05-11-2007, 12:25 AM | #51 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Dec 2005
Nerden: BeyCoast
Mesajlari: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Teşekkür Edilme: 333 Teşekkür Aldığı Konusu: 269
Üye No: 4853
Rep Power: 2952
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
İlk Avustralyalılar Kimlerdi?
Zaman: 40.000, 60.000 yıl önce? Mekân: Avustralya Uzun zaman önce... Kaptan Cook'tan önce, Macassanlar'ı görüyoruz Gelmişler Bana ile (kuzeybatı rüzgârı) Gelmişler Bulunu ile (güneydoğu rüzgârı) JAMES BARRIPANG, 1994. Avustralya'nın yerli halkının ataları, bazı geleneksel inanışlarına göre hem doğanın hem de insanların oluşturulduğu Düş-Zamanı'nda yaratılmışlardır. Bu nedenle onlar için kökenleri bir muamma değildir. Oldum olası hep oradadırlar. Kökenlerinin zamanı da önemli değildir. Çünkü Düş-Zamanı geçmişi, günü ve geleceği, kronolojiyi önemsiz bir kavram yapacak biçimde birleştirir. Ancak bilimadamları için ilk Avustralyalıların gelişlerinin yeri ve zamanlaması 200 yıldır çözülmeyi bekleyen bir esrardır. İlk Avustralyalılar kimlerdi? Nereden gelmişlerdi? Buraya nasıl varmışlardı? Ne zaman gelmişlerdi? insan evriminin küresel tarihindeki yerleri neydi? Bu sorular her yeni model yeni kuramlarla, kanıtlarla ve tarihlendirme teknikleriyle karşılaştıkça çözümlenmeden kalmaktadır. (Solda) Güneydoğu Asya'nın Homo erectus'u, ilk Avustralyalılarda benzerlikler gösteriyor. (Ortada) Wadjak iskeleti, iki büyük kara kütlesi sınırında ve bölgedeki tarımın kökenlerinin yakınında bulunmuştur. Bu insan, kuzeydeki Asyalılar'la güneydeki Aborijinler arasında bir halkadır. (Sağda) Nacutrie'den bir kafatası: Yüksek ve geniş alınları ve iri yapılarıyla Murray Nehri'nin Kow Bataklığı-Coobol bölgesinin insanları, en iriyarı ve güçlü Avustralyalılar'dı. İLK AVUSTRALYALILAR NEREDEN GELDİLER? Avustralya, Güneydoğu Asya kütlesinden, bugün Endonezya ve Malezya olarak bilinen yerlerden iskân edilmiştir. 19. yüzyılda Eugene Dubois tarafından Cava'da bulunan Homo erectus fosillerinin ilk Avustralyalıların ataları olabilecekleri iddia edilir. Araştırmalar Homo erectus'un Cava'da 1,74 milyon yıl önce bulunduğunu saptamıştır. Güneydoğu Asya'daki 100.000 yıldan eski iskeletler pek azdır. Cava'dan Wadjak, Sarawak'tan Niah ve Palawan'dan Tabon hep 10.000 yaşındadırlar. Küresel buzullaşma ve erimeyle bin yıl içinde deniz düzeyleri değiştikçe, Avustralya, kimi zaman Tasmanya ve Yeni Gine'yle birleşerek Sahul olarak bilinen kara parçasını oluşturmuştur. Ancak denizin en çok çekildiği düzeylerde bile Sahul, Güneydoğu Asya'dan ayrıydı. Şu halde Avustralya'ya ancak kayıkla ve kanoyla gidilebilirdi ve anatomik olarak modern olan, düşünce ve yetenek olarak bizlere benzer insanların, yapraklardan örme yelkenli bambu sallar inşa etmiş olmalarım hayal etmek pek güç değildir. Bölgenin rüzgârları ve akıntıları yolculuğun sonunda karaya ulaşılmasını âdeta garanti eder ve ufkun hemen ötesinde karanın olduğu göçmen kuşların uçuş yollarından ve kurak mevsim yangınlarının dumanlarından da anlaşılır. Avustralya'ya ilk gidenler herhalde deniz kıyısındaki balıkçı köyleri gruplarıydı ve bunlar sonunda Timor Denizi'nin güney kıyılarına yerleşmiş olmalılardır. Kıyı şeridinin çok uzun olması düzinelerce grubun birbirlerinin alanlarına tecavüz etmeden aynı anda yerleşmiş olmalarım mümkün kılmış olacaktır. Eğer bu doğruysa, o zaman ilk Avustralyalılar'ın sayıları binleri bulmuş olmalıdır. Ayrıca Avrupalılar geldiklerinde yerliler denizci değilse de, 10.000 yıl önceki deniz düzeyindeki son yükselmeyle tamamen yalıtılmış olduklarım düşünmek yanlıştır. Son birkaç yüzyıldır Macassanlar'ın balıkçılık seferleri gayet iyi belgelenmiştir ve evcil bir köpek türü olan dingonun 4000 yıl önce gelmiş olması da sürekli bir trafik olduğunun diğer bir kanıtıdır. (Solda) Aborijin tarihi, bir yalıtım tarihi değildir. James Barripang, bir Endonezya prau'su (tekne) resmi gösteriyor. (Sağda) Güneydoğu Avustralya'da belki de 60.000 yıl önce Mungo Gölü kıyısında gömülmüş olan Mungo 3'ün Avustralya ailesi içinden olan ve Afrika soyundan ayrı olan bir mitokondriyal DNA taşıdığı (kadın soyundan devralınmaktadır) saptanmıştır. İNSAN, AVUSTRALYA'YA İLK KEZ NE ZAMAN GELDİ? Arkeologlar 20. yüzyılın ortasına kadar Avustralya'ya ilk göçün son buzullaşma sırasında (25.000 ile 13.000 yıl önce), deniz düzeyinin en son alçak olduğu sırada gerçekleştiğine inanıyorlardı. Ancak 1970'lerin başlarında ilk Avustralyalıların bundan çok önce geldikleri artık anlaşılmıştır. Yeni keşfedilen tarih belirleme yöntemleriyle, Avustralya'nın iskânının araştırılması da birlikte gelişmiştir. 1961'de radyo-karbon testleriyle 9000 yıl öncesi ölçülürken, 198l'de bu tarih 38.000 yıl geriye götürülebilmiştir. Malakunanja, Jinmium ve Mugo gibi yerlerde belirlenen tarihler şimdi bir kısım arkeologların ilk iskânı 60.000 yıl, hatta daha da geriye götürmelerine yol açmıştır. Ancak tarihleme yöntemleri ve sonuçların yorumu konularında hâlâ önemli tartışmalar vardır. Bazıları 40.000-45.000 yıl önce inandırıcı bir iskân belirtisi olmadığını iddia ederken, diğerleri 60.000 yılın muhafazakâr bir tahmin olduğunu söylemektedirler. Kazı stratejileri, örnekleme yöntemleri ve tarih saptama teknikleri soruşturuldukça tartışmalar da şiddetlenmektedir. Bir başka sorun da son 10.000 yılda deniz düzeyinin yükselmesiyle eski çağ kalıntılarının büyük bir kısmının kıyı boyunca 100 metre su altında kalmış olmasıdır. Ancak insanların 40.000 yıl önce bütün kıtaya yayıldıklarını bilmekteyiz. Şimdi Tasmanya'da Warreen'de, Nullarbor ovasında Allen's Mağarası'nda, güneybatı Batı Avustralya'da Upper Swan'da, Murray ve Darling nehirleri yakınında Willandra Gölleri'nde, Yeni Gine'de Huon yarımadasında ve New Ireland'da Matenkupkum'da 35.000 yıldan eski tarihler vardır. Aborijinler çölün ortasını en az 22.000 yıl önce yurtları yapmışlardır. Bu ilk Avustralyalılar değişen iklimlerle ve farklı ortamlarla karşılaşmış olmalıdırlar. Deniz düzeyinin alçak ve Tasmanya ile Yeni Gine'nin Avustralya'ya bağlı olduğu dönemlerde, güneydeki sıradağların ve Tasmanya'nın yüksek doruklarının üzerinde küçük buzullar vardı. Baharlarda eriyen buzların taşırdığı nehirler şimdikilerin dokuz katı fazla suya sahiptiler. Willandra Creek'in de aralarında olduğu bu eski nehirler çok daha kuru, soğuk ve rüzgârlı bir arazide akmaktaydılar. Mungo 3 adıyla bilinen insan böyle bir zamanda gömülmüştü. O günden sonra pek çoğunda görüldüğü gibi yüzü Mungo Gölü'ne, ayakları doğuya bakıyordu. Yakın zamanda bunun 60.000 yıl öncesine ait olduğu belirlenmiştir ve gömülme tarihî üzerinde hâlâ tartışmalar sürüyorsa da, kendisi bilinen en eski Avustralyalı'dır. İLK AVUSTRALYALILAR KİMLERDİ? Çağdaş yerli Avustralyalılar, tıpkı Avrupalılar ya da herhangi bir kıta grubu gibi bölgeden bölgeye fiziki değişiklikler gösterir. Bu farklılık için iki temel açıklama vardır. Göç modelleri çoklu köken ve farklı ata gruplarının varlığını gözönüne alırken, evrimsel modeller ise biyolojik çeşitliliği farklı ortamlardaki ayıklama süreçlerinde ve sosyal ve coğrafi sınırları aşan evlilik kalıplarında araştırırlar. Bu durumda, görülen biyolojik çeşitlilik insanların yeni ülkenin çevre farklılıklarına uymalarından mı, yoksa farklı iskân gruplarının gelişleri ve aralarındaki evlenmelerden mi kaynaklanmıştır? 