www.cakal.net Forumları YabadabaDuuuee

www.cakal.net Forumları YabadabaDuuuee (https://www.cakal.net/index.php)
-   Eskiler (Arşiv) (https://www.cakal.net/forumdisplay.php?f=188)
-   -   süper aşk hikayeleri!!! (https://www.cakal.net/showthread.php?t=84730)

Kéan aRs 08-28-2007 12:49 PM

Barbara süpermarket çalışanlarına hitap ettikten yaklaşık üç ay sonra bir akşam üstü telefonu çaldı. Arayan kişi adının Johny olduğunu ve marketlerden birinde kasada müşterilerin torbalarını doldurmalarına yardım ettiğini söyledi. Ayrıca Down sendromu olduğunu belirtti ve "Barbara, anlattıkların hoşuma gitti!" dedi. Johny, konuşma yaptığı günün gecesi eve gittiğinde babasından kendisine bilgisayar kullanmayı öğretmesini istemişti. Bilgisayarda, babasıyla birlikte üç sütunlu bir tablo yaptılar. Şimdi her akşam eve gittiğinde bir "günün sözü" buluyor. Bulamadığı zaman da bir tane "uyduruyor!" Sonra bu sözü bilgisayarda yazıyor, bir kaç tane çıktı alıyor, onları kesiyor ve her birinin arkasına ismini yazıyor. Ertesi gün müşterilerin torbalarını "zevkle" doldururken, her birinin torbasına günün sözünden bir tane koyuyor ve böylece yaptığı işe içten, eğlenceli ve yaratıcı bir biçimde imzasını atıyor. Bu konuşmadan bir ay sonra marketin müdürü beni aradı. "Barbara bugün olanlara inanamayacaksın" dedi. Sabah markete gittiğimde Johny'nin kasasının önündeki kuyruk diğerlerinin üç katıydı! Bağıra çağıra etrafa emirler yağdırmaya başladım: 'Daha fazla kasa açın. İnsanları buradan daha çabuk çıkarın!' Ama müşteriler 'Hayır. Biz Johny'nin kasasında beklemek istiyoruz. Günün sözlerinden almak istiyoruz!' dediler. Müdürün söylediğine göre bir kadın müşteri onun yanına kadar gelmiş ve "Eskiden markete haftada bir gelirdim, ama şimdi buradan her geçişimde uğruyorum, çünkü günün sözlerinden almak istiyorum" demişti. Son olarak müdür bana "Marketteki en önemli kişi kim biliyor musun?" Diye sordu. Elbette Johny'di. Aradan üç ay geçti ve marketin müdürü beni yeniden aradı. "Sen ve Johny marketimizde büyük bir değişim yarattınız" dedi. "Şimdi çiçek bölümündeki bütün sapı kırık çiçekleri ve kullanılmayan yaka çiçeği buketlerini yaşı geçkin kadınların ya da küçük kızların yakalarına iliştiriyorlar. Et paketleme bölümündeki bir elemanımız Snoppy seviyormuş ve 50.000 tane Snoppy çıkartması getirmiş. Her et paketinin üzerine bir çıkartma yapıştırıyor. Hem biz, hem de müşterilerimiz çok eğleniyoruz . "Eğer sizden sokakları süpürmeniz istenirse, Michelangelo'nun resim yaptığı, Bethooven'in beste yaptığı veya Shakspeare'in şiir yazdığı gibi süpürün. O kadar güzel süpürün ki gökteki ve yerdeki herkes ,durup "Burada işini çok iyi yapan büyük bir çöpçü yaşıyormuş " desin.

Kéan aRs 08-28-2007 12:49 PM

Rasim, bir aksam okuldan döndüğü vakit, kendi ismine gelmiş bir zarf buldu. İçinde, çiçekli bir kağıt üstüne, su satırlar yazılıydı:

"Rasim Bey, Ben sizi uzaktan uzağa seven bir genç kızım. Çok güzel olduğumu korkmadan söyleyebilirim. Dünyada en büyük emelim sizin tarafınızdan sevilmek ve sizin kariniz olmaktır. Fakat yaşlarımız çok küçük olduğu için zannederim ki birkaç sene beklemek gerekecek. Şimdilik kendimi size tanıtmayacağım. Mektuplarınızı ..... adresine taahhütlü olarak gönderiniz. Benim çok mutaassıp bir beybabam vardır ki, çok az sokağa çıkmama müsaade eder. Bununla birlikte belki bir gün ayaküstü görüşebiliriz. Kendimi şimdiden sevgiliniz ve nisanlınız saydığım için sizinle görüşmeyi fena ve ayıp bir şey saymıyorum. Evde yalnızlıktan çok canim sıkılıyor. Mektuplarınız benim için bir teselli olacaktır."

On altı yaşına gelmiş her okul çocuğu gibi, Rasim için de hayatta sevilip sevmekten daha önemli bir şey yoktu. Bu mektubu okur okumaz yüreğine bir ateş düştü. Tanımadığı bu kızı deli gibi sevmeye başladı. O gece sinemaya gidecekti, vazgeçti, erkenden odasına çekilerek kendisini seven bu genç kıza uzun bir mektup yazdı. Mektubu posta kutusuna attığı zaman birdenbire on yas büyümüş gibi gurur duyuyordu.

İsminin Bedia olduğunu söyleyen bu genç kız, Rasim'in mektuplarına düzenli olarak cevap veriyor, eğer bir iki gün geciktirecek olursa kıyametleri koparıyordu.

"Sizi ne kadar sevdiğini ve sizin mektuplarınızdan başka tesellisi olmadığını söyleyen bir zavallı kızın gözlerini yollarda bırakmak doğru olur mu? Hem mektuplarınızı çok kısa yazıyorsunuz. Bir rica daha: mektuplarınızı biraz okunaklı yazıyla yazamaz misiniz?"

Genç okullu, akşamları erkenden odasına kapanıyor, sevgilisine kendini beğendirmek için saatlerce müsveddeler yaparak, kitaplar gibi uzun mektuplar yazıyordu.

Bedia ayni zamanda meraklı bir kızdı. Bazen söyle sorular sorduğu da oluyordu:

"Evlendigimiz zaman balayımızı geçirmek için acaba İtalya'ya mi gidelim, İsveç'e mi? Bu iki memleket acaba nasıldır? Halkı nasıl yasar ne iş görür? Oralara gitmek için hangi denizlerden hangi memleketlerden geçilir?" Yahut da "Sen Abdülhak Hamit Bey'in Esber'ini okudun mu? Nerelerini en çok beğendiysen yaz da ben de okuyayım...
" Genç okullu, nişanlısına karşı küçük düşmemek için, coğrafya ve edebiyat kitapları karıştırıyor, onun istediği bilgiyi toplamak için günlerce çırpınıyordu.

