![]() |
OĞULLARI ÖLEN ANALARA TÜRKÜ
Onlar ölmediler yok, Ateş fitilleri gibi: Dimdik ayakta, Barut ortasındalar! Karıştı, bakır tenli Çayır çimene, Karıştı, O canım hayalleri: Zırhlı bir rüzgâr, Perdesi gibi; Bir set gibi: Kızgın çehreli, Göğüs gibi: Göğün görünmez göğsü gibi! Analar, onlar ayakta Buğday içindeler, onlar, Yücelerden yüce dururlar: Dünyayı doruktan seyreden, Bir öğle güneşi gibi. Bir çan darbeleri gibi, Onlar. Ölmüş gövdeler arasında, Zaferi çekiçleyen bir ses gibi Onlar, Kara bir ses gibi. Ey canevinden vurulmuş, Toz duman olmuş bacılar! İnanın oğullarınıza. Kök oldu onlar, Sade kök: Kan suratlı, Taşlar altında. Karışmadı toprağa, Dağılmış kemikçikleri. Ağızları ısırır hala, Kuru barutu; Ve demir bir okyanus gibi, Titreşirler hâlâ. Ben ölmedim, der, Yumrukları; Yukarı kalkık yumrukları, Daha. Bunca yere düşmüşlerden, Yenilmez bir hayat doğar: Bir tek beden olur, Analar, bayraklar, çocuklar, Hayat gibi canlı tek bir beden; Bir yüz bekler karanlıkları, Ölü gözleriyle, Kılıcı dopdolu, Dünya ümitlerinden. Dursun, Dursun yas esvaplarınız. Yığın derleyin, Gözyaşlarınızı; Bir metal oluncaya kadar: Bununla vuracağız, Gündüz gece; Bununla çiğneyeceğiz, Gündüz gece; Bununla tüküreceğiz Gündüz gece Kin kapılarını, Kırıncaya kadar. Oğullarınızı bilirdim, Unutmadım acılarınızı. Ölümleriyle nasıl kıvandıysam, Hayatlarıyla da öyleyimdir. Onların gülüşleridir: Karanlık atölyeleri ışıtan. Her gün metroda, yanıbaşımda: Onların ayak sesleridir, Çın çın. Akdeniz portakallarında, Güney ağları içinde; Yapılarda, Basımevi mürekkeplerinde; Kalplerini tutuşur gördüm onların, Güçle, yangınla. Ben de sizler gibiyim, analar. Benim kalbim de yas dolu, ölüm dolu. Gülüşlerinizi öldüren kanla, Serpilip gelişmiş; Bir orman gibidir kalbim. Günlerin kahredici yalnızlığı, Uyanışın sisli öfkeleri Girmiştir içine. Susamış sırtlanları, Bitip tükenmez ürmeleriyle Afrika'dan gürleyen hayvan sesini; Öfkeyi, iniltileri, hoş görmeleri, Bırakın, bir yana bırakın. Ölümün ve tasanın Çemberinden geçmiş analar, Doğan ulu günün ortasına bakın: Bu topraktan güler ölüleriniz. Kalkık yumrukları titrer, Buğdayın üstünde, Bilesiniz. |
SON
Bu sözcükleri kanımla yarattım, evet, acılarımla yarattım bu sözcükleri! Anlıyorum sizi dostlar, her şeyi anlıyorum. Benim olmayan sözcükler girdi araya, anlıyorum sizi dostlar! Havalanmak istiyormuşum gibi kuşların kanatları, bütün kanatlar imdadıma yetişti, işte benim olmayan bu sözcükler ruhumun bu karanlık esrikliğini kurtarmaya geldi. Şafak, sıkıntı düğümlerini boğazımda hiç bu kadar sıkmadı sanki. Yine de kanımla yarattım, evet, acılarımla bu sözcükleri. Yarattım onları! Neşe için sözcükler yarattım alev alev bir taçken yüreğim; çivileyen acının sözcüklerini, sizi kemiren içgüdüleri, tehdit eden atılımları, sonsuz istekleri, açı kaygıları, ak şemsiye çiçekleriyle dolu kırmızı bir toprak gibi çiçeklenen ömrümü örten aşk sözcüklerini. İçimden taşıyorlardı. Hep taşmışlardır. Çocuk, acım çığlıktır ve sevincimdir sessizliğim. Daha sonra unuttular gözler herkesin yüreğinin rüzgarıyla süpürülen gözyaşlarını. Şimdi söyleyin bana dostlar nereye saklandığını hıçkırıkların bu buruk öfkesinin. Dostlar, nereye saklandığını sessizliğin, hiçbir kulak, hiçbir bakış kendisini suçüstü yakalamasın diye. Sözcükler geldi ve bir şafak gibi bastırılamaz yüreğim parçalandı onlar arasında, asılarak uçuşlarına, sürüklenip, çekilip kahramanca kaçışlarında, terkedilmiş ve çılgın ve onlar altında unutulmuş yüreğim ölü bir kuş gibi, kanatlarının gölgesinde. |
