|
Türk Tarihi Ve Türk Büyükleri Şanlı Türk Tarihi ve Tarihe Damgasını Vurmuş Türk Büyükleri... |
|
Konu Seçenekleri | Görünüm Şekli |
11-28-2006, 01:53 PM | #1 |
Forum Demirbaşı
Kayit Tarihi: Nov 2005
Nerden: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 43
Mesajlari: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Teşekkür Edilme: 2,624 Teşekkür Aldığı Konusu: 685
Üye No: 3332
Rep Power: 3895
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
Cinsiyet :
|
Tarihte Türk Büyükleri -Afabetik Sırayla-
ABDÜLHAK HAMİT TARHAN ( 1852-1937 ) Çağında, ittifakla büyüklüğü benimsenmiş bir şair... Gözde diplomat... Yazdığı oyunlarla fikir çalkantıları yaratan bir yazar... Başlı başına bir edebiyat öncüsü... 2 Şubat 1852 yılında İstanbul'da doğdu. Babası, Tanzimat döneminin tanınmış tarihçilerinden Hayrullah Efendi'dir. Büyükbabası, ikinci Mahmut ve Abdülmecit'e hekimbaşılık eden Abdülhak Molla'dır. Kültürlü ve esprili bir aileden gelir. Abdülhak Molla, eczanesinin kapısına, "Ne ararsan bulunur, derde devadan gayrı" mısrasını yazacak kadar geniş görüşlü bir insandı. FRANSIZ EĞİTİM SİSTEMİNİ İNCELEDİ Abdülhak Hamit, iyi bir öğrenim gördü. Bir yandan, doğduğu semt olan Bebek'teki mahalle mektebine giderken, bir yandan evinde babasından ve babasının dostlarından ders alıyordu. Sonra Rumelihisarı'ndaki Rüştiye Okulu'na yazıldı. Yanyalı Tahsin Hoca ile Edremitli Bahattin Efendi'den dersler almaya devam etti. 1862'de, Millî Eğitim müsteşarı olarak Paris'te Fransız eğitim sistemini inceleyen babasının yanına gitti ve burada Fransızca öğrendi. Bir yıl kadar kaldıktan sonra İstanbul'a döndü ve Robert Kolej'e devam etti. Memurluk hayatına, "Tercüme Odası"na girerek başladı. Babası Tahran Büyükelçiliğine atanınca, o da hocası Bahattin Efendi ile birlikte Tahran'a gitti (1865). Burada Farsça öğrenmeye başladı. Elçilik kâtiplerinden Mirza Şevket, genç Abdülhak Hamit'e hem Farsça öğretiyor hem de İran edebiyatını tanıtıyordu. Babasının ölümü üzerine (1867) İstanbul'a döndü. Maliye Bakanlığı ve Şûra-yı Devlet'te hizmetler aldı. 1871'de, İstanbul'un tanınmış ailelerinden Pirîzade Fatma Hanım'la evlendi. Sami Paşazade Sezai, Recaizade Ekrem ve Namık Kemal ile tanışması bu yıllardadır. Tiyatro oyunu yazmak moda idi. O da bu akıma katıldı ve ilk denemelerine girişti."Macera-yı Aşk" adlı tiyatro oyununu 1873'de yazdı ve yayınladı. Artık ardı ardına eser veriyordu. "Sabrü Sebat" (1874), "İçli Kız" (1874), "Duhter-i Hindu" (1875), "Nazife" (1876). Genç Abdülhak Hamit su gibi eser akıtıyor, her çıkardığı kitap geniş yankılar yapıyor, eleştirmenler genç dehayı selamlıyorlardı. "Tarih veya Endülüs'ün Fethi", "Ibn-i Musa yahut Zatülcemal ve Sardanapal" oyunları da bu dönemde kaleme alınmış ve yayınlanmışlardı. Abdülhak Hamit edebiyat çevrelerini şaşırtan ve hayrete düşüren bir üreticilikle birbirinden önemli, birbirinden değerli eserleri edebiyat alanına sürdükçe, ünü de İstanbul'u aşarak bütün Osmanlı ülkesine yayılıyordu. 1876'da Paris sefareti ikinci kâtipliğine atandı. O zamana kadar bütün oyunlarını düzyazı ile yazmıştı. Paris'te şiire başladı. "Belde, yahut Divaneliklerim" adlı şiirleri, bu dönemin ürünüdürler. "Nesteren" oyununa da Paris'te bulunduğu sırada başlamış ve bitirmiştir. "Nesteren" oyununda, iki müstebit kardeş hükümdarın kavgalarını konu edinmişti. O yıllarda Abdülhamit ile Beşinci Murad arasında süren kavgaya benzediği için, güne paralel çiziyordu. Hükümdarlardan biri halk tarafından seviliyor, biri sevilmemekte idi. Abdülhamit ile Murad arasında da böyle bir benzerlik vardı. Bu yüzden bu eserini imzasız olarak bastırmıştı. Fakat bir vesile ile İstanbul'a gelince, açığa alındı (1878). YAZDIĞI ŞİİRLERİNİ «SAHRA» ADLI KİTAPTA TOPLADI Bu dönem, şairin büyük sıkıntılara düştüğü dönemdir, iki yıl gelirsiz yaşadı. Sinir krizleri geçirdi. Hatta çıldırdığını söyleyenler oldu. Fakat kendisine teklif edilen Berlin sefareti kâtipliğini ve Belgrat şehbenderliğini kabul etmemek direncini gösterdi. Yazdığı şiirlerini "Sahra" adı altında toplayıp yayınladı. "Eşber" oyununu kaleme aldı ve kitap haline getirdi. "Tezer, yahut Abdülrahman-ı Salis" oyunu da bu iki yıllık edebiyat çalışmaları sırasında çıkmıştır. Sonunda saraydan görev kabul etmemekten vazgeçti. Kafkasya'deki "Pöti" şehbenderliğini kabul etti, ardından Yunanistan'daki "Golos", Hindistan'daki Bombay şehbenderliklerinde bulundu. Bu son görevinde, çok sevdiği karısı Fatma Hanım'ı kaybetti. Türk edebiyatının en büyük eserlerinden biri olduğu üzerinde ittifak edilen "Makber" adlı şiir kitabı, bu büyük kaybın beşeri hercümercini anlatır: "Fatıma, çık lâhitten kıyam et! Yadımdaki haline devam et!" "Makber" 1885 yılında yazılmıştır. Yine ölümünü bir türlü içine sindiremediği eşi için bir yıl sonra "Ölü" adlı şiirlerini yayınladı. "Hacle" adlı kitabı da, eşi Fatma Hanım için yazılmıştır. ÇAĞINDA «ÜSTAD-I AZAM» DİYE KONUŞULAN TEK ŞAİRDİ Eşinin ölümü, yeni bir Abdülhak Hamit'in doğuşu olmuştur. Çünkü o zamana kadar, düzyazıdaki başarılarıyla tanınan Abdülhak Hamit, ondan sonra şair olarak erişilmez bir çizgiye ulaştığını ortaya koydu. Çağında, adından söz edilmeden "Üstad-ı Az'am" diye konuşulan tek şairimiz, Abdülhak Hamit'tir. "Bunlar Odur" (1886), "Kahpe" (1887) tarihlidirler. Ünü, ülkenin dışına taşmış, dünya edebiyatında adı geçer olmuştu. 1886 yılı sonunda Londra sefaret kâtipliğine atanır. "Zeynep" bu dönem çalışmalarının eseridir. "Zeynep"i, basılmak üzere İstanbul'a gönderdi. Fakat sansür sakıncalı gördüğü için basılmasına izin vermedi ve bu yüzden Londra'daki görevinden alındı. Üç ay kadar işsiz kaldı. Edebiyatla uğraşmamak şartı ile yine eski görevine gönderildi. 1895'de Lahey orta elçiliğinde, 1897'de Londra sefaret müsteşarlığında bulundu. Şair, birkaç başarısız evlilikten sonra 1912'de Lösiyen adlı 18 yaşında bir kızla Brüksel'de evlendi. 26 yıl sürekli olarak Batı Avrupa'da görev yaptıktan sonra İstanbul'a döndü ve Meclis-i Ayan üyeliğine seçildi. Cumhuriyet döneminde, Atatürk'ün sofrasına davet edilen bir şairdi. 85 yaşında, 3 Nisan 1937 tarihinde hayata gözlerini kapadı. Zincirlikuyu Mezarlığı'na gömülüdür. Türk şair ve oyun yazarı. Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinin Batı'ya açılan yenilikçi şairlerindendir. Abdülhak Hamid Tarhan 2 Ocak 1852'de İstanbul'da, Bebek'te doğdu. Babası dönemin tanınmış tarihçilerinden Hayrullah Efendi'ydi. Küçük yaşlarda özel öğrenim görmeye başladı, sekiz yaşındayken yeni kurulan Robert Kolej'e yazdırılıp, İngilizce öğrenmesi sağlandı. 1862'de Paris'te görev yapan ağabeysinin yanına gitti. Ecole Nationale'de yatılı olarak okudu. Dönüşünde daha on dört yaşındayken Babıâli Tercüme Odası'nda çalışmaya başladı. Kısa bir süre sonra Tahran Elçiliği"ne atanan babasıyla İran'a gitti. Burada Farsça'yı ve Fars edebiyatını derinlemesine öğrenmek fırsatı buldu. Babasının ölümü üstüne İstanbul'a dönünce Maliye Mühimme Kalemi, Şura-yı Devlet ve Sadaret kalemlerinde bulundu. 1871'de Fatma Hanım'la evlendi. 1876'da Paris elçiliği ikinci kâtipliğine atandı. Kimi yapıtlarının konuları Padişah'ın hoşuna gitmediği için, bu görevinden alınınca, iki yıl kadar işsiz kaldı. 1883 yılında başkonsoloslukla Hindistan'da Bombay'a gönderildi. Burada sağlığı bozulan eşi, İstanbul'a dönerlerken uğradıkları Beyrut'ta öldü. Bu beklenmedik ölümün sarsıntısıyla Makber'i yazdı. 1886 yılında Londra elçiliği başkâtipliği göreviyle İngiltere'ye gitti. Yirmi yıl süren görevinde elçilik birinci müsteşarlığına kadar yükseldi. Meşrutiyetin ilanından sonra Brüksel elçiliğine atandı. 