Bedia bir mektubunda ona söyle darıldı: "Sizinle muhakkak görüşmeye karar vermiştim. Dün okul dönüşünde yolunuzu bekledim. Fakat bir genç kızın sevgilisi olduğunuzu hatırlamamış, çok fena giyinmiştiniz. Üstünüz başınız, ayakkabınız çamur içindeydi. Çocuk gibi arkadaşlarınızla mı boğuştunuz acaba? Bunu görünce sizi mahcup etmekten korkarak yanınıza gelemedim."

Rasim fena halde utandı ve üzüldü. O günden sonra olağanüstü dikkat ve özenle giyinmeye başladı. Bedia bir kere de onun okuldan çıkar çıkmaz eve gitmemesinden, geceye kadar sokakta dolaşmasından şikayet etmişti. Acaba kendisi evde onun için ağlarken, o, başka kızların pesinde mi geziyordu?

Rasim dünyada Bedia'sindan başka hiçbir kızı sevemeyeceğini yeminlerle yazdı ve sokakta dolaşmaya, tesadüf ettiği kızlara göz ucuyla bile bakmaya cesaret edemez oldu. Bir aksam, Rasim'in annesi Nedime Hanim kocası Ahmet Beyi matemli bir çehre ile karşıladı, ağlamaklı bir tavırla:

"Ah Bey,başımıza gelenleri sorma. Oğlumuza Bedia isminde bir kız musallat olmuş. Bugün Rasim'in odasını düzeltirken mektuplarını buldum. Evladımız elden gidiyor. Bir çare bul."

Ahmet Bey'de hiçbir meraklanma işareti görünmüyor, tersine kıs kıs gülüyordu. Sesini alçaltarak:

"Korkma Hanim," dedi, "oğlana aşk mektuplarını yazan kız benim! Oğlandaki haylazlık arttıkça artıyordu. Ne okuldaki öğretmenler, ne ben, bütün gayretimize rağmen, ona doğru dürüst yazmayı bile öğretemiyorduk. Nihayet düşüne düşüne bu çareyi buldum.

Rasim'in kıza yazdığı mektuplar sayesinde yeni yazıyı mutlaka öğreneceğinden ve bu sene sınıfı geçeceğinden eminim. Doğrusunu istersen, ben de eski yazıyı bir zamanlar sana mektup yaza yaza öğrenmiştim."

Kéan aRs 08-28-2007 12:50 PM

YAŞ 5 Anne ve babamın birbirlerine bağırmalarının beni ne kadar korkuttuğunu öğrendim.
YAŞ 7 Meşrubat içerken gülersem içtiğimin burnumdan geleceğini öğrendim.
YAŞ 12 Bir şeyin değerini anlamanın en iyi yolunun bir süre ondan yoksun kalmak olduğunu öğrendim.
YAŞ 13 Annemle babamın elele tutusmalarının ve öpüşmelerinin beni daima mutlu ettiğini öğrendim.
YAŞ 15 Bazan hayvanların kalbimi insanlardan daha fazla ısıttığını öğrendim.
YAŞ 18 İlk gençlik yıllarımın keder, şaşkınlık, ıstırap ve aşktan ibaret olduğunu öğrendim.
YAŞ 24 Aşkın kalbimi kırabileceğini ama buna değer olduğunu öğrendim.
YAŞ 33 Bir arkadaşı kaybetmenin en kestirme yolunun ona ödünç para vermek olduğunu öğrendim.
YAŞ 36 Önemli olanın başkalarının benim için ne düşündükleri değil benim kendi hakkımda ne düşündüğüm olduğunu öğrendim.
YAŞ 38 Eşimin beni hala sevdiğini, tabakta iki elma kaldığında küçüğünü almasından anlayabileceğimi öğrendim.
YAŞ 41 Bir insanın kendine olan güveninin, başarısını büyük oranda belirlediğini öğrendim.
YAŞ 44 Annemin beni görmekten her seferinde sonsuz mutluluk duyduğunu öğrendim..
YAŞ 46 Yalnızca minik bir kart göndererek bile birinin gönlünü aydınlatabileceğimi öğrendim.
YAŞ 49 Herhangi bir işi yaptığımdan daha iyi yapmaya çalıştığımda, o işin yaratıcılığa dönüştüğünü öğrendim.
YAŞ 50 Sevgi, evde üretilmemişse, başka yerde öğrenmenin çok güç olabileceğini öğrendim.
YAŞ 53 İnsanların bana, izin verdiğim biçimde davrandıklarını öğrendim.
YAŞ 55 Küçük kararları aklımla, büyük kararları ise kalbimle almam gerektiğini öğrendim.
YAŞ 64 Mutluluğun parfum gibi olduğunu, kendime bulaştırmadan başkalarına veremeyeceğimi öğrendim.
YAŞ 70 İyi kalpli ve sevecen olmanın, mükemmel olmaktan daha iyi olduğunu öğrendim.
YAŞ 82 Sancılar içinde kıvransam bile başkalarına basağrısı olmamam gerektiğini öğrendim.
YAŞ 90 Kiminle evleneceğin kararının hayatta verilen en önemli karar olduğunu öğrendim.
YAŞ 95 Öğrenmem gereken daha pek çok şeyler olduğunu öğrendim.

"Dün sabaha karşı kendimle konuştum.Ben hep kendime çıkan bir yokuştum.
Yokuşun başında bir düşman vardı.Onu vurmaya gittim kendimle vuruştum"

Kéan aRs 08-28-2007 12:50 PM

.Mucizelere inanın ama asla onlara bel bağlamayın.
.Durum ne olursa olsun nezaketin size zarar vermeyeceğini unutmayın.
.Bir geziden döndüğünüz gün harcamalarınızın listesini yapın.
.Küçük şeyleri iyi yapmaktan dolayı mutlu olmasınıi bilin.
.Her yıl, çocuklarınızın okula başladığı ilk gün onların fotoğrafını çekin.
.Bir arkadaşınız hakkında iyi bir söz duyduğunuzda bunu ona iletin.
.Doğru olduğunu bildiğiniz şeyi yapmaktan asla çekinmeyin.
.Dikkat çekmek için iş yapmayın dikkat çekecek iş yapın.
.Çocuklarınızı kardeşleri ya da sınıf arkadaşlarıyla kıyaslamayın.
.Sivil örgütlere katılın.
.Büyük zarar getirmeyecekse bırakın çocuklarınız bildikleri gibi yapsın.Çünkü yaptıkları hatalardan, başkalarından öğrendiklerinden daha fazlasını öğreneceklerdir.
.Her başarının bir bedeli olduğunu asla unutmayın.
.Çocuklarınızın önünde eşinize kötü bir söz söylemeyin.
.Çocuklarınız çoktan uyumus olsalar bile onlara iyi ******* öpücüğü verin.
.Can sıkıntısını egzersiz yaparak dağıtmaya çalışın.
.Boğaza takılan bir şeyi çıkartma yöntemlerini öğrenin.
.Yolculuk ederken cüzdan, otomobil anahtarı, gözlük ve ayakkabılarınızı yakınınızda bulundurun.
.Eleştirmekle geçirdiğiniz zamanın iki katını övmeye ayırın.
.Çocuklarınıza engelli bir kişiyi asla küçümsememeyi öğretin.
.Gazetenin ekonomi sayfasını düzenli bir biçimde okuyun.
.Yolculukta temel gereksinimlerinizin listesini yapın ve bavulunuzda tutun.
.Çocuklarınızın televizyon izleme süresini ve programlarını sınırlayın.
.Zarafeti modaya yeğleyin.
.Kendinizi geliştirme konusunda her bulduğunuz fırsatı değerlendirin.
.Kızınıza ya da oğlunuza da yemek yapmasını öğretin.
.Her terslikte saklı olabilecek iyi fırsatı arayın.
.Eve bir eşya alırken deneyim kazanmaları için cocuklarınızı da yanınızda götürün.
.Evde yapılan börek ya da kurabiyeleri iş yerine de götürün.
.Deneyimli insanları asla dikkate almazlık etmeyin.
.Yolunuza çıkan aksiliklerin, sizi amaçlarınızdan alıkoymasına izin vermeyin.
.Her gün mutlaka olumlu bir şey söyleyin.
.En sevdiğiniz sözü yazın ve görebileceğiniz bir yere asın.

