![]() |
Proksemi
Proksemi kavramı, çeşitli kültürlerde mekânsal davranışları inceleyen Hail (1960) tarafından ortaya atılmıştır. Hail proksemi kavramıyla, insanın mekânı kültürel tarzda kullanımını ifade etmektedir. Hail'in mekân antropolojisinde, her kültür, mekân konusunda, kendine özgü bir anlayışa, Örgütlenmeye ve dile sahiptir. Bu açıdan mekân, kültürel bir sistem olarak görülmektedir ve bu kültürel sistem, onun değerler sistemiyle ilişkisi çerçevesinde kavranabilir. Değerler sistemi, sosyal örgütlenmeyi, yaşam tarzlarını, mekânla ilişkileri, vb. büyük ölçüde belirlemektedir. Hail, mekânı, insanın mekânsal davranışlarının kültürel bir kodu harekete geçirmesi anlamında 'sessiz dil' (sileni language) olarak nitelendirmektedir. Bireyin etrafında iç içe geçmiş mekânsal tabakalar ayırdederek, Moles ve Goffman gibi, mesafe temeline dayanan bir mekân tipolojisi ortaya koymaktadır. Bu üç yazarı karşılaştıran Schwach'a (1993) göre, her biri farklı bir projeden yola çıkan bu yazarlardan Moles, psikoloji ve sosyoloji ayaklarına oturan psiko-sosyal bir analiz ortaya koyarken, özünde haklar (mekân hakkı, konuşma hakkı, vb.) perspektifine dayanan Goffman, rol teorisine bağlanabilecek ve kişiler arası etkileşim kodlarını temel alan bir yaklaşım sergilemektedir. Hall'in yaklaşımı ise, bir tür sosyo-etoloji ve hatta zoo-psikoloji niteliğinde görünmektedir. |
Proksemik Yasa
Proksemik yasa, belirli bir alandaki insan etkileşimlerinin mesafeye bağlı olarak azalıp çoğalmasını ifade etmektedir. Moles'e göre tarih boyunca iletişim dünyamızda meydana gelen değişiklikleri, mesafenin iletişimdeki rolünün değişimi olarak özetlemek mümkündür. Zira iki insan veya iki grup arasında bir iletişim kanalı kurmanın pahası, mesafeye bağlıdır ve bu nedenle insanlar arası ilişkilerin sosyal organizasyonu, her şeyden önce yakınlık etkisine göre gerçekleşir. İnsan toplulukları, birbirine yakın olanların ilişkisini düzenleyerek gelişirler; etnolojide kültürlerin birbiriyle ilişkisindeki proksemik yasalar bunun en belirgin örnekleridir; bu yasaya göre, tüm diğer faktörler sabit kalmak üzere, iki kültür alanı coğrafi olarak birbirine ne kadar yakınsa, o kadar çok ortak öğeler içerirler. Modern zamanlar öncesinde iletişim, büyük ölçüde doğrudan alışverişler biçiminde cereyan etmektedir. Bu dönemlerde iki insan ancak bir araya gelerek birbiriyle konuşuyor, birbirine dokunuyor veya duygularını belirtiyordu. Burada etkileşim, ikisinin yanyanalığına, birbirine bitişikliğine dayanmaktadır. Karizmatik etkileşime uygun olan bu tarz, içerdiği yer değiştirme çabası ve zaman pahası yüzünden yakın olanla sınırlı ve dolayısıyla yereldir. Geleneksel uygarlık, iletme pahasının, örneğin çeşitli varlıkları taşıma maliyetinin büyük olduğu ve bu yüzden tüm uzaktan ilişki süreçlerinin sınırlandırıldığı bir toplum modeli inşa etmiştir; burada paha, mesafeyle doğrusal ve aşılmaz bir tarzda doğru orantılıdır; uzak ilişkiler, yakın ilişkilere kıyasla bir tür çaba vergisine tabidir, yani derin ve sık ilişkiler, genellikle, yaşamlarında mekân planında birbirine yakın insanlar arasında oluşur. Bu proksemik nitelikli ekolojide, insan etkileşimlerinin (eş bulmak, iş yapmak, haber almak, vs.) sayısı, mesafeye bağlı olarak azalır. Bu, insan etkinliklerinin temel bir yasası, yani proksemik yasadır. Moles'in proksemi analizi, 'insanın kabukları' adını verdiği ikinci bir alanda daha ilerler. İnsanın mekânsal kabukları, merkezinde bireyin yer aldığı ve içten dışa genişleyen bir dizi tabakayı (vücuttan geniş dünyaya doğru sıralanan sekiz tabaka) ifade etmektedir. Tabakalar, sadece 'burası' noktasına olan mesafelerine göre birbirinden ayrılmazlar; asıl önemli olan bireyin yaşantıları, yani farklı tabakalara ilişkin temsilidir; zira Moles'in üzerinde durduğu asıl nokta, bireyin sokağa, mahalleye, kente ilişkin deneyimlerinin birbirinden farklı olmasıdır. |