SONSUZ İNSANIN GİRİŞİMİ
(...) ve işte evim ormanlar kokularıyla dolduruyorlar yine arabayla taşındığı bu yerden parçaladım yüreğimi ayna gibi geçip gitmek için içimden işte yüksek pencere ve ağaç bedenlerini düşüren balta olandan kalan kapılar rüzgar kalaslara astı belki derin ağırlığı kendisini unuttuğunda dans ediyordu gece ağlarında hıçkırarak uyanıyordu çocuk anlatmıyorum mutsuz sözcüklerle söylüyorum alacakaranlığı dilimliyor yine yapı iskeleleri ve camlar ardında yağdanlığın alevi bakmak içinde gökten yana gece düşüyordu cam taçyapraklar olarak fırtınaya götüren yolu izledin sen ne istiyordun ne koyuyordun ölürken sık sık sık sık bütün nesneler çıkıyor büyük bir sessizliğe doğru ve o güvertesinde eğilmiş umutsuzdu acılı bir çiçeği tutuyordun taçyaprakları arasında dönüyordu günler yenik pilot papatyalar yenik gölge terk etmiş karıştırıyordun son sınırların metalini orada bekliyordu saatin yine de şafak yükseldi toprağın kadranları üzerinde günler birdenbire tırmandılar yıllara işte yürüyen yüreğin bitkinsin olmayan mevsimi uğurlayan kuşları tutuyorsun yanında kabul ediyorum gğü bakıyorum en derinine düşünüyorum belirsizlikle oturmuş da bu kıyıya ey sular ve kağıtlarla dokunmuş gök kendi kendime konuşmaya başladım alçak sesle gitmemeye kararlı köklerimin terlemesiyle sürüklenerek kıpırtısız bu mavi dillere aç gemi gibi titriyordun balıklar izlemeye başladılar seni bu susuzluk anını büyüklükle şarkıya dökmekti isteğin şarkı söylemek istiyordun oturmuş odana şarkı söylemek istiyordun o gün ama bir çanda gibi soğuktu hava yüreğinde sayıklayan bir halat bozacaktı soğuğunu bacağım uyuştu bu pozisyonda şarkı söyleyerek konuştum onunla yüreğim bana ait gökyüzü sesli damlaydı ve büyük sessizliğe düşüyordu kulak kabartıyorum ve zaman okaliptüs gibi şarkı söylüyor kendinden geçmiş şurda burda ıslık çalan bir hırsızı barındırarak vadilerin sınırlarında durdurdum atımı ürkmüş kaygılı kıpırtısız işemeden o anda yemin ederim ey göğün zayıflığında capcanlı sepetin hoşnut balıkçı gibi gelen gece kimden satın aldım o gece benim olan yalnızlığı rüzgara ayağına çabuk olmayı emir veren tamamlanmamış yapraklar içinde soğuk çiçeğine fırtına diyorsan bana ve yankılanıyorsan uzaktan bir tren gibi ayaklarımın dibine düşmüş sana kan uyurgezeri diyen hüzünlü dalga gidiyordun bazen şafağı aramaya tanıyordum seni ama uzakta açıkta gözlerine eğilip yitik gemi demirini arıyorum işte senin tuttuğun sedef kollarında açmış bitirmek için daha ileriye gitmeyi bırakmak için övüyorum seni bunun için yüreğimi izleyen tersine kaldırarak gözleri seni geri dönüş belirtilerinde arıyorum ormanların sessizliğinde gibi uyuyan kuşlarla dolusun kırgın zambak ağır taçyaprak başka yerlere bakıyorsun seninle konuştuğumda acı benimsin kadınımsın öylesine uzak sıklaştır adımlarını sıklaştır ve