Kéan aRs 08-28-2007 12:50 PM

Kuraklık o yıl, New Jersey’in yemyeşil çayırlarını kahverengine çevirmiş ve tüm New Jerseylilerin gurur kaynağı yüzyıllık dev ağaçların yapraklarının zamanından önce dökülmesine neden olmuştu. Kuraklığın kırk üçüncü gününde, küçük bir kentin yoksullar mahallesinden geçen Tom Greenfield adlı genç bir tarım uzmanı, tozlu yolda bir kova suyu sürüklercesine taşıyan yaşlı bir kadına rastladı.Otomobilinin camını indirdi ve yaşlı kadına seslendi:Sizi gideceğiniz yere kadar götürebilir miyim, bayan? Yaşlı kadın teşekkür etti ve bir kilometre kadar geride kalan evini işaret etti:Zaten şu kadar kısa bir yoldan geliyorum dedi ve yüz metre ötedeki dev bir meşe ağacını göstererek Zahmet etmenize gerek yok... dedi. İki üç adımlık yolum kaldı.Greenfield, kadının bir kova suyu ne yapacağını merak etti. Onu arkasından izledi. Yaşlı kadının, zorlukla taşıdığı kovayı bahçenin uzak bir köşesindeki büyük meşe ağacına kadar sürükleyip, sonra da kovadaki suyla meşe ağacını suladığını görünce, hem hayran kaldı, hem de şaşırdı. Yanına yaklaştı ve sordu: Bu ağacı sulamak için mi o bir kova suyu bir kilometre öteden taşıdınız? Güçlükle kaldırdığınıza göre kova galiba çok ağırdı. Yaşlı kadın, genç adama gülümseyerek baktı.Tam 81 yaşımdayım. Bu ağaç ise, yaşamdaki tek dostum. Küçük bir kızken arkadaş olmuştum onunla. Şimdi hiçbiri yaşamayan tüm arkadaşlarımla bu ağacın çevresinde, bilseniz ne oyunlar oynadık, onun gölgesinde nasıl dinlendik... Bu ağaç kurursa ne yaparım, ben?Genç tarım uzmanı, yüzyıllık dev meşe ağacına uzun uzun ve dikkatlice baktı. Deneyimli gözü, ağacın giderek kurumakta olduğunu görmekte gecikmedi.Yaşlı kadın, meşe ağacıyla arkadaşlığını anlatmayı sürdürdü:Annem beni dövdüğü ya da azarladığı zaman bu ağaca tırmanırdım, onun kollarına sığınırdım dedi. Nişanlım, parmağıma nişan yüzüğünü bu ağacın altında taktı. Benim için böylesi anılarla dolu olan bu ağaç için, bir kilometre öteden bir kova su taşımamı gerçekten çok mu görüyorsunuz? Yaşlı kadın ertesi gün elinde su kovasıyla yine meşe ağacına giderken, ağacın çevresinde beş altı işçinin çalışmakta olduğunu gördü. Kovayı yere bıraktı ve işçilere doğru koşarak Bırakın ağacımı diye bağırdı. Dokunmayın benim ağacıma... İşçilerin başındaki adam kasketini çıkardı ve yaşlı kadını saygıyla selamladı: Ağacınıza kötü bir şey yapmak için değil, onu kurtarmak için geldik, hanımefendi dedi. Ağacınızın köklerinin çevresinde kanallar açtık ve onları tankerimizin deposundaki suyla doldurarak, ağacınızı bol bol suladık.Yaşlı kadının gözleri, su tankerinin üzerinde yazılı olan “Greenfield Fidanlığı adına takıldı.Fakat ben sizi çağırmadım ki? dedi.Kim gönderdi sizi buraya?Adam, saygılı tavrıyla yanıt verdi:“Bizi buraya gönderen kişi, adını söylemedi, efendim dedi.Yaşlı kadın, yeterli suya kavuşan arkadaşı meşe ağacının altında durdu ve işçilerin tek tek ellerini sıktıktan sonra bindikleri kamyonun arkasından yaşlı gözlerle baktı.

Kéan aRs 08-28-2007 12:51 PM

1997 yılının aralık ayıydı yeni ev arkadaşımla ilk günlerimdi. Yaşca benden büyük olan bu insanla anlaşmak oldukça zor geliyordu ilk günlerde, daha taşındığı ilk gün hemen odamdaki benim kitaplığımın, yerine kendi kitaplığını kurmuş benim tüm eşyalarını kendi düzenine göre ayarlamıştı, aslında şimdilerde Tanrının bir hediyesi gibi kabul ettiğim bu insan o günlerde bana oldukça garip gelmişti. Kitaplığını çay koleksiyonunu saklamak için kullanması, yaşına göre çok sıradışı duran pala bıyıkları, daha büyük bir tezat olan uzun saçları, giyimi, davranışları, konuşmasıyla tümüyle garip bir insandı. Sanırım üniversitede tanımayan yoktu, heleki kalpağını sabah ayna karşısında özenle giymesi bizim için sabahları seyirlik bir sosyal aktiviteydi. Bu garipliklere zamanla öyle alışmıştım ki, akşamları çay sohbetlerinde yapılan ateşli felsefe tartışmaları, kendisinin değişik sosyolojık tesbitleri, doğunun ve de batının değer sistemlerini barıştırmayı başarmış kafa yapısı, sürekli aşağılayan, sorgulayan, anlaşılması güç espri anlayışı sanki benim üzerime de siniyordu yavaş yavaş. Sıradışı hayat tarzı, çayları, kitaplarından sonra arkadaşlarını da taşımaya başladı evimize. Önce Biftek ve Bonfıle taşındı, evimiz büyük olduğu için onlara yer bulmakta zorlanmadık, itiraf etmeliyim ki çoğu zaman varlıklarını bile hissettirmezlerdi. En büyük zorluk hangisinin Biftek hangisinin Bonfıle olduğunu anlamaktaydı, birbirlerine o kadar benziyorlardı ki...