Prosedüral Adalet
Prosedüral adalet kavramı, bireyin kendisine veya bir başkasına ilişkin kararların alınışında kullanılan prosedürlerin ya da izlenen yöntemlerin doğru veya yanlışlığı hakkındaki değerlendirmesini ifade etmektedir. Bu adalet anlayışında etkili olan ilkeler oldukça çeşitlidir (Leventhal, 1976, 1980; Cropanzano, 1993; Greenberg, 1996; Steiner, 1999). Bunların bir kısmı yapısal kural ya da etkenlerdir: Aynı prosedürlerin izlenmesi, oy verme veya görüş belirtme imkanı olması, doğru enformasyonların kullanılması, tüm anlamlı kriterlerin dikkate alınması, prosedürlerin toplumun güncel eliğine uygun olması, önyargı ve yanlılıkların olmaması gibi. Diğer bir kısmı ise sosyal etkenlerdir: Sosyal duyarlılık (haysiyetli ve insanca muamele görme) ve enformasyon yoluyla doğrulama (kararın dayanağının açıklanması) gibi. Bireylerin, prosedüral adalete ilişkin yargıları, onların kendilerini değerlendirmesinde ve öz saygılarında etkili olduğu gibi, özellikle içinde bulundukları sistemi de etkilemektedir. Örneğin bir işletmede, ücret veya ödeme sisteminin, disiplin politikalarının ve yönetim kararlarının çalışanlar tarafından benimsenmesinde ve örgütsel bağlılıkta, bu plandaki yargılar etkili görünmektedir. Prosedüral adalet, personel seçimi ve yarışmaya dayalı performans değerlendirmelerinde de önem taşımaktadır. |
Prototip
Eleanor H. Rosch tarafından ortaya atılan prototip kavramı, bir kategori veya sözcüğü tanımlamayı sağlayan örnek referansı ifade eder; bu anlamda prototip bir kategoriyi en iyi temsil eden öğedir, öyle ki kategorinin diğer öğelerine en çok prototip benzer. Bir kategorinin öğelerinden söz edildiğinde, akla, çoğu kez, en önce, kategorinin en tipik öğeleri gelir. Tipik öğeler, temsil değeri olan ve bellekte en kolay ulaşılan öğelerdir. Örneğin serçe, tavuk veya devekuşuna kıyasla daha çok 'kuşun prototipi' sayılır. Sağduyu, çevrede yer alan öğeleri, prototipe benzedikleri ölçüde tanır. Prototipler kişi tiplerine ilişkin şemalar olarak da tanımlanabilir. Bunlar belirli bir insan tipini, kişilik çizgileri ve davranış tarzlarıyla ifade ederler. Örneğin 'kavgacı bir kişi' şemasını oluşturan nitelikler ve davranışlar. |
Psikodrama
Psikodrama, Moreno tarafından geliştirilmiş bir psikoterapi tekniğidir. Moreno, parkta, sokakta ve günlük yaşamın çeşitli alanlarında kişilerin bazı oyunlar çerçevesinde (örneğin çocukların evcilik oyunu) formel yaşantılarını kendiliğinden dramatik bir biçimde oynayarak, bir bakıma rahatladıklarını gözlemiş ve kendiliğinden oynanan oyunun tedavi edici etkisini bir psikoterapi tekniğine taşımıştır. Bu teknik, benzeri psikolojik şikayetleri ya da rahatsızlıkları olan kişilerin, belirli bir konuda, doğaçlama olarak yaşantılarının bir epizodunu bir oyun halinde sahnelemeleri esasına dayanmaktadır. |
Psikolojik Tepkime