1912 yılında emekliye ayrılıp yurda döndüğünde Ayan üyesi olarak görev yaptı. İstanbul'un İngilizler tarafından işgali üzerine Viyana'ya kaçtı. Burada büyük parasal sıkıntılar çekmesi üzerine Anadolu Hükümeti tarafından yurda gelmesi sağlandı. Cumhuriyet'ten sonra devletçe maaşa bağlandı, oturması için kendisine Maçka Palas'da bir daire verildi. 1928 yılında TBMM'ye üye seçildi. Son yıllarını İstanbul'da rahat bir ortam içinde geçiren Abdülhak Hamid, 12 Nisan 1937'de öldü. Ailesinin ve çok küçük yaşlarda başlayan eğitiminin sağladığı geniş bir kültür birikimine sahip olan Abdülhak Hamid, şiire başladığı 1870'li yıllarda Ebüzziya Tevfik, Recaizade Mahmud Ekrem, Sami-paşazade Sezai ve Namık Kemal'le tanışarak, Tanzimat döneminin yeni edebiyatçıları arasına katıldı. Yurt dışı görevlerinin ona sağladığı olanaklarla Shakespeare, Corneille, Racine gibi Batılı sanatçıları derinlemesine inceledi, etkileri altına girdi. Şiir alanında o güne değin süregelen Divan edebiyatı nazım biçimlerini bir kenara bırakarak, dize ve uyak düzenlerine alabildiğine değişiklikler getirdi. Tanzimat şairleri arasında heceye en çok önem verenlerden birisi Abdülhak Hamid'dir. Eski şiirin konu kısıtlamalarını aşarak günlük yaşamın çeşitli konularını şiire soktu, doğa ve insan ilişkileri üzerinde durdu. Tiyatro alanında ilkin Namık Kemal'ı daha sonra Batılı yazarları örnek alarak oyunlar yazdı. Bunlar çoğunlukla manzum ve konularını Asur, Yunan, Arap, Hind ve Afgan gibi eski uygarlıklardan alan oyunlardı. Yapısı oynanmaya elverişli olmayan bu oyunlar, söz konusu toplumların kahramanlarını, halk-yönetim ilişkilerini, yurt sevgisi ve savunmasını, yöneticilerin trajik çabalarını romantik bir dille aktarıyordu. Sevdiği erkeğe kavuşmak için kocasını Hintli uşağına öldürten bir İngiliz kadınının acıklı serüveninin anlatıldığı yer yer en ünlü oyunu Finten, Othello ve Hamlet esintileri taşıyan düzyazı ile nazım karışığı bir oyundur. Abdülhak Hamid, yaşadığı dönemde "Dahi-i Azam", "Şair-i Azam" gibi nitelemelerle çok başarılı ve yeni bir şair olarak değerlendirilmişse de, bu değerlendirmeler daha sonra tartışmalara konu olmuş, sert eleştirilere yol açmıştır. Yaşamının büyük bir bölümünü edebiyatta en hızlı atılımların meydana geldiği ülkelerde geçirmesine karşın, oralardaki çağdaşı edebiyatçıların getirdiği yeniliklerle ilgilenmemesi,yalnızca klasik dönem şair ve yazarlarını örnek alması eleştirilen yanlarındandır. Şiirlerinde görülen yeniliklerin yanı sıra, belirli bir dil anlayışına sahip olmaması, "esin"e aşırı bağlılığı sonucu ortaya çıkan kimi dağınık, keyfi şiirleri ağır yergilere uğramıştır. Bütün bunların ötesinde, Türk edebiyatının önemli bir dönemecinde, yaşadığı günler için yenilikler getirmiş bir sanatçı olduğunu kabul etmek gerekir. • YAPITLAR (başlıca): Şiir: Sahra, 1879; Makber, 1885; Ölü, 1885; Hacle, 1886; Bir Sefilenin Hasbıhali, 1886; Bâlâdan Bir Ses, 1912; İlham-ı Vatan, 1916; Ruhlar, 1922;Oyun: Macera-yı Aşk, 1873; Sabr ü Sebat,l875; İçli Kız, 1875; Duhter-ı Hindu, 1876; Nesteren, 1878; Tank yahut Endülüs Fethi, 1879; Tezer yahut Abdurrahman-ı Salis, 1880; Eşber, 1880; Zeynep, 1908; İlhan, 1913; Liberte, 1913; Finten, 1916; Tarhan, 1916; Hakan, 1935. |
Bugün | #n/a |
Bot
Giriş Tarihi: Ocak 2005
Yaş: 0
Mesaj : 0
Üye No: 0
Rep Power: Çok
|
drendo (11-28-2006), gangaster (12-01-2006), İsTaNBuL-GoNeN (11-28-2006) bu konu için teşekkür ettiler...
|
11-28-2006, 01:54 PM | #2 |
Forum Demirbaşı
Kayit Tarihi: Nov 2005
Nerden: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 43
Mesajlari: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Teşekkür Edilme: 2,624 Teşekkür Aldığı Konusu: 685
Üye No: 3332
Rep Power: 3895
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
Cinsiyet :
|
AHMET CEVDET PAŞA ( 1822- 1895 ) Osmanlı devlet felsefesini en iyi kavramış ve eserlerine yansıtmış bir tarihçi... Devletine sadakatle hizmet etmiş bir devlet adamı... Mecelle'yi kaleme alarak İslâm hukukunu sağlam bir dille kitaplaştıran bir bilgin... Doğru bildiklerini, her şeye rağmen söyleyen, yazan bir Osmanlı... Sistemi olmayan filozof!.. Cevdet Pasa, şimdi sınırlarımız dışında kalan Lofça kasabasında dünyaya geldi. Hacı İsmail Ağa'nın oğludur. Lofça'da mahalle mektebinden sonra, öğretimini daha iyi yapabilmek için, 1839'da İstanbul'a gelerek medreseye girmiştir. Medresiyi bitirip müderris olduktan sonra, Farsça ve Fransızca öğrendi. Matematik, felsefe, kozmografya (astronomi) bilimleri üzerinde çalıştı, kendisini yetiştirdi. FEHIM EFENDİ KENDİSİNE «CEVDET» TAKMA ADINI VERDİ Cevdet Paşa, bilim adamı olarak yetişmek istiyordu. Fakat çevresi politikacılarla dolu idi. Çoğu yetenekli insanın denediği gibi, şiirler yazmaya başladı. Yazdığı şiirleri kendisine gösterdiği Fehim Efendi, kendisine "Cevdet" takma adını verdi. O zamana kadar Ahmet olan Cevdet Paşa, ondan sonra Ahmet Cevdet oldu. Ahmet Cevdet Efendi, zamanının en ünlü kişileri olan Büyük Reşit Paşa, Ali ve Fuat paşalarla tanıştı. Reşit Paşa'nın yanında geçirdiği 15 yıl, her bakımdan gelişmesine yardım etmiştir. Bu dönemde Ahmet Cevdet Efendi, idare ve politika hayatına kaymaya başladı. İlk görevi, Bükreş'te bulunan Fuat Bey (Paşa)'in yanında yardımcılık oldu. Bükreş dönüşü Fuat Bey'le birlikte Bursa'ya geldiler ve burada bir süre dinlendiler. Kaldıkları kısa sûre içinde, "Kavaid-i Osmaniye" adlı bir eseri ortaya koymuşlardı. Bu Osmanlı dilinin grameri, bundan sonra yazılan bütün gramerlere kaynaklık ve örneklik etmiştir. "Darülmuallimîn" okuluna müdür atandı. Aynı zamanda "Maarif Meclisi" üyeliğine getirildi. Özellikle bu meclisin derlenip toparlanmasına çalıştı ve çalışmalarıyla dikkatleri üzerinde topladı. Özellikle, Maarif Meclisi üyesi olarak ‘Encümen-i Daniş’in kurulmasında büyük emeği geçti ve bu encümene üye seçildi. Encümenin kurulması sebebi, tarihimizi derleyip toplamak, sanat hayatımızı düzenleyip canlandırmak gibi işler idi. Encümen, Ahmet Cevdet Efendi'ye 1774-1826 yılları arasındaki olayları yazmak görevini verdi, önceleri, bu eser, birlikte yazılacaktı. Fakat öteki üyelerin kaytarmaları nedeniyle Ahmet Cevdet Efendi'ye bırakıldı. Bugün Cevdet Tarihi adıyla bildiğimiz 12 ciltlik eser bu çalışmaların sonucudur. HALEP VE BURSA VALİLİĞİ DE YAPTI Ahmet Cevdet Efendi'nin, İbni Haldun'un tarih felsefesine ve Naima'nın bu felsefeye bağlı görüşüne önem vererek, yazdığı tarih, yalnız belli bir çağın sağlam belgelere bağlı tarih çalışması değil, aynı zamanda Osmanlı devlet felsefesinin çeşitli devlet adamları elinde nasıl uygulandığının çok dikkatli bir açıklamasıdır. Batı toplumları ile Doğu toplumlarının birbirinden farklı toplumlar olduğu, Cevdet Paşa'dan önce de fark edilmiş ise de, Cevdet Paşa, bu farkın, sınıflı toplumdan geldiğini açıklayan ilk fikir adamımız olmuştur. Cevdet Paşa, Kırım Savaşı sırasında üç cildini tamamladığı tarihini padişaha sunmuş ve Saray Vakanüvisliği'ne atanmıştır (2 şubat 1855). Bu görev üstünde kalmak şartıyla önce "Meclis-i Ali-î Tanzimat'a üye atanmış, sonradan Meclis-i Vâlâ"ya üye olmuştur. Cevdet Paşa, her gönderildiği yerde iyi hizmet veren bir insandı. Ahmet Cevdet Paşa, İşkodra karışıklıklarının bastırılması, Kozan İsyanı'nın söndürülmesi, Bosna- Hersek müfettişliği gibi önemli görevlerde başarı ile iş gördükten sonra, 1868'de Adliye Nazırlığı'na getirilmiş ve kendisine paşalık tevcih edilmiştir. Bir ara Halep ve Bursa valiliği de yapmıştır. Cevdet Paşa, üç defa Maarif Nazırı, 5 defa Adliye, 2 defa Evkaf, birer defa Dahiliye, Ticaret ve Ziraat nazırlığı yapmıştır. Ayrıca, Şûra-yı devlet Reisliği'nde de bulundu. Bunca hizmet sırasında, eser vermeyi ihmal etmemiş, 12 ciltlik Cevdet Tarihi'nden başka, dinlerin ve peygamberlerin tarihini "Kısas-ı Enbiya" adı altında yazıp yayınlamıştır. AHMET CEVDET PAŞA «MECELLE» ADLI DEV BİR ESER YAZDI Son olarak "Meclis-i Has" üyeliğine getirildi ve burada ölünceye kadar bilimsel çalışmalarını sürdürdü (25 mayıs 1895). "Tezakir-i Cevdet", tarih çalışmaları sırasında tuttuğu notlar olup, bunlar yeniden gözden geçirilmiş ve tasnif edilerek 4 cilt halinde yayınlanmıştır. Bunlar daha çok Tanzimat döneminde Osmanlı İmparatorluğu'nun toplum yapısını belirleyen notlardır. "Maruzat" II. Abdülhamit'e sunduğu bilgileri içerir. Son zamanlarda tamamı yayınlanmıştır. Baş eserlerinden biri de "Mecelle"dir. Sağlam bir dille kaleme alınan İslâm hukukunun Medenî Kanun'a karşılık olan bölümü, Cevdet Paşa'nm en büyük eserlerinden biri sayılır. 