11-28-2006, 02:00 PM | #21 |
Forum Demirbaşı
Kayit Tarihi: Nov 2005
Nerden: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 43
Mesajlari: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Teşekkür Edilme: 2,624 Teşekkür Aldığı Konusu: 685
Üye No: 3332
Rep Power: 3896
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
Cinsiyet :
|
EVLİYA ÇELEBİ ( 1611-1682 ) Evliya Çelebi'nin soykütüğü, Fatih dönemine kadar çıkar. Babası, Derviş Mehmet Zılli'dir. 100 yaşında ölen Derviş Mehmet Zılli, Kanuni'nin Zigetvar seferine katılmış, Lala Mustafa Paşa 1571'de Magosa'yı feth ettiği zaman, bu sefere de katılan Mehmet Zılli, Magosa'nın anahtarlarını İstanbul'a götürmek görevini yapmıştı. Osmanlı devletine daha pek çok hizmetler görmüş olan bu babanın oğlu, Evliya Çelebi, babasının arkadaşları arasında yaptığı savaş sohbetlerini dinleye, dinleye, savaşlara katılma, dünyayı gezip görme merakına kapıldı. BÜTÜN EMELİ DÜNYAYI GEZMEKTİ AMA NASIL YAPACAKTI?.. Evliya Çelebi'nin kendi kalemiyle yazdığına göre, soyu, Germiyanoğlu Yakup Bey'e uzanır, o yoldan da Hoca Ahmet Yeseviye bağlandığını söyler. Çocukluğunda, gördüklerini incelemek, incelediklerini yazmak merakı vardı. Babasının yaptığı uzun geziler, onu da dünyayı dolaşmaya, gördüklerini eşine dostuna anlatmaya ve yazmaya teşvik ediyordu. Zeki, hoşsohbet, nüktedan bir insandı. Zamanın ansiklopedik bilgilerini okumuş, öğrenmişti. Arapça da biliyordu. Bütün emeli, dünyayı gezmekti ama, bunu nasıl yapacaktı?.. Bir gece rüyasında, Hz. Peygameri gördü. O kadar heyecanlanmıştı ki, "Şefaat Ya Resulallah" diyeceği yerde şaşırıp, "Seyahat Ya Resulallah" demiş, böylece, Hz. Peygamberin hem şefaatini, hem seyahat iznini almıştı. Kendisinin anlattığına göre, Sa'd İbni Vakkas da kendisine gezdiği yerleri yazmasını tavsiye etmişti. Bu rüyasını, zamanın ünlü kişilerine anlattı ve bu kişiler kendisine, İstanbul'u dolaşmasını, gördüklerini yazmasını önerdiler... O da öyle yaptı, İstanbul'u, bütün çevresiyle birlikte gezdi, dolaştı. Tarihini, insanlarını araştırdı. Adetlerini, yaşayışlarını, ünlü kişilerini yazdı ve böylece, Seyahatnamenin birinci cildini hazırlamış oldu. BÜTÜN HAYATI YOLLARDA VE DURAKLARDA GEÇTİ Melek Ahmet Paşa, Evliya Çelebi'nin akrabalarındandı. Silahtar bulunduğu sıralarda 4'üncü Murad'a Evliya Çelebi'den bahsetmiş ve saraya musahip alınmasına önayak olmuştur. Evliya Çelebi'nin sesi güzeldi. Şarkı-gazel okur, ezana kalkar, imam bulunmazsa namaz kıldırırdı. Güler yüzlü, hoşsohbet, kimsenin kalbini kırmaz, herkesle hoş geçinir bir kişi olduğundan, kısa bir zamanda sarayda ün yaptı. Evliya Çelebi, zaman zaman, resmî görevlerde de bulunmuş ve devlete böylece de hizmet etmiştir. Fakat, Evliya Çelebi'nin yıldızını parlatan olay, teyzesinin oğlu olan Melek Ahmet Paşa'nın sadrazam olmasıdır. Bağdat Valiliği'nden, Sadaret mevkiine getirilince, Evliya Çelebi sadrazamın en güvendiği kişi oldu. Ancak, bu gücünü hiçbir zaman kötüye kullanmadı, tersine birçok insanların işlerini kolaylaştırarak dost kazandı. Melek Ahmet Paşa, sadrazamlıktan af edilip Özi beylerbeyliğine atanınca, Evliya Çelebi de kendisiyle Özi'ye gitti. Bütün hayatı yollarda, duraklarda geçmiştir. Seyahatnamesinden, Anadolu, Rumeli, Suriye, Irak, Mısır, Girit, Hicaz, Macaristan, Transilvanya, Almanya, Hollanda, Bosna-Hersek, Dalmaçya, Güney Rusya, Kırım, Kafkasya ve İran'a gittiğini öğreniyoyoruz. Evliya Çelebi, gezdiği, dolaştığı, bütün bu yerlerde, incelemeler yapmış, o toprakların folklorunu, sanatını, edebiyatını, sanat eserlerini incelemiş ve bunları üşenmeden, usanmadan bir bir defterine yazmıştır. Her binanın enini, boyunu, adımları ile ölçerek hesaplamıştır. Fakat günümüze kadar intikâl eden bazı binaların ölçülerinin Evliya Çelebi'nin ölçülerine uymadığı görülmüştür. Bu da Seyahatname'nin bazı yanlışları olduğu düşüncesinin doğmasına yol açmıştır. Birçok savaşlara katıldı, iyi ata biniyor, sırası geldiği zaman, yaman dövüşüyordu. Birçok defalar ölüm tehlikesiyle yüzyüze gelmiş, fakat ince zekası, hazırcevaplığı ve güler yüzü ile bu ölüm tehlikelerinden yakasını sıyırmasını bilmiştir. SEYAHATNAME DAHA HALÂ TOZLUDUR, GÜN IŞIĞINA ÇIKARILMAMIŞTIR Evliya Çelebi Seyahatnamesi, 17'inci yüzyıl Osmanlı imparatorluğumun gerçek yüzünü gösteren bir tablodur. Çelebi; anlatacağı şeylerin, sarayca iyi karşılanmayacağını veya zamanın uleması tarafından hoş görülmeyeceğini fark edince, hemen o anlattığı yerde bir rüya görmüş ve bu rüyasını teferruatıyla anlatmıştır, imparatorluğun çöküntü sebepleri, bu rüyalarda anlatılmıştır. Devrin eleştirisi, rüyalarıdır. Hiç kimse, gördüğü rüyadan sorumlu olamayacağı için, bütün tenkitlerini rüyanın mistik tablolarını sığdırmıştır. Seyahatname'nin üzerinden bugüne kadar bâzı çalışmalar yapılmışsa da, derinlemesine bir çalışma ne yazık ki yapılamamıştır. 17'nci yüzyılın bu büyük belgesi, hâlâ tozludur ve bütün çizgileriyle gün ışığına çıkarılmamıştır. Evliya Çelebi'nin bir başka önemli yanı, kullandığı üsluptur. Abartmaya dayanan bu üslup, Grotesk'te olduğu gibi, değerleri gerçekteki boyutlarına göre çizmiştir. Yani Grotesk ressamları nasıl bir kralı çocuk boyunda, tutup, bir balıkçıyı dev gibi çizerek, onlara verdikleri değerleri anlatmaya çalışmışlarsa, Evliya Çelebi de zamanın ünlü kişilerini, eğer değersiz iseler, abartma yolu ile küçültmüş, oradaki sade bir vatandaşın değeri varsa, onu da yine aynı yolla gerçek çizgilerine oturtmuştur. Evliya Çelebi'ye, Osmanlı ülkesinin ilk Grotesk yazarı gözü ile bakılabilir. |
11-28-2006, 02:01 PM | #22 |
Forum Demirbaşı
Kayit Tarihi: Nov 2005
Nerden: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 43
Mesajlari: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Teşekkür Edilme: 2,624 Teşekkür Aldığı Konusu: 685
Üye No: 3332
Rep Power: 3896
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
Cinsiyet :
|
FARABİ (870-950) Asıl adı, Mehmet'tir. Türkistan'da, Farab şehrinde 870 yılında doğdu. Babası, kale komutanlarından Mehmet Turfan idi. Batı bilim dünyası, onu, Alfarabius adı ile tanır. Farablı demektir. İlk öğrenimini doğduğu şehirde yaptı. Zamanın tanınmış bilginlerinden ders aldı. Bilgisini genişletmek için, önce İran'a, sonra Bağdat'a gitmiştir. FARABI'YE İKİNCİ ÜSTAT DENMİŞTİ Bağdat’ta bulunduğu dönemde, hem zamanın ünlü kişilerinden ders aldı, hem verdi. Özellikle mantık ve gramer üzerindeki bilgileriyle, Arapçasını bu şehirde ilerletti. Dindardı. İslâmiyetin, akla dayalı bir din olduğuna ve Allah'a ulaşmak için bilmenin şart olduğuna inanıyordu. Farsça, Arapça, Latince ve Yunanca öğrendi. Özellikle, Yunan düşünürleri, Aristo ve Eflatun'un fikirlerinin bir sentezini yapmaya ve Sokrat'ın kurduğu temeli ortaya çıkarmaya çalıştı. Bu sebeple kendisine 'Hace-i sani", ikinci üstat derler. Aristo'ya üstat dendiği için, Aristo’yu yeniden şerh eden notlar ekleyen, kurduğu felsefenin eksik yanlarını tamamlayan Farabi’ye ikinci üstat denmiştir. 