20. yüzyılın büyük bir bölümünde fiziki farklılığı açıklamak için göç modelleri kullanılmıştı. 1941'de, radyokarbonla tarih saptama icat edilmeden önce, Joseph Birdsell gözlemlenen farklılıkların farklı grupların üç göç dalgasından doğduğunu ileri sürmüştü. Alan Thorne 1970lerin başında ikili bir göç modeli ileri sürmüştür. Onun Kow Bataklığı'ndaki keşifleri, güneydoğu Avustralya'da Murray Nehri kıyılarında iri yarı, güçlü kuvvetli insanların yaşadığının kanıtlarını ortaya koymuştu. Kow Bataklığı'ndan daha eski olan Mungo Gölü'ndeki kalıntılar daha narin yapılıydı. Thorne, kalıntılar arasındaki bu farklılığı onları kuzeydeki eski fosillerle ilişkilendirerek açıkladı. Daha iri ve daha güçlü grubun ataları Cava'daki Homo erectus'tan, daha narin olanlar ise daha yukarıdaki Çin7 den gelmişlerdi. ilk iskânın tarihleri geriledikçe yerli halk arasındaki fiziki çeşitlilikler için evrimsel açıklamalar da önem kazanmıştır. On binlerce yıl çöl ortamında yaşayan insanlar, daha uzun kol ve bacaklarla daha ince bir görünüm kazanırlar. Willandra Gölleri'nin halkı buzul çağında çöllerde yaşıyorlardı. Yine bunun gibi Murray Nehri gibi kaynak bakımından zengin bölgelerde yaşamış olanların iri yapıları da yöreye uyum sağlamalarıyla açıklanabilir. Avustralya'da, 10.000 yıldan eski 90 kadar iskelet bulunmuştur. Bunların çoğu parça parçadır. Genellikle Willandra Gölleri'nden, Coobol Creek'ten ve Kow Bataklığından gelmektedirler. Son ikisi Murray Nehri'nin kıyısında aralarında 50 kilometre olan iki farklı yerde bulunmuştur ve ikisi de, tarihte Baraparapa kabilesi bölgesi olarak bilinen alan içindedir. Araştırmalar günümüzden 10.000 yıl öncesinde yaşamış olan bu insanların daha iri ve kalın yapılı olduklarını ortaya koymuştur. Bunlardan en iyi bilinenleri -Cohuna, Nacurrie, Kow Bataklığı ve Coobol Creek- Murray Nehri'nin herkese açık olmayan bir bölgesinden gelmiştir. Bunlar herhangi bir insan grubunun rastlanmış en iri dişlerine, geriye yatık bir alna ve gelişmiş kaş çıkıntılarına sahiptirler. Keilor ve Willandra Gölleri iskeletlerinin çoğu ise daha az kaba yapılı olup, çağdaş Aborijin insanına fiziki olarak daha da yakındır. İLK AVUSTRALYALILARDIN ATALARI KİMLERDİ? Anatomik bakımdan çağdaş insanların ve bunların dünyaya yayılmalarının kökenlerini arama araştırmaları iki model halinde kutuplaşmıştır: Bölgesel Devamlılık Modeli ve Afrika'dan Çıkış Modeli. Bölgesel Devamlılık modelinde, Homo erectus Afrika'dan Avrasya'ya yayılmış ve 1,74 milyon yıl önce Cava'ya varmıştır. Eski Dünya'da Homo erectus'tan evrim toplulukların evlilik yoluyla birleşmesiyle olmuştur. Çağdaş Homo sapiens 130.000 yıl önce ortaya çıkmıştır. Bu modele göre Solo'da ve Ngandong'da bulunan Homo erectus fosilleri Avustralya Aborijinlerinin atalarıdır. Pek çok araştırmacı 10.000 yıl öncesinin Avustralyalılarımla Cava fosilleri arasında kesintisiz devam eden bir soyun benzerliklerini bulmuşlardır. Afrika'dan Çıkış modelinde ise, çağdaş insanlar 130.000 yıl önce Afrika'da gelişmiş, jeolojik bir dönemde Asya'ya geçmişler ve belki de Hindistan ve Güneydoğu Asya kıyılarını denizden geçerek 60.000 yıl önce Avustralya'ya yerleşmişlerdir. Bu çağdaş homo sapiens'ler, yol boyunca bütün yerleşik Homo erectus nüfusu öldürmüşler ve bir buçuk milyon yıl sürece yakınında yaşadıkları halde, onların atmadığı adımı atarak Avustralya'ya geçmişlerdi. Bu, "yıldırım saldırısı" modelidir. Böylece, Afrika'dan Çıkış modeline göre Cava'daki Homo erectus fosilleri -Solo ve Ngandong- Avustralya aile ağacındandır ve ilk Avustralyalılar 130.000 yıl önce Afrika'da ortaya çıkan atalardan türemişlerdir. Bölgesel Devamlılık Modeli, Homo erectus'u ilk Avustralyalıların atası olarak kabul etmeye devam etmektedir. O zaman belki de en şaşırtıcı soru, Homo erectus'un neden Avustralya'ya o gayet kısa son geçişi yapmadığıdır. Yoksa bunu yapmışlar mıdır? Bölgesel Devamlılık modeli bizim Avustralya'da 100.000 yıldan eski insanların kalıntılarını göreceğimiz olasılığını açık bırakmıştır. Bu pek mümkün değilse de, imkânsız da değildir.
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
05-11-2007, 12:26 AM | #52 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Dec 2005
Nerden: BeyCoast
Mesajlari: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Teşekkür Edilme: 333 Teşekkür Aldığı Konusu: 269
Üye No: 4853
Rep Power: 2952
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
İndus Yazısı
Zaman: İÖ 2500-1900 Mekân: Pakistan/Hindistan İndus vadisi mühürlerini kontrollü realizmin küçük şaheserleri ve boylarıyla oranlanamayacak devasa güçlü ama bir bakıma da ona tümüyle bağlı olarak tanımlamak bir abartma olmayacaktır. SIR MORTIMER WHEELER, 1953 İndus Vadisi Uygarlığı, Büyük İskender zamanında bile çoktan kaybolmuştu. İskender'in elçisi Aristoboulos bölgeyi İÖ 326 yılında ziyaret ettiğinde "İndus Nehri yatağını değiştirdikten sonra binden fazla köy ve kasabanın terk edildiği bomboş bir ülke" bulmuştu. İndus uygarlığı, tarih kayıtlarında bir daha 2000 yıldan fazla bir süre yer almamıştır. 1920'lerin başında Hintli bir arkeolog, İskender'in Hindistan'dan çekilirken inşa ettirdiği söylenen zafer sütunlarım ararken Mohenco-daro'daki (şimdi Pakistan'ın Sind eyaleti) höyük yıkıntısının asıl önemiyle karşılaştı. Onun keşfi ve şimdi Pakistan olan 560 kilometre ilerideki Harappa'da benzer bir keşif, kayıtlı Hint uygarlığını bir darbede iki katı uzunluğuna çıkaracak, Ashoka'daki ÎÖ 250 yılındaki imparatorluk kitabelerinden İÖ 2500 yılına götürecekti. Hindistan Arkeolojik Araştırmaları Genel Müdürü Sir John Marshall başkanlığında bir heyet, hemen her iki yerde kazılara başladı. Son seksen yıldır onlar ve onları izleyenler, Pakistan'da ve Kuzeybatı Hindistan'da Avrupa'nın yaklaşık dörtte biri kadar bir alanda, İÖ 3. binyılın eski Mısır ve Mezopotamya imparatorluklarından daha büyük bir alanda İndus Vadisi uygarlığına ait 1500 mekânı ortaya çıkardılar. Bunlardan çoğu köy ise de, beş tanesi büyük kentlerdi. Indus uygarlığının doruk noktası olan ÎÖ 2500 ile 1900 yılları arasında Mohenco-daro ve Harappa, Mısır'da Memphis ve Mezopotamya'da Ur gibi kentlerle kıyaslanacak kentlerdi. Bunlarda büyük piramitler, saraylar, heykeller, mezarlar ve altın yığınları yoktu ama gayet iyi planlanmış sokakları ve çok ileri kanalizasyon sistemi 20. yüzyılın kent planlamacılığıyla kıyaslanabilirdi. Süs eşyalarından bazıları ise -ta Ur kral mezarlığı kadar uzaklarda bile bulunan uzun, delikli akik bocuklar gibi- güzellik ve teknik gelişmişlikleri bakımından firavunların hazineleriyle rekabet edebilirdi. İndus Vadisi sakinlerinin yaşantılarını anlayışımızdaki bu ilerleme onların düşünceleri konusunda ancak tahmin