yak ateşböceklerini (...) geri ver bana büyük gülü gittiğim şeyleri eşit düşündüğüm bu dünyaya taşınan susuzluğu gece önemli ve hüzünlü ve burada şikayetim uzun suların gemicisi birdenbire bir martı şakaklarında büyüdüğünde yüreğim daha bir güzelleşir gri ayağınla damganı vur bana uzaklıkla dolu acı okyanus kıyısındaki yolculuğun ya da bekle beni bir menekşe gibi uyanır sis sevgili gecede ağacına bir çocuk tırmanır meyvelerini çalmaya ve kertenkeleler fışkırır ağır yeleğinden o zaman gün atlar arısının üstünden ayaktayım ışıkta nasılsa öğle zamanı toprakta her şeyi sevecenlikle anlatmak istiyorum işte sen kötü mevsimlerin nöbetçisi kaygılı balıkçı bırak beni süsleyeyim örneğin meyvelerden tatlı bir kemerle hüznünü bekle beni gittiğim yerde ah iniyor gece yemek okyanusun gemici türküleri ve bekle beni sana ilerleyerek bir çığlık gibi geride kalarak bir iz gibi oh bekle beni bu son gölgeye oturmuş ya da yine ondan sonra |
UMUTSUZ BİR ŞARKI
Çıkıp geliyor hayalin beni saran geceden. Denize karıştırıyor inatçı yakınışını ırmak. Terk edilmiş, gün batımındaki rıhtımlar gibi. Ayrılık saati bu, ey terk edilmiş! Yağıyor yüreğime soğuk taç yaprakları. Ey yıkıntı uçurumu, vahşi mağarası kaza geçirenlerin. Sende toplanır savaşlar ve uçuşlar. Yükselir senden şarkı kuşlarının kanatları. Bir uzaklık gibi yuttun her şeyi. Deniz gibi, zaman gibi sende battı her şey! Saldırı ve öpüşün mutlu saatiydi o. Deniz feneri gibi parıldayan o esrime saati. Uçuş korkusu, kör dalgıç öfkesi, çalkantılı esrikliği aşkın, sende battı her şey! Kanatlandı, yaralandı ruhum pusun çocukluğunda. Kayıp keşif, sende battı her şey! Sarıp sarmaladın acıyı, tutunuyorsun arzuya, kendinden geçmişsin üzüntüyle, sende battı her şey! İttim gölge duvarını geriye, arzu ve eylemin ötesine, yürüdüm gittim. Ah, ten, benim tenim, sevip yitirdiğim kadın, seni çağırıyorum yaslı saatte, sana adıyorum şarkımı. İçine aldın sonsuz sevecenliği bir fanus gibi ve tuz buz etti seni sonsuz unutuluş. Oradaydı adaların kara yalnızlığı, orada sevda kadını, sardı kolların beni. Susuzluk ve açlık vardı, meyveydin sen. Acı ve yıkıntı vardı, mucizeydin sen. Ah kadın, bilmem nasıl erittin beni ruhumun toprağında, kollarının arasında! Ne korkunç ve ne kısa oldu sana olan tutkum! Ne zorlu ve ne esrik, ne gergin ve ne aç. Öpücükler mezarlığı, sönmedi hâlâ yangını mezarlarının yanar hâlâ kuşların gagaladığı verimli dalların. Ey ısırılmış ağız, ey öpülmüş organlar, ey aç dişler, ey sarmalanan bedenler. Ey umut ve çabanın çılgın bağlanışı, içinde kaynaşıp umutsuzlandığımız. Ve sevecenlik, su ve toz kadar hafif, başlar sözcük belli belirsiz dudaklar arasında. Yazgımdı bu içinde geçti özlem yolculuğum ve orada yıkıldı özlemim, sende battı her şey! Ey yıkıntı uçurumu, içine düştü her şey, çekmediğin hangi üzüntü kaldı, hangi dalgalar kaldı seni yutmayan. Yine de seslendin, şarkı söyledin dalgalardan dalgalara. Dikilip bir gemici gibi pruvasında geminin. Çiçek açarsın şarkılarla hâlâ, hâlâ kırılırsın akıntılarda. Ey yıkıntı uçurumu, açık ve acı kuyu. Solgun kör dalgıç, derinliklerin bahtsızı, kayıp kaşif, sende battı her şey! Ayrılık saati bu, hoyrat, bu gibi saat. Gecenin tüm zaman çizelgelerine işaretlendiği an. Sarar kıyıyı hışırdayan kuşağı denizin. Yükselir soğuk yıldızlar, göç eder kara kuşlar. Terk edilmiş, günbatımındaki rıhtımlar gibi. Titrek bir gölge kaldı ellerimde oynaşan. Ah, her şeyden uzak. Her şeyden uzak. Ayrılık saati bu. Ey terk edilmiş! |