941 yılında Halep’e geldi. O yıllarda Halep, Hemedanoğullarından Seyfüddevle Ali’nin idaresi altında idi. Bu Türk hükümdarı, Türk bilgini Farabi'ye büyük itibar gösterdi. Onu sarayına aldı. Bazı kaynaklar, Farabi'nin, kendisine teklif edilen yüksek maaşı red ederek, bostan bekçiliği yaptığı ve sabaha kadar mum ışığında felsefe okuduğunu yazarlar. Doğru olmasa gerektir. Farabi'nin, Seyfüddevle tarafından büyük itibar görmesi, Halep'teki bilim adamlarını kıskandırmış ve Farabi'nin hiçbir şey bilmediğini söylemeleri üzerine, Seyfüddevle'nin huzurunda bir imtihan düzenlenmiştir. Bu imtihanda Farabi'nin büyük üstünlüğü ortaya çıkmış ve Halep âlimleri bundan sonra kendisinden ders almışlardır. İLK İSLAM FİLOZOFU VE İSLAM FELSEFESİNİN KURUCUSU IDI Farabi, ilk islâm filozofu ve islâm felsefesinin kurucusudur. Samanoğulları hükümdarlarından Mansur b. Nuh'un isteği üzerine kaleme aldığı söylenen "Et-ta’limü’s-sani" (İkinci Öğretim) Yunan felsefesinin bir özetini verir. Fakat bu özeti, öylesine başarılı olmuştur ki, kendisinden sonra gelen ve bütün dünyanın fikirlerine itibar ettiği Ibni Sina ve Ibni Rüşt bu kitaptan yararlanarak Yunun felsefesini öğrenmişlerdir. Ibni Sina diyor ki: "Farabi'nin bir mezat yerinden satın aldığı kitabı sayesinde, o zamana kadar bir türlü kavrayamadığım metafiziği tamamen öğrendim.” Farabi aynı eseriyle İbni Rüşt’ün üzerinde de tesirini göstermiştir. Farabi,musiki ile de uğraşmış, hatta “ Kanun “ adı ile bilinen sazı icat etmiş ve bu saz ile bir çok besteler yapmış ve söylemiştir. Bir sohbette orada hazır bulunanlara kanun çaldığı, önce dinleyenleri güldürdüğü, sonra ağlattığı ve daha sonra da uyutup, kalkıp gittiği söylenir. Vücuda getirdiği "Kitab-ül musiki “ müzik üzerinde ilk yazılmış bilim belgesidir. Farabi, Halep'ten Şam'a, Şam'dan Kahire’ye, Kahire'den tekrar Şam'a ve Halep'e geçmiş bütün bu gezileri sırasında verdiği derslerle fikirlerini yaymış ve bilim hayatına hizmet etmiştir. Halep'te, 950 yılının ocak ayında öldü. Şam çevresinde Babüssagir denilen yerde gömülüdür. HEMEN HEMEN HER DİLDE KİTAPLARI VARDI Kitapları Mısır'da ve Hindistan’da basıldı. Ondan sonra, oradan bütün dünyaya yayıldı. Bugün, hemen hemen her dilde Farabi'nin kitaplarını bulmak mümkündür. İlk doğu ansiklopedisi olan "Ihsau’l-ulum “ ilimlerin tarif ve tasnifini yapar. Latince’ye çevrilmiş, oradan dünya dillerine aktarılmıştır. Eflatun'la Aristo'nun fikirlerini birleştirmeye çalışan ve yeni bir sentez ortaya çıkaran kitabının adı: "Eflatun-ül ilâhi ve Aristotlis" tir. Ayrıca, Aristo'yu şerh eden ve notlarla eksikliklerini tamamlayan kitabı: "Kitab-ül ibane an garaz Aristotlis"dir. Dilimize "aklın tasavvuruları" ve "felsefeye başlangıç" diye çevirebileceğimiz eserleri, Batı felsefesinin kuruluşuna hizmet etmiş ve islâm felsefesinin temellerini teşkil etmiştir. Fikir ve kavrayış, çok verimli geniş çalışmaları,anlatmak istediğini büyük bir kolaylıkla, anlaşılır biçimde getirmesi ile, doğuda da batı da hayranlık yaratmıştır. Ahlaklı, nazik, alçak gönüllü idi. Aristo’dan söz açarken “ Ben Aristo zamanında gelse idim onun en iyi öğrencilerinden olurdum “ demesi, ne kadar alçak gönüllü olduğunu kanıtlar. |
11-28-2006, 02:01 PM | #23 |
Forum Demirbaşı
Kayit Tarihi: Nov 2005
Nerden: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 43
Mesajlari: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Teşekkür Edilme: 2,624 Teşekkür Aldığı Konusu: 685
Üye No: 3332
Rep Power: 3896
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
Cinsiyet :
|
FATİH SULTAN MEHMET ( 1432- 1481 ) Çağ açan Osmanlı hükümdarı... Bizans İmparatorluğu'na son veren hükümdar. Osmanlı hanedanının ilk resmî sultanı. 29 Mart cumartesi gecesi Edirne Eski Saray'da doğdu. Babası II. Murad, annesi İsfendiyar Beyi'nin kızı Hatice Hüma Sultan'dır. Tahsile başlayana kadar geçen zaman içinde, Edirne Sarayı ve II. Murad'ın Bursa'daki evinde yaşadı. Ve gelenek gereği yedi yaşında okumaya başladığı zaman üç ayrı hocadan ders aldı. Kültür, sanat ve askerlik konularında gördüğü bu dersler, zamanın en ileri gelen bilginleri tarafından veriliyordu. 1443'de Amasya Valisi iken ölen ağabeysi Alâaddin Ali Çelebi'den sonra, tahtın tek varisi olmuştu. 11 yaşında Manisa Valiliği'ne atandı. Ve 12 yaşına bastığı yıl da, babası tahttan feragat ederek kendisinin yerine oğlunu hükümdar yaptı. Bu feragat, tarihlerde çeşitli yorumlara yol açmıştır. Bazı tarihçiler II. Murad'ın Osmanlı ileri gelenlerinin ellerinde biriktirdikleri varlığı devlete intikal ettirmek sureti ile ikta sistemini yürürlüğe koymak istemesinden kaynaklandığını ileri sürerler. Diğer tarihçiler de II. Murad'ın, sağlığında oğlunun hükümdarlığını görmek istemesi sebebi ile bu feragatte bulunduğunu yazarlar. Ancak, 12 yaşındaki II. Mehmet'in padişahlığının devlet ileri gelenlerini memnun etmediğine bakılacak olursa, birinci ihtimal zayıf düşer. BİZANS VE VENEDİKLİLERLE BİRER YILLIK ANLAŞMA İMZALADI Murad Han, Balkanlarda barışı sağladıktan sonra çekilmişti. Fakat Papa'nın da zorlaması ile Macar kralı bir Haçlı seferi düzenledi. 100.000 kişilik bir Haçlı ordusu Türk sınırlarını geçti. Edirne'de toplanan saltanat şûrası II. Murad'ı padişahlığa davet etmeye karar verdi. Sultan Murad önce bu daveti reddetti ise de daha sonra oğlunun: "Eğer padişah biz isek size buyuruyoruz, gelip ordunuzun başına geçin, yok siz iseniz, devletinizi müdafaa edin" demesi üzerine II. Murad daveti kabul etti. Ve Varna'da düşman ordusunu yendi. Osmanlı ileri gelenleri, Fatih adına basılan paraya hile karıştırıp eksik para bastılar. Bu, askerin maaşından indirmek demekti. Zafer kazanmış Yeniçeri buna isyan etti. Edirne'de yangın çıkarıp şehrin yarıdan fazlasının yanmasına sebep oldu. Genç padişah öfke ve üzüntü içinde idi. "Babamızın verdiği saltanatı bizden kıskandılar" diyordu. Bu durum karşısında Sultan Murad tekrar tahtına döndü. 3 Şubat 1451 günü 48 yaşında iken hayata gözlerini yumunca, II. Mehmed yeniden Osmanlı tahtına oturdu. Yeni padişahı genç ve tecrübesiz gören Batılı hükümdarlar ve Bizans, ümitlere kapıldılar. Bizans ordusu, Çorlu'ya kadar olan toprakları işgal edip, elinde bulunan şehzade Orhan'ı "Sultan" tanıdığını ilân etti. Karamanoğlu İbrahim Bey de Akşehir ve Seydişehir'i aldı. Sırplar, II. Mehmet'in tahta çıktığı zaman memleketine gönderdiği Mara Sultan'ın masraflarına karşılık Alacahisar'ı istediler. II. Mehmet, bunların hepsini kabul etti. Bizanslılarla ve Venediklilerle üç yıl süreli birer anlaşma imzaladı. Padişahın bu tutumunu yanlış değerlendiren Batılılar, Çanakkale Boğazı'nı kuşattılar. Bizans elçileri yeni isteklerde bulundu. Ve Orhan Çelebi'yi salıvermek tehdidi ile padişahı ürkütmeyi denediler. II. Mehmet, susuyor ve kafasındaki planı uyguluyordu. Karamanoğlu ile anlaştı. Yeniçeri ocağını gözden geçirdi ve askeri, disiplin altında avucuna topladı.. İstanbul Boğazı'nda Yıldırım Bayezid tarafından yapılmış olan Anadolu Hisarı'nın tam karşısına, Rumeli Hisarı'nın yapılmasını emretti. Padişah ve paşaların gayreti ile 5.5 ay gibi kısa bir zaman içinde hisar tamamlandı (1452). ŞEHRE GİRMEYE TEREDDÜT EDİYORDU Hisarın bitirilmesi üzerine Turhan Bey oğulları emrinde, bir kuvveti Mora'ya geçirerek, Bizans imparatoru Konstantin'in kardeşlerini baskı altına aldı. Sıra İstanbul'un fethine gelmişti. II. Mehmet, saray divanını topladı, fikrini açtı. Zağnos ve Şehabettin paşalar padişahın düşüncesinden yana idiler ama, Çandarlı Halil ve bazı arkadaşları İstanbul'un fethini şüpheli görüyorlardı. II. Mehmet büyük bir sükûnetle konuşulanları dinledi ve istediği savaş kararını meclisten aldı. İlk iş olarak gönderdiği bir kuvvetle İstanbul ve çevresini yağma ettirdi. Konstantin, arkadan kuşatmanın geleceğini farkettiği için, kapıları ördürüp surları tamir ettirdi. II. Mehmet, Karadeniz kıyılarındaki kaleleri, şehrin fethine hazırlık olmak üzere birer birer ele geçirdi. Edirne'de büyük toplar dökülüyordu, bu topların her biri Edirne'den İstanbul'a 400 asker ve 60 manda gücüyle çekilebilmiştir. Ayrıca uçan alevli bombalar hazırlanmıştı. 6 Nisanda kuşatma başladı, mancınıkla atılan bombalar surları aşarak şehrin içine düşüyor, İstanbul'u velveleye veriyordu. 18 Nisanda adalar alındı, 22 Nisan gecesi bir mucize başarılmış Türk donanması karadan yürütülüp Haliç'e indirilmişti. 5 Mayısta Beyoğlu tepelerine Türk topları yerleştirildi. 26 Mayısta Papa'nın teşviki ile gönderilen Macaristan elçileri Fatih'i ziyaret ederek, savaşa devam ettiği takdirde bütün Avrupa devletlerinin kendisine savaş açacaklarını bildirdiler. 29 Mayıs günü sabahı da Türk topçularının açtığı kahredici ateş altında Türk yiğitleri surlara tırmanmaya başlamıştı. Bizans İmparatoru Konstantin öldü, şehir alındı ve Fatih beyaz atının üzerinde İstanbul'a girdi. RUMLARA VE YAHUDİLERE İMTİYAZ TANIDI Fetihle birlikte, Çandarlı Kara Halil'i ve Bizans'a âlet olmuş Orhan Çelebi 'yi idam ettirdi. Bütün dünya, Bizanslı Rumların zulüm göreceklerini bekliyorlardı. Fatih, Rumların ve Yahudilerin dinî teşkilâtını olduğu gibi bıraktı ve kendilerine imtiyaz tanıdı. Bu tolerans örneği bugün de dünya tarihçilerinin örnek saydıkları bir davranıştır. Fatih İstanbul'u aldıktan sonra imparatorluğun sınırlarını genişletmek için çeşitli savaşlar verdi. 1481'de yeni bir sefere çıkmak üzere iken şüpheli bir şekilde öldü. Fatih'in zehirlendiği hususundaki iddialar bugün de kuvvetlidir. Fatih, Batı uygarlığı ile direkt teması kuran padişahlardan biridir. İtalya'dan ressam Bellini'yi davet ederek portresini yaptırdığı bilindiği gibi bazı Batı mimarlarını da davet ederek eserler vermelerini sağladığı bir gerçektir. Fatih, Osmanlı tarihinin en büyük padişahlarından biri, belki de en büyüğüdür. |