yürütebilmemiz utandırıcı gerçeğini vurgulamaya yardımcı olmuştur: Çünkü yazıları henüz çözülememiştir. Mısır hiyerogliflerinin ve Mezopotamya çivi yazısının aksine İndus yazısı duvarlarda, mezarlarda, heykellerde, dikilitaşlarda, kil tabletlerde ya da papirüslerde değil, yalnızca Mohenco-daro, Harappa ve diğer kentlerin bina ve sokaklarında dağınık halde bulunan mühür taşlarında, çömleklerde, bakır tabletlerde, bronz aletlerde, fildişi ve kemik çubuklarda görülmektedir. (Hindistan'da geleneksel olarak kullanılan palmiye yaprakları gibi kolay bozulabilen malzemeye de yazılmış olabileceği kuşkusuzdur.) Mühür taşları, yazıların en çok bulunduğu nesnelerdir ve yontuculuk stili ve zarafetleriyle bir kere görüldü mü asla unutulmayacak parçalardır. (Solda) İndus Vadisi uygarlığının buluntu yerleri Avrupa'nın dörtte biri kadar bir alanı kaplamaktadır. (Sağda) "Proto-Şiva": Bu İndus mührü baskısı çok sonraların Hindu tanrısı Shiva'nın habercisi olabilir. Bilinen 3700 yazılı nesnenin yüzde 60'ı mühürlerdir, ancak bunların da yüzde 40'ı benzer oldukları için dili çözecek kimsenin elinde sanıldığı kadar fazla bir malzeme yoktur. Kenar uzunluğu 19-32 mm arasında değişen kare biçimli mühürlerin arkasında taşımaya ve asmaya yarayan delikli birer çıkıntı vardır. Mühürlerin ön yüzlerinde ise ince çelik kalem ve delgiyle eşsiz güzellikte oyma resimler yapıldığı da görülmüştür. 1990'larda bir miktar daha mühür bulunmuşsa da bu fazla bir şey sayılmaz. Yazılı mühürlerdeki yazılar özellikle çok kısadır: Ortalama bir mühürde, bir satırda dört karakter vardır, en uzun metin 26 karakterden oluşur ve toprak üçgen prizmanın üç yanına dağılmıştır. Mühür taşlarının çoğuna karakterlerin yanı sıra hayvan resimleri de kazınmıştır. Bunlar genelde bildik hayvanların resimleridir: Suaygırı, fil, kaplan, bufalo gibi (ama ilginç olan maymun, tavuskuşu ya da kobra olmamasıdır). Ama tek boynuzlu at gibi fantastik olanlar da vardır. Kimi yoga pozisyonunda oturan insan biçimli yaratıklar tanrı ya da tanrıçalar olabilirler. Başta Marshall olmak üzere çeşitli araştırmacılar bu figürlerin iki bin yıl sonra Sanskrit metinlerinde ilk kez sözü edilen Hindu tanrılarının öncüleri olduğunu iddia etmişler, hatta Marshall bunlardan birine "Proto-Şiva" adını vermiştir. İndus yazısının yönü konusundaki kanıt. Bu iki mühür baskısı sağdan sola okunmaktadır. SİMGE KANITI İndus yazısını çözmek için yüzden fazla ciddi ve bilimsel temelli girişim olmuş ve özellikle önde gelen İndus yazısı bilgini Asko Parpola başta olmak üzere, bütün metinleri toplama, kataloglama ve yayımlama alanında çok önemli çalışmalar yapılmışsa da, ortak bir çözüm konusunda fazla bir fikir birliği yoktur. Girişimlerde o kadar radikal farklılıklar vardır ki -biri îndus simgelerini Mısır hiyeroglifleriyle, bir diğeri Paskalya Adası rongorongo yazısıyla kıyaslamaktadır- bunların ortak noktaları hemen hemen yok gibidir. Kesin ya da yüksek derecede olası olan şey yazma ve okumanın yönü, yazı sistemindeki simgelerin yaklaşık sayısı, bazı rakamların tanımı ve bazı metinlerin kelimelere ayrılabildiğidir. Önemli bir ilk nokta, mühür baskısının okunmak için olduğudur (karakterler doğal olarak terstir). Ancak eldeki mühürler, mühür baskılarından çok olduğundan burada kuşkulu bir nokta vardır. Mühürlerin çoğunun aşınmış olmaması bunların belki de kullanılmayıp kimlik "kartları" ya da hatta muska gibi taşındıklarını da akla getirmektedir. Ancak metal aletlerde ve çömlekler üzerinde doğrudan okunmak için yazılmış yazılarla, mühürlerdeki yazıların aynı sırayı ve yönü takip etmelerinden mühür baskısının okunduğunu anlıyoruz. Burada gösterilen resimlerin hepsi mühür baskılarıdır. Yazının yönüne gelince, burada en güvenilir kanıt yazılardaki boşluklardır. Kısa bir satır sağ kenardan başlayıp sol kenarda bir boşluk bırakmışsa bunun sağdan sola yazıldığı varsayılabilir. Eğer sol kenarda bir sıkışıklık oluyorsa yine aynı sonuç çıkarılabilir. Bir mühürde okuyan üst sağ köşede başlamış, mührü saat yönünde iki kere 90'ar derece çevirmişti ve üçüncü kenar ile dördüncü kenarın tümü boştu, îndus yazısının yönü normal olarak mühür baskılarına göre sağdan solaydı. Simgelerin sayısı olarak kabul edilen rakam 425 (artı-eksi 25)'tir. Bu anlamlı bir rakamdır. Temel simgelerin fonetik olup, Lineer B'de olduğu gibi heceleri temsil ettiği hecesel bir yazı sistemi için çok fazla, binlerce simgenin her birinin Çin dilinde bir kavramı ya da kelimeyi temsil ettiği Çince gibi yüksek düzeyde logografik bir yazı için çok azdır. Buna en yakın kıyaslama herhalde 500 simgeli Hitit hiyeroglifleri ve 600 küsur simgeli Sümer çivi yazısıdır. Bu nedenle pek çok bilimadamı, fonetik hecelerin simgelerini teşhis etmekte fazla bir ilerleme kaydedilmemişse de, İndus yazısının Batı Asya'daki çağdaşları gibi simge-heceli yazı olduğunda hemfikirdirler. İndus Vadisi uygarlığının iki önemli kentinden biri olan Mahenco-daro'da Büyük Hamam. HANGİ DİL? Bunlara karar verebilmek için İndus Vadisi uygarlığında hangi dilin konuşulduğunu ve kitabelerde yazıldığını bilmek gerekir. Eğer bu dilin başka bir dille akrabalığı olmadığı olasılığını bir yana bırakırsak (kültürel sürekliliğin özellikle güçlü olduğu Hint yarıkıtası için bu mantıklı bir varsayımdır), akraba diller için iki güçlü aday vardır: Proto-Hint-Âri (Sanskrit) ve Proto-Dravid, yani Kuzey ve Güney Hindistan'ın iki büyük dil ailesinin atası. (Başlıca Hint-Âri dili olan Sanskrit Kuzey Hindistan'daki modern dillerin çoğunun kök dilidir.) Günümüzdeki Dravid Dili'ni konuşanlar, îndus Vadisi'nden uzakta, hemen hemen yalnızca Güney Hindistan'da yaşadıklarından, coğrafi açıdan proto-Hint-Âri dilinin Dravid Dili üzerinde bir üstünlüğü vardır. Ancak Kuzey Hindistan'a Hint-Âri "istilası"nın îndus Vadisi uygarlığının ortadan kaybolmasından sonra, ÎÖ 2. binyılda gerçekleştiği düşünüldüğü için Proto-Dravid Dili, tarihi nedenlerle daha gözdedir. Bu iddiayı destekleyen bir şey de Kuzey Hindistan'da Dravid dilleri cepleri olmasıdır. Bu dillerden biri olan Brahui Dili'ni konuşan 300.000 göçebe Belucistan'da (Batı Pakistan) îndus Vadisi'nin çok yakınında yaşamaktadırlar. Bu Dravid Dili konuşanlar herhalde bir zamanlar Kuzey Hindistan'da çok yaygın olan ve sonra Hint-Arileri'nin gelmesiyle kaybolan bir Dravid kültürünün kalıntılarıdır. Bu nedenle bilimadamlarının çoğu proto-Dravid varsayımını kabul ederler. Bunlar Eski Tamilce, Telugu, Malayalam ve Kannada gibi eski Dravid dillerin kelimeleri ile îndus mühürlerinin ikonografik simge ve resimleri arasında mantıklı bağlar aramaktadırlar ve bunda da İndus Vadisi uygarlığına ait arkeolojik kanıtlardan, Dravid uygarlığı ve dini inançlarına ilişkin kültürel kanıtlardan yararlanmaktadırlar. Bu yöntem aslında varsayıma dayanmaktaysa da, simgelerden bazıları için ilginç "çözüm"ler ortaya atılmıştır ki, bu da eğer yeni yazıtlar günışığma çıktığı takdirde denebilecektir. Hint yarıkıtasının başlıca iki dil ailesi: Hint-Arice (beyaz alanlar) ve Dravid Dilleri (Brahui dili dahil).