50 yıl kadar Osmanlı ülkesinde ve Medenî Kanun yayınlanana kadar Türkiye Cumhuriyeti mahkemelerinde kanun olarak uygulanmıştır. Mecelle'nin bazı düsturları bugün de hukukumuzda yaşamaktadır. "Mani. zail olunca, memnu avdet eder", "Bir işten maksat ne ise, hüküm ona göredir", "Alması memnu olan bir şeyin vermesi dahi memnudur", "Kişi, ikrarıyla ilzam olunur", "Sakile bir söz isnat olunmaz", "Zan ile yakîn (tam bilme) hasıl olmaz." |
11-28-2006, 01:54 PM | #3 |
Forum Demirbaşı
Kayit Tarihi: Nov 2005
Nerden: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 43
Mesajlari: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Teşekkür Edilme: 2,624 Teşekkür Aldığı Konusu: 685
Üye No: 3332
Rep Power: 3895
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
Cinsiyet :
|
AHMET HAMDİ TANPINAR (1901- 1962) Şiirde "sanat, sanat içindir" düşüncesini gerçekleştirmeye çalışırken, roman ve hikâyelerinde "sanat, düşünmek içindir" motifini işleyen mütefekkir şair... Hikâye ve romanları ile makalelerinde, "zaman" fikrini anlatmaya çalışmış, içe dönük insanın iç portrelerini çizmeye emek vermiş, bilinçaltı karmaşıklığını ele alarak insanı belirleme yolunu denemiş bir yazar... Doğru görüşlere sahip bir edebiyat tarihçisi ve sanat vurgunu... Ahmet Hamdi Tanpınar, 23 haziran 1901'de İstanbul'da doğdu. Babası, Kadı Hüseyin Fikri Efendi'dir. Babasının memuriyet hayatına bağlı olarak çeşitli illerde ilk, orta ve lise öğrenimini yaptı. Antalya Sultanisi'nden mezun olunca, İstanbul'a geldi (1918). Parasız yatılı bir okula girmek zorunda olduğu için, müsabaka imtihanını kazandığı Baytar Yüksek Okulu"na girdi. Fakat bu mesleğe eğilimi yoktu, bir yıl sonra bir kolayını bularak İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesi'ne yazıldı. YAHYA KEMAL'DEN EDEBİYAT TARİHİ DERSİ ALDI Bu sıralarda üniversitede edebiyat tarihi okutan Yahya Kemal'in öğrencisi oldu. Yahya Kemal, genç Tanpınar üzerinde derin bir tesir yarattı. Bu etki, hayatının sonuna kadar sürmüş ve Ahmet Hamdi Tanpınar, edebiyatta ve fikriyatta hocası olan Yahya Kemal'in çevresinden hiç kopmamıştır. Fakülteyi bitirince (1923), Erzurum Sultanisi'ne edebiyat ve felsefe öğretmeni olarak atandı. Bundan sonra sırasıyla Konya, Ankara (Gazi Eğitim Enstitüsü) İstanbul Kadıköy Lisesi'nde edebiyat öğretmenliği yaptı. 1934 yılında, Ahmet Hamdi Tanpınar'ı Güzel Sanatlar Akademisi Sanat Tarihi öğretmeni olarak buluyoruz (1934). Bu dönem içinde yazdığı şiirler, hikâyeler, makalelerle dikkati çeken Tanpınar, 1939 yılında İstanbul Üniversitesi'nin Edebiyat Fakültesi'nde kurulan Yeni Türk Edebiyatı Kürsüsü'nün başına getirildi. Artık Tanpmar, şair, hikayeci, romancı, denemeci olarak adını duyurmuştu. Şiirleri bir çevre tarafından seviliyor, bir çevre tarafından eleştiriliyordu. Çünkü şiirlerinde sanatın sanat için olduğu düşüncesinden hareket ederek yazıyor, ince hayaller, psikolojik imajlar, bilinçaltı kaynaşmalarıyla dolu mısralar ortaya çıkarıyordu. Sanatın, toplum için olduğu düşüncesinde birleşenler, Tanpınar'ı eleştiriyorlar, kendi saflarına çekmeye zorluyorlardı. İLK ŞİİRİ «ALTIN KİTAP» ADLI DERGİDE YAYINLANDI Ahmet Harndi Tanpınar, bütün bunların arasından sessizce sıyrılmasını bildi. Kimin ne söylediğini düşünmeden, kendi anlayışı içinde şiirlerini sürdürdü. Şiirlerinde, doğa ve insanın meçhule gidişindeki dram, mısra mısra işlenir. 1942'de Maraş milletvekilliğine seçildi. Tanpınar'ın politikayı sevdiği ve hele ısındığı söylenemez. Bir devre milletvekilliğini tamamladıktan sonra, tekrar mesleğine döndü. 1946'da Millî Eğitim müfettişi, 1948'de Güzel Sanatlar Akademisi sanat tarihi hocası ve hemen ardından aynı yıl eski görevi olan İstanbul Üniversitesi'ndeki yerini aldı. 1962 yılına kadar süren bu görevi sırasında, Türk Edebiyat Tarihi üzerinde derin çalışmalar yaptı. "19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi" adlı kıymetli eseri bu sırada oluşmuştur. Kendisinden önce yapılan edebiyat tarihlerinden büyük farklar gösteren bu eser, günümüzün boşluklarından birini doldurmuş bulunuyor. Yahya Kemal'in tarih görüşünden hareket eden Tanpmar, on dokuzuncu yüzyıl yazar ve şairlerinde millî motifin nasıl geliştiğini büyük bir dikkatle ortaya çıkarmıştır. İlk şiiri, Celâl Sahir'in çıkarmakta olduğu "Altın Kitap" adlı bir dergide yayınlandı: "Musul Akşamları." (1920). Sonra, 1920-21 yılları arasında Tanpınar'ı "Dergâh" yazarları ve şairleri arasında görüyoruz. 11 kadar şiiri, hemen kısa aralıklarla bu dergide çıktı. Sonraları "Millî Mecmua", "Hayat", "Görüş", "Varlık", "Oluş", "Ülkü" dergilerinde zaman zaman görüldü. Şiirlerin toplanıp yayınlanması için 1961 yılını bulmamız gerekmiştir. 1962 YILINDA HAYATA VEDA ETTİ Tıpkı hocası Yahya Kemal gibi, kafiyenin ve veznin şiirde müzik görevi yapmadığına inanıyor, mısraların kelime örgüleri ile bir müzik yarattığını savunuyor ve şiiri ile bunu ispatlamaya çalışıyordu. Yahya Kemal, "Itri" şiiri ile bir Osmanlı yüzyılını anlatmıştı. Tanpınar, bir şehrin hayatını dile getirdi: "Bursa'da eski bir cami avlusu Mermer şadırvanda sakırdayan su Orhan zamanından kalma bir duvar Onunla bir yaşta ihtiyar çınar Yekpare bir anda gün, saat, mevsim Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın Hâlâ bu taşlarda gülen rüyanın. Güvercin bakışlı sessizlik bile Çınlıyor bir eski zaman vehmile..." "Zaman" adlı şiiri, hem şairliğine, hem metafizik kaygılarla "Zaman" tefekkürüne güzel bir örnek olduğu için buraya alıyoruz: "Ne içindeyim zamanın Ne de büsbütün dışında. Yekpare geniş bir anın Parçalanmaz akışında Başım sükûtu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen İçim, muradına ermiş Abasız, postsuz bir derviş. Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim." Çalışmalarının en verimli olduğu bir çağda, 1962 yılında hayata gözlerini yumdu. Arkasında, şiirli bir tarih, fikirli bir şiir, sağlam bir dünya görüşü bıraktı. |
11-28-2006, 01:54 PM | #4 |
Forum Demirbaşı
Kayit Tarihi: Nov 2005
Nerden: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 43
Mesajlari: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Teşekkür Edilme: 2,624 Teşekkür Aldığı Konusu: 685
Üye No: 3332
Rep Power: 3895
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
Cinsiyet :
|