11-28-2006, 02:01 PM | #24 |
Forum Demirbaşı
Kayit Tarihi: Nov 2005
Nerden: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 43
Mesajlari: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Teşekkür Edilme: 2,624 Teşekkür Aldığı Konusu: 685
Üye No: 3332
Rep Power: 3896
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
Cinsiyet :
|
FEVZİ ÇAKMAK ( 1876- 1950) Alnında zafer ve fazilet yıldızı parlayan bir komutan... İnanan ve inandığına inandıran bir insan... Savaş meydanlarında da, mütevazı bürosunda da vakar sahibi, mü'min, güven verici Mareşal!.. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunun sessiz mimarlarından biri... Hayatının yarım yüzyılını Türk ordusunun içinde ve başında geçirmiş bir asker... Türkiye Cumhuriyeti'nin iki mareşalinden biri... Asıl adı, Mustafa Fevzi'dir. 12 ocak 1876'da İstanbul'da Cihangir semtinde doğdu. Babası, topçu albaylarından Ali Bey'dir. Bu, asker ailenin asker çocuğu 1895'de Harp Okulu'ndan teğmen olarak orduya girdi. Üç yıl sonra, 1898'de kurmay sınıflarını tamamlayarak yüzbaşı oldu. Genelkurmay IV. Şubesi'ne atandı. Burada bir süre hizmet verdikten sonra Rumeli'ye gönderildi. Bulunduğu bölgede, Sırplar ve Arnavutlar arasında çekişme vardı. Bu bölgede verdiği değerli hizmetlerle dikkatleri üzerinde topladı. Komutanları tarafından takdir ediliyor, insan ilişkilerinin uygar bir ortamda sürdürülmesi konusunda, büyük yeteneği göze çarpıyordu. Dokuz yıl sonra albaylık rütbesine erişti. ATATÜRK İLE KOSOVA'DA TANIŞTI Fevzi Çakmak'ın Rumeli'nde hizmet verdiği dönem, Osmanlı İmparatorluğu'nun karışık ve sıkışık olduğu bir dönemdi. Jön Türkler, özellikle Rumeli'nde geniş bir teşkilât kurmuşlar, Meşrutiyet'in yeniden ilânını sağlamaya çalışıyorlardı. Kolağası Niyazi, Resne taburu ile dağa çıkmıştı. Bunu, Kolağası Enver'in başkaldırması izledi. Bu karışıklıkları bastırmak için gönderilmiş, 18'inci Nizamiye Tümeni Komutanı Şemsi Paşa, Manastır'da Teğmen Atıf tarafından vuruldu. Komutanı vurulan bu tümenin Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak'tı. Bu nazik dönemde Çakmak, gösterdiği esneklikle hem hükümetin düşmanlığını üzerinde toplamamış, hem genç ittihatçıların hücum hedefi olmamıştır. Şemsi Paşa'nın öldürülmesinden sonra, elindeki kuvvetleri ittihatçılar aleyhinde kullanabilir, sarayın ve hükümetin gözüne girebilirdi. Bunu yapmadı, böylece de ittihatçı genç arkadaşlarını korumuş oldu. 1908 ikinci Meşrutiyet devrimi sırasında Fevzi Çakmak, tehlikeli bir sınır bölgesi olan Yenipazar sancağında hem mutasarrıf, hem 35'inci Nizamiye Tümeni'nin komutanı idi. Devrimin, bünyesinde getirdiği taşkınlıkları, kargaşayı büyük bir ustalıkla önledi; ittihatçıların da ittihatçılara karşı olanların da şikâyetlerine muhatap olmadı. Bir süre de, mutasarrıflık görevi devam etmek şartile, Kosova Kolordusu Kurmay Başkanlığı'na getirildi. Atatürk'le tanışması, bu yıllara rastlar. Atatürk, Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa'nın maiyetinde Arnavutluk isyanını bastırmaya giderken, Kosova Kolordusu Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak'la tanıştı ve bu vakarlı askeri sevdi. İtalyanlar, Trablusgarb'a hücum edince, Atatürk ve bazı arkadaşları Trablusgarb'a geçtiler ve orada bir mukavemet cephesi kurdular. Bu sırada Fevzi Çakmak, İtalyanlar'ın Adriyatik kıyılarına asker çıkarması ihtimaline karşı hazırlanan Garp Kolordusu Kurmay Başkanlığı'nı yapıyordu. Balkan Savaşı önceleri, Vardar Ordusu Harekât Şubesi Müdürlüğü'nde, Balkan Savaşı'ndan sonra, Ankara Tümeni komutanlıklarında bulundu, az sonra da 5'inci Kolordu Komutanlığı'na atandı. 1914 yılı martında mirliva, yani general olmuştu. PARLAK HİZMETLER VERDİ Birinci Dünya Savaşı'nda kolordusu ile birlikte, Çanakkale savaşlarına katıldı. Savaş sonunda Atatürk'ün Anafartalar Grup Komutanlığından ayrılması üzerine, bu komutanlığa vekâleten baktı. Onu, 1916'da 2'nci Kafkas Ordusu Komutanı, 1917'de 2'ncl Ordu Komutanı olarak görüyoruz. Çanakkale'de olduğu gibi, burada da Atatürk'le halef-selef olmuşlardır. Bundan sonra Suriye'de 7'nci Ordu Komutanlığı'na getirildi. Burada parlak hizmetler verdi ve bu hizmetlerine karşılık 28 temmuz 1918'de ferikliğe terfi etti. Verilen görevi eksiksiz yapan, aralarında bulunduğu insanları gücendirmeden, incitmeden çalışmalarını sağlamasını bilen, bu doğuştan babayani asker Fevzi Çakmak, yavaş yavaş çevresine kendisini kabul ettiren ve gözüne bakılan, sözüne kulak verilen insan olmuştu. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından sonra, Genelkurmay Başkanlığı'na getirildi. Mondros Mütarekesi maddelerinin tek taraflı bir yorumla uygulanması ve İzmir'in Yunan ordusu tarafından işgaline karşı idi. Genelkurmay Başkanı olarak aktif bir tavır almış, ne Suriye Fatihi diye bilinen General Allenby'nin İstanbul'a gelişinde kendisini karşılamaya gitmiş, ne de İzmir'in Yunanlılar tarafından işgaline razı olmuştur. Hele İzmir'e çıkarma yapması ihtimali olan Yunanlıların, İzmir'deki askerlerimiz tarafından silahla karşılanması için verdiği emir üzerine, Genelkurmay Başkanlığı'ndan ayrılmak zorunda kalmıştır. 14 mayıs l919'da1'inci Ordu Mütfettişliği'ne atandı. Bu hizmette iken, Atatürk, 9'uncu Ordu Müfettişliği'ne tayin edilmiş ve İstanbul'dan ayrılırken, Fevzi Cakmak'la da görüşmüş, fikirlerini öğrenmek istemişti. O günlerde, Fevzi Cakmak'ın, Atatürk'ün fikirlerini tam olarak paylaştığı söylenemez. Çakmak, müttefik devletlerin birbirine düşmesinden Osmanlıların yararlanabileceğine inanıyor, olayların biraz daha gelişmesi lâzım geldiğini düşünüyordu. Bir ara, Mustafa Kemal'e karşı bir tutuma girmek üzere iken, Kâzım Karabekir Paşa'nın araya girmesi ile anlaşmazlık ortadan kaldırılabildi. 27 MAYIS 1920'DE ASKERLİKTEN TARDEDILDI Fevzi Çakmak, 3 Şubat 1920'de İstanbul hükümeti tarafından Harbiye Nazırlığına getirildi. Bu görevi yaptığı sıralar, Kurtuluş Savaşı'na değerli hizmetler vermek fırsatını bulmuştur, İstanbul'dan birçok silah ve cephanenin Anadolu'ya taşınması, değerli komutanların Anadolu'ya geçmesi, hep bu aylara rastlar ve Fevzi Cakmak'ın arkalaması ile gerçekleşir. İstanbul, müttefik kuvvetler tarafından resmen işgal edilince, daha fazla beklemedi ve o da Anadolu'ya geçerek kurtuluş kavgasına, Atatürk'ün yanıbaşında katıldı. (8 Nisan 1920). Atatürk, Fevzi Çakmak'ın Kurtuluş Savaşı'na katılmasını çok iyi karşılamıştır. Kendisine, büyük ilgi gösterdi ve hemen Millî Savunma Bakanlığı görevini kendisine verdi. İstanbul hükümeti güç durumda idi. Birçok sivil ve asker Anadolu'ya geçiyor, İstanbul hükümetine karşı tavır alıyordu. Harbiye Nazırı'nın da Anadolu'ya geçmesi, İstanbul hükümeti için bardağı taşıran damla oldu. Fevzi Çakmak'ın askerlikten tardedildiğini ve idama mahkûm edildiğini ilân etti. Padişah Vahdettin, 27 mayıs 1920'de bu kararı tasdik ederek yürürlüğe koydu. Artık Atatürk gibi, Fevzi Çakmak da idam edilecekler arasına girmiş bulunuyordu. Fevzi Çakmak, Ankara hükümetinde, Millî Savunma Bakanı ve Hükümet Başkanı olarak çalışmalara başlamış, yeni bir ordunun yaratılmasında onun azimli ve feragatkâr çalışmaları büyük rol oynamıştır. 