UNUTMAK YOK
Bunca zamandır nerede olduğumu soracak olursan "Oldu bir şeyler" demeliyim oturmalıyım bir taşa kararan dünyada, kendini yemiş bitirmiş bir nehirde. Korumasını bilmiyorum yitirdiklerini kuşların Geride bıraktığım denizi ya da çığlığını kızkardeşimin. Nedir bu toprağın zenginliği? Gün neden günle kapanıyor? Neden karanlık gece çalkalanıyor ağzımda? Ve ölüm neden? Nereden geldiğimi sormayacak mısın? Anlatayım sana; Kırık şeyleri Acılı kapları Sık sık tozlanan koca sığırları ve tutulu kalbimi. Bunlar ne belleğimizde uyanan sarı güvercinler, ne de anılardır kuşaktan kuşağa akan. Ağlayan yüzlerdir bunlar, Parmaklardır gırtlağımızdaki, ve toprağa düşen yapraklardır. Yiten günün karanlığıdır. Yeşertir kaleleri hüzünlü kanımızdaki. İşte menekşeler ve işte kırlangıçlar, Sevdiğim her şey Tatlı mesajlar veren günbegün açıkta zaman tatlılığı artan. Kaçamayız biz; Dişlerimizin arasından: Neden kemiriyor boşa giden zaman sessizlik kabuğunu? Ne yanıt vereceğimi bilmiyorum. O kadar çok ki ölümüz Ve o kadar çok ki kızıl güneş önünde setler Ve o kadar çok ki çarpık kabuklu başlar Ve o kadar çok ki öpücüklerimizi engelleyenler Ve o kadar çok ki unutmak istediklerim. |
İNANDIM ÖLECEĞİME
Çıkıp geliyor hayalin beni saran geceden. Denize karıştırıyor inatçı yakınışını ırmak. Terk edilmiş, gün batımındaki rıhtımlar gibi. Ayrılık saati bu, ey terk edilmiş! Yağıyor yüreğime soğuk taç yaprakları. Ey yıkıntı uçurumu, vahşi mağarası kaza geçirenlerin. Sende toplanır savaşlar ve uçuşlar. Yükselir senden şarkı kuşlarının kanatları. Bir uzaklık gibi yuttun her şeyi. Deniz gibi, zaman gibi sende battı her şey! Saldırı ve öpüşün mutlu saatiydi o. Deniz feneri gibi parıldayan o esrime saati. Uçuş korkusu, kör dalgıç öfkesi, çalkantılı esrikliği aşkın, sende battı her şey! Kanatlandı, yaralandı ruhum pusun çocukluğunda. Kayıp keşif, sende battı her şey! Sarıp sarmaladın acıyı, tutunuyorsun arzuya, kendinden geçmişsin üzüntüyle, sende battı her şey! İttim gölge duvarını geriye, arzu ve eylemin ötesine, yürüdüm gittim. Ah, ten, benim tenim, sevip yitirdiğim kadın, seni çağırıyorum yaslı saatte, sana adıyorum şarkımı. İçine aldın sonsuz sevecenliği bir fanus gibi ve tuz buz etti seni sonsuz unutuluş. Oradaydı adaların kara yalnızlığı, orada sevda kadını, sardı kolların beni. Susuzluk ve açlık vardı, meyveydin sen. Acı ve yıkıntı vardı, mucizeydin sen. Ah kadın, bilmem nasıl erittin beni ruhumun toprağında, kollarının arasında! Ne korkunç ve ne kısa oldu sana olan tutkum! Ne zorlu ve ne esrik, ne gergin ve ne aç. Öpücükler mezarlığı, sönmedi hâlâ yangını mezarlarının yanar hâlâ kuşların gagaladığı verimli dalların. Ey ısırılmış ağız, ey öpülmüş organlar, ey aç dişler, ey sarmalanan bedenler. Ey umut ve çabanın çılgın bağlanışı, içinde kaynaşıp umutsuzlandığımız. Ve sevecenlik, su ve toz kadar hafif, başlar sözcük belli belirsiz