AHMET MİTHAT EFENDİ ( 1844-1912 ) Bahtı ile, kaderi ile boğuşa boğuşa başarıya ulaşmış bir adam!.. Bütün kötülüklerin, cahillikten kaynaklandığını bilen ve ülkeyi cahillikten kurtarmak için durmamasıya yazan, konuşan bir yazar!.. Aktar çıraklığından üniversite profesörlüğüne kendi gayreti ile tırmanan bir insan: Ahmet Mithat Efendi!.. 1344 yılında İstanbul'da doğdu. Bir bezzazın oğlu idi. 6 yaşında babasız kaldı. Mısır-çarşısı'nda bir aktarın yanına çırak verdiler. Zeki bir çocuktu. Her işi yüksünmeden yapıyordu. Öteki çıraklardan farklı bir yapısı olduğu, kısa bir sürede anlaşıldı. Nitekim çarşı esnafından Hacı İbrahim Efendi, bu yetenekli çocuğa, akşamları ders vererek okuma yazmayı öğretti. GALATA'DA BİR YABANCIDAN FRANSIZCA DERS ALDI Ahmet Mithat Efendi, bu Hacı İbrahim Efendi'nin kendisine yaptığı iyiliği hiç unutmayacak, yıllar ve yıllar sonra bir gün oğlu Dr. Kâmil Yazgaç'ın kolundan tutarak Mısırçarşısı'nda bir dükkânın önüne getirecek ve şunları söyleyecektir: "İşte ben, bu dükkânda çıraktım, ustamdan yediğim dayakların acısı ile on beş yaşından sonra buradaki okur—yazar esnaftan ders almaya başladım, beş yılda okur—yazar bir efendi oldum." Oysa Ahmet Mithat Efendi, yalnız Hacı İbrahim Efendi'den okuma yazma dersleri almıyor, bir vesile ile tanıştığı, Galata'da ticaret yapan bir yabancıdan da Fransızca dersleri alıyordu. Bu öğrendikleri, Ahmet Mithat Efendi'ye yetmiyordu. Daha çok öğrenmek, düzenli bir tahsil yapmak istiyordu. 1861'de Niş vilayetinde Kaza Voyvodası görevinde bulunan kardeşi Hafız İbrahim Efendi'nin yanına gitti. Bu gidiş, A. Mithat Efendi'nin hayatında bir dönüm noktasıdır. O sıralar Niş Valisi Mithat Paşa idi. Ağabeysi Voyvoda İbrahim Efendi'yi tanıdığı için, genç Ahmet Mithat'ı da tanıdı ve sevdi. Zamanın lisesi demek olan rüştiye okuluna yazdırıldı. Mithat Paşa, ayrıca genç Ahmet Mithat'a, Mamuryan Efendi'den Fransızca ders almasını sağladı. Mithat Paşa, Tuna vilayetinin başına getirilince, Ahmet Mithat'ı da Mektubî Kalemi'ne memur olarak aldı. Çalışkanlığı, zekâsı ve öğrenme hırsını beğendiği bu gence Mithat Paşa kendi adını da vermiş ve o zamana kadar sadece Ahmet olan adı, bundan sonra Ahmet Mithat olmuştur. Ahmet Mithat Efendi, memurluğu süresince de ders almayı sürdürmüştür. Bir yandan, Sait Paşa Medresesi'nde sabah derslerine gidiyor, bir taraftan da akşamları, Çankof Efendi'den Fransızca dersler alarak yabancı dil bilgisini ilerletiyordu. 20 Haziran 1868'de "Tuna" gazetesine yazar olarak girdi. Matbaacılık tekniğini kısa bir zamanda kavradı ve gazetenin başyazarı oldu. BAĞDAT'TA «ZERVA» ADLI BİR GAZETE ÇIKARDI Mithat Paşa, Bağdat Valisi olunca, Ahmet Mithat'ı da Bağdat'a götürdü. Kendisine, bir matbaa kurmak ve 2. gazetesini çıkarmak görevini verdi. Çıkardığı ve bütün yazılarını yazdığı gazetenin adı, "Zerva"dır. Gazeteciliğin yanısıra Mektubî Kalemi"ndeki görevini de ihmâl etmiyor, ayrıca Farsça ve Arapça dersleri alıyordu. Bu arada, sanayi mekteplerinde okunmak üzere "Hâce-i Evvel" ve "Kıssadan Hisse" kitaplarını yazdı. Bundan sonraki hayatı baş döndürücüdür. Ağabeysi öldü. Ağabeysinin bütün ailesi İstanbul'a geldi ve Ahmet Mithat Efendi'nin eline bakmaya başladılar. Tahtakale'de kiraladığı bir evde bir matbaa kurarak işe girişti. Bütün aile dizgi, baskı işlerinde çalışıyordu. Burada hazırladığı eserleri basmaya başladı. Namık Kemal'in yayınlamaya başladığı "İbret" gazetesinin sürekli yazarları arasına girdi. "Devir" ve "Bedir" adlı gazeteleri çıkardı ve batırdı. "Vatan yahut Silistre" piyesinin olaylara yol açması üzerine, Namık Kemal ve arkadaşları ile birlikte sürgüne gönderildi. Sürgün gittiği Rodos'ta, durmadan romanlar yazdı. "Hasan Mellah", "Hüseyin Fellah", Dünyaya İkinci Geliş", "Açık Baş" bu dönemin ürünleridir. Abdülaziz'in hallinden sonra, İstanbul'a döndü (11 Haziran 1876). "İttihat" gazetesini çıkardı. "Takvim-i Vekayî" müdürlüğüne getirildi. "Üs-sü-İnkılâp" adı ile bir kitap yayınlayarak padişahın gözüne girdi. Türk basın tarihinde önemli bir yeri olan "Tercüman-ı Hakikat" gazetesini çıkardı. Ahmet Cevdet, Hüseyin Rahmi, Ahmet Rasim bu gazetenin sütunlarında şöhret oldular. Damadı Muallim Naci, bu gazetenin edebiyat sayfasını yönetiyor, dilde sadeliğe örnek şiirler yayınlıyordu: "Mintanın düğmesin çöz Sim tenin görsün bu göz Eskiden söylenir şu söz Çok naz âşık usandırır." 1908 Meşrutiyet inkılâbından sonra emekli oldu. Fakat bakanlar kurulu kararı ile üniversiteye felsefe, tarih ve din tarihi kürsüsüne profesör atandı. Ayrıca, Kız Öğretmen Okulu'nda tarih ve pedagoji okutuyordu. AHMET MİTHAT EFENDİ KALEMİNİ HALKIN EĞİTİMİ İÇİN KULLANDI Tanzimat döneminin en popüler yazarıdır ve nesrin bütün türlerinde ve konularında yazılmış 200'den fazla eseri vardır. Kalemini, halkın eğitim ve öğretimine adamıştı. Romanda, hikâyede biçime önem vermiyor, romanın en heyecanlı yerinde olayların dışına çıkarak, halka bilgi vermek için, fizikokimya, astronomi, tarih üzerinde sayfalar dolduruyordu. "Sulfatoyu bile çocuğa, sekere bulayarak yedirirler. Halka da bilgiyi öyle vereceksin!" diyordu. Halk çocuğu idi, halk adamı oldu ve bütün hayatı boyunca halkı için çalıştı. Ahmet Mithat Efendi, tek başına Türk halkında okuma zevkini yaratabilmiş büyük bir idealisttir. Bağdat'ta bulunduğu yıllarda Mithat Paşa, kendisine; "Oğlum", demişti "Vatana en büyük hizmet, vatandaşları okutmaktır. Sen de bu yolda yürürsen, dünyada cismimi, ahirette ruhumu şad etmiş olursun!.. Yaşadıkça hocalık yapacaksın, öğreteceksin ve kalemi elinden bırakmayacaksın!" Ahmet Mithat Efendi, öyle yaptı ve 1912 yılında, son dersini ve son nefesini, Darüşşafaka Mektebi kürsüsünde verdi. |
11-28-2006, 01:55 PM | #5 |
Forum Demirbaşı
Kayit Tarihi: Nov 2005
Nerden: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 43
Mesajlari: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Teşekkür Edilme: 2,624 Teşekkür Aldığı Konusu: 685
Üye No: 3332
Rep Power: 3895
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
Cinsiyet :
|
AHMET VEFİK PAŞA ( 1823-1891 ) Hayatına baktığımız zaman, onu, bir diplomat ve devlet adamı olarak görürüz: Vali, büyükelçi, bakan, başbakan, meclis başkanı... Bütün görevleri düşüncesi doğrultusunda yürütmüş, yönetimle ters düştüğü zaman, ya istifa etmiş, ya azledilmiştir, fakat düşüncelerinden ödün vermeğe yanaşmamıştır. TÜRKÇE'NİN ZENGİN BİR DİL OLDUĞUNU KANITLAMAYA ÇALIŞTI İnancına baktığımız zaman, sağlam bir Türk ve Türkçü'dür. Türk milletinin büyük ve soylu bir millet olduğuna, zengin bir dil ve tarihe sahip bulunduğuna inanıyordu. "Etrak-i bî idrak" (akılsız Türk) sözünün aydınlar arasında itibar gördüğü o günlerde, Türkçe’nin zengin bir dil olduğunu ispatlamak için "Lehçe-i Osmanî"yi yazmış, Türk tarihinin zenginliğini ortaya koymak için de "Şecere-i Türk", "Tarih-î Hikmet", "Fezleke-î Tarih-î Osmanî" gibi eserler kaleme almış ve dilimize çevirmiştir. Öteki eserlerine döndüğümüz zaman, bambaşka bir kişilik ile karşılaşırız. Tiyatro aşkı... ve aratmayan, bazan aşan tiyatro eserleri adaptasyonları. Molier'den , çeviri ve adaptasyon olmak üzere 16 birbirinden güzel piyes, Ahmet Vefik Paşa'nın kaleminden Türkçeye kazandırılmıştır. 3 Haziran 1823'de İstanbul'da doğdu. Sarayda, sürekli hizmet vermiş bir aileden geliyordu. Dedesi, Divan-ı Hümâyûn tercümanlarından Yahya Naci Efendi. Babası, hariciye memurlarından Ruhiddin Efendi'dir. Yabancı bilim adamlarının öğretmenlik ettiği, "Mühendishan-î Berr-i Hümâyûn" okuluna yazılmış, fakat bu okulu bitiremeden, babasının Paris'te görev alması üzerine, "St. Louis" lisesinde okumasını sürdürmüştür. Fransızca Latince veYunanca'yı Paris'te, İngilizce'yi Londra'da öğrendi. Ayrıca, Arapça, Farsça, Rumca , Almanca da biliyordu. Babası ile İstanbul'a dönünce, (1837) Babıâli tercüme bürosuna memur oldu. Elçilik kâtibi olarak Londra'ya gönderildi. (1840). Burada, İngiliz Tiyatrosunu inceledi, araştırmalar yaptı. 