2'nci İnönü Zaferi'nden sonra T.B.M.M. kendisini orgeneralliğe yükseltti. Yine aynı görevini sürdürüyordu. OY BİRLİĞİ İLE GENELKURMAY BAŞKANLIĞI'NA GETİRİLDİ Kütahya ve Eskişehir savaşları aleyhimizde sonuçlanınca, gerek orduda, gerekse halk arasında başlayan moral bozukluğu dikkati çekti. Bu dönemde Çakmak, gerek Büyük Millet Meclisi (B.M.M)'nde yaptığı konuşmalarla, gerekse Anadolu Ajansı ile yayınlanan beyanatlarıyla ve gerekse, orduya yayınladığı beyannamelerle morali yükseltiyor, zafere olan inancı pekiştiriyor, bu konuda Atatürk'e büyük yardımları oluyordu. Nitekim, Bakanlar Kurulu Başkanı sıfatı ile yayınladığı bir beyannamede şöyle demektedir: "Düşmanın ilerlemesine karşı halkın katiyen tereddüt ve endişe etmesine mahal yoktur. Düşmanın, Anadolu içerisine doğru uzanmak isteyen kolları, mezarlarına yaklaşıyor. Bu yeni sefer, düşmanın ölüm yolculuğudur. Tann'nın yardımı ve yakın hadiseler bu neticeyi gösterecektir." Sakarya Savaşı'na kadar, Millî Savunma Bakanı ve Bakanlar Kurulu Başkanı olarak görev yaptı. Sakarya savaşlarının başlayacağına yakın sıralarda, B.M.M'nde sabırsızlıklar artmıştı. Ordudan zafer bekleniyordu. Tarihî bir celsede, Mustafa Kemal’in, ordunun başına geçmesi istendi. Mustafa Kemal B.M.M. yetkilerinden bazılarının kendisine verilmesi halinde, ordunun başına geçeceğini ve zaferi kazanacağını söyledi, işte, bunun üzerine B.M.M istenen yetkileri Mustafa Kemal Paşa'ya verirken, Bakanlar Kurulu Başkanı ve Millî Savunma Bakanvekili Fevzi Çakmak'ı da oy birliği ile, Genelkurmay Başkanlığı'na getirdi. T.B.M.M. FEVZİ ÇAKMAK'A TAKDİRNAME VERDİ Sakarya Savaşı'nın kazanılmasında Fevzi Çakmak'ın büyük yardımları olmuştur. Mustafa Kemal Paşa’nın yanında ve onun emrinde sadakatle çalışmış, bilfiil siperlere girmiş, askerin maneviyatını yükseltmiş ve düşmanın yenilgisinde pay sahibi olmuştur. Savaşın, zaferle sonuçlanmasından sonra, B.M.M'nde İsmet İnönü ile birlikte bir takrir hazırlayarak, Mustafa Kemal Paşa'ya mareşallik rütbesi ile gazilik unvanı verilmesini teklif etmişler ve böylece Meclis, yalnız sultana ait olan bu hakkı kullanmak suretile, Mustafa Kemal’e, hem gazilik unvanını, hem mareşallik rütbesini vermiştir. Bu kararın Büyük Millet Meclisi'nden çıktığı gün, saltanatın fiilen kaldırılmış bulunduğunu söylemek yanlış olmaz. Çünkü sonradan yurt dışına kaçan Padişah Vahdettin,yakınlarına o günü anlatırken, durumu böyle yorumladığını açıklamıştır. Sakarya Meydan Muharebesinde yararlıkları görüldüğü için, B.M. M 'nce takdirname verilenlerin başında, Fevzi Çakmak vardır. Mustafa Kemal, 26 Ağustos Büyük Taarruz planlarını, paşalara açıkladığı zaman, hayret ve şaşkınlıkla karşılanmış, İsmet Paşa dahil, komutanlar, bu planı (tehlikeli bulmuşlardı. Mustafa Kemal’in yaptığı savaş planını destekleyen sadece Fevzi Çakmak'tı. Sonradan, öteki komutanlar da planı benimsemişler ve zafer böylece kazanılmıştır. Bu savaşların da Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak'tı. Bu zaferden sonra Fevzi Çakmak, B.M.M. tarafından mareşalliğe yükseltilmiş, böylece Fevzi Çakmak, Kurtuluş Savaşı'nın, Mustafa Kemal Paşa’dan sonra ikinci mareşali olmuştur. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan 1944 yılına kadar aralıksız Genelkurmay Başkanlığı görevinde bulundu. Ordunun, gözbebeği mareşali idi ve devrimler yapan Atatürk'le, İnönü hükümetini destekleyerek başarılarını kolaylaştırdı. Türk ordusunda eğitim ve öğretimin artmasına ve zinde bir güç halinde dünyada itibar sağlamasına emekleri geçmiştir. Yeni silahlarla donatılması için de çok çaba harcamıştır. 12 ocak 1944 günü, Yaş Haddi Kanunu gereğince, emekliye ayrıldı. Ömrünün yarım yüzyılını ordunun içinde geçirmiş bir komutanın emekliye ayrılması, kendisi için kolay olmamışsa da, bunu tabiî karşılamıştır. 1945'de, çok partili hayatın kapıları açılınca, Fevzi Çakmak da kendisine düşen görevden kaçmamış, Demokrat Parti'nin kuruluş günlerinde bu partiye destek olmuştur. Daha sonra, 1946 seçimlerinde İstanbul milletvekili olarak parlamentoya girdi. DÜRÜST, FAZİLETLİ VE İRADELİ BİR İNSANDI Demokrat Parti ileri gelenleriyle bazı noktalarda uyuşamayınca, bu partiden ayrıldı ve bazı arkadaşları ile Millet Partisi'nin kurulmasında, kurucu olarak bulundu ve bu partinin Onursal Başkanı oldu, Geçirdiği bir prostat ameliyatından sonra, 10 nisan 1950 pazartesi günü sabah saat 7.30'da hayata gözlerini yumdu. Cenazesi, görülmemiş bir kalabalığın elleri üstünde yüzerek Eyüp Mezarlığı'na defnedil-miştir. Dürüst, faziletli, iradeli bir insandı. En büyük zevklerinden biri, kitap okumaktı. Tarih ve sosyoloji üzerine yazılmış kitapları bilhassa seçer, onlar üzerinde düşünür, düşündüklerini, yakın dostlarıyle tartışırdı. Birçok Balkan dillerini bilir, Fransızca ve ingilizce konuşurdu. Anılarını, askerlik hayatından başlayarak son günlerine kadar düzenli olarak tutmuştur. Yalnız büyük asker değil, büyük insandı. |
11-28-2006, 02:02 PM | #25 |
Forum Demirbaşı
Kayit Tarihi: Nov 2005
Nerden: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 43
Mesajlari: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Teşekkür Edilme: 2,624 Teşekkür Aldığı Konusu: 685
Üye No: 3332
Rep Power: 3896
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
Cinsiyet :
|
FUZULİ ( 1494-1555 ) Divan kalıpları içinde yazıyordu. Fakat bu kalıplara koymayı başardığı lirizmi ne kendisinden önce gelen şairler ne de kendisiden sonra gelenler, bu ölçüde başaramamışlardır: "Ah eylediğim serv-i hıramanın içindir Kan ağladığım gonca-i handanın içindir. Yaktım tenimi vasl günü şem tek amma Bil ki bu tedarik şeb-i hicranın içindir." "Senin, servi boyun için, ah ediyorum —gonca dudakların için, kan ağlıyorum— Kavuşma günün için, vücudumu mum gibi yaktım — Ama bil ki bu hazırlık hep ayrılık gecen içindir!'' Asıl adı Mehmet'tir. "Fuzuli" -Divan şiirinde gelenek olduğu için— takma adıdır. Kerbelâ’da dünyaya geldi. Doğum tarihi üzerinde değişik söylentiler var. Genellikle 1494 olarak kabul edilmiştir. "Bayat" adlı bir Türk kabilesinden gelmektedir. Bazı kaynaklar, dilinin Azerî'yi çaldırması sebebiyle "Azeri" olduğunu yazarlarsa da "Hadikatüs Süada" adlı eserinin bir kıtasında, kendisi Türk olduğunu belirlemiştir. EN BÜYÜK LİRİK VE USTA ŞAİRİ OLARAK BİLİNİR Hille Kadısı Süleyman Efendi'nin oğlu olduğu bilinen Fuzulî, yalnız şiirde değil, nesirde de erişilmez bir usta idi. "Selam verdim, rüşvet değildir deyu almadılar" diye başladığı Şikâyetnamesi’ndeki dil, bugün için bile aydınlık, sağlam, geçerli bir dildir. Türk Divan edebiyatının gelmiş geçmiş en büyük lirik ve usta şairi bilinir. Şiirleri ve nesirleriyle böylesine bir ün yapmış şairin hayatı hakkında pek az şey biliyoruz. Söylediğine göre, 14—15 yaşlarında iken, Arapça dersleri aldığı Rahmetullah Efendi'nin kızına âşık olup şiir yazmaya başlamıştı... Koskoca divanını, bu yaşlarında yazdığı şiirlerle doldurmuş ve sonunda bu kızla evlenebilmiştir. Fazlı adında bir oğlu oldu. Fazlı da babası gibi şiir yazmış, fakat babasının sanat eteklerine bile erişememiştir. Kanunî Süleyman, ordusu ile Bağdat'a girdiği zaman, Fuzulî de Bağdat'ta idi. Bu büyük ve muzaffer padişaha hayranlığını anlatan bir kaside yazdı. Bir gün Padişah, yanında devlet adamları ve sanatkârlarıyla birlikte şehri dolaşmakta iken, beyaz sarıklı, uzun sakallı bir derviş, kapıkulu askerlerini yararak Padişah'a sokulmuş ve bir kâğıt uzatmıştı. Bu üstü başı dökülen derviş, yüzyılları aşarak günümüze ve günümüzden gelecek çağlara kadar yaşayan ve yaşayacak olan büyük Şair Fuzulî idi; uzattığı kâğıtta, "Bağdat Kasidesi" yazılıydı. BÜTÜN