Brehm (1974) tarafından ortaya atılan bu kavram (psyhological reactance), bireylerin çevrelerini kontrol etme eğilimiyle ilgilidir. Brehm'e göre bireyler, kendilerine özgü davranış özgürlükleri olduğunu düşünürler ve bu özgürlükler tehdit edildiğinde veya yitirildiğinde, onları yeniden tesis etmek isterler. Bu özgürlükleri yeniden tesis etme motivasyonuna psikolojik tepkime denmektedir. Bir diğer deyişle tepkime, kabaca sosyal etkiye karşı, psikolojik faktörlere bağlı bireysel direnmeyi; bağımsızlıkları veya özgürlükleri tehdit altına giren bireylerin davranışını ifade etmektedir. Özetle tepkime, bağımsızlığını kaybetme duygusundan kaynaklanan ve etkiye karşı direnme şeklinde kendini gösteren negatif bir motivasyon oluşumu olarak tanımlanabilir. Söz konusu motivasyonun belli başlı iki sonucu vardır; birincisi, tehdit altındaki davranışı yapma yönünde bir eğilim, ikincisi ise tehdit altındaki özgürlüğün ilişkin olduğu obje veya etkinliğin daha çekici hale gelmesi. Örneğin, emekli memur K. Bey cumartesi günleri öğleden sonra bazen kahveye gitmekte, bazen TV. seyretmekte, bazen evin önündeki bahçeyle uğraşmaktadır. Bir cumartesi sabah karısı ona, öğleden sonra "gün"ü olduğunu, kahveye gitmesini söylediğinde, psikolojik tepkime durumu oluşacaktır. Muhtemelen karısına "öğleden sonra TV'de kaçırmak istemediği önemli bir maç olduğunu" veya "bahçesini mutlaka sulaması gerektiğini" söyleyerek itiraz edecektir. Tepkimenin şiddeti ya da derecesi, tehdit edilen ya da yitirilen özgürlüklerin önemine göre değişecektir. Çeşitli araştırmalar, özellikle sansürün ve ayırdedilme eğiliminin tepkimeye yol açtığı yönünde bulgular ortaya koymaktadır. |
Psikolojikleştirme
Psikolojikleştirme (psychologisatiori) günlük yaşamda insanların, diğerlerinin davranışlarını onların psikolojik karakteristiklerine bağlayarak açıklama eğilimlerini ifade etmektedir. Psikolojikleştirme, kişi odaklı atıf eğilimine bağlanabilir. Zira Heider'dan (1958) itibaren atıf konusunda çalışan sosyal psikologların genellikle üzerinde durdukları gibi, ortalama insan, diğerlerinin davranışlarını açıklarken durum/ortam veya iş/uyarandan ziyade kişilere odaklı atıflar yapmaktadır. Bazı sosyal psikologlar bu eğilimi, naif psikolog olan ortalama insanın bir hatası olarak görürken, diğer bazıları bunun bir hata olarak değil, psiko-sosyal işlevleri olan bir eğilim, hatta kolektif bir strateji olarak kavramlaştırmaktadırlar. |
Psikopatoloji
Psikopatoloji, ruhsal tepkileri inceleyen bunların gövde ve hücre organı sistemlerinde ve kimyasındaki bozukluklara bağlanmağa çalışan bilim koludur. Bilimsel psikoloji ve psikiyatri gibi psikopatoloji de 19. yüzyılın ürünü olup, (başlangıçta) materyalist öğreti ve doğa-bilimleri temelleri üzerine oturtulmuştur. Psişik olayların ve davranışların norma! ve patolojik görünümleri Almanya'da Wilhelm Griesinger ve Emil Kröpelin, İngiltere'de Maudsley Fransa'da Philippe Pinel ve Jean Etienne Esguirol, Amerika'da Benjamin Ruşu ve Rusya'da Serpej Korsakoff gibi bilim adamlarınca incelenmiş ve bu incelemeler sonucunda elde edilen yeni yöntemler psikiyatriye önemli katkılarda bulunmuşlardır. Akıl hastalıklarının çeşitli türleri biyolojik açıdan ele alınmış ve bireyselleştirilmiştir. Evrim teorisine dayanılarak yapılan -klinik gözlemlerden, laboratuar incelemelerinden, biokimya ve patalojik anatomiden akıl hastalıkları tedavisinde yararlanılmıştır. Günümüzde, düne kadar beyin hücrelerinde meydana gelen ve çok kısa bir süre sonra ra yıkıma uğradığından eldeki araçlarla saptanmasına imkân olmayan bir çok maddeleri tesbit edebilecek yöntemler geliştirilmektedir. Bu psikopatoloji çalışmaları sonucunda biriken bilginlerin çeşitli cinsel sorunlara yol açan ruhsal bozuklukların giderilmesinde de yararlı olacağı kanısı yaygındır. |