dudaklar arasında. Yazgımdı bu içinde geçti özlem yolculuğum ve orada yıkıldı özlemim, sende battı her şey! Ey yıkıntı uçurumu, içine düştü her şey, çekmediğin hangi üzüntü kaldı, hangi dalgalar kaldı seni yutmayan. Yine de seslendin, şarkı söyledin dalgalardan dalgalara. Dikilip bir gemici gibi pruvasında geminin. Çiçek açarsın şarkılarla hâlâ, hâlâ kırılırsın akıntılarda. Ey yıkıntı uçurumu, açık ve acı kuyu. Solgun kör dalgıç, derinliklerin bahtsızı, kayıp kaşif, sende battı her şey! Ayrılık saati bu, hoyrat, bu gibi saat. Gecenin tüm zaman çizelgelerine işaretlendiği an. Sarar kıyıyı hışırdayan kuşağı denizin. Yükselir soğuk yıldızlar, göç eder kara kuşlar. Terk edilmiş, günbatımındaki rıhtımlar gibi. Titrek bir gölge kaldı ellerimde oynaşan. Ah, her şeyden uzak. Her şeyden uzak. Ayrılık saati bu. Ey terk edilmiş! |
YİRMİ AŞK ŞİİRİ VE UMUTSUZ BİR ŞARKI
III Çamların çokluğu, dalgaların kırılmış uğultusu, yalnızlık çanı ve ışıkların usul oyunu, bebek gözlerine düşen alacakaranlık, yeryüzü kabuğu, sende söyler şarkısını toprak! Sende şarkı söyler ırmaklar ve üstünde ruhum arzuladığın gibi ve istediğin yere doğru. Yol çiz ki bana umut yayının üstünde bir ok salvosu atayım sayıklamayla. Sis kemerini görüyorum çevremde, peşine sessizliğinin düştüğü izlenen saatlerimi, sana, saydam taş kollarına demir atmıştır öpücüklerim nemli arzumun yuvasında. Ah! yankılanan ve ölerek düşen akşamda aşkın rengini soldurduğu ve katladığı gizem sesin! Böyle gördüm karanlık saatte tarlalarda rüzgarın ağzı altında eğildiklerini başakların. V Beni duyman için sözcüklerim bazen azalır plajdaki martı izleri gibi. Bilezik, esrik çıngırak yumuşak ellerinin üzümü için. Sözcüklerime bakarım ve uzakta görürüm onları. Benden çok senindir onlar. Eski acıma sarmaşık gibi tırmanırlar. Nemli duvara tırmanırlar. Ve bu kanlı oyunun tek suçlusu sensin. Karanlık yuvamdan kaçıyorlar. Ve sen her şeyi dolduruyorsun, her şey seninle dolu. Yerleştiğin boşluğu dolduranlar onlardır, hüznüm senden daha çok onlara tanıdık. Burada sana söylemek istediğimi söyleyecekler, duy onları beni duymanı istediğim gibi. Her zamanki gibi, sıkıntılı bir rüzgar sürüklüyor onları yine ve bazen düşlerin kasırgası deviriyor. Acılı sesimde başka sesleri duyuyorsun. Eski dudakların ağlamaları, eski af dilekçesi kanı. Sevgilim, sev beni. Burada kal. İzle beni. Sevgilim, izle beni, sıkıntı dalgası üstünde. Yine de sözcüklerim aşkının rengini alıyor. Ve sen her şeyi dolduruyorsun, her şey seninle dolu. Bütün bu sözcüklerden sonsuz bir bilezik yapıyorum üzüm gibi ak ve yumuşak ellerin için. VIII Sen, ruhumda vızıldayan, balla esrik, ak arı bükülüyorsun usulca bukle bukle yükselen duman gibi. Umutsuzum, söz yankısız, her şeye sahip olan, her şeyi yitirenim. Sende çatırdıyor son palamar, son kaygım. Çölümdeki son gülsün. Ah suskun kız! Kapat derin gözlerini. Gece uçuyor orada. Ah! soy korkulu heykel bedenini. Gecenin kanat çırptığı derin gözlerin var. Ve taze çiçek kolları ve bir gül bezek. Ve göğüslerin ak salyangozlar gibi. Bir gece kelebeği uyuyor konmuş da göbeğinin üstüne. Ah suskun kız! Ve işte yalnızlık ve sen yoksun. Yağmur yağıyor. Deniz rüzgarı kovuyor