MURADI İSTANBUL'A GELMEKTİ Bağdat Kasidesi, Fuzulî'nin en ünlü kasidelerinden değildir. Fakat öylesine bir sanat eseri idi ki, Padişah'ı hayran bıraktı. Kanunî ile birlikte seferde bulunan 16. yüzyıl Türk şairlerinden Hayali ile, Taşlıcalı Yahya Bey kasideyi gördükten sonra, Hayalî dayanamamış ve Padişah'a: "Hünkârım —demişti— meğer bu fakir dervişin gönlü mücevherlerle dolu imiş..." Kanunî, Fuzulî'ye evkaftan bir aylık bağlattı ve gözetilmesini buyurdu. Fakat Fuzuluî'nin "Şikâyetname"sinden öğreniyoruz ki, Padişah Bağdat'tan ayrıldıktan sonra ne bu aylık kendisine verilmiş, ne de gözetilmiştir. Çağlar aşan büyük Şair, yoksulluk içinde hayatını yaşadı ve Bağdat'ta öldü (1555) . Fuzulî'nin bütün muradı, İstanbul'a gelmekti. Birçok şiirlerinde bu duygusunu açıklamış, İstanbul'a gelmenin ve Padişah'a hizmet etmenin çarelerini araştırmıştı: "Fuzulî ister isen izdiyad-ı rûtbe-i fazl Diyar-ı rumu gözet, terk-i hak-i Bagdâd et." "Fuzulî, eğer muradın yükselmekse, bırak Bağdat'ı, İstanbul'u tutmaya bak!.." diye yazdı ama, bir türlü muradına erişemedi. Türkçe, Farsça, Arapça biliyordu. Bu üç dilde de şiirler yazmıştır. Fakat kim, ana dilinden başka yerde büyük bir şair olabilir?.. Türkçe şiirlerinde Fuzulî, "büyük şair," Arapça, Farsça şiirlerinde "iyi şairdir." Nesirde de samimiyetin bu mertebesine yalnız Türkçe yazdığı zaman ulaşabiliyordu. Doğu edebiyat gelenekleri içinde birçok şair tarafından kaleme alınmış olan "Leyla ile Mecnun" hikâyesi, Fuzulî tarafından da yazılmış ve fakat onun yazdığı bu mesnevî, bütün öteki yazılanları gölgede bırakmış, hatta silip atmıştır. Lirizmi, Fuzulî kadar geniş ve kuvvetli kanatlarla uçuran başka bir şair göstermek kolay değildir. Şiirlerinde eda ve anlatım gücü, hemen hiçbir şairde bu eşsizliğe varamaz. O kelimelerle boğuşmaz, onlarla oynar. Sanki bütün diller, onun elinde bir balmumudur. İstediği biçime sokar, istediği şekli verir. Nerede romantik, nerede gerçekçi, nerede rind, nerede lirik olacağını —şaşırmadan— bilir. Bektaşi şiirlerine rahmet okutacak şu kıt'aya bakınız: "Ramazan ayı gerek açıla cennet kapusu Ne reva kim ola meyhane kapusu bağlu Feth-i meyhane için okuyalım fatihalar Olakim yüzümüze açıla bir bağlı kapu..." Sonra, sevgiliye, hem kafa tutan, hem yalvaran, hem şikâyet eden şu beytini görelim: "Dil-i sad-pareden bidadı kesmez gamze-i mestin Ne gafil padişehtir mülk viran olduğun bilmez." "Mest bakışı ile şu paramparça olmuş gönlümüzden zulmünü eksik etmez... Ne fail padişah ki, kendi ülkesini harap ettiğinden haberi yok!" Fuzulî'nin bütün hayatı, onun şu iki satırında anlatılmıştır: "Ferhad'a zevk-i suret, Mecnuna seyr-i sahra... Bir rahat içre herkes, ancak benim belâda..." "Ferhad, eline Şirin’in resmini almış, keyfinde; Mecnun gezinip avunuyor. Herkes rahatın yolunu bulmuş, belâda olan bir benim!" Fuzulî, hayatı boyunca bir rahat nefes alamadı belki, ama yüzyıllardır insanlara rahat nefes aldırıyor. |
11-28-2006, 02:02 PM | #26 |
Forum Demirbaşı
Kayit Tarihi: Nov 2005
Nerden: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 43
Mesajlari: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Teşekkür Edilme: 2,624 Teşekkür Aldığı Konusu: 685
Üye No: 3332
Rep Power: 3896
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
Cinsiyet :
|
GAZNELİ MAHMUT ( 967-1030) İslâm dünyasında halifeden sonra ilk "sultanlık" unvanını alan ve kullanan sultan... Büyük hükümdar, Gazneli Mahmut... Gazneli Mahmut olarak ün yapmış ve tarihe bu isimle girmiştir. Fakat, "Nizameddin, Ebu-l Kasım Gazi" diye de anılır. Babası, Kara Aslan oğlu Sebük Tigin'dir. Babasından büyük ihtimam gördü. Zamanın ünlü alimlerinden ders aldı. Ünlü savaşçılar ile genç yaşta kılıç kılıca geldi. Bileğine güçlü, attığını vurur bir genç olarak yetişti. Zekî idi. Şiir ve sanatın her dalını seviyor, ilgileniyordu. Babası onu çok genç yaşta Büst bölgesi valiliğine getirdi. Yönetimdeki ehliyetini kısa bir zamanda ortaya koydu. Vilayetini, öteki vilayetlerin çok üstüne çıkaran imar hamleleri yaptı, fikir ve sanatı arkaladı, halka kendisini sevdirdi, babası, oğlu ile gerçekten iftihar ediyordu. YERİNE GECEN KARDEŞİNİ BERTARAF ETTİKTEN SONRA TAHTA OTURDU Bu başarıları onu kısa bir süre sonra Horasan Genel Valiliğine getirdi. (994) 24 yaşında idi ve yönetimdeki ustalığı ve hüneri dillere düşmüştü. Genel vali olarak başarılı girişimleri vardır. Bu görevinde iki yıl kadar kaldı. 996'da babası Sebük Tigin hastalandı ve öldü. Gazneli Mahmut, babasının yerine geçen kardeşi İsmail'i bertaraf ettikten sonra tahta oturdu. Gazneli Mahmut'un tahta oturması ile birlikte, Gazne Devletinin de baht yıldızı parlamaya başladı. Gazne devletinin temellerini atan ve Horasan, Herat bölgelerinde genel vali iken, Samanoğullarından ayrılarak bağımsız bir devlet kuran Alp Tekin, Müslümanlığı ilk kabul eden Türklerdendir. Samanoğullarının korumasına sığınmıştı. Gazneli Mahmut hü- kümdar olduğu zaman da Samanoğulları ile ilişkileri bozmadı, fakat bağımsızlığını iyice pekiştirdi. Kısa bir zamanda, gerek iç yönetimde, gerekse dış ilişkilerde becerikli ve başarılı olduğunu gösteren Gazneli Mahmut, Bağdad'daki Halifenin dikkatini çekmekte gecikmedi,.İslâmiyeti ülkesinde geliştiren ve çevresine yayan bu yiğit Türk hükümdarına Halife bir menşur göndererek, "sultanlık" tevcih .etti. 'Sultan' yani, 'imparator1 deyimi o zamana kadar yalnız halife için kullanılırdı, ilk defa halife dışında meşru sultanlığa getirilen devlet başkanı Gazneli Mahmut'tur. HİNDİSTAN'IN FİLLERLE DONATILMIŞ ORDUSUNU YENDİ Sultan Mahmut, ilkin Samanoğulları ile savaşa girdi. Samanoğulları, İrak'a kadar uzanan geniş topraklara hükmediyorlardı. Onları yendi ve sınırlarını o taraftan genişletti. Sonra Büveyhoğulları ile çarpıştı ve zaferine karşılık Afganistan'ı ve Gürcistan'ı sınırlarına kattı. Gazneli Mahmut'un gözleri şimdi Hindistan üstüne dikilmişti. 1000 yılında Gazneli Sultan Mahmut, Peşavere girip Hindistan'a ayak bastı. Bir yıl sonra Hindistan'ın 42.000 kişilik fillerle donatılmış' ordusunu perişan etti. Gazneli Sultan Mahmut, küçük bir ordu ile hareket ediyor, fakat ordudaki disiplin gücü ve tabiye üstünlüğü ile, kendisinden kat kat sayı üstünlüğü olan orduları darmadağın ediyordu. Pencap'a kadar ilerledi ve büyük ganimetlerle Gazne'ye döndü. Bu başarılı Hindistan seferinde halkı ona, gazi unvanını vermişti. Gazneli Gazi Sultan Mahmut, Hindistan üzerine 13 sefer yapmıştır. 10'uncu Hindistan seferinde Ganj bölgesine kadar ilerledi. Hindistan, kuzeyden gelen bu akınlardan bıkmış usanmıştı. Üstüste yapılan 12 akın Hindistan’ın yenilgisi ile bitmiş, bütün servet Kuzeye göç etmişti. 150.000 kişilik bir ordu kuruldu. Ayrıca orduda binden fazla da fil bulunuyordu. Hindistan, Gaznelilerle hesaplaşmaya kararlı idi. ASKERLERİNİ AY BIÇİMİ YERLEŞTİRMİŞTİ Gazneli Gazi Sultan Mahmut 13'üncü seferini de yaptı. Mahmut'un 20.000'i bulmayan küçük ordusu ile bin fil ve 150.000 kişilik Hind ordusu karşılaştılar. Gazneli Mahmut, askerini ay biçimi yerleştirmişti. Gücünü yanlara verip, ortayı zayıf bıraktı. Hind ordusu merkeze, Gazneli Mahmut'un bulunduğu Bayraklı Tepe'ye saldırınca, Mahmut kuvvetlerini düzenli biçimde geri çekti. Sağ ve sol kanatları ile de Hind ordusunu kuşattı. Türklerin çok kullandıkları bu tabiye burada da başarıya ulaştı. Hindliler başlarına geleni fark ettikleri zaman iş işten geçmişti. SANATKARLARI KORUMUŞ, ONLARI TEŞVİK ETMİŞTİ Gazneli Sultan Mahmut, iyi bir kumandan, iyi bir yönetici, iyi bir sultan idi... Hindistan'da islâm dinini yayan Gazneli Mahmut'tur. Şairdi. Bir divânı vardır. Hükümdarlığı boyunca şairleri, sanatkârları arkalamış, onların sanat eserleri vermelerini teşvik etmiştir. Dünyaca ünlü Firdevsi'nin "Şahname" si, Gazneli Sultan Mahmut'a yazılmıştır. Gazne devletinin resmî dili, Türkçe ve Farisi idi. Şiirlerini Farisi dilinde yazdığı için Farisi dili ile yazan şairleri himaye etmiş, sarayında yaşatmış ve Fars dilinin gelişmesine büyük hizmetleri geçmiştir. Eğer bu gayreti Türkçe için göstermiş olsaydı Türk dili çok gelişecek ve daha o tarihlerde büyük bir dil haline gelecekti. Seciyesi, ahlâkı, savaşları, ölümsüz "Şeh-name"ye giren Gazneli Sultan Gazi Mahmut, Türk devlet adamlarının en büyüklerinden biridir. 1030'da öldüğü zaman geride 5 milyon kilometre karelik büyük bir imparatorluk bırakmıştı |
