bir ruhsal dünyası vardır. Aramızda yaşayan ruhlara ya da insana benzeyen varlıklara inanmayız. Ancak kaya resimleri konusunda ilk elden bilgi edindiğimizde, genellikle hayvan ve kuş resimlerinin yüzeyden göründükleri şeyler olmadıklarını anlarız. Bir biçim bir geyik olabilir ama o aslında sıradan fiziki bir gerçek olmaktan çok, ruhsal dünyanın bir yaratığıdır. Bundan hareket ederek tarih öncesi resimlere baktığımızda onları iki açıdan görmeliyiz. Bir düzeyde onları yüzeysel resimler olarak yorumlayabiliriz: Ayı ve balina ile kalkan balığı resimleri, bize o yaratıkların o zamanın ortamında bulunduklarını ve o insanların bunları tanıdıklarını gösterir. Ama balina biyolojik bir canlıdan daha fazla bir şey olmuş olabilir, bu durumda balina resmi daha büyük bir anlam taşıyacaktır. Aynı şey "antromorfik" yani insan biçimli olarak seçebildiğimiz resimler için de geçerlidir. Bunlar insan biçiminde olsalar da, aynı zamanda ruh dünyasına ait olabilirler. Ya da tek bir kategoriye girmeyebilirler: Hıristiyan ikonografisinde Meryem Ana "yâlnızca" genç bir kadının resmidir ama fiziki varlığı dışında pek çok ve kutsal anlamlar taşır. Resim, kısmen insan olan bir biçimdeyse, o zaman onun basit bir görüntüden başka bir anlamı olduğundan emin olabiliriz. Wyoming'de Bighorn Basin'deki kaya resimlerinde görülen ve suyun içinde yaşayıp ölümlüleri suya çekerek öldüren "Su Hayalet Kadını" bunlardan biridir. Ruh dünyasıyla ilgili karakteristik bir kaya resmi motifi de "Therianthrope"tur (hem hayvan hem insan özelliklerine sahip bir tek figür). Bu figür, Güney Afrika'da bir boğa anti-lopu başı ve ayaklarıyla bir insan, Avustralya'da uçan tilki (meyve-yarasası) başı olan bir insandır. Therianthrope'lar genellikle "basit insan" resimlerinin yanına ya da onlarla ilişkili olarak çizilmiştir. Belki de bunlar hayvan ruhlarıyla uğraşan insanlardır, belki de iyi ya da kötü ya da tehlikeli ya da kutsal, insan biçimine girmiş ruhsal varlıklardır. (Solda) Güney Afrika kaya resimleri ünlü bir renk ve çizgi zarafetine sahiptir. Önde boğa antilopları, arkada pelerinli iri insan figürleri ve yukarıda çubuk adamlar. Güney Afrika, Drakensberg Dağları, Game Pass sığınağı. (Sağda) California'daki Ölüm Vadisi yakınlarında Coso Sıradağlarımda bazalt kayalara çizilmiş büyük boynuzlu koyunlar. İLK ÇİFTÇİLERİN KAYA RESİMLERİ Çiftçilik yapan insanların kaya resimlerine yansıyan dünyaları -ve de dünya deneyimleri- avcı-toplayıcılarınkinden farklıdır. Bu nedenle geç Buzul Çağı'nın avcı-toplayıcı kaya resimleri, Neolitik Dönem ve Bronz Çağı resimlerinden çok farklıdır ve öbürleri gibi sığınaklarda ya da mağaralarda boyanmaktan çok açık havada, düz taş yüzeylere kazınmıştır. Bu yeni hayat biçiminin yenilikleri ve el aletleri çiftçi kaya resimlerinde açıkça görülmektedir: Sabanlar ve bunları çeken öküzler, madeni hançerler ve baltalar, kayıklar, kütük evler. Ancak burada da bilinçli bir seçim sözkonusudur. Alpler'de kaya resimlerinin karakteristik bir motifi de, arkeolojik kayıtlarda pek rastlanmayan türde bir baltadır. Ve bu nedenle biz, anlamını bilmesek de bunun bir nesne olarak özel olduğunu anlarız. Hançerler ve baltalar erkek insan figürleriyle ilişkilendirildiğinden, bunların anlamının erkekleri ilgilendiren bir şey olduğunu düşünürüz. (Solda) İnsan unsurlarını hayvan unsurlarıyla birleştiren Therianthropik figürler. Güney Afrika'da Drakensberg Dağları'ndan. (Sağda) Bir elinde iki bumerang, başında başlık ve belinin arkasında "kabarıklık" olan bir insan, "Dinamik Figür". Kuzey Avustralya, Batı Arnhem Toprakları. KAYA RESİMLERİNİN KÖKENİ Kaya resimlerinin bugün de süregelen esrarı kökenleridir. Zanaat becerileri geliştikçe ilerleme gösteren çömlek ya da taş işçiliği gibi eski teknolojilerin aksine, erken kaya resimleri sanatı harikulade başarılıdır. Fransa'da Cosquer'de ve Chauvet'de yeni bulunan mağara resimleri, ünlü Lascaux mağarasında-kilerden çok daha zariftir ve tarih olarak da onlardan daha eskidir. Avrupa dışındaki kıtalarda bulunan eski resimler de, çok daha eskiden, hatta belki de daha ilk başından çok zarif bir beceriye sahip olunduğunu göstermektedir. Şu halde böylesine üstün kaliteli -hatta kusursuz -resimlerin ilk beceriksiz çabalardan geçmeden böyle birden gelişmiş bir biçimde "ortaya çıkmaları" nasıl açıklanabilir? Ama belki de bu aslında olduğu gibi değil de, bugün bizim böyle görüşümüzden kaynaklanmaktadır: Belki de uzun bir evrim vardı ama eski resimler tahta ya da başka çabuk bozulan maddeler üzerine ya da hava koşullarına açık kayalara yapılmıştı ve günümüze kadar gelmemiştir. Ancak elimizdeki kanıtlar, yine de, resimlerdeki mükemmel figürlerin birdenbire doğduğu yönündedir.
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
Bu Konudaki Online üyeler: 3 (Üye Sayisi : 0 Ziyaretçi Sayisi : 3) | |
|
|
Benzer Konular | ||||
Konu | Konu Baslangic | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Medeniyetler Tarihi | GooD aNd EvıL | Eskiler (Arşiv) | 0 | 08-30-2007 10:31 AM |
06/01/07 - Tarihi davada tarihi karar | Spy_MasteR | Eskiler (Arşiv) | 0 | 06-01-2007 04:42 PM |
Çin tarihi. | lennon | Eskiler (Arşiv) | 7 | 04-22-2007 06:30 PM |
Tarihi Fotolar... | CoolTurk | Eskiler (Arşiv) | 1 | 06-30-2006 10:48 AM |