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
05-11-2007, 12:26 AM | #53 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Dec 2005
Nerden: BeyCoast
Mesajlari: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Teşekkür Edilme: 333 Teşekkür Aldığı Konusu: 269
Üye No: 4853
Rep Power: 2952
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
İnkaların Çocuk Kurbanları
Zaman: 14-15. yüzyıllar Mekân: Ekvator, Peru, Şili, Arjantin ve Bolivya Bir keresinde bu adaya kurban edilmek üzere on dört yaşında bir kız getirilmişti. Ancak başrahip kızı kabul etmedi. Vücudunu titiz bir muayeneden geçirince memelerinin birinin altında küçük bir ben bulmuştu. Bu nedenle tanrılarına kurban edilmeye değer bulunmamıştı. PEDER BERNABECOBO, 1653 İnka İmparatorluğu'nu Konu edinen ilk vakayinameyi yazan İspanyol vakanüvislerinden Peder Barnabe Cobo, bize şimdi Bolivya Cumhuriyeti'nde olan Titikaka Gölü'ndeki Güneş Adası'ndan getirilen genç kızın yukardaki hikâyesini anlatır. Kız, eski Andlar'ın en büyük hac merkezlerinden ve dini tapınaklarından birinde kurban edilecekti. Ancak kız, kurban edilemeyince hikâyesini İnka İmparatorluğu'nun 1532'de fethinden birkaç yıl sonra adaya gelen bazı İspanyollar'a anlatacaktı. İnkalar hakkındaki bilgilerimiz Cobo gibi eski zaman vakanüvislerinden ve çağdaş arkeolojik araştırmalardan gelmektedir. İnka İmparatorluğu'nun çok büyük, çok-etnikli, çok-dilli bir devlet olup 4000 kilometrekare bir alana yayıldığını biliyoruz, iktidar hanedanlarını 16. ya da 14. yüzyılda kuran halk Andlar'ın çok yükseklerinde olan Cuzco'da yaşıyorlardı ve burası onlara göre dünyalarının maddi ve manevi merkeziydi. İnka İmparatorluğu'nun Quechua dili konuşan ataları birkaç kuşak içinde Batı Amerika'nın bu geniş topraklarında yaşayan onlarca farklı etnik grubu ve topraklarım fethetmişlerdir. İsyanlar çok sıktı ve böyle büyük bir alam ve halkı kontrol altında tutmak çok güçtü. Dünyanın diğer eski imparatorluklarında olduğu gibi, farklı grupları iktidardaki hanedanların kontrolü altında tutmanın ve İktidarlarını yaygınlaştırmanın başlıca yolu, bir devlet dininin kurulmasıydı. (Solda) Arkeologlar Llullaillaco zirvesinde bir kazıda. Burada, 6700 metre yükseklikte kadın bir İnka kurbanı bulunmuştur. (Sağda) Cerro el Plomo'da 6000 metre yükseklikte, en güney noktada bulunan İnka mumyası. Bu çocuk kurbanın yanında, çeşitli heykelcikler ve bir torba koka yaprağı bulunmuştur. ANDLAR'IN KUTSAL YERLERİ İnka İmparatorluğu boyunca ve ondan yüzyıllarca önce And halkları kutsal yerlerde "Huaca" adını verdikleri tapınaklar inşa ederlerdi. Huaca'lâr ruhani gücü olduğuna inanılan bir doğa parçasındaki doğal ya da insan elinden çıkma bir mekândı. Bunlar mağaralarda, su kaynaklarında, büyük kayalarda, tepelerde, pınar ya da köprü yakınlarında ve dağların doruklarında yapılırdı. Bu huaca'larda adaklar çok yaygındı. En popüler adaklar koka yaprağı dolu sepetler, renkli deniz kabukları, lamalar, alpakalar, mısır birası, bez, metal heykelcikler ve bazen de çocuklardı. İlk İnkalar Cuzco bölgesinde yüzlerce tapmak yapmışlardı ve bunların her biri yeni doğmakta olan İmparatorluktan akraba gruplar tarafından bakılır ve korunurdu. İmparatorluk büyüdükçe devlet Güneş Adası'nda-ki gibi daha büyük tapmaklar inşa etti. Tapınak külliyeleri belli başlı huaca'larda Güneş'e, Ay'a, Gökgürültüsü Tanrısı'na ve diğer tanrılara adanırdı. Bu huaca'ların çevresinde bir din geliştirmek için çok büyük kaynak ve enerji harcanmıştı. Görkemli tapınaklar Cuzco soylularının, uyruklarının yaşamları üzerinde sahip oldukları ideolojik ve politik gücü vurgulamaktaydı. (Solda) Günümüzde bir maestra ya da şaman, bir adak töreninde koka yaprakları ve günlük yakıyor. (Sağda) 1995'te bir çığ düşmesi sonunda Peru'da Ampato zirvesindeki buzlar arasında bulunan İnka kızının mumyası. İNSAN KURBAN ETME İnsan kurban etme, İnkalar'ın bir icadı değildi. İspanyol öncesi And ikonografisinde genelde savaş tutsakları olmak üzere kurban edilmiş insanların tasvirleri yer almaktadır. Hatta Peru'da ilk yontulmuş taş kitabelerde, kafaları kesilmiş savaş tutsakları görülür. Diğer kültürlerde de insan kafası ganimet olarak alınmıştır. İnkalar bu uygulamaları imparatorluğu bir arada tutan devlet dininin ve imparatorluk ideolojisinin bir parçası haline getirmişlerdir. Çocukların kurban edilmesi de bu bağlamda ele alınmalıdır. Çocuklar capac hucha adı verilen politik bakımdan önemli bir ayinde kurban edilirlerdi. Colin McEwan ve Maarten van de Guchte'ye göre bu terim, "Kraliyet yükümlülüğü" olarak çevrilebilir. Bu bilimadamları, araştırmalarında, altı ile on yaşında çocukların imparatorluğun dört bir yanındaki köy ve kasabalardan Cuzco'daki başkente nasıl gönderildiklerini anlatırlar. Bazıları için bu, yüzlerce, hatta binlerce kilometre yol demekti. Çocuklar ve kendilerine eşlik edenler yol boyunca köylerden şarkılar söyleyerek geçerlerdi. Cuzco'ya vardıktan sonra kentin merkezinde toplanırlar ve İnka rahipleri tarafından sembolik olarak evlendirilirlerdi. Hayvanların ve diğer adakların kurban edilmesinden sonra, çocuklar Cuzco'nun büyük meydanının çevresinden geçirilirlerdi. Sonra tekrar köy ve kasabalarına gönderilir, buralarda yeni törenler yapılırdı. Törenin sonunda çocuklar alkol ve diğer maddelerle uyuşturulur ve memleketleriyle ilişkili bir huaca'da öldürülürlerdi. Arkeologlar Andlar'ın her yerinde çocuk kurban edildiğini saptamışlardır. Bu capac hucha törenlerinin kalıntıları adalarda, mağaralarda ve dağ tepelerinde bulunmuştur. Arkeolog Johan Reinhard, And-Ur'da çoğunlukla karla kaplı volkanik doruklarda kurban izlerine rastlamıştır. Bu kurbanların oralardan çıkarılması, dünyanın en güç arkeolojik çalışmalarıdır: Reinhard ve arkadaşları 6000 metre yüksekliğe çıkmak, oksijen azlığından doğan yükseklik yorgunluğu, buz, kül ve karla mücadele etmek zorundaydılar. Eski çağların insanlarının, o dağlara çağdaş araç gereç olmadan çıkmalarındaki kararlılık gerçekten şaşırtıcıdır. Bu mumyaların bulunması beceri olduğu kadar şans da gerektirir. Beceri bunları nerede arayacağını bilmek ve şans da cesetleri ortaya çıkaracak doğru çevre koşullarının bir araya gelmesidir. Yağmacılar çalmadan ya da havayla temas ettiği için havadaki mikroorganizmalar tarafından cesetler bozulmadan mumyaları elde etmek için, Reinhard ve ekibi buzları ve kaya kadar sert toprağı kazmak, bulgularını bilimsel olarak kaydetmek ve sonra mumyayı kamplarına güvenli bir şekilde taşımak zorundaydılar. Belgelerde çocuk kurban etmeye ilişkin büyük törenler hâlâ anlatılmaktadır. Peru'da Arequipa yakınlarında Ampato'da bulunan arkeolojik kanıtlar bu belgeleri doğrulamaktadır. Ampato kızı görkemli tüylü bir başlık, çanak çömlek, kaşıklar, ahşap kupalar, giyimli metal heykelcikler, yiyecek ve güzel kumaşlarla gömülü bulunmuştu. Kutsal bir renk olan kırmızı toprak, mezarının zeminine serilmek üzere dağın tepesine taşınmıştı. Kurban yerinin çevresinde inşa edilen platformlar ve belki de başka binalarda başka küçük çocukların kurban edildikleri kuşkusuzdur. Eski ve yeni dünyadaki diğer imparatorluklarla kıyaslandığında çocukların kurban edilmesi İnka devletinde pek nadir rastlanan bir şeydir. Ancak çocuk kurban edildiği bir gerçektir ve bunun çok önemli dini ve politik amaçları vardı. Yerel bir yöneticinin çocuğunu kurban edilmek üzere vermesi, hem İnka devletine hem de taptıkları yaratıcı tanrılara bağlılığının kanıtıydı. Kurban edilmek üzere Cuzco'ya bir tören alayı halinde götürülen düzinelerce çocuğun görüntüsü, İnka devletinin gücünün yılda bir kere olsun gözler önüne serilmesiydi. Bu trajik ama güçlü devlet kurumunu tam olarak değerlendirebilmek için, inka İmparatorluğu'nun siyasal mantığını ve dini ilkelerini tarihi bağlamı içinde anlamamız gerekir. Gümüş kadın heykelciğinden ayrıntı. Heykele giydirilen zarif kumaşlar bir tüpü iğnesiyle tutturulmuş.