aylak martıları. Islak yollarda ayakları çıplak yürüyor su. Ve ağacın yaprağı yakınıyor bir hasta gibi. Ak arı, yoksun, bende sürüyor vızıldaman. Zamanda yaşıyorsun, ince ve suskun. Ah suskun kız! X Yine yitirdik o alacakaranlığı. Ve kimse görmedi bizi o akşam el eleyken. mavi gece dünyaya inerken. Penceremden gördüm uzak kıyılarda batan güneşin bayramını. Bazen, bir madalya gibi bir güneş parçası yanardı ellerimde. Ve seni anımsardım yüreğim daralarak tanıdığın hüzünle hüzünlü. Neredeydin o zaman sen? Ve hangi insanlarlaydın? Neler konuşuyordun? Neden gelir ki birden bütün aşk hüzünlüyken ve seni uzak tanırken? Hep alacakaranlıkta alınan kitap düştü, pelerinim, o yaralı köpek, ayaklarımın dibine yığıldı. Hep zaklaşıyorsun ve hep akşam gecenin heykelleri silerek alelacele geldiği saatlerde. XIV Günlük oyuncağın dünyanın aydınlığıdır. Suyun ve çiçeğin üzerine gelmiş ince ziyaretçi. Ellerimin arasında her gün, bir salkım gibi sıktığım bu küçük yüzün beyazlığını bıraktın. Ve o zamandan beri, sevgilim, benzerin yok. bırak uzanayım sarı çiçek taçlarının üstüne. Kim yazdı adını güney yıldızlarının bağrına duman harflerle? Ah! bırak canlandırayım seni o zamanki, daha varlığın yokkenki halinle. Ama bir rüzgar haykırıyor ve camıma vuruyor. Gökyüzü karanlık balıklarla dolu bir ağ. Buraya geliyor çarpmaya bütün rüzgarlar, buraya, hepsi. Soyunuyor yağmur. Kuşlar geçiyor kaçarcasına. Rüzgar. Rüzgar. İnsan emeğine karşı savaşamam. Ve fırtına bir yığın kara yaprak bıraktı ve dün akşamın palamarladığı bütün kayıkları çözdü. Ama sen buradasın. Sen kaçmıyorsun. Yanıtlayacaksın beni son çığlığa kadar. Sokul yanıma korkuyormuşsun gibi. Ama tuhaf bir gölge geçiyordu bazen gözlerinden. Şimdi, şimdi de küçüğüm, hanımelleri getiriyorsun bana, kokuyorlar göğüslerine kadar. Hüzünlü rüzgar koşarken kelebekleri öldürerek seviyorum seni ve sevincim ısırıyor erik ağzını. Bana, yalnız ve yaban ruhuma, onların hepsini kaçıran adıma alışsan çok şey yitireceksin sanki. kaç kez, gözlerimizle öpüşürken yıldızın yandığını gördük, açıldığını gördük başımızın üzerinde dönen alacakaranlıkların yelpazelerinin. Sözcüklerim yağıyordu senin üzerine okşamalarımla birlikte. Nice zamandır sevdim sedef ve güneş bedenini. Evren senin, işte buna inanıyorum. Dağlardan sevinç getireceğim copihue(1) çiçekleri olarak, kara fındıklarla, orman öpücüklerinden sepetlerle. İlkbaharın kiraz ağaçlarıyla yaptığını yapacağım seni. |
İŞLİKLERDE GECE
Dinlenen kara demir, gözenekleri acı çığlıklarıyla inleyen kara demir. İçler acısı toprakta hâlâ kızıl kül, bronzun acısını erittiği döküm. Hangi acı ülkesinden gelir acılı ve bitmez gecede gak gak öten kuşlar? Çığlık kasılır içimde düğümlenen bir sinir gibi ya da kırık bir teli gibi bir kemanın. Her makine bir gözbebeği saklar bakmak için bana. Duvarlara asılmıştır soru işaretleri, bronzun ruhu açılıp saçılır örs üstünde, ıssız bürolarda titrediği duyulur ayak seslerinin. Ve karanlıkta koşar -umutsuz- ölü işçilerin hıçkıran ruhları. |
Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 01:21 PM |
Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11 Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.