11-28-2006, 02:02 PM | #27 |
Forum Demirbaşı
Kayit Tarihi: Nov 2005
Nerden: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 43
Mesajlari: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Teşekkür Edilme: 2,624 Teşekkür Aldığı Konusu: 685
Üye No: 3332
Rep Power: 3896
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
Cinsiyet :
|
GEDİK AHMET PAŞA ( ?- 1482 ) 1461'de kendisini, Anadolu Beylerbeyi olarak görüyoruz. Aynı yıl Padişahla birlikte Akkoyunlular’a ve Karaman'a karşı sefere katılmıştır. Karaman Valiliği'ne atanan Şehzade Mustafa'ya Atabey, yani akıl hocası tayin edilmiştir (1469). Çok geçmeden, Eğriboz'un alınmasında gösterdiği yararlık yüzünden vezirliğe yükseltildi. Osmanlılarla Uzun Hasan arasında yapılan Otlukbeli Şavaşı'nda, Şehzade Beyazıt komutasındaki sağ kanatta yaman bir savaş ustası olduğunu ortaya koymuş ve Sarayın dikkatlerini üzerinde toplamıştır. Bu sırada, Napoli donanması ve Papa'nın yardımı ile Karamanoğlu Pir Ahmet ve Kasım beylerin İçel bölgesinde egemen olmaları üzerine, Mustafa Çelebi ile birlikte Gedik Ahmet Paşa, buralarını yeniden Osmanlı topraklarına katmış, yeteneğini bir kere daha göstermek fırsatını bulmuştur. İYİ VE CESUR BİR KOMUTAN, YAMAN STRATEJİST İDİ Şehzade Mustafa'nın ölümü üzerine Konya'ya atanan Şehzade Cem'e Atabey tayin edildi. 1474'de sadrazam olarak İstanbul'a çağırıldı ve göreve başladı. Karadeniz'deki Ceneviz sömürgelerini birer, birer ele geçirdi. Kefe, Azak ve Menkûp kalelerini ele geçirdikten sonra, Boğdan ve Moravya seferlerine çıktı. Bütün seferlerini zaferle tamamlayan Gedik Ahmet Paşa, İşkodra kalesinin alınması görevi verilmesi üzerine, bu sefere çıkmak istemedi. İyi bir asker, cesur bir komutan, yaman bir stratejist olarak bilinen Gedik Ahmet Paşa'nın bu sefere çıkmakta gösterdiği tereddüt için, tarihlerde çeşitli rivayetler vardır. Bazıları, Arnavut asıllı olduğu için, ırkdaşlarının üstüne gitmek istemediğini, bazıları, İşkodra kalesinin ele geçirilmesi güç bir kale olduğu için bu işten kaytarmak istediğini yazarlar. Sebep ne olursa olsun, sefere çıkmayan Gedik Ahmet Paşa, görevinden azledilmiş ve Rumelihisarı'nda hapsolunmuştur. SON DERECE BAŞARILI BİR ÇIKARMAYLA OTRANTO'YU ELEGEÇİRDİ Çok geçmeden Fatih tarafından affedildi ve serbest bırakılarak, bir süre sonra Donanma Komutanlığı'na tayin edildi. Fatih, Ege adalarının alınmasını istiyordu. Gedik Ahmet Paşa, 1478'de Limni'yi, 1479'da Kefelonya, Zanta, Ayamavra kalelerini bir bir göçürmek suretiyle ele geçirdi. Fatih, başarılı donanma komutanına bu sefer, Napoli Krallığı’nı ele geçirmek görevini verdi. Bu önemli bir seferdi. Çünkü Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'u alarak Doğu Roma İmparatorluğu’nun başşehrini ele geçirmiş, bu sefer de Batı Roma'yı ele geçirmeye karar vermişti. Gedik Ahmet Paşa, son derece başarılı bir çıkarma ile Otranto'yu ele geçirdi. Otranto, Venedik'le, sömürgeleri arasındaki yolun üstünde idi. Bu kalenin Türkler eline düşmesi, Venedik'i tecrit ediyordu. Ayrıca kale, Güney Doğu İtalya'nın kilidi mesabesinde idi. Bu sırada Fatih öldü ve yerine oğlu II. Beyazıt tahta geçti. Fatih'in oğlu Beyazıt'la, Cem arasında taht kavgasının başlaması üzerine, Gedik Ahmet Paşa, İstanbul'a çağırılıp Cem üstüne gidecek ordunun başına tayin edildi. Ahmet Paşa, Cem'e Konya'da atabeylik etmişti. Şehzade Cem ile arasının iyi olduğu biliniyordu. Buna rağmen Gedik Ahmet Paşa görevi kabul etti ve Bursa'nın Yenişehir ovasına kadar gelen Cem kuvvetlerinin karşısına çıkarak onları yendi. Cem için kaçmaktan başka çare kalmamıştı. Nitekim öyle yaptı ve Konya yolu ile Rumeli'ye denizden geçmek isterken Kıbrıs'ta Rodos şövalyelerinin eline geçti. DEVŞİRMELER İÇİN SARAYDAN BAŞKA SIĞINACAK GÜÇ YOKTU Ancak Cem'in ordusu yenildiği halde, Cem'in kaçabilmesi ve Gedik Ahmet Pa-şa'nın kendisini kovalamaması, dedikodulara sebep oldu. Cem'in kaçmasına fırsat vermek suçundan ölüme mahkûm edilip, Kapıcılar Odası'na hapsolunduğu halde, bağışlandı. Ve kendisine, Cem'in tutsak bulunduğu Rodos şövalyeleriyle görüşüp, şehzadeyi geri almak görevi verildi. Ahmet Paşa, bu görüşmelerde başarı sağlayamadı. Bu başarısızlık, İkinci Beyazıt'ın gözünden düşmesine sebep oldu. Fakat Fatih'in ölümü ile sarayda, devlet adamları arasında büyük bir kavga başlamıştı. Çünkü Fatih, Çandarlı Halil Paşa'nın Bizans ile işbirliği yaptığını gördükten sonra, onu idam etmiş ve ondan sonra, Türk soyundan gelen sadrazamlar yerine, devşirmeden yetişmiş kişilerden sadrazamlar tayin etmeye başlamıştı. Gerçi zaman zaman Anadolu'dan bazı devlet adamlarına sadrazamlık vermişse de, son sadrazamı Karamani Mehmet Paşa'nın zamanında Fatih, şüpheli bir şekilde öldüğünden, bu titizlikte ne kadar haklı olduğu anlaşılmıştı. Fatih'in ortadan kalkması sonucu, Anadolu devlet adamlarıyla, devşirmeden gelen devlet adamları arasında bir ölüm kalım savaşı başladı. Devşirmeler için, saraydan başka sığınacak güç yoktu, çünkü ailesizdiler. Canlarını kurtarmak için savaşı kazanmak istiyorlardı. Bu sırada, Karamani Mehmet Paşa öldürüldü... Az sonra ve hemen arkasından, ikinci vezir Çoban Mustafa Paşa da öldürülünce, bu işe son vermek isteyen Padişah II. Beyazıt, Çoban Mustafa Paşa'nın öldürülmesi işinde parmağı olan Gedik Ahmet Paşa'yı Edirne'ye çağırarak orada boğdurttu (18 Aralık 1482) . Gedik Ahmet Paşa, aklı yeter, sözünü bilir, buyruğunu yürütür, bilgili ve yetenekli büyük bir devlet adamıdır. |
11-28-2006, 02:02 PM | #28 |
Forum Demirbaşı
Kayit Tarihi: Nov 2005
Nerden: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 43
Mesajlari: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Teşekkür Edilme: 2,624 Teşekkür Aldığı Konusu: 685
Üye No: 3332
Rep Power: 3896
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
Cinsiyet :
|
GENÇ OSMAN ( 1603- 1622 ) Harem düzenine karşı çıkarak hocasının kızı ile evlendiği için sarayda bile yadırganmayı göze alan hükümdar... Yedikule zindanlarında boğularak öldürülen bir Osmanlı padişahı... On altıncı Osmanlı padişahı olarak tahta geçen II. Osman 3 Kasım 1603'de İstanbul'da dünyaya geldi. Mustafa'nın yerine padişah olduğu 1618'de henüz 15 yaşında idi. Tarihimizde "Genç" diye anılan Sultan Osman, çok iyi terbiye edilmiş, zamanın değerli hocaları tarafından yetiştirilmiştir. Zeki ve enerjik bir yaradılışı olan Sultan Osman, yaşının üzerinde anlayış ve dirayete sahip, Oğuz neslinin bütün güzelliğini simasında ve vücut yapısında taşıyan bir adamdı. Annesi Mahfiruz Sultan da bir Türk kadını olduğundan, oğlunu iyi bir terbiye ile yetiştirmiştir. Genç Osman, imparatorluğun bazı sıkıntılara düştüğü yıllarda tahta çıkmıştı. Birçok konuları yeniden ele almak, velhasıl Osmanlı İmparatorluğu'na yepyeni bir düzen kurmak gerekiyordu. Çağının Batı devletlerini incelemiş, toplum yapısını çağın gereklerine uydurmak hevesine kapılmıştı. İşe haremden başladı... Ve hocası Esat Efendi'nin kızı Akile ile evlenerek, cariyeden sultan çıkarmak geleneğini yıkmış oldu. Nitekim daha sonra Pertev Paşa'nın kızı ile evlenmiştir. İRAN'A YENİ BİR SEFER DÜZENLENİ İmparatorluk, doğuda ve batıda ayrı ayrı gaileler içine düşmüştü. İran üzerine yapılan sefer, başarısızlıkla sona erdi. Lehistan savaşları ile ilgili olarak hazırlanan büyük bir ordu, savaş yapmadan Lehistan ile anlaşmayı sağladı (26 Eylül 1619). İran'a yeni bir sefer