1851'de Tahran elçiliğine tayin edildi. Üçüncü Napolyon'la olaylı geçen Paris elçilik yılları vardır. Bir gün Napolyon, Ahmet Vefik Paşa'ya:"Devletiniz çöküyor, ben çatırtılarını buradan duyuyorum" deyince, devletine toz kondurmayan hazır-cevap Vefik Paşa, duraksamadan karşılık vermiş: "Aman Majesteleri, İstanbul çok uzaktadır, yanılmış olabilirsiniz. Fakat ben çatırtıları çok yakından, tahtınızın çevresinden işitiyorum!" karşılığını verdi. Bir süre sonra Üçüncü Napolyon, Almanlara Sedan'da yenilince, Vefik Paşa'nın olayları doğru değerlendirdiği ortaya çıkmış. BURSA VALİLİĞİ SIRASINDA BÜYÜK BİR İMAR HAREKETİNE GİRİŞTİ Ahmet Vefik Paşa, Paris elçiliğinden azledildi. Bir süre sonra Evkaf Nazırı oldu. (1862). Üniversitede tarih ve felsefe okuttu. Azledildi. Maarif Nazırı oldu, azledildi. Sadaret müsteşarı oldu, azledildi. 1877'ye kadar köşesine çekilip "Lehce-î Osmanî"nin birinci cildini bitirdi ve yayınladı. 27 Mart 1877 tarihinde açılan ilk Mebusan Meclisi başkanlığına seçildi. Ayni yıl, sırası ile, Edirne valiliği, Âyân azalığı, Maarif nazırlığı yaptı. 4 Şubat 1878'de Başvekil unvanı ile sadrazam oldu. 1879 şubatında, Bursa valiliğine tayin edildi. Bursa'da, dört yıla yakın bir zaman valilik etti. Burada bir tiyatro kurdu, İstanbul'dan tanınmış oyuncular getirtti. Bütün memurları, (müftü dahil) tiyatroya abone ettirdi. Molier'den çevirdiği ve adapte ettiği piyeslerini burada oynattı. Kahvelerde rastladığı işsiz güçsüzleri bastonu ile kovalıyor, tiyatroya getiriyordu. Bursa valiliği sırasında büyük imar hareketlerine girişti. Bugün de Atatürk Caddesi ve İnönü Caddesi adı ile kullanılan caddeleri açtırdı. Vilâyet kitaplığını kurdu. Yol açarken, yol üstüne düşen yatırları bir gecede kaldırıyor, ertesi gün, Bursalıların hoşnutsuzluklarını görünce de "Erenlerin ruhuna bir Fatiha okuyup duada, yol açmak istediğimi söyledim. Bursalıları seviyormuş, gördüğünüz gibi gece, yolun kenarına kendi kendine çekilmiş! Evliya diye ben buna derim!" diye gerekçeler söylüyormuş... Bursa valisi iken, ikinci defa başvekilliğe (sadrazamlığa) tayin edildi. Fakat bu son başvekilliğinde sadece 3 gün kalabilmiştir, yine görevinden uzaklaştırıldı. Bundan sonra, Rumelihisarı'ndaki yalısına çekildi. Memuriyetleri sırasında başlayıp yarım bıraktığı kitaplarını tamamladı, yeni kitaplar yazdı ve 1 nisan 1891'de öldü. Varlıklı bir aileden gelen ve bütün hayatını devletin en yüksek mevkilerinde geçiren Ahmet Vefik Paşa'nın varislerine, harap bir yalı ile bir sürü borç bırakması, çok dikkate değer bir olaydır. Maddeye hiçbir zaman değer vermemiş, bütün hayatını, Türk milletinin manevî dünyasını kurma yolunda harcamıştır. TÜRK UYANIŞ TARIHİNİN EN BÜYÜK SİMALARINDAN BİRİYDİ Bilgili idi, fikirde olduğu kadar, maddede de namuslu idi. Zeki ve hazırcevaptı. Türk soyunun ve tarihinin faziletine inanıyordu. Bu karakteri ve inançları içinde yaşayıp öldü. Türk uyanış tarihinin en büyük simalarından biridir. Fuat Paşa Ahmet Vefik Paşa'nın değerini ve sık sık büyük makamlara tayin edilmesi ve ardından da azledilmesini anlatırken şöyle diyor: "Ahmet Vefik Paşa, binektaşı büyüklüğünde bir cevahirdir. Onu, ne yüzük yapıp parmağınıza takabilirsiniz, ne sokakta kalmasına razı olabilirsiniz. Ölçüleri, zamana uymadı." Ahmet Vefik Paşa'nın ölçüleri belki zamana uymadı ama, daha sonraki zamanlara fikirleri ve eserleri ile ışık tuttu, yol gösterdi |
11-28-2006, 01:55 PM | #6 |
Forum Demirbaşı
Kayit Tarihi: Nov 2005
Nerden: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 43
Mesajlari: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Teşekkür Edilme: 2,624 Teşekkür Aldığı Konusu: 685
Üye No: 3332
Rep Power: 3895
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
Cinsiyet :
|
AHMET YESEVİ Ahmet Yesevi, Türk dünyasında ilk tarikatı kuran bir fikir ve düşünce adamıdır. 12. yüzyılın başlarında yalnız Türkistan'da değil, bütün İslâm Asyası'nda fikirleri yayılmış, şiirleri ağızdan ağıza geçmiş, giderek, adeta evliyalaşmıştır. Bilinen ilk mutasavvıfımızdır. Türklerin dinî ve edebî tarihinde bu kadar geniş bir çevreye tesir etmiş başka bir şair ve mutasavvıf yoktur. Tasavvuf, gerçeklerin gerçeğinin aranmasıdır. Gerçeklerin gerçeği Allah'tır. Evrende ne varsa, Tanrı'nın başka başka görünümlerinden ibarettir. İnsanın gayesi, gerçeğe ulaşmak, yani Tanrı'yı bulmaktır. Tanrı'yı, akıl ile bulamayız. Tanrı'ya yürekle gidilir. İnsanın, Tanrı fikrinin içinde erimesi, böylece ona karışması gerekir. Bu mertebeye, tövbe, sabır, tevekkül, rıza merhalelerinden geçerek ulaşılır. Ahmet Yesevî'nin yaydığı bu fikirler, ilkin, Seyhun çevresinde, Taşkent civarında, Doğu Türkistan'da kuvvetle tutunmuş, daha sonra Maveraünnehir ve Harizim sahalarında güçlenmiş, belki de Moğol yayılmasından yararlanarak, Horasan, Iran, Azerbaycan Türkleri arasında yerleşmiştir. 13. yüzyılda Anadolu'ya atlayan Yesevilik, Hacı Bektaş Veli ve Sarı Saltuk gibi ulu kişilerin ellerinden Osmanlı İmparatorluğu içine girmiş ve Macaristan'a kadar yayılan geniş bir alanda milyonlarca insanı, yüzyıllar boyu etkilemiştir. MUSLÜMANDI VE İSLAMIYETE YENİ BİR YORUM GETİRİYORDU Dindeki bu tarikatlar, fikirdeki fraksiyonların karşılığıdır. Müslümandılar ve İslâmiyete yeni bir yorum getiriyorlardı. Ancak, mutasavvıflar, bu yorumun yeni olmadığını, Hz. Peygamber günlerinde sahabe arasında böyle düşünenler olduğunu ve Peygamberin bu düşünceyi tebcil ettiğini söylerler. Fakat, Ahmet Yesevî'nin yaydığı fikirlerin, Horasan Melâmetiyesi ile Seyhun havalisinden şii cereyanlarından etkilendiği kabul edilir. Ahmet Yesevî Türkistan'ın Sayram kasabasında doğmuştur. 7 yaşında babasını kaybetti. Ablası ile birlikte, Yesi şehrine geldi. Burada, Aslan Baba'dan dersler aldı. Aslan Baba, çevrede büyük ünü olan bir tasavvuf şeyhi idi. Yesi şehrinde ilk bilgilerini aldıktan sonra Buhara'ya geçti. Buhara'da, Şeyh Yusuf Hemedanî'ye intisap etti. Şeyh Yusuf, Ahmed'-in zekâsını, ilim aşkını pek beğendiğinden, bu yeni çömezi ile çevrede birçok gezilere çıktı ve en sonunda Ahmet'i, postuna halife ilan etti. Şeyh ölünce, yerine postnişin oldu. Fakat şeyhi, bir süre Horasan'da kaldıktan sonra, tekrar Yesi'ye dönmesini ve orada fikirlerini yaymasını tavsiye etmişti. Öyle yaptı. Yesi'ye döndü ve fikirlerini yaymaya başladı. ESERLERİNDE TÜRKÇE’Yİ KULLANDI Ahmet Yesevî, Taşkent ve çevresinde, Seyhun ötesindeki bozkırlarda fikirlerini yayıyordu. Burada Türkler, yeni Müslüman olmuşlar, samimiyetle Müslümanlığa bağlanmışlardı. Fakat Şamanlık döneminden getirdikleri bir takım alışkanlıkları, tutkuları vardı. Köylü ve göçebe halka fikirlerini kabul ettirebilmek için, halk edebiyatı kalıplarını ve hece veznini kullanarak şiirler yazmaya ve bu şiirlerde bazı dinî hikâyeleri, tasavvufî fikirleri işlemeye başladı. Oysa, Ahmet Yesevî, çok iyi Farsça biliyor, İran edebiyatını çok yakından tanıyordu. Bir çok emsalinin yaptığı gibi, edebiyat dili olan Farsça'yı kullanabilir ve zamanın bilim çevresinde geniş bir itibar sağlayabilirdi. Fakat bunu yapmadı. Türkçe’yi kullandı. Türklerin şiir kalıplarını yeğ tuttu ve hece ölçüleri ile yazdı. Yazdıkları bu şiirler, bozkır göçebeleri arasında kutsal bir metin gibi karşılanıyor ve Ahmet Yesevî'ye, "Türkistan'ın Babası" deniliyordu. İLK TARİKAT KURUCULARINDANDI Ahmet Yesevî'nin bir oğlu olmuş fakat kendi sağlığında ölmüştür. Yesevî adını günümüze kadar taşıyanlar ablasının kolundan gelen insanlardır. Osmanlı Türklerinin ünlü seyahatnamesini yazan Evliya Çelebi, Yesevî kolundan gelir. Günümüzde Doğu illerimizde yaşayan Yesevî