Biftek ve Bonfıle yani tavşanlarımız evimize daha da bir neşe katmıştı doğrusu, evin içinde koşuşturan, çoraplarımızı, çiçekleri, halıları kemiren, en umulmadık istenmedik yerlerde karşınıza çıkan, en sevdiğimiz, en kıymetli eşyalarımızı umursamadan yok eden birilerinin olması güzeldi. Sonra bir gün, sanırım ilk dönemin bittiği final sınavlarının haftasıydı, yeni bir ev arkadaşımız daha oldu. Bu herkesten, hepimizden farklı birisiydi, ilk günden itibaren evdeki herkesin gözbebeği olmuş, herkesin önyargılarını kırmış ve sevgilerini o kadar kısa zamanda kazanmıştı ki. İlk geldiği günleri hatırlıyorum da, evde herkes herşeyi unutmuş sadece onunla ilgileniyordu, onunla olmak için sıra beklediğim, hatta diğerlerini kıskandığım olurdu. Herkes evde onunla ilgilenmek için yarış halindeydi, evimize neşe gelmişti; saf, katıksız, kor halinde kıpır kıpır minik tecrübesiz bir neşe kaynağı...

Sabahları güneşle birlikte uyanır, ve “Ne yapsam da bu insanları delirtsem diye işe koyulurdu hemen, ilk günlerinde bizi o uyandırırdı, kolumuzun altına ya da ayak parmaklarımıza başını gömmüş aklınca emmeye çalışırken uyanırdık. Ben Hakan'ın yatağına bırakırdım, o da benimkine, tabi bunun intikamını daha sonra dişleri çıkınca sabahları kulaklarımızı, burnumuzu ısırıp uyandırarak alacaktı. Ama benimle arası hepsinden iyiydi, en azından anlıyor gibi saatlerce
benim o günlerde baş gösteren aşk problemlerimi dinlerdi, sanırım bazen bu oldukça sıkıcı oluyordu zira beni dinlerken hareketleri gitgide ağırlaşıyor ve sonunda uykuya dalıyordu. Sanırım konuşmasını bilseydi beni mehvedebilirdi benden dinledikleriyle.

Çoğu zaman da sanki o bizimle oynuyor gibiydi, çoraplarımızı çalıp saklar, ya da namaz kılarken tam karşıma geçip boş boş yüzüme bakıp beni güldürmeye çalışırdı, bunu beceremezse ayaklarımı tırmalardı mutlaka. Onunla birlikte evin düzeni değişmişti, her ne kadar bizim felsefe sohbetlerimize sözlü olarak katılamasa da bizimle birlikte ona özel hazırladığımız bir bardak soğuk çayı bitiriyordu. Evin odak noktası o idi, ve de öyle olmaktan memnundu, kıskançtı da üstelik bu konuda, sadece onu sevmemizi istiyordu, tavşanlarımıza gördüğü yerde saldırıyor zavallı hayvanaları korkutup kaçırıyordu, bir de benim o zamanlar en büyük tutkum olan çiçeklerimi mahvedecekti tabi.. Önce camgüzelim gitti, ardından menekşemin cesedini koltuğun arkasında buldular ve en son, salondaki büyük Japon Şemsiyesi çiçeğimi paramparça edip parçalarını tüm salona yaydı... Biz onunla oyun oynamak istediğimizde genelde ilgilenmez gider uyurdu ama kendi oyun oynamak istediğinde bizim derslerimiz dahil hiçbirşeyle ilgilenmemize izin vermezdi. Özellikle Endüstri Mühendisliği bölümünde okuyan arkadaşımız Mehmed'in proje çizimlerine karşı daha bir sempatisi vardı, tuvalet ihtiyacı için onları kullanıyordu... Bugün hayretle ve de hayranlıkla düşünüyorum da bize ve de ona rağmen Mehmet bölüm birincisi olmuştu.

Evde bir tek Yüksel den korkardı çünkü Yüksel in onu eğitmek gibi ütopik bir amacı vardı, belki de onu hep Yüksel yıkadığı için ondan çekiniyordu. Biz de sınıftaki arkadaşlarımız da alışmıştık yüzümüzdeki, ellerimizdeki çiziklere.

Hep onun rahatlığını, bu kadar sürede üstümüzde kurduğu hakimiyeti kıskanmışımdır, sanırım Tanrı vergisi birşeydi bu, ve de o kadar rahattı ki... Final sınavlarına çalıştığım *******de onun yanımda uyuması beni deli ederdi... Dedim ya, onda Tanrıdan birşeyler vardı... Bir tek sorunumuz vardı ki ona bir isim koyamamıştık, dilini bilmediğimiz için kendi ismini de bilmiyorduk, herkes kendince bir isim kullanıyordu, onun pek umursadığı da yoktu aslında.
Velhasıl, güzeldi ortalıkta dolaşan, istediğini yiyen, izinsiz her yere girip çıkabilen, istediğini yırtan, döven, istediği saatte uyuyup uyanabilen, vandal, egoist, hiperaktif bir dişinin olması. İlk geldiği günü hatırlıyorum da, o günle bugün arasında çok az değişmişti. İlk geldiği gün.... Ne gündü ama....

Hakan, herzamanki gibi “Sürpriiiizz” diyerek girdi kapıdan, ancak ortada görünen birşey yoktu.... Belki de sürpriz buydu diye düşünmüştüm, ama sonra ceketinin kolunun içinde kıpırdayan birşey olduğunu farkettim, sanki dışarıya çıkmaya çalışıyordu, nihayet minik başını kararsız ve de ürkekçe dışarı çıkardı ve yeni evine, ev arkadaşlarına baktı ilk kez yarı kapalı gözlerle...

Evimizin yeni ortağı minik, bir haftalık bir kedi yavrusuydu... İşte bu bambaşka birşeydi, çünkü kedi gerçekten doğası itibarıyla çok farklı, eski zamanlardan beri insanoğlunun saygısını kazmış dahası birçok peygamberce kutsanmış ender hayvandır, hele bir yavru... saf sevgidir... kusursuzluk, sevgi, bağımsızlık, farklılık... Bana gördüğüm her kedi Tanrının bir mesajı gibi gelirdi. Onda Tanrının özenisini ve de iyimserliğini görürsünüz...