düzenlendi, başarı ile sonuçlanan bu seferin sonunda İran, her yıl 2 yüz yük ipek, yüz yük kıymetli eşya göndermeyi kabul etti. Boğdan Voyvodalığı'nı elde eden Gaspar Gratyani'nin, izlediği iki yüzlü politika yüzünden görevinden alınması ve Gratyani'nin Lehliler'e sığınması üzerine, Genç Osman Özi Beylerbeyi İskender Paşa'yı Kırım kuvvetleriyle de takviye ederek, Gaspar'ın üzerine gönderdi. Fakat bu talihsiz savaş da yenilgi ile sona erdi (20 Eylül 1620). Fakat Leh ordusu da savaşı sürdürecek durumda değildi. Karşılıklı barış imzaladılar. Leh-Osmanlı savaşları birçok defalar, bazen zafer, bazen yenilgiyle bağlanarak sürüp gitti... YENİÇERİLERİ ORTADAN KALDIRMAYA KARAR VERDİ Genç padişah, ordunun bozulmuş olduğunun farkında idi, asker kazanılmış zaferi yağma yüzünden kaybediyordu. Otorite işlemiyordu. Yeni bir ordu yaratmaktan başka çare kalmamıştı. Hotin Kalesi'nde elde edilen zaferden sonra İstanbul'a dönen ordu, büyük alayla karşılandı, şenlikler yapıldı ama ne asker, ne de padişah memnundu. Yeniçeriler, sefer güzeştesini az buluyorlar, padişah kazanılan zaferi yetersiz görüyordu. Padişah, Suriye'de bir ordu toplamaya ve bu ordu ile İstanbul'a gelip yeniçerileri ortadan kaldırmaya karar vermişti. Fakat, bu düşüncesi, saraya ve saray dışına yayılmış, yeniçeriler tedirgin olmuşlardı. Ayrıca padişah geceleri tebdil geziyor, meyhanelerde yakaladığı yeniçerileri gözünü kırpmadan astırıyordu. Sonunda 18 Mayıs 1622 günü yeniçeriler, yanlarına sipahi yoldaşlarını da alarak ayaklandılar. Genç Osman, ayaklanmayı bastırmak için, Sadrazam Çavuşbaşı Halıcızade'yi askeri yatıştırmakla görevlendirdi. Fakat ayaklanmaya ulemada katılmış, hak desteğinde isyancıları ayrıca güçlendirmişti. Donanma da isyancılara katılınca, durum büsbütün karıştı. Genç Osman, âsilere, hacdan vazgeçtiğini bildirdi, fakat ayaklanan yeniçeri, yalnız padişahın hacdan vazgeçmesini istemiyor, hükümdarın akıl hocası saydıkları Kızlarağası ile hocası Ömer Efendi'nin sürgüne gönderilmesinde direniyorlardı. Padişah ilk ağızda ikinci isteklerini kabul etmedi. Ertesi gün, Atmeydanı'nda yeniden toplanan âsiler bu sefer, Ömer Efendi'nin idamını istediler. Padişah, bu isteği de reddetti. Ama sarayda icap eden savunma tedbirleri alınmamış, saray muhafızları takviye görmemişti. Ayrıca sarayda l. Mustafa'nın annesi Handan Sultan ile, Mahpeyker Sultan da boş durmuyorlar çevirdikleri entrikalarla isyancıları destekliyorlardı. İsyancılar, Ayasofya minaresine bir gözcü çıkararak sarayda gerekli savunma tedbirlerinin alınmamış olduğunu tesbit ettiler. Hemen bir saldırı düzenlendi. Pek bir mukavemet görmeden saraya giren yeniçeriler, l. Mustafa'yı kapalı bulunduğu hücresinden çıkardılar. Genç Osman için yapılacak bir şey kalmamıştı. Dilâver Paşa ve Süleyman Ağa'yı âsilere teslim etti. Ancak âsiler, l. Mustafa'yı padişah yapmayı akıllarına koymuşlardı. Onu önce Eskisaray'a sonra da Orta Camii'pe getirdiler ve biat ettiler. Yeni cülusun havadisi şehirde çarçabuk yayılmıştı. Ancak Sultan Osman, bu durumu kabul etmek istemiyordu. Hüseyin Paşa'yı sadrazam, Kapıcıbaşı Kara Ali'yi de Yeniçeri ocağına tayin ederek duruma hakim olmak istedi. İsyancılar Kara Ali'nin evini yağmaladılar, Sultan Osman'ın yanında bulunan vezirler, birer birer çekilip isyancılara katılıyordu. Sonunda padişah yatsı namazından sonra Ağa Kapısı'na sığınmaktan başka bir çare bulamadı. Asiler Genç Osman'ı Orta Cami'ye getirdiler. Hüseyin Paşa, Davut Paşa öldürülmüş, sıra Genç Osman'a gelmişti. Ancak Mehmet Ağa, Yeniçeri Kethüdası Ali Ağa ve Başçavuş Ahmet Ağa yetişip engel oldular. Başkaldıran asker halife ve padişah olarak Genç Osman'ı istemiyordu. l. Mustafa'nın cülus merasimi yapılmış, hutbesi okunmuştu. Sadrazam ve Valide Sultan, Genç Osman'ın vücudunun ortadan kalkmasını istiyorlardı. Padişahın iradesi de bu yolda olunca yeniçeri ağası Derviş ve öteki ileri gelenler Genç Osman'ı alıp Yedikule zindanlarına götürdüler ve orada boğularak öldürüldü. Böylece Osmanlı İmparatorluğu bir çağdaşlaşım fırsatı daha kaçırmış oluyordu. |
11-28-2006, 02:03 PM | #29 |
Forum Demirbaşı
Kayit Tarihi: Nov 2005
Nerden: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 43
Mesajlari: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Teşekkür Edilme: 2,624 Teşekkür Aldığı Konusu: 685
Üye No: 3332
Rep Power: 3896
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
Cinsiyet :
|
HACI ARİF BEY ( 1831-1885 ) 1831 yılında İstanbul'da doğdu. Asıl adı Mehmet Arif, babası, Şer'i Mahkeme Kâtibi Ebu-bekir Efendi’dir. İlkokul çağında, sesinin güzelliği ile dikkati çekmiş, okulun, "İlâhici Başısı" olmuştur. Hoş bir rastlantı, Bestekâr Eyüplü Mehmet Bey, komşuları idi. Bu yetenekli genci hemen fark etti. Mehmet Arif’e ders verdi, yetiştirdi, sanat çevrelerine sokup tanıttı. "Mızıka-i Humayun"a girdiği zaman, sadece 13 yaşındaydı. Eyüplü Mehmet Bey, bu komşu çocuğunun yeteneğine ve geleceğine inanmıştı. Onu, İsmail Dede Efendi’nin konağına götürdü ve sesini dinletti. İsmail Dede, Mehmet Arif’in icrasına hayran olmuştu. Hocasını tebrik etti ve yetişmesine özen gösterilmesini salık verdi. MEHMET ARİF’İN BESTELERİNE TUTUCU ÇEVRELER KARŞI ÇIKTI Mehmet Arif, hocasından 30 fasıl, yani 120 beste ve semaî öğrendikten sonra, zama-nın diğer bir ünlü hocası, Haşim Bey'den ders almaya başladı. Artık bestelerinde yeni melodiler, icrasında yeni bir üslûp gelişiyordu. Tutucu çevreler, bundan hoşlanmadı. Onlara göre, Türk sanat musikisi, tant******* ve ağırbaşlılığını yitiriyor, bu Mehmet Arif denen gencin besteleri ve icrası, musikiyi ayağa düşürüyordu. Bu dönemde, genç bestekârı, Padişah Abdülmecit arkaladı. Abdülmecit de, babası 2. Mahmut gibi, mu*****izi seviyor ve yaratmak istediği yeni çağın, yeni bir sanat anlayışı temellerine oturmasını hevesle karşılıyordu. Arif Bey, böylece, tutucuların yaratmak istediği çemberi kırdı ve eserlerini birbiri ardından vermeye devam etti. Padişah da şiir yazıyor, musiki seviyor ve Arif Bey'i beğeniyordu. Bestekârı, Saraya Mabeyinci olarak aldı. Şöhretin bu merdivenlerine ulaştığı zaman Arif Bey, sadece 20 yaşındaydı. Gençti, uzunca boylu idi, güzel bir yüzü, kibar tavırları vardı. Zekâsı ve ender rastlanan hafızası ile herkesin saygısını kazanıyordu. Kendisine pek yakışan bir sakal koyuvermiş ve "Bey" unvanını almıştı. Kolay beste yapıyor, Padişah Abdülaziz'in kendisine verdiği şiirleri, bazen yedi ayrı makamdan besteleyecek kadar ustalık ve ilham bolluğu gösteriyordu. Hele, Davudi sesiyle şarkılarını söylemeye başladığı zaman, hayran olmayan yoktu. Abdülmecid'in, tam anlamı ile sevgi ve güvenini kazanmıştı. Saray haremindeki musikiye yetenekli cariyelerin hocalığına getirildi. Arif Bey gibi, yakışıklı bir bestekâr ve icracının cariyeler arasında nasıl bir merak ve heyecan konusu olduğu düşünülebilir. Fakat Arif Bey gibi, bekâr ve ince ruhlu bir insan üzerinde, birbirinden güzel kızların, nasıl başdöndürücü bir fırtına yaratacağı da bellidir. Bir anda bir aşk hikâyesi doğdu. Ders verdiği cariye Çeşmidilber, genç sanatkârın ruhunu altüst ediverdi. Abdülmecid, Arif Bey'in bu sanatkâr zaafını pek hoş karşılamadı ama, doğan aşka saygı gösterdi ve Arif Bey'i, Çeşmidilber'le evlendirip saraydan uzaklaştırdı. Artık Arif Bey, aşkının cümbüşü içinde birbirinden güzel şarkılar besteliyor, Taşlık'taki konağında mutlu bir hayat yaşıyordu. "Kürdili Hicazkâr" makamını bu sırada bulmuştur. ABDÜLAZIZ, ARİF BEY’İ MEŞK HOCASI OLARAK TEKRAR SARAYA ALDI Büyük güzelliklerin ömrü kısa olur, bir gün Çeşmidilber, —herhalde kendilerince bilinen bir sebep yüzünden — Arif Bey'i bırakıp, kaçtı. Evlilikleri iki yıl kadar sürmüştü. Cemil ve Nebiye adlı iki çocukları vardı. Arif Bey, koca konakta çocukları ile başbaşa kalınca, "Niçin, terk eyleyip gittin, a zalim! " gibi, birkaç şarkı yazdıktan sonra sustu. Yaptığı hata, sanatçıyı