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
05-11-2007, 12:26 AM | #54 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Dec 2005
Nerden: BeyCoast
Mesajlari: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Teşekkür Edilme: 333 Teşekkür Aldığı Konusu: 269
Üye No: 4853
Rep Power: 2952
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
İnsanın Kökenleri Bulmacası
Zaman: 5-0.1 milyon yıl önce Mekân: Afrika Bizler diğer türlerin çok yakın akrabalarıyız. Ama yine de onlardan ışık yılları kadar uzağız. RICHARD DAWKINS, 1992. Etiyopya'nın ve Kenya'nın kurak topraklarında, bilinen en eski atalarımız olan australopithecus'ların fosilleri bulunmaktadır. Eski çağların tortuları arasından 4,5 milyon yıl öncesine ait dişler, kafatası parçaları ve zaman zaman da bacak ve kol kemikleri çıkmaktadır. Titizlikle kazılıp birleştirildiklerinde bunlardan, yaklaşık bir metre boyunda, şempanze boyutunda 450 santimetre küp beyinleriyle maymunu andıran atalarımızın görüntüsü çıkmaktadır. Bunlar kısmen iki ayak üstünde yürürlerdi, büyük ölçüde vejetaryenlerdi ve kuru tohumlar ile kökleri ezmek için çok iri azıdişleri vardı. Modern insanın atası değillerse de, akrabası oldukları genellikle kabul edilir ve australopithecus sözcüğü, zaman zaman ilk insangiller için kullanılır. Etiyopya'da Omo Havzası'nda yalnızca 130 binyıl öncesine ait bir kafatası fosili bulunmuştur. Beyni 1400 santimetre küp kadardır ve bu da günümüz insanının boyutları içinde kalmaktadır. Bu örnek ilk çağdaş insan, Homo sapiens, olarak kabul edilmektedir ve bu gün kullandığımız sembolik ifadelere ve bir derece konuşma yeteneğine sahip olduğuna inanılmaktadır. Yine onunla ilgili birkaç kemikten, bu insanın dik yürüdüğü anlaşılmıştır. 4,5 milyon yıl öncesinin o maymunsu atalarımızdan bugünkü boyumuza, anatomimize, zekâ ve kültürümüze nasıl eriştiğimiz insan kökeninin bilmecesidir. Bu bilmecenin cevabı bir bakıma inanılmayacak kadar kadar basittir: Biyolojik evrim. Doğal ayıklamanın yöneltici gücü altında evrim geçiren bütün diğer türler gibi bizim türümüz de aynı evrimden geçmiştir. Alet yapmakta daha usta olmak, yiyecek bulma ya da iki ayak üstünde yürüme sorunlarını çözmek gibi o tesadüfi genetik değişimler nüfus içinde sabitleşmiş ve anatomimizi, davranışlarımızı ve zekâmızı bugünkü düzeyine getirmiştir. Ancak, biyolojik evrim insanın kökenleri bilmecesine bir cevap sağlamışsa da -Charles Darwin;in özgün olarak açıkladığı gibi- bu, çoğumuzun arzuladığı bir cevap değildir. Biz bu bilmecenin daha ayrıntılı bir çözümünü isteriz, anatomide, davranışta ve zekâdaki bu belirli değişikliklerin ne zaman ve neden gerçekleştiğinin çözümünü bekleriz. (Solda) Etiyopya'da Omo Kibish'de bulunmuş kafatasının tamamlanmış hali. 130 binyıl öncesine ait bu kafatası şu anda Homo sapiens'in en yaşlı fosilidir. (Ortada) Güneybatı Etiyopya'daki Omo Nehri havzasında Pliyosen ve Pleyistosen dönemi tortulları vardır. Burada bulunan fosiller arasında insanın üç milyon yıl önceki ataları bulunmuştur. (Sağda) Australopithecus'ların bu 3,5 milyon yıllık ayak izleri Mary Leakey tarafından Tanzanya'daki Laetoli'de bulunmuştur. Ayak izleri ilk iki ayaklılık konusunda çok önemli kanıtlar sağlamıştır. ÇOKDİSİPLİNLİ BİR YAKLAŞIM Bu tür bir çözümün bulunması çok daha güçtür ve eldeki pek az fosil parçalarının çok farklı bilimadamları tarafından incelenmesini gerektirir. Aslında fosiller pek çok kanıt kaynağından yalnızca biridir. Anatomi geçmişteki davranış konusunda bazı ipuçları sağlarsa da, diğer kanıtlar taş aletlerden, yiyecek kalıntılarından, ocaklardan ve atalarımızın bıraktıkları diğer maddi kalıntılardan gelir ve bunlar da arkeologların çalışma alanına girer. Yine atalarımızın hangi ortamda yaşadıklarını bilmemiz gerekir ki, bu da jeologların ve çevrebilimcilerin çalışmalarını gerektirir. Kalıntılardan, olabilecek en çok bilgiyi çıkarmak ve tarih belirlemek için, çok çeşitli bilimsel teknikler gerekir ve bu nedenle fizikçiler ve kimyacılar insanın kökenlerinin incelenmesinde çok önemli rol oynarlar. Ayrıca yalnızca geçmişten gelen kanıtların incelenmesi de yeterli değildir. İnsan evriminin ilk aşamasının nerede ve ne zaman gerçekleştiğini -soyumuzun şempanzeye giden yoldan ayrılmasını- saptamak için de bugün yaşayan insanların genetik çeşitliliklerini anlamak önemlidir. İnsan evriminin çağdaş türlerin çeşitliliğini gösteren şeması. Belirli bir çağda kaç tür olduğu antropologlar arasında hâlâ tartışmalıdır ama yeni keşifler yapıldıkça, özellikle 2 milyon yıl önce giderek artan bir sayı olduğu görülmektedir. MERDİVEN DEĞİL, ÇALILIK Son birkaç on yılda fosillerin ve arkeolojik kanıtların keşifleri bir bakıma insanın kökenleri bulmacasının çözümünü güçleştirmiş ama aynı zamanda çok da ilginçleştirmiştir. İnsan evriminin bir merdiven gibi olduğu, bir türün evrim geçirerek bir diğerine yükseldiği ve sonunda giderek bize benzediği düşünülürdü. Ancak yeni keşifler bunun böyle olmadığını göstermiştir: İnsanın evrimi daha çok, pek çok değişik dalı olan bir çalı gibidir, bunlardan her biri atalarımızı ve akrabalarımızı hafif farklı bir yöne götürmüşlerdir. Bunlardan biri dışındaki hepsi evrim çıkmazları olmuştur. Sonuçta hangi türün atasının kim olduğunu teşhis etmek ve elimizdeki fosil örneklerinin kaç türü temsil ettiğini söylemek güçleşmiştir. Çağdaş insanların sahip oldukları davranış ve anatomik özellikler paketleri unsurlarının da ille birlikte olmaları gerekmediğini anlamışızdır. Bunlardan çoğu şimdi soyları tükenmiş olan başka türler tarafından paylaşılmış