Mayısın başlarında yağmurlu bir öğleden sonra, büyük beklentilerimin olduğu, yağmurdan daha sıkıcı Kant'ın Pratik Aklın Eleştirisi ne gömülmüş, üşümüş ayaklarımla dikkatle kitabı okumaya çalışıyordum. O da odadaydı sakin sakin her zamanki umursamaz miskinliğiyle benim yatağımda uyuyordu. Aniden uyandı ve doğruca kapıdan çıktı gitti, ben ne olduğunu anlamamıştım, hani korku filmlerinin sonunda kötü karakteri öldü zannettiğiniz bir anda aniden kalkıp, son bir hamle ile saldırırması gibi aynı çeviklikle kapıya koştu, belki de hala gördüğü rüyadan uyanamamıştı, kimbilir... Dış kapıyı tırmalayarak açmamı istiyordu ısrarla ama açmadım, zorla onu odaya geri götürmeye çalışmam ellerimde açılan bir sürü yeni çizik, yaraya maloldu. İzin vermemekle iyi yapmıştım çünkü daha önce bir kere kapıyı açık bulduğunda kaçmıştı ve onu bulmamız saatlerimizi almıştı. Bütün akşam ben arkadaşlarıma gidene kadar bana surat asmış, stresli stresli homurdanarak evde deli gibi dolanmıştı. Hatta öyle asabiydi ki gönlünü almama bile saldırarak karşı koymuş izin vermemişti. Eve geç döndüğümde herkeste bir telaş vardı çünkü o gitmişti... Kapıyı açık bulduğu bir anda kaçmıştı demek, üstelik gecenin bu geç saatinde aramaya da çıkamazdık, tek ümidimiz başına kötü bir şey gelmemiş olmasıydı o kadar. Sabah, ilk derse yetişmenin telaşıyla, henüz uyanmamış dağınık bir suratla asansörü beklerken kapıcımız onun kömürlükte olduğunu söyleyince sevinmemiş kızmıştım aslında. İlk derse geç kalmıştım zaten, ama onu da yanıma alacak, derse götürecek, büyük ihtimalle de dersin öğretmenine onun hastalandığını söyleyecek, sonrada onu derste çıkaracaktım çantamdan böylece dersi kaynatıp diğer arkadaşların hayatlarını da kurtarmış olacaktım. Büyük Çoğunluğunu kızların oluşturduğu bir sınıfta çantadan kaçan(?) bir kedinin yaratacağı karmaşayı bir düşünsenize! Planımı çok beğenmiştim, kömürlüğün basamaklarını üçer beşer atlayarak indiğimde, karşımdaki manzara planımın işe yaramayacağını söylüyordu. Bir sürü küçük belki de birkaç günlük yavru, kararsız titrek hareketlerle diğerleri arasından kendine bir yer açıp emmeye çalışıyordu. O ise tüyleri yapış yapış bu minik yavruları yalıyor, kimine yardım ediyordu. Geldiğimi görünce dönüp istifini bozmadan bana baktı, gözlerindeki o yeni, bambaşka pırıl pırıl ifadeyi anlamak hiç de zor değildi.

Manzaranın kutsallığı karşısında ne diyecek bir sözüm vardı ne de yapacak bir şeyim, dönüp dışarı çıktım. İlk dersi kaçırmıştım üstelik mazaretimi de kaybetmiştim, acele adımlarla ıslak asfaltta kampüse doğru yürürken aklıma takılmıştı... Kedimizin akşamki hırsının, dışarı çıkma isteğinin sebebi anlaşılmıştı şimdi ama bunlar onun kendi yavruları olamazdı; geldiğinden beri hep bizde yaşamıştı ve de dışarıya neredeyse hiç çıkmamıştı, balkondan kaçması imkansızdı zira altıncı katta oturuyorduk, komşularımızın da kedisi yoktu, öyleyse bunlar kimin yavrularıydı?..... Birkaç adım sonra aklımdaki tüm soruların cevabını ve de yavruların gerçek annesini yolun kenarında gördüm. Bir gece önce bir arabanın çarpıp ezdiği bir kedi ölüsü...

Kéan aRs 08-28-2007 12:51 PM

Olay, Sezar doneminde geciyor. Julius Sezar, takvimdeki karisikliklari
cozmesi icin Misirli astronomi bilgini Sosigenes'e emir veriyor. O
zamanlarda 1 yilin 365 gun 6 saat surdugu biliniyor.
Sosigenes de cozuyor :
HER YIL 365 GUN CEKECEK. HER YILDAN 6 SAAT ARTACAK. ARTAN SAATLER 4
YILDA BIR TAKVIME EKLENECEK O YIL 365 + 24 SAAT = 366 GUN OLACAK.
366 gün 12 esit parcaya bolunmedigi icin 6 ay 30 gun, diger 6 ay 31 gun
cekecek. Peki 365 gun ceken yillarda aylara gore dagilim nasil olacak ?
Yüce Sezar emir veriyor : 365 GUN CEKEN YILLARDA EN SON AYDAN 1 GUN
DUSULSUN.
O zamanlar yilbasi, Mart ayinda. Yani Subat, yilin son ayi.
(September=7, October=8, November=9, December=10 da buradan geliyor)
boylece Subat ayi, 4 yilda bir 30 gun,diger yillarda 29 gun olmus.
Yüce Sezar, bununla da yetinmeyip aylardan birine kendi ismini vermis :
JULIUS, yani JULY(temmuz). Sonradan imparator olan Augustus, Sezar'dan
asagi kalmamis ve sonraki aya kendi ismini vermis :
AUGUSTUS, yani AUGUST. Ancak Julius Sezar'in ayi 31 gunken Augustus'un
ayi 30 gun olur mu ?
O da emir vermis : YILIN SON AYINDAN 1 GUN DAHA ALIN, BENIM AYIMI DA 31
GUN YAPIN.

Zavalli Subat'tan 1 gun daha alinmis ve Agustos'a eklenmis. O gun bu gundur
Subat ayi, 4 yilda bir 29 gun, diger yillarda 28 gun, Sezar'in ayi Temmuz
ve Augustus'un ayi Agustos da pespese 31 gun ceker oluvermis.

Kéan aRs 08-28-2007 12:51 PM

Siva ve Sakti , Hinduizmin kutsal çifti , gökyüzünden bir yandan yeryüzünü
seyrediyorlar , bir yandan da insan yaşamını tehdit eden unsurları , insan
davranışlarındaki karmaşayı , insan olmanın acılarla dolu bedeline
hüzünleniyorlarmış.

Birden Sakti ara sokakların birinde ayakta zorlukla duran perişan yoksulu
farketmiş. Kalbi merhametle burkulmuş. Yaşamak için verdiği savaş , dürüst ve iyi bir insan olması onu etkilemiş olmalı ki , kocasına , bu zavallıya biraz altın
vermesini söylemiş. Siva adamı bir an gözlemiş , sonra karısına dönerek :
Yapamam " demiş.
Sakti şaşırmış.
" Ne demek ? " diye isyan etmiş kocasına. " Senin için bu kadar basit bir
şeyi nasıl yapamazsın ? "
" Bunu ona veremem , çünkü almaya hazır değil . " demiş Siva.
Sakti çıkışmış.
" Yani , yolunun üzerine bir kese altın bırakamayacağını mı söylüyorsun ? "
" Tabii , bırakabilirim " demiş Siva. " Ama bu başka bir şey "
" Lütfen... " diye yalvarmış , Sakti. " Lütfen.. "
Ve Siva bir kese dolusu altını yoksul adamın yolunun üzerine bırakmış.
Zavallı yoksula gelince ; o akşam iki lokma bir şey bulup yiyip
yiyemeyeceğini , yoksa yine aç mı uyuyacağını düşünerek yoluna devam ediyormuş.
Köşeyi dönünce , " Şuna bak " demiş , " Koca bir taş parçası iyi ki gördüm. Çarpsaydım ,partalı çıkmış sandaletlerim iyice elden çıkacaktı."
Ve dikkatle altın dolu kesenin üzerinden atlayarak yoluna devam etmiş.
Şimdi yaşamımıza dönüp bir bakalım.. Üzerinden doğru zamanı yakalayamayıp
geçip gittiklerimiz var mı ?