Psikosomatik
İlk olarak Kuzey Amerika'da ortaya çıkmış bir akımdır. A.B.D.'de özellikle F. G. Alexander Almanya'da ise V. V. Weizsaeker bu akımın öncülerindendirler. Psikosomatik öğretiye göre bütün hastalıklar aslında ruhsal kaynaklıdırlar. Başka bir deyişle gövdede görülen herhangi organik bir bozukluk kaynağını bir ruhsal bozuklukta ya da yorgunlukta bulur. Buna bakarak deri hastalıklarının ruhsal sıkıntılardan ötürü meydana geldikleri ileri sürülmüştür. Gerçi psikosomatik tıp kanıtlarını doğrudan doğruya istatistik yöntemine dayayamaz ama psikosomatik sayesinde kimi örnek olaylarda hayat hikâyesine, bir de ruhbilimsel yöntemlere dayanarak herhangi bir in sanın derinliklerine nüfuz edilebiliniyor. Psikosomatikle ilgili tartışmalarda ona karşı olanların sık sık öne sürdükleri görüş psikosomatiğin ortaya çıkan bütün hastalıkların tedavisinde hep etkileyici olamayacağıdır. Bununla birlikte ruhsal etkilemelerin ya da organik hastalıkların üst üste yığılarak tabakalaşmalarının doğruluğu kabul ediliyor. |
Rasyonellik
Modernleşmenin bir koşulu ve özelliği olarak vazedilen rasyonellik, geleneksel olarak, insan eylemlerinin verimliliğine, yararlılık kriterine bağlanmaktadır. Bu anlamda rasyonellik, formel mantık ve hesap yoludur. Örneğin piyango bileti almak veya bankada tasarruf hesabı açmak gibi iki davranıştan rasyonel olan ikincisidir. Modernliğin genel kabul gören rasyonellik anlayışı, araçsal bir nitelik taşır; yani bir amaca varmak için gerekli olmayan çabalardan kaçınıp sadece gerekli olanları yapmak rasyonel sayılır. Ancak son zamanlarda farklı rasyonellik anlayış ve tarzlarının olduğu kabul edilmektedir. Hatta, formel mantığın yanı sıra, olaylara, durumlara ve bağlamlara özgü olan ve formel mantıkla bağdaşmayan alt-mantıkların (infralojik) bulunduğu gözlenmektedir. Ayrıca, formel mantık açısından rasyonel sayılabilecek ve duygular, heyecanlar ve değerlerle ilişkili bazı davranışların, irrasyonellik etiketiyle bir kenara bırakılamayacağı, birey yaşamının bütünü açısından bunların da kendine özgü bir mantığı (alt-mantık) bulunduğu ve sosyal yaşamın temel dayanaklarından olduğu açıktır. |
Referans
Referans sözcüğü, teknik anlamıyla, mantık, iletişim ve dilbilim alanlarına gönderen bir terimdir. Referans ilk olarak, belirli bir işaret veya göstergenin dil dışındaki bir obje veya objeler grubuna gönderme özelliğidir ve bu çerçevede, referans, denotasyonla eş anlamlıdır; örneğin köpek (Türkçe) veya doğ (ingilizce) sözcüklerinin dış dünyadaki 'köpek'e (hayvan) işaret etmesi. Anlama ilişkin bazı mantık teorilerinde, geleneksel olarak iki yan ayırdedilmektedir; G. Frege (1892) bunlara anlam (Almanca: Sinn, İngilizce: Meaning, Sense) ve referans (Almanca: Bedeutung) demekte ve şu örneği vermektedir: 'Akşam Yıldızı1 ve 'Sabah Yıldızı' ifadeleri, anlamları farklı iki ayrı ifade olmakla birlikte, aynı referansa (Venüs gezegeni) sahiptir, tek bir 'şey'e göndermektedir. Referans sözcüğü, bazen bir işaretin bir şeyi işaret etme özelliği olarak değil, gönderme yapılan, referansta bulunulan, işaret edilen şey anlamında, yani 'referant' anlamında kullanılmakta, yani göndermede bulunulan obje kastedilmektedir. Psikolojik açıdan önemli olan şudur: Herhangi bir söylemin veya metnin anlaşılmasında, söylemdeki her gösterge (sözcük), bir şeyin/objenin (olay, kişi, eylem, durum, vb.) bireyin zihnindeki semantik temsiline gönderir, bireyin içinde bulunduğu toplumun dili içersinde, bu sözcük-uyaranın bu şeye göndermesi zaten üzerinde uzlaşılmış ve öğrenilmiş bir ilişki olduğundan, bu gönderme işlemi genellikle otomatik olarak gerçekleşir (Kaynak; Bloch, 1997). |