olabilir. Örneğin iki bacak üzerinde yürümek australopithecus'ların pek çok türü tarafından benimsenmişti. Bunların şimdiye kadar yalnızca Homo'ların özelliği olduğu sanılan taş aletler yapmış olmaları da mümkündür. İnsan evriminin daha sonraki aşamalarında Neanderthaller'in bizim kadar beyinleri vardı, bunlar da büyük hayvanlar avlarlardı ve herhalde karmaşık bir de dilleri vardı ama onlar da yine evrimsel çıkmazdaydılar. HOMO ERGASTER Böylece fosil keşifleri bize evrim merdiveni gibi basitçi fikirlerden kurtulmamızı ve insanın atalarının ve akrabalarının davranış ekolojisine ve gerçekleşen değişim için ayıklamacı baskılara daha fazla dikkat etmemizi sağlamıştır. Bu baskılar çoğunlukla son birkaç milyon yılın dramatik çevre değişikliklerinden kaynaklanmıştır. Örneğin iki bacak üzerinde yürümeye dönüşü, et yemenin artışını, 900 santimetre küp kadar beyinleri ve taş yontmadaki teknik becerinin artmasını düşünün. Bunların hepsi Homo ergaster olarak bilinen bir türde 1,8 milyon yıl önce mevcuttu. Tam olarak iki ayak üzerinde yürümenin 2 milyon yıl kadar önce başladığı ve Ekvator Afrikası'nda yağmurdaki şiddetli düşüş nedeniyle bozkır ortamına geçmeyle ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Atalarımız dik durarak gövdelerinin aldığı güneş radyasyonunu azaltmışlar, beden ısılarını düşürmüşler ve başka hayvanlar gölgede dinlendiği zamanlar avlanmaya devam edebilmişlerdir. Daha açık çevrelerde yaşamak da atalarımıza etoburlardan korunmak için daha büyük toplumsal gruplar halinde yaşama baskısını getirmiş olacaktır. Çok sayıda toplumsal ilişkiyle baş edebilmek entelektüel bakımdan güç olan işlerin başında geldiğinden, bu durumun beyinleri büyütme baskısı yaptığı sanılmaktadır. Bu ise yalnızca içinde et yemeği de olan yüksek kaliteli bir diyetle mümkün olabilirdi: Bu diyetle bağırsak boyu kısalacak ve daha büyük bir beyni besleyecek metabolik enerji açığa çıkabilecekti. Diğer yandan et yemek, hayvan leşlerini açmak için keskin taş aletlerin kullanılmasıyla ve bunların aranıp bulunmalarıyla mümkün olmuştu ve bu da aslanlar ve çakallar gölgede dinlenirlerken avlanma yeteneğini gerektirirdi. Beyin genişledikçe daha etkili taş aletler yapma, avlanma seferleri planlama ve daha büyük gruplar halinde yaşamak için entelektüel güç sağlanmış oldu. işte Homo ergaster'in ortaya çıkmasında mutlak surette önemli olan, bu farklı gelişmeler arasındaki ilişkiydi. Ve Homo ergaster, insan evriminde yalnızca bizim değil, herhalde Neanderthaller'in de atalarının merkezi türü olmuştur. (Solda) Etiyopya'daki Hadar'da bulunmuş, 3,5 milyon yıl öncesine ait Australopithecus afarensis'in (Lucy) fosilleşmiş kalıntıları. İskeletin yüzde ellisi günümüze kadar kalmış ve bu türün iki ayak üzerinde yürüdüğü, ancak ağaçlara tırmanmak için anatomik uyarlamaları koruduğu anlaşılmıştır. (Sağda) 1,6 milyon öncesinden kaldığı belirlenen WT-1500 ya da Nariokotome Çocuğu, evrimsel geçmişimizden kalmış en mükemmel iskelettir. Homo ergostertürü olarak çağdaş duruş ile iki ayaklılığın geliştiğini göstermiştir. Ancak 100 cc'lik beyin, çağdaş insanınkinden hâlâ küçüktür. ÇAĞDAŞ İNSANIN YÜKSELİŞİ İki milyon yıl önceki bu evrim gelişmeleri örneği, insanın kökeni bilmecesinin yalnızca bütün doğru parçaları bulmak ve bunları doğru sırasına göre dizmek değil, bunların birbirleriyle ilişkilerini de anlamak olduğunu göstermektedir. Aynı şey bilmecenin sonu, yani anatomik açıdan çağdaş insanların ortaya çıkışları için de geçerlidir. Burada elimizdeki parçalar, Omo kafatası gibi fosil örnekleri ve bütün insanların genetik olarak birbirlerine benzemesi ve başka insan türü olmaması gibi olgulardır. Bu sonuncu gerçek, 28 binyıl öncesine kadar insan evriminin tümüyle bir farklılık göstermektedir, çünkü o zamana kadar yeryüzünde aynı anda çok çeşitli insan türleri bulunmaktaydı. Bilmecenin bu kısmının çözülmesi, özellikle çağdaş insanın Afrika'da nasıl gelişip yayıldığı soruları çok çekişmelidir. 20. yüzyılın büyük bir bölümünde pek çok antropolog, Afrika'dan dağılmanın 2 milyon yıl önce başladığına inanıyordu. Ondan sonra eski dünyada ortaya çıkan farklı ata türlerinden -Avrupa'da Neanderthaller'den ve Asya'da Homo erectus'tan bir tek Homo sapiens türü çıkmıştı. Buna "Bölgesel Süreklilik" modeli adı veriliyordu. Ancak bu kuramın günümüzde pek az taraftan kalmıştır. Bugün pek çok antropolog, genetikçi ve arkeolog, çağdaş insanların, 130 binyıl önce Doğu Afrika'da evrim geçirip, özellikle çok sert çevre koşullarının anatomik değişiklikler için ayıklayıcı baskı sağlaması üzerine ortaya çıktığını kabul etmektedirler. O dönemde insan nüfusunun 10 bine kadar düştüğü sanılmaktadır. Böylece soyumuz tükenebilir ve dünya Avrupa'nın Neanderthaller'i ile Asya'nın Homo erectus'una kalabilirdi. Ama hayatta kalmayı başardık ve 100 ile 50 binyıl önce Afrika'dan bir dizi göç sonunda bütün dünyaya yayıldık ve sonra da bütün diğer insan türlerini yok olmaya ittik. Bunu nasıl yapabildiğimiz Taş Devri'nin bir başka gizemidir. GENEL OLARAK İNSANGİLLER Primates takımının Anthropoidea alt t akımından günümüzde yalnızca tek bir insan türüyle yani Homo sapiens'le temsil edilen familyaya insangiller diyoruz. Genel olarak bakacak olursak, bu familyanın fosilleri bulunabilen örnekleri arasında, Homo erectus, Homo habilis ve evrim tarihinin daha eski dönemlerinde, günümüzden yaklaşık 3,5 milyon yıl önce insansı maymunlarla insanlar arasında bir geçiş aşaması oluşturan Australopithecus cinsinin çeşitli türleri, insangillerin en iyi bilinen örnekleri olarak sayılabilir.