Kéan aRs 08-28-2007 12:52 PM

Köylü, ölüm döşeğinde olan hasta kadının başucundaki doktorun karşısında duruyordu. Sessiz, olacaklara boyun eğmiş ama aklı hâlâ yerinde olan ihtiyar kadın, onlara bakıyor ve konuşulanları dinliyordu. Yaşlı kadın ölecekti; buna isyan etmiyordu. 92 yaşındaydı ve artık sonu gelmişti.

Açık kapı ve pencereden Temmuz güneşi içeri vuruyor ve kuşaklar boyu köylülerin ayakları altında ezilen kahverengi toprağa sıcak ışıltılarını saçıyordu. Yakıcı bir rüzgâr, öğle güneşi altında kavrulan yaprakların, tarlaların, buğday ve otların kokusunu odaya dolduruyordu. Çekirgeler, boğazlarını yırtarcasına bağırıyor, panayırlarda çocuklara satılan tahtadan yapılmış oyuncak çekirgelerin gürültüsüne benzer bir çatırtı sesi yayıyorlardı ortalığa.

Doktor, sesini yükselterek:
- Honoré, dedi, annenizi bu halde tek başına bırakamazsınız. Her an ölebilir!
Köylü ise, üzgün bir şekilde sızlanıyordu.
- Fakat buğdayı toplamam gerek. Uzun zamandır toprakta duruyor. Şimdi tam zamanı. Sen ne dersin anne?
Hâlâ Normandiyalılara özgü cimriliği üzerinden atamayan yaşlı kadın, gözüyle ve başıyla "evet" işareti yapıyor ve oğlunun buğdayı toplamaya gitmesine ve kendisini tek başına ölüme terk etmesine ses çıkarmıyordu.
Doktor kızmıştı, tepinerek haykırdı:
- Siz hayvandan başka bir şey değilsiniz. Anlıyor musunuz, değilsiniz. Bunu yapmanıza izin vermeyeceğim. Eğer buğdayınızı bugün toplamaya mecbursanız, gidin La Rapet'yi bulun; annenize o baksın. İşitiyor musunuz? Eğer dediklerimi yapmazsanız, hastalandığınızda sizi köpek gibi ölüme terk ederim, anladınız mı?

Zayıf, ağır ağır hareket eden, doktorun korkusu ve paraya olan düşkünlüğünün etkisiyle kararsızlık içinde kıvranan köylü, tereddüt ediyor, hesaplar yapıyor ve "La Rapet bakım için kaç para alır acaba?" diye söyleniyordu.

- Ne bileyim ben? diye bağırdı doktor. Bu, onun ne kadar çalışacağına bağlı. Onunla halledin. Bir saate kadar La Rapet'nin burada olmasını istiyorum, anladınız mı?

Köylü, kararını vermişti. “Tamam, gidiyorum. Kızmayın” diye söylendi. Doktor, "Sizi uyarıyorum, öfkelendiğim zaman şaka yapmam" diyerek çıkıp gitti.

Köylü, yalnız kalınca, annesine döndü ve kaderine boyun eğmiş bir ses tonuyla, "Mademki bu adam istiyor, gidip La Rapet'yi getireyim. Ben dönene kadar sakın yerinden kalkma" diyerek gitti.

Yaşlı bir kadın olan La Rapet, ütücüydü. Köyde ve çevrede ölüm döşeğinde olanlara ve yaşlılara bakardı. Ölenlerin kefenlerini diktikten sonra hemen işine döner ve bu kez yaşayanların giysilerini ütülerdi. Çürük bir elmanın kabuğu gibi eli yüzü kırışık, kıskanç, katı yürekli, şaşılacak derecede cimri ve sürekli olarak çamaşır ütülemek yüzünden beli bükülmüş olan La Rapet'nin, can çekişmeye iğrenç denecek bir sevgi duyduğu söylenirdi. Bir avcının tüfeğini nasıl ateşlediğini anlatması gibi, can çekişen insanları, tanığı olduğu ölümleri en ince ayrıntılarına kadar anlatırdı.

Honoré Bontemps, La Rapet'nin evine geldiğinde, gömlek yakaları için çivit suyu hazırlarken buldu onu.
- İyi akşamlar, işler yolunda mı? diye sordu.
La Rapet, başını ona çevirerek:
- Evet, ya sizin işler? diye cevap verdi.
- Benimkiler de iyi, diye yanıtladı Honoré, ama annem iyi değil.
- Anneniz mi?
- Evet annem.
- Nesi var?
- Ölmek üzere!

İhtiyar kadın ellerini sudan çıkardı; maviye çalan saydam su damlacıkları ellerinden parmaklarının ucuna kadar kayıyor, yere damlıyordu.

La Rapet, beklenmeyen bir cana yakınlıkla, "Durumu çok mu kötü?" diye sordu.

- Doktor artık umut kalmadığını söyledi.

Honoré duraksadı. Ne istediğini söylemek için birkaç giriş sözcüğü gerekliydi; fakat hiçbir şey bulamadığı için hemen kararını verdi:
- Ölümüne kadar anneme kadar bakmak için kaç para istersiniz?" diye sordu. "Bizim zengin olmadığımızı bilirsiniz. Bir hizmetçi bile tutamadım. Zaten zavallı annem bu duruma o yüzden geldi. 92 yaşında olmasına rağmen tarlada çalıştı; çok yoruldu. Buğday daha fazla kazandırmıyor ki...
La Rapet, büyük bir ciddiyetle yanıt verdi:
- İki fiyat var. Hali vakti yerinde olanlar için gündüz iki frank ve gece için de ayrıca üç frank. Diğerleri içinse, gündüz için bir frank ve gece için de iki frank. Siz, bir ve iki frank ödersiniz.

Honoré düşünmeye başladı. Annesini iyi tanıyor, onun nasıl dayanıklı ve güçlü olduğunu biliyordu. Doktorun söylediklerine rağmen, annesi bir hafta daha yaşayabilirdi.
- Hayır, diye konuşmaya başladı Honoré. Bana bu işin sonuna kadar bir tek fiyat vermenizi istiyorum. İkimiz de şansımızı deneyelim. Doktor, çok yakında öleceğini söyledi. Böyle olursa, bu sizin yararınıza. Yarına kadar veya daha çok yaşarsa, bundan da ben kârlı çıkarım; siz de şansınıza küsersiniz!