tarikatı bağlı insanlar vardır.Dokuz yüz yıla yakın zaman, sesini kaybetmeyen bu Türk ozanı, tarikat kurucumuz olduğu kadar, ilk şairimiz sayılır. Gerçi şiirlerinin lirik olmadığı bilinmektedir. Yazdıklarına şiir dememek için, "Hikmet” denmiştir. Nitekim "Hikmet" adı altında toplanıp yayınlanmışsa da, bu şiirlerin Ahmet Yesevî'ye ait olduğu çok şüphelidir. Kendisinden sonra gelen müritleri, yazdıkları şiirleri şeyhlerine izafe etmişler ve böylece Hikmet adiyle bilinen divanı ortaya çıkarmışlardır. Fakat, Yesevîliği şiir vadisinde geliştiren çok büyük şairler çıkmıştır.Yunus Emre bun- ların en büyüklerindendir. Ahmet Yesevi sadece Yunus Emre'nin gelişine bir yol açmış olsaydı bile, şiir ve inanç dünyamıza büyük hizmette bulunmuş olurdu. TOPRAK ALTINDA . YAPTIĞI HÜCREDE ÖLDÜ Ahmet Yesevî, Hazreti Peygamber 63 yaşında dünyaya veda etti. Benim gibi onun aşıklarına dünya yüzü artık haramdır , demiş ve 63 yaşını doldurduğu yıl toprak altında yaptığı bir hücreye girmiş, orada son Hikmet'lerini yazarak hayata gözlerini yummuştur (1166) . Toprak altında söylediği rivayet edilen, —fakat Fuat Köprülü gibi bilim adamlarımızın şüpheli karşıladıkları— Hikmet'lerden birini günümüz Türkçesi ile aşağıya alıyoruz: "Kimi görsem, hizmet kılar, kul olurdum. Toprak gibi, yollarına yol olurdum. Aşıklarla yanar, söner, kül olurdum. Her derde derman olup girdim toprağa...” |
11-28-2006, 01:55 PM | #7 |
Forum Demirbaşı
Kayit Tarihi: Nov 2005
Nerden: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 43
Mesajlari: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Teşekkür Edilme: 2,624 Teşekkür Aldığı Konusu: 685
Üye No: 3332
Rep Power: 3895
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
Cinsiyet :
|
ALİ KUŞÇU ( 1400-1474 ) Ali Kuşçu, 1400 yılında Semerkant'ta doğdu. Babası, Uluğ Bey'in doğancıbaşısı Mehmet Beydir. Babasının bu görevinden ötürü, oğlu Ali'ye, 'Kuşçu" adı takılmıştır. Asıl adı, Alâettin Ali'dir, Ali Kuşçu olarak ün yapmıştır. XV. yüzyıl başlarında Buhara, Semerkant, Fergana çevresindeki medreseler, bütün dünyaya din ve bilim ünlüleri yetiştiriyor, dünyanın her tarafından gelen öğrencileri eğitip geliştiriyordu. Özellikle, matematik ve astronomide en büyük bilgi kaynağı haline gelmişti. Semerkant'daki rasathane, dünyanın en gelişmiş rasathanesi, bu rasathanede hizmet görenlerde, dünyanın en büyük bilim otoriteleri idi. Hatta Semerkant hükümdarı Uluğ Bey, büyük bir bilgindi, bu rasathanede bizzat çalışıyordu ve yazdığı "Zeyç" adlı kitap, aynı yüzyıl içinde Lâtince, Yunanca’ya çevrilmiş ve Avrupa üniversitelerinin ders kitabı olmuştu. KADI'ZADE RUMÎ ALİ KUŞÇU'NUN HOCALIĞINI YAPTI İşte Ali Kuşçu, böyle bir ortamda dünyaya geldi. Babasının, Uluğ Bey'in doğancıbaşısı olması, hükümdarlara tanışmasını kolaylaştırdı ve bilgin hükümdar, genç Ali Kuşçu'da gördüğü yeteneği iyi değerlendirerek onun eğitimi ile yakından ilgilendi. Ali Kuşçu'yu sarayına aldı, sohbetlerinde bulundurdu ve kendisine arkadaş muamelesi etti. O yıllarda Semerkant rasathanesinin başında, dünyanın tanınmış astronom ve metamatikçilerinden Bursalı Kadızade Rumî vardı. Hükümdarın isteği üzerine, bu ünlü bilgin, Ali Kuşçu'nun hocası olmuştur. Ayrıca, hükümdar ve bilgin Uluğ Bey de Ali Kuşçu'ya dersler veriyor, onunla ava çıkacak kadar yakınlık gösteriyordu. Fakat Ali Kuşçu'nun öğrenme hırsı sınırsızdı. Kendi memleketi dışında da öğrenecek birçok şeyler olduğuna inanıyor ve bunları da öğrenmenin çarelerini düşünüyordu. Uluğ Bey'e başvurup başka ülkelere gitmek, oradaki bilginlerden yararlanmak istediği söylese, belki hükümdar kendisine izin verir ve başka ülkelere gitmesini kolaylardı. Fakat Ali Kuşçu, kendisine izin verilmemesi halinde, Semerkant’tan ayrılamayacağını düşünerek, Uluğ Bey'e haber vermeksizin İran'a geçti. O yıllar, İran'ın en büyük bilim merkezi, Kirman'dı. Kirman'ın bilginleri ile tanıştı, dersler gördü ve öğrenimini tamamladı. Bu dönem içinde, ayın görüntüleri üstünde özel çalışmalar yaptı. Ay yüzünün yapısını inceledi ve "Risalei Hallü’l- Eşkâli Kamer" adlı bir eser vücuda getirdi. Bu ay yüzünün jeolojik yapısını inceleyen eser, o zamana kadar elde edilmiş bilgilere yeni katkılarda bulunuyordu. ELÇİ OLARAK FATİH'İN HUZURUNA ÇIKTI Semerkan’ta döndü ve kabahatini bildiği için, Uluğ Beyin huzuruna utanarak çıktı. Uluğ Bey, kendisini iyi karşıladı ve "Söyle bakalım" dedi, "Bize oralardan ne hediye getirdin?" Ali Kuşçu, hükümdara hazırladığı eserini sundu. Bilgin hükümdar, Ali Kuşçu'yu bağışladı ve yeniden Buhara Rasathanesi’ndeki çalışmalara başlamasına izin verdi. Buhara rasathanesinin çalışmalarını Bursalı Kadızade Rumî ile Giyasettin Cemşit yönetmekte idiler. Bu iki bilginin birbiri ardından ölümü üzerine, rasathane çalışmaları, Ali Kuşçu tarafından sürdürülmüştür. Bu dönemde bizzat hükümdarın yazdığı "Zeyc" adlı eserini Ali Kuşçu gözden geçirdi ve düzenledi. Buhara medresesinde de dersler verdi. Fakat Uluğ Bey'in öldürülmesi üzerine iç savaşların başlamasından sonra, Hacca gitmek bahanesi ile buradan ayrıldı ve Tebrize Uzun Hasan'ın hizmetine girdi. Uzun Hasan, Ali Kuşçu'ya büyük itibar göstermiş, sarayında misafir etmiştir. Hatta Osmanlılarla yapılacak barış konuşmaları için bir heyetle birlikte Ali Kuşçu'yu İstanbul'a gönderdi. Fatih Sultan Mehmet, gelen heyetin içinde Ali Kuşçu'nun bulunduğunu öğrenince, heyeti törenle karşıladı ve padişahın hiçbir elçiye göstermediği sevgi ve saygıyı kendisine gösterdi. Bu ilginin sebebini padişahtan öğrenmek isteyenlere Fatih, "Ali Kuşçu, Uzun Hasan'ın elçisi değil, bilginin güneşidir." demişti. Fatih, Ali Kuşçu'ya, İstanbul'da kalmasını teklif etti. Ali Kuşçu da Fatih'i çok sevmiş ve İstanbul'da kalmayı çok istemişti ama, elçilik görevini tamamlaması gerekti. Padişaha, görevini tamamladıktan sonra İstanbul'a geleceğini vaddetti ve sözünü tuttu. ASTRONOMİ BİLİMİNE BÜYÜK KATKILARI OLDU Ali Kuşçu, Ayasofya medresesinde matematik, kozmoğrafya ve geometri okutmuştur. Daha sonra, bir kurs açarak, riyaziye dersleri vermeye başladı. Fatih, Uzun Hasan üzerine sefere çıktığı zaman, yanına Ali Kuşçu'yu da almış ve "Otlukbeli" zaferinde onu da bulundurmuştur. Ali Kuşçu, bu sefer sırasında yazdığı "Risalet-i Fethiyye" adlı kitabını, zafer günü padişaha sunmuş ve Fatih'ten büyük iltifat görmüştür. 16 aralık 1474'de İstanbul'da öldü. Eyüp Sultan Türbesi civarına gömüldü. Ali Kuşçu, Osmanlı imparatorluğunun astronomi bilimini kuran bilginlerden biridir. Astronomi bilimine büyük katkıları olmuştur, dünyaca ünlüdür. |
11-28-2006, 01:55 PM | #8 |
Forum Demirbaşı
Kayit Tarihi: Nov 2005
Nerden: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 43
Mesajlari: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Teşekkür Edilme: 2,624 Teşekkür Aldığı Konusu: 685
Üye No: 3332
Rep Power: 3895
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
Cinsiyet :
|