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
05-11-2007, 12:26 AM | #55 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Dec 2005
Nerden: BeyCoast
Mesajlari: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Teşekkür Edilme: 333 Teşekkür Aldığı Konusu: 269
Üye No: 4853
Rep Power: 2952
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Zapotek ve Kıstak Yazıları
Zaman: İÖ 500?-İS 2. yüzyıl Mekân: Meksika La Mojarra dikilitaşı uzun bir yazılı metnin en eski örneğidir ve Mezoamerika'da bulunan kitabelerin en önemlisidir. MARTHA J. MACRI, 1993 İkisi de henüz çözülememiş olan Zapotek yazısı (Meksika'da Oaxaca eyaletinin) ve Kıstak yazısı (adım Tehuantepec Kıstağı'ndan almıştır) Orta Amerika'daki pek çok Maya-öncesi metnin en önemlilerindendir. Birincisi Amerika kıtasının bilinen en eski yazı sistemi olup belki de İÖ 500 yılından kalmadır. Diğeri daha geç döneme ait olup İS 2. yüzyıldan kalmış olabilir. Coğrafi olarak Zapotek yazısı ilk kez İS 3. yüzyılda kaydedilmiş olan Maya yazısına yakın olan Kıstak yazısının yakın bir komşusuydu. Bu nedenle Kıstak yazısını Zapotek yazısının ve onun da Maya yazısını etkilediği söylenebilir. Bugünkü Zapotekler, Meksika'nın güneyindeki Oaxaca eyaletinin doğu ve güney kesimlerinde yaşarlar. Günümüz Zapotek kültürü, yerleşim ortamına (dağ, vadi ya da kıyı) ve ekonomiye (geçimlik, ticari, tarım ya da kentsel) göre değişir. Bugün, her köyde, karşılıklı anlaşmaya olanak vermeyecek kadar farklı lehçeler ya da ayrı diller konuşulur. (Üstte) La Mojarra dikilitaşının bir çizimi. Metinde tarih dahil, 400 ile 500 karakter vardır. Zapotek kitabelerinin çoğu ve en önemlileri- çağdaş Oaxaca kenti dışındaki Monte Albân tepelerinde kurulmuş Zapotek başkentinden çıkmıştır. Glifler görsel olarak Mixtec, Aztek ya da Maya yazılarına benzemezlerse de, Zapotekler tarafından icat edildiği sanılan aynı çizgi-ve-nokta rakamları ile çok benzer bir silindirik takvim sistemi kullanırlar. Yazıyı çözmek için uğraşanların bir talihi de, bir İspanyol papazının 1578'de yayınladığı İspanyolca-Zapotekçe sözlüğünde zamanın Zapotek Dili'ndeki 20 günün adlarının bulunmasıdır. Ancak yazı sistemi yüzyıllar önce ortadan kalktığından her adın bir Zapotek glifi yoktur. Ama çağdaş bilimadamları gliflerden çoğunun anlamını simgeledikleri şeyden tahmin edip sonra bu anlamı gün adlarının İspanyolca'larıyla eşleştirerek bunu yapabilmişlerdir. Takvimle ilgili olmayan gliflerin çözülmesi çok daha güç olmuştur. Bu, gliflerin dilinin teşhis edilmesine bağlıdır. Bu dil çağdaş Zapotek Dili'yle akraba olabilir ama bağlantı çok karışıktır. Gözönüne alınması gereken, dilin 2000 yılda uğradığı değişikliğin yanı sıra Zapotek dil grubunun kendi içinde çok bölünmüş olması ve üç büyük dal ile pek çok anlaşılmaz lehçelerin bulunmasıdır. Ayrıca, kitabelerde yer alması beklenen eski yer adlarının Zapotek karşılıklarının çok azım bilmekteyiz. Bunun nedeni de Oaxaca'daki pek çok yerin, bölgeye İspanyol fethinden çok önce girmiş olan Aztekler'in dili olan Nahuatl'daki adlarıyla tanınmasıdır. Yine de bilimadamları yazı sisteminde en az 100 temel Zapotek simgesi olduğunu saptamışlardır ki, bu rakam yazının yalnızca hecesel olamayacağı kadar çok ve Maya yazısı gibi logo-hecesel olmayacağı kadar azdır. Daha fazla kitabe bulunana kadar Zapotek sistemi tam olarak çözülemeyecektir. Zapotek gün ad/glifleri. KISTAK YAZISI... Zapotek yazısı için söylenenler, Kıstak yazısı için de geçerlidir ama ilginç olan bu yazıdan elimizde daha az örnek olmasına rağmen bunu Zapotek yazısından daha iyi anlıyor olmamızdır. Bunun başlıca nedeni, Kıstak yazısının çoğunun bir hükümdar resminin de bulunduğu bir tek uzun ve tarihli kitabede bulunmasıdır. İkinci neden de, Tehuantepec Kıstağı'nda dil durumunun Oaxaca devletinde olduğundan daha anlaşılır olmasıdır. Kıstak hikâyesi 1902'de, Güney Veracruz'da San Andres Tuxtla yakınlarındaki Tuxtla Dağları'nda bir tarlada yeşim taşından garip bir heykelcik bulunmasıyla başlar. Heykelciğin üzerinde, ördek kılığında bir adam ve bilinmeyen bir yazıyla 70 kadar karakter vardı. Washington'da Smithsonian Enstitüsü'nde sergilenen heykel -tıpkı birkaç yıl önceki Phaistos Diski gibi- yazının başka örneği bulunmadığı için kült statüsü kazandı. Sonra 1986'da Tuxtla yakınlarında bir nehir kıyısındaki balıkçı köyü olan La Mojarra'da çıplak ayaklı bir balıkçı suyun altında 4 ton ağırlığında kitabeli bir taş buldu. La Mojarra dikilitaşında 400-500 karakter (ve İS 143 ve 156 tarihleri) bulunmaktaydı ve bunun Tuxtla heykelciğiyle aynı yazıyla yazıldığı belliydi. Kıstak Dili'nin en muhtemel adayının günümüzde kıstakta ve çevre bölgelerde konuşulan Mixe-Zoque Dili'nin bir dalı olan Zoque Dili'nin erken bir formu olduğunda genel bir fikirbirliği vardır. Bazı araştırmacılar Mezoamerika'da (yazısız da olsa) en eski uygarlıklardan birini yaratan Olmekler'in Mixe-Zoque Dili'ni kullandıklarına inanmaktadırlar. Bu yüzden Kıstak yazısına, tartışmalı da olsa, "üst-Olmek" yazısı adı verirler. Ancak Mixe-Zoque varsayımı spekülatiftir (İndus yazısı için yapılan Dravid varsayımı gibi). Bu, simgelerdeki örnek ve resimler Zoque Dili'nin bilinen kelimeleri, grameri ve sözdizimiyle eşleştirildiğinde muhtemel bir "çözüm" çıkmaktadır. "Çözülmüş" metnin kıyaslanabileceği başka bir Kıstak kitabesi olmadığından, bu çözümün doğru olup olmadığını bilemiyoruz. Aksine güçlü iddialara rağmen Kıstak yazısı henüz çözülmemiştir
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
09-14-2009, 05:33 PM | #56 |
Müstakbel Üye
Kayit Tarihi: Apr 2007
Yaş: 45
Mesajlari: 161
Teşekkür Etme: 20 Teşekkür Edilme: 0 Teşekkür Aldığı Konusu: 0
Üye No: 40095
Rep Power: 1330
Rep Puanı : 1226
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
TÜM DÜNYA ASLINDA TÜRK'MÜŞ
Öyle bir iddia ki bugüne dek bilinenleri tersine çeviriyor. Amerikalı yazara göre Tüm dünyanın kökeni aslında Türk... İşte kanıtları; Geçen hafta bir konferans vermek üzere Türkiye'ye gelen Amerikalı araştırmacı yazar Gene D. Matlock, 'Ey Dünya İnsanları Hepiniz Türksünüz' adlı kitabında da yer verdiği ilginç iddialarıyla 'Tüm dünyanın kökeninin aslında Türkler olduğu' tezini yeniden alevlendiriyor. Akşam Pazar'a konuşan Matlock, kitabında din, dil, tarih ve kültür odaklı pek çok kaynak aracılığıyla tezine çarpıcı kanıtlar da sunuyor. HERKES TÜRK! HZ. MUSA, İSA, MUHAMMED VE BUDA BİLE!.. Kadim Türkler, tüm insanların ataları olabilir mi? Maya ve Azteklerden Kızılderililere, Ruslardan Hintlilere, Araplardan İngiliz, İtalyan ve Kuzey Avrupalılara hepsinin kökenlerinin Türk olduğu söylense inanır mısınız? Peki, acaba Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammet ve Buda da Türk müydü? Tüm dinler Kadim Türklerin Tengri dininden mi türedi? Bunlar kafa karıştıran ama bir o kadar da merak uyandıran, cevaplaması zor sorular. Ancak bir araştırmacı bu soruların hepsine 'evet' cevabını veriyor. Ve iddiasının doğruluğuna dair kanıtları da 'Ey Dünya İnsanları Hepiniz Türksünüz' adlı kitabında önümüze sunuyor. İşin ilginç yanı, bu tezin sahibi Türk değil, bir Amerikalı: Gene D. Matlock. KONUŞULAN İLK DİL DE TÜRKÇEYDİ Temmuz ayında Hermes Yayınları tarafından Türkçe olarak basılan 'Ey Dünya İnsanları Hepiniz Türksünüz / Kayıp Bir Uygarlığın Sırları Dünyayı Nasıl Değiştirebilir' adlı kitabında Gene D. Matlock ilk insanların Türklerle başlayıp daha sonra dünyaya dağıldığını, ilk konuşulan dilin Türkçe olduğunu, bilimin, felsefe ve dinin yine Türklerden doğduğunu söylüyor. 