İhtiyar kadın şaşırmış, adama bakıyordu. Şimdiye kadar ölüm döşeğindeki hiçbir insan için böylesi bir pazarlık yapmamıştı. Tereddüt ediyordu; yine de şansını deneyebileceğini düşündü. Oyuna da gelmek istemiyordu.
- Annenizi görmeden bir şey söyleyemem, diye cevap verdi.
- O halde gelin görün, dedi Honoré.

La Rapet ellerini kuruladı ve hemen çıktılar.

Hiç konuşmadan yürüdüler. Yaşlı kadın acele adımlarla yürürken, köylü her seferinde sanki bir dereyi aşarmışçasına büyük adımlar atıyordu.

Tarlalarda sıcaktan bunalmış halde yatan inekler, ağır ağır başlarını kaldırıyor ve yürüyüp giden bu iki insana doğru taze ot istercesine böğürüyordu.

Honoré Bontemps, eve yaklaşırken, kendi kendine "Belki de bu iş çoktan sona erdi" diye mırıldandı. Sesinin tonunda, böyle olmasını isteyen bilinçsiz bir arzu kendisini belli ediyordu.

İhtiyar kadın daha ölmemişti; hasta yatağında sırtüstü yatıyordu. Alacalı basmadan dikilmiş yorganın üzerinde duran yengece benzer ürkütücü zayıf elleri, romatizma ağrılarının, yaklaşık yüz yıllık çalışmanın ve yorgunluğun etkisiyle bükülmüştü.

La Rapet, yatağa yaklaştı ve ölüm döşeğindeki ihtiyar kadını incelemeye başladı. Nabzına baktı, göğsüne elledi, soluk alışını dinledi, konuşmasını duymak için sorular sordu ve onu uzun uzun seyrettikten sonra Honoré ile dışarı çıktı. Artık bir fikir edinmişti. Yaşlı kadın geceyi çıkaramazdı.

- Ee, ne düşünüyorsunuz? diye sordu Honoré.
- İki belki de üç gün sürer, dedi La Rapet. Her şey dahil altı frank ödersiniz.
- Altı frank mı? diye bağırdı köylü. Siz aklınızı mı kaçırdınız? Annemin en fazla 5-6 saat yaşayacağını söylüyorum size; daha fazla değil!

Uzun bir tartışmaya giriştiler. Sonunda Honoré, bakıcı kadının bu işten vazgeçmek istemesi, vaktin ilerlemesi ve buğdayın hâlâ tarlada durması üzerine razı oldu.
- Tamam, dedi, her şey dahil cenazenin kalkmasına kadar altı frank.
- Tamam, altı frank.

Honoré, koşar adımlarla, kızgın güneşin altında bekleyen buğdaylarına doğru yürümeye başladı.

Bakıcı kadın da, içeri girdi.

Yanında kendi işini de getirmişti. Cenazenin veya ölüm döşeğinde olanların başında beklerken kimi zaman kendi işini yapar, kimi zaman da hastasını beklediği ailenin işlerini görür, böylece ek gelir de sağlardı.

Birden yaşlı kadına dönerek:
- Sizin son duanız yapıldı mı Bontemps ana? diye sordu.

İhtiyar kadın başıyla, "hayır" anlamına gelen bir işaret yaptı. Bunun üzerine, iyi bir dindar olan La Rapet, çevikçe ayağa kalkarak, "Aman Allahım, nasıl olur? Hemen gidip papazı bulayım" diye söylendi.

Papazın evine doğru öylesine hızlı yürümeye başladı ki, onun böyle acele acele gittiğini gören meydandaki çocuklar, yine bir felâketin geldiğini düşündüler.

Cübbesinin üzerine dizlerine kadar inen beyaz üstlüğünü giyen papaz, güneşin altında kavrulan tarlalardan yürürken, kilise korosundan bir çocuk da, elinde küçük bir çanı sallayarak onun gelişini haber veriyordu. Uzaklarda çalışanlar erkekler şapkalarını çıkartıyor ve beyaz giysili papazın bir evin arkasında kaybolmasını beklerken hareketsiz duruyorlardı. Ekin demetlerini toplayan kadınlar, istavroz çıkarmak için doğruluyor, ürken tavuklar da, iki yana sallana sallana hızla yolun kenarındaki hendeğe doğru koşuyor ve çukurun içinde aniden kayboluyorlardı. Çayırda bağlı olan bir tay, papazın beyaz giysisinden ürküyor, bağlı bulunduğu ipin ucunda daireler çizerek, çifte atarak koşup duruyordu. Kırmızılar içindeki korodaki çocuk, hızla ilerliyor, kare şeklinde bir takke giymiş olan ve başı bir omzuna doğru eğik duran papaz, dualar okuyarak onu izliyordu. La Rapet ise, sanki yere kapanacakmış gibi, ikiye katlanmış yürüyor ve elleri kilisede olduğu gibi birbirine bitişik duruyordu.

Uzaktan onların gidişini gören Honoré:
- Papaz nereye gidiyor acaba? diye kendi kendine sordu.
Yanında çalışan ve durumu daha tez kavrayan işçi:
- Papazı annene götürüyor diye cevap verdi.

Honoré, hiç şaşırmadı ve "Olabilir" diye mırıldandı. Sonra tekrar işine başladı.

Bontemps ana günah çıkardı; papaz yaşlı kadının günahlarını bağışladı ve şaraplı ekmekten yedirdi, sonra da, iki ihtiyar kadını boğucu sıcak evde bırakarak dışarı çıktı.

La Rapet, bu işin ne kadar süreceğini düşünürken ihtiyar kadını da incelemeye başladı.

Gün yavaş yavaş batıyor, serin hava eve giriyordu. İki iğneyle duvara tutturulmuş bir resim, içeri giren taze havayla sağa sola savruluyor; daha önceleri beyaz olduğu anlaşılan sinek lekeleriyle dolu sararmış perdeler uçuşuyor ve ihtiyar kadının ruhu gibi çıkıp gitmek istercesine çırpınıyordu.

Bontemps ana, hareketsiz, gözleri açık yatıyor; yanı başında olan ama gelmekte geciken ölümü büyük bir kayıtsızlıkla bekliyordu. Soluk alıp verirken boğazından ıslık sesi çıkıyordu. Sanki her an soluğu kesilecek ve ölmesinden kimsenin üzüntü duymayacağı bir kadın daha eksilecekti bu dünyadan. Gece çökerken Honoré geldi. Yatağa yaklaştı ve annesinin hâlâ yaşadığını gördü.