ALİ ŞİR NEVAİ ( 1441- 1501 ) Türk dilinin Fars diline üstün olduğunu ispatlayan ilk bilim adamı... Çağın en ünlü şairi ve düşünürü... Ali Şir Nevaî, Türk bilim ve sanat hayatının temel taşlarından biridir. 9 Şubat 1441'de Herat'da doğdu. Babası, Uygur Türklerinin ünlü kişilerinden Kiçkine Bahşî'dir. Herat hükümdarı Hüseyin Baykara'nın çocukluk arkadaşıdır. Hemen bütün hayatını, Hüseyin Baykara'nın yanında geçirmiş, onun en mahrem dostu, arkadaşı olarak tanınmış ve bilinmiştir. Baykara kendisine "Süt Kardeş" diye hitap ederdi. Bir ara (1487-1488) Astarabat şehrinin valiliğini yapmışsa da, hemen Hüseyin Baykara'nın yanına dönmüş ve ömrünün sonuna kadar, bazı küçük geziler dışında, yanından ayrılmamıştır. Bazı emirlerin isyanlarını bastırmış, bu arada, kardeşi Derviş Ali'nin başkaldırmasını önlemiş, hanedan içindeki anlaşmazlıkları hallederek, Hüseyin Baykara'ya büyük hizmetlerde bulunmuştur. Baykara kendisine o derece ihtiyaç hissediyordu ki, 1499'da Hacca gitmesine bile izin vermemiştir. Bir yıl sonra, 1500 yılında, Astarabat seferinden dönen sultanı karşılamak için yola çıkarken, kalp krizine tutulmuş ve bütün ihtimama rağmen kurtarılamayarak hayata gözlerini yummuştur. Kendi yaptırdığı türbeye gömüldü. Matem merasimini, bizzat sultan, Ali Şir'in sarayında yönetti ve bütün beyler, ayakta hizmet görerek bu büyük insana son borçlarını ödemeye çalıştılar. TÜRK DİLİNİN GELİŞMESİNE ÇABA GÖSTERDİ Ali Şir Nevaî, zengin bir ailenin çocuğu olduğu için, devlet hizmetinde bulunduğu sürece hiç para almamış, kendi kesesinden yaşamış ve ülkede birçok cami, medrese, çeşme, han yaptırmıştır. Devlet hizmetlerinin dışındaki zamanını, Türk dilinin gelişmesi için çalışmalar yaparak geçirmiş ve Çağatay uygarlığının unutulmaz kişisi olmuştur. Farisî dilini ve edebiyatını çok iyi biliyor, bu dilde büyük ustalıkla şiirler yazıyordu. 64.000 bin mısradan kurulu Hamsa'sı, Fars geleneklerine göre yazılmış bir eseridir. Hamsa'da ahlâk ve tasavvufa ait hikâyeler ve sohbetler manzum olarak yazılmış, ayrıca, Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, İskender ve Behrem Gur hikayeleri işlenmiştir. BÜTÜN ŞİİRLERİNİ BİR DÎVAN DA TOPLADI Günümüze kadar gelen bir başka büyük eseri , 55.000 mısradan kurulu Türkçe Divanı'dır. İlk gençliğinden ölümüne yakın günlere kadar yazdığı bütün şiirler bu divana alınmış bulunuyor. Bundan başka bir de Farisî şiirlerini topladığı ayrı bir divanı vardır ki, 12.000 mısra hacmindedir. Bunların dışında, 7.000 mısralık Lisan al-Tayr, "Mecalis al nafa-is", mektuplar, sohbetler birçok eser bırakmıştır. Fakat en büyük hizmeti ve en büyük eseri, Türkçe'nin büyük bir dil olduğunu ispatlamak için yazdığı "Muhakemet-ül-Lugateyn"dir. İslâm ve İran fikirlerine büyük eğilimi olmakla beraber, o, yalnız kendi milletini ve dilini sevmiş, onu yüceltmek için çalışmış, böylece, tarihte oynadığı büyük rolün şuuruna varmış bir Türk’tür. Lisan al Tayr'da "Cihanda, Türk edebiyatının bayrağını kaldırmakla Türkleri, tek bir millet, tek bir toplum haline sokmuş olduğunu" iftihar ederek söylüyor. "Seddi İskender" adlı eserinde, kendisine boşluktan seslenildiğini ve şöyle dendiğini anlatır: "Sen, kılıçsız, yalnız kaleminle Türk ülkelerini, Türk milletinin kalbini feth edeceksin!.. Onları, bir tek millet yapacaksın!.. Türk iklimleri sana aittir. Sen bu milletin sahipkıranısın." ŞİİR, MUSİKİ, RESİM VE HATTATLIKLA UĞRAŞTI Ali Şir, çağına göre ileri bir tarih görüşü olan bir bilgindi. Cengiz İmparatorluğu’-nunun gelişmesini anlatan (Cihan Tarihi) Türk ırkının da tarihi sayılır. İlhanlılar ve Timurîleri ele alan "Zübdad el Tavarih" çok değerli bilgiler ve belgelerle doludur. Devlet adamı, şair olan Ali Şîr Nevaî, musikî, resim ve hattatlık ile de ilgilenmiştir. Güzel besteleri olduğunu Babürname'den, hattatlığı ve nakkaşlığını Amirî'nin Letaifname'sinden öğreniyoruz. Mir Muhammed Amin Buhari'nin musiki tarihi üzerinde yazdığı eserinde, Horasan'da ünlü "Yedi Bahr" adlı usulün, Ali Şir tarafından, kuş sesleri incelenerek vücuda getirilmiş olduğu birer birer sayılarak gösterilmiştir. Ali Şir'e izafe edilen besteler, bugün de Horasan Türkmenleri, Fergana ve Harzem Özbekleri,Taşkent, hatta Kuzey Kafkasya Türkleri arasında çalınıp söylenmektedir. Ali Şir Nevaî, devlet adamı idi, şairdi, bestekârdı, ressamdı, nakkaştı, fikir adamı idi a- ma, onun en büyük eseri "Muhakemat ül-Lügateyn" lügatların karşılaştırması adlı eseridir. Bu kitabında Türkçeyi, zamanının ve hatta günümüzün büyük dillerinden biri olan Farsça ile karşılaştırmış ve Türkçe'nin, Farsça’dan daha zengin bir dil olduğunu ortaya koymuştur. Günümüzün Türkçesi, Ali Şir Nevaî'ye çok şey borçludur. |
11-28-2006, 01:56 PM | #9 |
Forum Demirbaşı
Kayit Tarihi: Nov 2005
Nerden: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 43
Mesajlari: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Teşekkür Edilme: 2,624 Teşekkür Aldığı Konusu: 685
Üye No: 3332
Rep Power: 3895
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
Cinsiyet :
|
ALPASLAN (1029 – 1072 ) 20 Ocak 1029'da doğdu. Babası, Çağrı Bey'dir. Çağrı Bey, Büyük Selçuklu Devleti'nin kuruluşunda başrollerden birini oynamış bir komutandır. Horasan Valisi idi. Oğlu Alpaslan’n yetişmesine önem vermiş, çağın bilginlerinden ders görmesini sağlamış, atıcılık ve binicilikte eli tutulmaz, önüne geçilmez bir yiğit olarak yetişmesine dikkat etmiştir. Öldüğü zaman, Horasan Valiliği'ne oğlu Alpaslan geçti. Büyük Selçuklu Devleti Hükümdarı Tuğrul Bey, vâris bırakmadan 4 Eylül 1063'de ölünce, Veziri Kundurî; "Vasiyeti vardır", bahanesiyle devletin başına, Alpaslan'ın kardeşi Süleyman Bey'i geçirmek isteyince, ülkenin beyleri ayaklandılar ve başlarına Alpaslan'ın geçmesini istediler. BÜYÜK ORDUSU İLE TÜM DİRENİŞLERİ BASTIRDI Alpaslan, 27 Nisan 1064'de törenle tahta çıktığı zaman, 35 yaşında bir yiğit idi. Kundurî'yi azletti, yerine Nizamülmülk'ü vezir yaptı. Bazı beyler, direnecek oldular, bastırdı. Başkaldıran akrabalarını dize getirdi ve tek rakibi Kutalmış'ı bir savaşta yok etti. Devletine otorite, mülküne düzen getirdi ve ordularını Bizans üstüne yolladı, Azerbaycan'ı, Gürcistan'ı ele geçirdi. Bizans'ta telâş başlamıştı, imparatorluk tehlikede idi. Bizans imparatoru Romanos Diyojenes, bizzat ordusunun başına geçerek Alpaslan üzerine yürüdü. Ordusunun bir kısmını güvenlik için, Malatya'da bırakmıştı. İmparator, Palu önlerine geldiği zaman, felaket haberi erişti. Malatva'daki kuvvetleri, güneyden sarkan Türk kuvvetleri tarafından yok edilmişti.Bu durumda savaşamazdı. İster istemez geri döndü. Alpaslan, Van Gölü'nü dönerek Malazgirt önlerine geldi. Malazgirt düştü. Oradan Diyarbakır'a geçti. O yıllarda Mısır kaynaşıyordu. İktidarı ele geçirmek isteyen emirler, muradlarına eremeyince, Alpaslan'ı Mısır'ı almaya teşvik ettiler. Alpaslan, Mısır topraklarına sarktı. Urfa'yı kuşattı ve ele geçirdi. Büyük saldırıya geçebilmek için ordularını Halep'te topladı. Bizans, olayları dikkatle izliyordu. Alpaslan'ın Mısır'a yönelmesi, Romanos Diyojenes'i ümitlendirdi. Alpaslan, Mısır'da oyalanırken, o, Doğu Anadolu'yu tekrar buyruğu altına alabilir, Azerbaycan'ı ele geçirebilir, hatta İran'a kadar rahatlıkla sarkabilirdi. Sonra yorgun Türk ordusunu yenecek ve onları bir daha Anadolu'ya ayak bastırmayacak bir anlaşma imzalatacaktı. Büyük bir ordu topladı. Ordunun miktarı üzerinde tarihçiler arasında ittifak yoktur. Ancak 200.000 kişilik bir ordu olduğu ve bunun yüz bininin yaya, yüz binin atlı bulunduğu söylenebilir. İstanbul'dan, ordusunun başında çıkarken, "Size zaferler getireceğim. Bizans ordusunun karşısına Türkler çıkmaya bile cesaret edemeyeceklerdir" diyordu. Gerçekten, geçtiği yerlerdeki ufak tefek direnişleri silindir gibi eziyor, evvelce Bizans'a ihanet eden toplulukları cezalandırıyordu. Sivas'tan geçerken, on binlerce Ermeni'yi, çoluk çocuğa kadar kılıçtan geçirdi. Erzurum, Eleşkirt üzerinden Malazgirt'e geldi. BİZANS İMPARATORU ANLAŞMA TEKLİFLERİNİ REDDETTİ Alpaslan, Halep'te olup bitenleri öğrenince, ordusunun bir bölümünü, Suriye'de fetihlerin sürdürülmesi için bıraktı, ana kuvvetleri toplayarak kuzeye doğru tırmanmaya başladı. Malazgirt'e geldi, iki ordu karşılaştılar. Bizans imparatoru, zaferi avucunda bildiği için, anlaşma tekliflerini reddetmişti. Bizans ordusu 200.000, Türk ordusu dörtte hatta beşte biri bile değildi. 