65 yıldır Meksika'da yaşayan ve hem Hıristiyanlığın kökenleri hem de Meksika'daki Amerikan yerlilerinin kökenleri üzerine uzun yıllar boyunca araştırmalar yapan Matlock'un dini kitaplar, mitolojiler, kültür, gelenekler ve özellikle de dil biliminin ışığında elde ettiği ipuçlarını birleştirerek sunduğu kanıtlar da hayli şaşırtıcı. İşte 81 yaşındaki Matlock'un çarpıcı iddaları; ARAŞTIRMAYA NASIL BAŞLADI? Yıllar önce İsraillilerin Filistinlilere yaptığı kötü muamele sebebiyle çok üzülmüştüm ve bu insanların bir türlü paylaşamadığı kutsal toprakların tarihi ve buradaki dinlerin kökenleri üzerine araştırmalar yapmaya başladım. Bu araştırmalarımı bir yandan da yazıyordum. Araştırma ilerledikçe her şey beni önce Hindistan'a, daha da derinleştiğindeyse Hindistan'ın kuzeyine götürdü. Elimi neye atsam önünde sonunda her şeyin kaynağı olarak karşıma Türkler ve coğrafya olarak da Türkiye ve Orta Asya çıkıyordu. Zira dikkatle incelediğimde Eski Ahit (Kitab-ı Mukaddes'in ilk bölümünü oluşturan, Tevrat ve Zebur'u da kapsayan 39 kitap) ve İncil'de İsrail'den bahsedilmediğini gördüm. Kutsal kitaplarda bahsedilenler aslında Türkiye ile bağdaşıyordu. Nuh'un Gemisi efsanesi, Büyük Tufan... Hepsinin kökeni Türkiye ve Türklere dayanıyordu. Bu da bana şunu gösteriyordu: İnsanlığın başladığı yer Türkiye idi. Biz insanlar tüm uygarlığın atası olarak Sümer, Yunanistan, Mısır ve Çin'i görmeye yanlış bir şekilde şartlanmışız. İNSANLIK TÜRKLERDEN NASIL BAŞLADI? |
09-14-2009, 05:35 PM | #57 |
Müstakbel Üye
Kayit Tarihi: Apr 2007
Yaş: 45
Mesajlari: 161
Teşekkür Etme: 20 Teşekkür Edilme: 0 Teşekkür Aldığı Konusu: 0
Üye No: 40095
Rep Power: 1330
Rep Puanı : 1226
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
İLK İNSANLARIN YAŞADIĞI YER SİBİRYA BOZKIRLARI
Birkaç bin yıl önce Kuzey Kutup bölgesinde bir cennette, bolluk içinde yaşayan ileri derecede uygarlaşmış bir halk vardı... Dünyadaki bütün dinler hangi ulusa ait olursa olsun insanlığın beş kökensel ırkı olduğunu söyler. Bu beş ırka Kurus, Krishti ya da Krishtaya deniliyordu. Yaşadıkları yere ise Yahudilikte ve Hıristiyanlıkta Aden denir. Hindular buraya Uttura Kuru adını verir. Eski Yunan tarihçileri ve mitolojisi ise buraya Hiperborea olarak göndermede bulunur. Tibetli Budistlar ise Khedar Hand (Tanrı Şiva'nın ülkesi) ve Şambala der. Aynı zamanda buraya Tanrı Şiva'nın toprakları anlamında Sivariya ve Sibirya da denmektedir. Yeni ilk insanların yaşadığı cennet bahçesi Sibirya bozkırlarıdır. İLK İNSAN OLAN ADEM - ADAM TÜRKÇE'DE İNSANOĞLU DEMEK Buradaki ilk insan olan Adem (İngilizcedeki yazılışıyla Adam) Türk dilinde 'insanoğlu' anlamında kullanılır. Nitekim buradaki yüksek zeka ve uygarlığa sahip ari ırk (aryan) Türk'tür. Türkler'in kendilerinden Kıpçaklar, Kurular ya da Aryanlar diye bahsetmesi de bunun kanıtıdır. Ancak pek çok farklı din ve mitolojide geçtiği üzere bu insanlar lanetlenip bir doğal felaket yaşar, dünya ekseninde meydana gelen ani bir sapma ile yaşadıkları yer donmuş, büyük seller olmuştur. Şimdi adına Türkler dediğimiz Kurular güneye, Orta Asya'ya kaçmak zorunda kalmıştır. Bu anlatılan Büyük Tufan'dı. Nuh ve insanlığın soyunu devam ettiren oğulları da işte bu kökenden geldi; yani Türk'tü. NUH'UN GEMİSİ AĞRI DAĞI'NDA KARAYA OTURDU Nuh'un gemisinin karaya oturduğu Ararat Dağı'nın Türkiye'deki Ağrı Dağı olduğu inancı da bunu kanıtlıyor. Böylece Türk soyundan gelen insanlık Türkiye'ye ve aşağıya Mezopotamya ve Hindistan'a dağıldı. Dolayısıyla Sümerler, Hititler, Iraklılar, Kürtler, Hintliler, Mısırlılar hepsi aslında Türk'tü. Kuzey Kutbu'ndan aşağı inerek Kuzey Avrupa'ya İsveç, Finlandiya, İngiltere'ye ve tüm dünyaya yayıldılar. Bugün herkes kendi neslinin izlerini Türklere dek sürebilir. FİNLANDİYA'DA KIRKPINAR VAR, URDU DİLİNDE TÜRKÇE KELİMELER VAR Dünyanın her köşesinde kullanılan dilden inançlara ve tanrı isimlerine kadar her şeyin dil olarak aynı kökenden geldiğini görebilirsiniz. Bu tüm dinlerin, dillerin de tek bir kaynaktan çıktığını gösteriyor: Türklerden! İngiltere'den, Finlandiya'ya insan isimlerinden yer isimlerine Türkçe kökenli kelimelere rastlayabilirsiniz. Finlandiya'da Kırkpınar diye bir yer var! Urdu dilinde binlerce Türkçe kelime var. Hintlilerin Kutsal Kitabı Mahabharata aslında Türklerin tarihlerini anlatıyor. Yunanlıların büyük tanrısı Zeus'un ismi de Türkçe. Kudüs, İsa gibi kelimelerin kökeni de aslında Türkçe ve dahası bu bahsedilen yerler de aslında İsrail'de değil Türkiye'de; İsa da bu topraklarda yaşadı. DNA'YA GÖRE ALTAY'DAN GELDİLER Öte yandan yakın tarihte Keltlerin (İrlandalılar, Galiler, İskoçyalılar) DNA'sı incelendi ve Altay'dan geldikleri kanıtlandı. Vikingler, Finikeliler ve İtalya'nın Roma İmparatorluğu'ndan yıllar önce burada yaşayan ve Roma'nın kurucuları sayılan yerli halkı Etrüskler de Türk'tür. Estrüskler'in DNA'larının Türklerinkiyle yüzde 97 aynı olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır. KIZILDERİLİLER DE TÜRKTÜR! Kızılderililer Türk'tür, bunu kendileri de söyler. Kültür ve geleneklerindeki benzerlik aşikar. Özellikle Amerika'da Türk soyundan geldiğini söyleyen Meluncanlar'dan olan Cherokee'ler Türkiye ile bugün çok yakın ilişkiler içindedir. AMERİKA'YI İSPANYOLLAR DEĞİL TÜRKLER KEŞFETTİ 'Amerika kıtasındaki pek çok yer ismi aslında Türkçe kökenli. Meksika'daki Teotihuacan kalıntıları aslında Türkçe olan Tea (tanrı)+ Tiwa (Bir Türk boyu olan Tuvaların bugün bir cumhuriyeti de vardır) + Han (krallık anlamına gelen Türkçe kelime) kelimelerinden türemiştir. Peru'daki Karal kalıntılarındaki piramitler Mısır'dakilerden daha eskidir ve Türkçe'de 'hükümdar' anlamına gelen kral kelimesinden türemiştir. Meksika'da bugün de Türkçe kökenli birçok kelime kullanılıyor. Örneğin dağ/tepelere Meksika'da tepek deniliyor; Atatepek, Çapultepek isminde şehirler bulunuyor. Havasu diye bir yer bile var. İspanyollar Meksika'ya ilk geldiklerinde Aztek'lere hangi tanrıya inandıklarını sorduğunda onlar 'İnana' cevabını vermişti. Bu Antik Sümer'de de bir tanrıçanın adı. Yani Sümerler ile Aztekler aradaki onca mesafeye, okyanusa rağmen aynı adlı tanrıya inanıyor. Dahası Meksikalılar da Hintliler de Türkleri aynı kelimeyle 'Karaskus' diye adlandırıyordu. Demek ki Amerika'yı İspanyollar değil, önce Türkler keşfetmişti. Sonuçta bunlar gibi sayısız örnek şunu gösteriyor: Dünyanın her köşesindeki bütün uygarlıklar Orta Asya'dan geçmiş ve her yerde ortak olarak karşımıza çıkan din, dil, kültür ve inanışları buradan tüm dünyaya taşımıştır.' |
Bu Konudaki Online üyeler: 1 (Üye Sayisi : 0 Ziyaretçi Sayisi : 1) | |
|
|
Benzer Konular | ||||
Konu | Konu Baslangic | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Medeniyetler Tarihi | GooD aNd EvıL | Eskiler (Arşiv) | 0 | 08-30-2007 10:31 AM |
06/01/07 - Tarihi davada tarihi karar | Spy_MasteR | Eskiler (Arşiv) | 0 | 06-01-2007 04:42 PM |
Çin tarihi. | lennon | Eskiler (Arşiv) | 7 | 04-22-2007 06:30 PM |
Tarihi Fotolar... | CoolTurk | Eskiler (Arşiv) | 1 | 06-30-2006 10:48 AM |