- Nasıl? diye sordu. Sonra da, sabah saat 05.00'te gelmesini söyleyerek La Rapet'yi evine gönderdi.
- Sabah 05.00'te, diye cevap verdi La Rapet.
Gerçekten, ertesi sabah güne doğarken geldi.
Honoré, tarlaya gitmeden önce, kendi hazırladığı çorbasını içiyordu.
- Ee, anneniz öldü mü? diye sordu La Rapet.
Honoré, muzipçe gözünü kırparak:
- Daha iyi, diye cevap verdi ve sonra çıkıp gitti.

Kaygılanan La Rapet, elleri yorganın üzerinde büzülmüş, gözleri açık, kayıtsız ve canından bezmiş durumda yatan ihtiyar kadına yaklaştı. Bu durumun, iki gün, dört gün, sekiz gün böyle sürüp gidebileceğini anlamıştı. Cimri yüreği korkuyla sıkıştı. İçinde, kendisini aldatan bu çok bilmiş köylüye ve ölmek bilmeyen ihtiyar kadına karşı bir öfke dalgası yükselmeye başladı.

La Rapet, bununla birlikte, yeniden işe koyuldu. Gözünü hiç ayırmadan Bontemps ananın kırış kırış olmuş yüzüne bakarak beklemeye başladı.

Honoré, öğlen yemeğe eve geldi. Memnun gözüküyordu, hatta bakışlarında alaycı bir hava vardı. Yemeğini yedikten sonra yine tarlaya gitti. Hiç kuşkusuz, en uygun koşullarda buğdayını topluyordu.

La Rapet ise, gittikçe çileden çıkıyordu. Her geçen dakika, ona artık parasının ve zamanının çalınması gibi geliyordu. Bu inatçı ve ihtiyar kadının boğazına sarılmak, zamanını ve parasını çalan o zayıf ama hızlı soluk alış verişini durdurmak istiyordu.

Böyle bir şeyin tehlikeli olacağını düşündü ve kafasında bin bir düşünceyle Bontemps ananın yatağına yaklaştı.
- Daha önce hiç şeytanı gördünüz mü? diye sordu ona.
- Hayır, diye mırıldandı yaşlı kadın.

La Rapet, bunun üzerine, ihtiyar kadınla konuşmaya, ölmekte olan güçsüz ruhunu korkulara salmak için uydurma hikayeler anlatmaya başladı.

"Ölmeden birkaç dakika önce, şeytan ölüm döşeğinde yatanlara görünür, diyordu La Rapet. Elinde bir süpürge, başında tencere vardır, bağırır durur. Onu görenlerin işi bitmiş demektir; artık birkaç saniyeden fazla yaşamazlar".

La Rapet, sonra da, daha o yıl baktığı Joséphin Loisel, Eulalie Ratier, Sophie Padagnau ve Séraphine Grospied'ye gözlerinin önünde şeytanın nasıl göründüğünü bir bir anlattı.

Nihayet heyecana kapılan Bontemps ana, huzursuzlanıyor, çırpınıyor ve ellerini sallıyor, başını çevirip odanın öte yanına bakmaya çalışıyordu.

La Rapet, birdenbire yatağın yanından kayboluverdi. Dolaptan bir çarşaf alıp sarındı, kafasına bir tencere geçirdi. Tencerenin kısa ve eğri üç ayağı, kafasının üzerinde üç boynuz gibi yükseliyordu. Sağ eline bir süpürge aldı, sol eliyle de teneke bir kovayı havaya fırlattı.

Kova, yere düşünce korkunç bir gürültü çıkardı. Sandalyenin üzerine fırlayan bakıcı kadın, yatağın ucunda asılı duran perdeyi havaya kaldırdı, keskin çığlıklar atıp el kol hareketleri yaparak, üzerinde çarşaf, kafasında yüzünü gizleyen tencere ve elindeki süpürgeyle, ölüm döşeğindeki ihtiyar kadını tehdit eden acayip bir kukla gibi ortaya çıkıverdi.

Çılgına dönen, delice bakan ihtiyar kadın, yerinden doğrulup kaçmak için insanüstü bir çaba gösterdi. Omuzlarını ve göğsünü yorganın altından çıkarmayı bile becerdi fakat derin derin iç çekerek birden yığılıverdi. Ölmüştü!...

La Rapet, sakin sakin her şeyi yerine yerleştirdi. Süpürgeyi dolabın köşesine dayadı, çarşafı dolaba yerleştirdi, tencereyi ocağın üzerine koydu, sandalyeyi duvarın önüne çekti ve kovayı yerine bıraktı. Sonra, alışık olduğu hareketlerle, Bontemps ananın gözlerini kapadı, yatağın üzerine bir tabak yerleştirdi ve içine, kilisede okunmuş su kabından su koydu.

Konsolun üzerindeki şimşir parçasını bu suyla ıslattı; yatağın yanına çömelerek, işi gereği ezbere bildiği duaları büyük bir aşkla şevkle okumaya başladı.

Akşam Honoré eve geldiğinde bakıcı kadını dua ederken buldu. Hemen bir hesap yaptı ve La Rapet'nin kendisinden bir frank alacaklı olduğunu fark etti; üç gün ve bir gece annesine bakmıştı. Bunun karşılığı beş frank ederdi; oysa La Rapet ile altı franka anlaşmıştı.

Kéan aRs 08-28-2007 12:53 PM

Birkaç yıl önce, Süleymaniye Camii'sinin yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı anlaşılmış. Eğer çözüm bulunamazsa, koca cami kısa bir zaman içinde yıkılacakmış. Caminin tüm taşıyıcı yükü kemerlerindeymiş. Bu kemerlerin ortalarında bulunan kilit taşları zamanla aşınmış. Ama elde yazılı bir proje olmadığı için nasıl değiştirileceği bilinmiyormuş. Hemen Türkiye'nin en yetkin mühendis ve mimarlarından oluşan bir heyet oluşturulmuş. Ortaya bir sürü fikir atılmış. Her kafadan bir ses çıkmış ama sonuç alınamamış. Tartışmalar sürerken caminin içinde büyük bir karmaşa sürüyormuş. Ülkenin çeşitli bilim kuruluşlarından bir sürü mimar, mühendis kemerleri inceliyormuş. Bu adamlardan biri ortalarda dolanırken, kazara, gizli bir bölme bulmuş. Bölmede, üzerinde eski yazı olan bir not varmış. Uzmanlara inceletilen kağıdın orijinal olduğu belgelenmiş. Bu kağıt parçası bizzat Mimar Sinan'ın imzasını taşıyan bir mektupmuş. Mektupta yazılanlar tercüme ettirilince ortaya şöyle bir metin çıkmış. "Bu notu bulduğunuza göre kemerlerden birinin kilit taşı aşındı ve nasıl değiştirileceğini bilmiyorsunuz." Koca Sinan, kademe kademe, kilit taşının nasıl değiştirileceğini anlatıyormuş. Heyet Sinan'ın söylediklerini aynen yapmış. Süleymaniye camisi böylelikle kurtarılmış.


Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 12:11 AM

Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11   Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.