26 Ağustos 1071 sabahı, namazdan sonra Alpaslan ordusunun karşısına, tepeden tırnağa beyazlar giyinmiş olarak çıktı. "Kimin gönlü gitmekteyse, gitsin! Kim, şehadet şerbetini içene kadar dövüşmek isterse kalsın! Ben sizin aranızda sizlerden biri olarak elde kılıç dövüşeceğim! Ya zafer nasip olacak, ya şehadet şerbeti gönlümün ateşini söndürecek!.. Gidene gönül komam, kalana teşekkür etmem!. İşte aslanlarım, yiğitin günü geldi" diyordu. BİZANS ORDULARI BÜYÜK BOZGUNA UĞRADI Tarihin en büyük savaşlarından biri başladı. "Mübalağa cenk olundu". Alpaslan, ordusunu ay biçimi mevzilemiş, sağ ve sol cenahları kuvvetli tutmuş, kendisinin bulunduğu merkezi zayıf bırakmıştı. Bizans ordusu, Sultan'ın bulunduğu merkezi dayanıksız görünce, yüklendi. Alpaslan savaşarak geri çekiliyor, sağ ve sol kanatlarını Bizans ordularının gerisine doğru sarkıtıyordu. Birden hücum emrini verdi. Alpaslan'ın bulunduğu merkez kuvvetleri direnirken, sağ ve sol kanatlar kapanmış, Bizans ordusu çember içine düşmüştü. Bayraklarını, imparatorlarını bile geri çekmeyi başaramadan yenildiler. Alpaslan, esir Bizans imparatoruna saygı gösterdi, karşısına oturttu ve barış tekliflerini neden reddettiğini sordu. Romanos: - Orduma güveniyordum, dedi, Anadolu bugüne kadar böyle bir ordu görmemiştir. Onun için barış yapmak istemedim. - Sen yenmiş olsaydın, bana ne yapardın?.. - Kamçılatırdım... - Sana ne yapacağımı umuyorsun?.. - Belki öldürürsünüz, belki kafese koyup adi bir esir gibi dolaştırırsınız. Ve... kim bilir, belki de bağışlarsınız!.. - Bana bu zaferi gösteren Tanrı'ma şükran için, her şeyi yaparım. Bizans İmparatorunun hayatını fidye karşılığı bağışladı. Artık Anadolu, istilâ edilmiş bir ülke değil, Türklerin ana vatanı olmuştu. Bir yıl sonra, bir kale komutanına, hatasından dolayı ceza verdi. Buna öfkelenen kale komutanı Alpaslan’ı bıçağı ile yaraladı ve Türklerin bu büyük komutanı, başbuğu birkaç gün içinde öldü (1072). |
11-28-2006, 01:56 PM | #10 |
Forum Demirbaşı
Kayit Tarihi: Nov 2005
Nerden: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 43
Mesajlari: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Teşekkür Edilme: 2,624 Teşekkür Aldığı Konusu: 685
Üye No: 3332
Rep Power: 3895
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
Cinsiyet :
|
AŞIK VEYSEL ( 1894-1973 ) Anası Gülizar, bir güz günü, köy dolaylarındaki Ayıpmar merasına koyun sağmaya gittiğinde, oracıkta bir yol üstünde doğurmuş Veysel'i... Göbeğini de kendi eli ile kesmiş, yaman kadınmış Gülizar Ana, bebesini bir çaputa sarıp yürüye yürüye köye gelmiş... Babası Ahmet, bebeğin adını Veysei koymuş. Yıllar geçmiş aradan, büyümüş, konuşmuş, yürümüş Veysel çocuk, böylece yedi yaşına varmış. O yıl, bir çiçek hastalığı salgını olmuş Sivas'ta. Küçük Veysel de yakalanmış. Sol gözünden "çiçeğin beyi" çıkmış, kendi deyimiyle... Göz akıp gitmiş. Sağ gözüne de perde inmiş önceleri. Yalnız ışığı seçebiliyormuş bu gözüyle... Babasına: "Çocuğu, Akdağmade-ni'ne götür, orada bu gözü açacak bir doktor var" demişler, sevinmiş Ahmet Emmi... 7-8 YAŞLARINDA İKİ GÖZÜNÜ DE KAYBETTİ Gel gör ki talihsizlik yine yakasını bırakmamış Veysel'in... Bir gün inek sağarken babası yanına gelmiş. Veysel ansızın dönüverince, babasının elinde bulunan bir değneğin ucu öteki gözüne girivermesin mi? Göz de akıp gitmiş böylece... Veyselin, Muharrem adında bir ağabeysi, Elif adında bir kız kardeşi varmış. Hepsi çok üzülmüşler. Veysel'in kötü kaderine... Babası, meraklı adammış... Halk ozanlarının şiirler okuyup ezberleterek avutmaya çalmış oğlunu. Sivas'ın köyleri, saz şairleri ile Onlar da arasıra gelip Ahmet Emmi'nin uğrarlarmış. Veysel, ilgi ile dinlermiş çalıp söylediklerini. Babası oğlunun hevesini görünce bir saz alıp vermiş ona. ilk saz derslerini, babasının arkadaşı olan Çamsıhlı Ali Ağa'dan almış... Ve gitgide kendini iyice saza vermiş Veysel... Ünlü halk ozanlarının şiirlerini çalıp söylemiş bir zaman... ASIK VEYSEL'DE AHMET KUTSİ'NIN AYRI BİR YERİ VARDIR Yirmi beş yaşındayken, (1919) anası-babası (Veyseli Esma adında bir kızla evermişler ve kısa bir süre sonra ikisi de göç etmiş bu dünyadan (1921)... Acı üstüne acı gelmiş ama, bitmemiş talihin kötü oyunu, ikinci çocuğu 10 günlükken, *******n memesi ağzına tıkanarak ölmüş, ardın da karısı, yanaşmalarıyle evden kaçmış. Bu olay, çok koymuş Veysel'e... Daha dertli olmuş ve iyice içine kapanmış. Karısı, koyup gittiğinde, bir kızı varmış Veysel'in, daha bir yaşını bile bitirmemiş. İki yıl boyunca kucağında gezdirmiş Veysel, ne çare o da yaşamamış. Bu sıralar, Veysel'i yeniden evermişler. Şimdiki karısı, yedi çocuk vermiş Aşığa... Biri ölmüş, iki oğlan, dört kız, altısı sağ... Onlar da 18 torun vermişler Veysel'e. Aşık Veysel, cumhuriyetin 10. yıl dönümüne raslayan 1933 yılına kadar başka ozanların şiirlerini çalıp söylemiş. Kendi deyişlerini söylemekten utanır, çekinirmiş. O yıllarda tanınmış şairlerimizden Ahmet Kutsi Tecer tamnruş Veysel'i. Onun ışık tutuculuğu ile Veysel'in şiirleri aydınlığa kavuşmuş. Veysel'in gün ışığına çıkan ilk şiiri, Gazi Mustafa Kemal Paşa için söylediği. 'Türkiye'nin ihyası Hazret! Gazi"mısra ile başlayan şiirdir. Bundan sonra, bütün yazdıklarını çalıp söyler olmuş... Veysel, 1933 yılma kadar, köyünden dışarı hemen hemen hiç çıkmadığı halde, bundan sonra bütün yurdu dolaşmış, yurdunun çeşitli şehirleriyle, kasabalarını köylerini tanımıştır. Halk ozanlarından en çok Karaocaoğlan'ı, Yunus'u, Emrah'ı, Dertli'yi sever. Çağımız ozanlarından Ahmet Kutsi Tecer'in ayrı bir yeri vardır Veysel'de. Onun aracılığı ile bir süre köy enstitülerinde saz öğretmenliği de yapmış. Sırasıyla, Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli, Akpınar köy enstitülerinde bulunmuş. 1952 yılında İstanbul'da büyük bir jübilesi yapılan Aşık Veysel'e, 1965 yılında T.B.M.M. tarafından "Anadilimize ve millî birliğimize yaptığı hizmetlerden dolayı" özel bir kanunla vatanî hizmet tertibinde aylık bağlamıştır. ŞİİRLERİNDE TOPLUM TEMALARINI, ÖLÜMÜ VE AŞKI İŞLEDİ Aşık Veysel, Sivrialan köyündeki bahçesinde ilk ağaç eken, fidan yetiştiren köylüdür. Aşıkların harman olduğu bölgesinde, hepsinden ayrı hepsinden özlü bir sesle sazına yumulmuş ve ölünceye kadar birbirinden güzel ve üstün şiirleri vermiştir: Güzelliğin on par-etmez Bu bendeki aşk olmasa. Eğlenecek yer bulamam Gönlündeki köşk olmasa Kim okurdu, kim yazardı. Bu düğümü kim çözerdi. Koyun kurt ile gezerdi. Fikir başka başka-olmasa. Şiirlerinde aşk, ölüm ve toplum temalarını işledi. Samimiyeti fikirle bağdaştırmasını bilmiş seyrek saz şairlerinden biridir. Şiirlerinde, bir yandan Yunus'un, bir yandan Karacaoğlan'ın gölgeleri fark edilir. 1973'de köyünde öldü. "Dost, dost diye nicesine sarıldım Benim sadık yârim kara topraktır. Beyhude dolandım, boşa yoruldum Benim sadık yârim kara topraktır. Karnın yardım kazma ilen bel ilen Yüzün yırttım, tınağınan el ilen Yine beni karşıladı gül ilen |
Bu Konudaki Online üyeler: 3 (Üye Sayisi : 0 Ziyaretçi Sayisi : 3) | |
|
|
Benzer Konular | ||||
Konu | Konu Baslangic | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Tarihte Ve Günümüzde Türk-Yunan Mücadelesi | ÇaKıR- | Eskiler (Arşiv) | 0 | 04-22-2008 02:16 AM |
12 Dev Adam üç büyükleri solluyor | Shekil | Eskiler (Arşiv) | 1 | 08-21-2007 10:11 AM |
Türk Büyükleri... | M@D_VIPer | Tarih | 35 | 05-11-2007 12:48 AM |
Tarihte Kurulan 16 Büyük Türk Devleti | KaPGaN | Tarih | 16 | 04-21-2007 12:19 AM |