kahrediyordu. Hem, Padişahın güvenini, hem mutluluğunu kaybetmişti. Uzun bir sessizlikten sonra, "Sultanî Irak" makamından bestelediği bir şarkı ile Abdülmecid'e seslendi: "Bana lüft eyler iken sen Neden menfurun oldum ben." Padişah, yürek adamı idi. Arif Bey'i bağışladı ve yeniden Mabeyinci olarak Saraya aldı. Bununla da kalmadı, bu büyük sanatçıya güveninin ne ölçüde olduğunu anlatmak için, tekrar, haremde cariyelere ders vermesine müsaade etti. Gelgelelim, Arif Bey'in uslanmaz bir gönlü vardı. Bu sefer de Zülfinigâr cariyenin füsununa kapıldı Fakat Abdülmecid'in hoşgörüsüne, sanata karşı duyduğu saygıya bakın ki, hiçbir açık öfke göstermeden, bu sefer de Zülfinigâr'ı Arif Bey'le evlendirdi ve her ikisini de Saraydan uzaklaştırdı. Arif Bey'in, Zülfinigâr'dan bir kızı oldu. Adına "Râbia" dediler. Fakat doğumdan kısa bir süre sonra Zülfinigâr öldü. Bahtsız sanatkâr, üç çocuğu ile bir başına kaldı.Tam bu sırada, Padişah Abdülmecit de hayata gözlerini yummuştu. Yerine gelen Padişah Abdülaziz de hem şair, hem bestekârdı. Arif Bey'i tekrar Saraya aldı ve cariyelerin meşk hocası yaptı. Fakat bu büyük besteci ve icracının zaafı bilindiğinden, Valide Sultan bu sefer kendisini maiyetindeki Nigârnik Hanım’la evlendirdi. Arif Bey'in bu hanımdan bir kızı olmuştur. Hayriye... Saraydan çıkardığı bu üçüncü eşi ile Arif Bey, Zincirlukuyu'daki çiftliğine çekilerek 5 yıl asude bir hayat yaşadı. Bu arada, Şura-yı Devlet kâtipliği, mal müdürlüğü yaptı. ARİF BEY, OĞLU CEMiL BEY’İN KOLLARINDA HAYATA GÖZLERİNİ KAPADI Sultan Abdülhamit döneminde, Sarayda kendisine görev verilmedi. Fakat Valide Pertevniyal Sultan, kendisini daima arkalamıştır. İran Hükümdarı Nasrettin Şah,sanatkarı Tahran Sarayı'na davet edince, Abdülhamit, Arif Bey'in gitmesine izin vermemiş, "Sarayda görevlidir" yolunda bir cevap vererek İstanbul'da kalmasını sağlamıştır. Bu yazışma münasebetiyle "Mızıka-i Humayun"a alındı. Arif Bey, daha 13 yaşında iken yapmaya başladığı bu görevi isteksiz kabul etti ve isteksiz devam etti. Ölümü de Mızıka-i Humayun'un bir odasında olmuştur. Ansızın yakalandığı bir kalp krizi sonunda oğlu Cemil Bey'in kolları arasında öldü (28 haziran 1885). Son bestesi ne kadar manalıdır: "Gurup etti güneş, dünya karardı Gül-i bağ-ı emel soldu, sarardı." "Mecmua-i Arifî" adlı eserinde, 50'den fazla makamla, binden fazla güfte toplamıştır. Kendisinin binden fazla şarkısı, iki yüz kadar ilahisi olduğu halde günümüzde sadece 328 parçası kalmıştır. Çünkü, ne nota bilir, ne de herhangi bir saz çalardı. Dehâsı ile birlikte, birçok eserini de beraberinde götürdü. |
11-28-2006, 02:03 PM | #30 |
Forum Demirbaşı
Kayit Tarihi: Nov 2005
Nerden: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 43
Mesajlari: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Teşekkür Edilme: 2,624 Teşekkür Aldığı Konusu: 685
Üye No: 3332
Rep Power: 3896
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
Cinsiyet :
|
HACI BEKTAŞ VELİ (1209 – 1271) Hacı Bektaş Veli'nin, Baba İshak'ın halifesi ve Mevlânâ'nın çağdaşı olduğu bilindiğine göre, bu tarihler arasında yaşamış olduğuna inanmak mümkündür. 13. yüzyıl, Moğolların Asya'yı allak bullak ettiği yüzyıl olduğu için, Moğol baskısına, Moğol kılıcına dayanamayan Türkistan, Buhara, Harzemşah insanları, kendilerini Batı'ya atıyorlar ve bu arada Anadolu'yu da dolduruyorlardı. Yesevî tarikatına bağlı birçok kişi böylece Anadolu'ya yerleşmiş oluyor. Bunlardan Baba İshak'ın bir halk hareketini başlatması üzerine, Selçuk Sultanı'nın. ayaklanmayı kanlı bir biçimde bastırdığını, bu arada, Hacı Bektaş Veli'nin kardeşinin de öldürüldüğünü Âşık Paşa Tarihi, uzun uzun hikâye eder. MEVLANA VE NURETTİN CACA İLE ÇAĞDAŞTI Bektaşilerce "Velâyetname" adıyla bilinen esere göre, Hacı Bektaş, Nişapurlu'dur. 7. imam Musa Kâzım'ın soyundandır. Mevlânâ ve Kırşehir Beyi Nurettin Caca ile çağdaştır. Hoca Ahmet Yesevî'nin ve onun halifesi olan Lokman Perende'nin dervişidir. Velâyetname'de bundan sonra verilen bilgiler, daha çok masal çeşnisi taşır. Bektaşi geleneğinin nasıl kurulup geliştiğini ve Bektaşi inançlarını göstermesi bakımından, epik yapıdaki bu eserin, ciddî bir belge olabilmesi için, çok sıkı bir eleştiriden geçmesi gereklidir. Ancak, kuvvetli bir rivayet halinde günümüze kadar gelen ve bazı vak'a nüvislerimizin de itibar ettiği, güya Hacı Bektaş Veli'nin yeniçerilerin kuruluşunda bulunduğu ve bu yeni askeri takdis ettiği doğru olamaz. Çünkü Sultan Orhan zamanında kurulan yeniçeriliğin tarihi, Hacı Bektaş'ın ölümünden çok sonradır. Gerçi yeniçeri askerlerine "Taife-i Bektaşiyan", yeniçeri ağalarına da "Ağa-yi Bektaşiyan" denildiği doğru ise de bu nisbet, Hacı Bektaş Veli'den değil, — Âşı'k Paşa'nın yazdığına göre— Abdal Musa'nın bir süre Hacı Bektaş Tekkesinde kaldığı ve bir savaşta yeniçeri askerine kendi elifî tacını giydirdiğinden ötürüdür ve yeniçeriler, bu sebepten Bektaşiliğe meyil vermişlerdir. 13. yüzyıl Anadolu'sunda bir çeşit esnaf teşekkülü demek olan Ahîlik yaygındı. Ahî kollarından biri olan Seyfî koluna Hacı Bektaş Veli "Ser-Ceşme"lik eder. Böylece Bektaşilik, orta sınıfı kendisine bağlamış oluyordu. Ahiler, dergâhın manevî gücünden yararlanıyor, dergâh da, Ahîlerin örgütlü gücünü sataşmalara karşı kullanıyordu. TEKKE FELSEFESİNİ YENİ BİR BİÇİME SOKTU Hacı Bektaş Veli, Anadolu'ya göçen Türkleri kendisine bağlamasını bilmiş, kökeni Ahmet Yesevî'ye dayanan tekke felsefesini de Anadolu'nun o günlerine uydurarak yeni bir; biçime sokmuştur. Yesevîlik ile Bektaşilik arasındaki farklar o yıllarda oluşturulmuştur. Horasan'dan yayılan Melâmetiyye ile de farklar peydahlamış, böylece Bektaşilik, eklektik bir yapı ortaya koymuştur. Bektaşi töresine göre ahlâk, "eline, beline, diline" hâkim olmaktır. "Kendini bilene, atasının kanı helâl, bilmeyene *******n sütü haram." sözünden, insanı sağlam bir yapı içinde tuttuğu kolayca anlaşılır. İçki, erkâna girmiştir. Hele "Baba" tarafından sunulan bir "dolu", asla red edilmez. Ölüm, bir gömlek değiştirmekten ibarettir. Çoğu Bektaşiler, tenasühe inanırlar. İnsan, eğer hayatı boyunca iyi işler görür, törenin içinde yaşarsa, gelecek sefer de insan gelecektir. Fakat erkânı bozar, yanlışa düşerse, belki hayvan, belki de bir nebat olarak ikinci hayatını yaşayacaktır. Yalnız kemale ulaşanlar, 'Hak ile Hak olurlar' ve artık bu âleme gelmezler. BEKTAŞÎ EDEBİYATINI GÜÇLENDİRDİLER Bektaşiliğin temel fikri, "gayriye zarar vermemek, dünyaya gelmenin hakkını vermek"tir. Hak din İslâmiyettir. Şeriat, zahiri bir disiplindir. Asıl disiplin, insanın kendisine çizdiği hududun içinde kalmasıdır. "Kendini bilmeyen, dinini de, dünyasını da bilemez." Hacı Bektaş Veli'nin "Makalât" adlı bir risalesi vardır. Bu risalenin Türkçe'ye iki tercümesi vardır. Biri nesirle, biri manzum olarak tercüme edilmiştir. Daha çok tanınanı, Sait Emre'nin çevirdiği nesir tercümedir. Hacı Bektaş Veli de bir şairdi. Günümüze kadar gelmiş geniş bir Bektaşi edebiyatı vardır. Yunus Emre, Kaygusuz Abdal ve daha birçok halk şairi nefesler yazarak bu edebiyatı güçlendirmişler ve pek parlak noktalara ulaştırmışlardır. Bektaşiler, Türkçe yazmışlar, Türkçe söylemişler, Türk töre ve geleneklerini sürdürmüşlerdir. İslâmiyetin tutucu çevrelerine karşı, akılcı bir tutum içinde bulunmaları, toplumun gelişmesine yardım etmiştir. |
Bu Konudaki Online üyeler: 1 (Üye Sayisi : 0 Ziyaretçi Sayisi : 1) | |
|
|
Benzer Konular | ||||
Konu | Konu Baslangic | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Tarihte Ve Günümüzde Türk-Yunan Mücadelesi | ÇaKıR- | Eskiler (Arşiv) | 0 | 04-22-2008 02:16 AM |
12 Dev Adam üç büyükleri solluyor | Shekil | Eskiler (Arşiv) | 1 | 08-21-2007 10:11 AM |
Türk Büyükleri... | M@D_VIPer | Tarih | 35 | 05-11-2007 12:48 AM |
Tarihte Kurulan 16 Büyük Türk Devleti | KaPGaN | Tarih | 16 | 04-21-2007 12:19 AM |