Refleksif Düşünce
Refleksif düşünce ya da refleksivite, kendini gözlem ve analiz konusu olarak alan öznenin tutumudur. Refleksivite, kendi hakkında, kendi üzerine düşünen, kendisini bir obje gibi ele alıp bakabilen bir öznenin durumunu ifade etmektedir. Bu anlamda refleksif düşünce, her şeyden önce kendi dışına çıkıp bakabilmeyi, bir desantrasyon kapasitesini gerektirmektedir. Taylor gibi yazarlar radikal refleksiviteyi, modernliğin karakteristiği olarak görmektedir. Refleksif tarzda düşünmek (düşüncenin kendi üzerine dönüşümlü oluşu), bilincimizin bilincinde olmak ve dünyanın bizim için varolma tarzı üstünde odaklaşmak, yani kendi öz sübjektivitemiz hakkında düşünmeye önem vermek demektir. Bu tutum Hıristiyan Batı dünyasında Saint Augustin'den itibaren bir emir, bir model haline gelmiştir. |
Rol
Etimolojik kökeninde, tiyatro oyuncularının sözlerinin yazıldığı parşömen veya küçük ruloya gönderen rol (role) terimi, günlük dilde, işlev (annenin çocuklarının eğitimindeki işlevi), yer (bir kişinin belirli bir işte önemli bir role sahip olması), maske (samimi bulunmayan birinin rol yaptığının söylenmesi) anlamlarında kullanılabilmektedir. Sosyal psikoloji vokabülerinde rol terimi, bir kişiden (sosyal statüsüyle ilişkili olarak) beklenen davranışlar bütününü ifade etmektedir. Bu beklentiler, genellikle bireyin içinde bulunduğu ortama veya yer aldığı statüye (bireyin toplumda, bir grupta ya da örgüt içinde işgal ettiği konum ya da sahip olduğu mertebe) göre türlülük göstermektedir. Çalışma yaşamında roller, büyük ölçüde, bireyin yapmak zorunda olduğu iş ya da görevlere tekabül etmektedir. Literatürde çeşitli rol ayrımlarına rastlanmaktadır: Bireysel ve kolektif roller, cinsiyet, yaş ve sosyal sınıf rolleri, psikosomatik, psikodramatik ve sosyal roller, vb. |
Rol Beklentisi
Rol beklentisi (role expeclation), rollerin, rolü taşıyan kişilerin davranışlarım etkilemesiyle ilgilidir. Sosyal rollerin belirli bir davranışlar yelpazesiyle tanımlanması nedeniyle, belirli bir rol yüklendiğini veya belirli bir rolde gördüğümüz kişilerden bir takım davranışlar beklenmektedir ve pratikte de kişiler, rollerine uygun davranışlar göstermektedir. Bu açıdan rol beklentisi, sosyal olarak tanımlanmış bir role ilişkin olarak insanların beklentilerini ifade etmektedir. |
Rol Oyunu
Rol oyunu (role-playing), analiz, teşhis veya formasyon amacıyla, bir veya daha fazla kişinin, laboratuvar koşullarında gerçek bir yaşantı durumunu canlandırmak üzere kendiliğindenlikle (spontan olarak) simülasyon yapmalarıdır. Özellikle Moreno'nun teorik yaklaşımında ve pratik uygulamalarında önemli bir yer tutan rol oyunu, kişinin gerçek yaşantılarında kendini daha iyi algılaması ve kendini düzeltmesi bakımından etkili bir süreç olarak görünmektedir. Moreno, rol oyununun özel bir hali olan rol değişiminden söz etmektedir. Rol değişimi iki kişinin birbirini daha iyi anlayabilmesi için önerilmiş bir psikodrama tekniğidir. Psikodramada canlandırılan bir karşılıklı konuşma sahnesinde, katılımcılara kendi rollerini oynamaları istendiği gibi, diğerinin rolünü oynamaları da istenebilir, bu ardışık rol oyununda, bir rolden diğerine geçen oyuncuların, bu sayede birbirini daha iyi kavramaları beklenmektedir. |
Sağduyu
Sosyal psikolojide günlük epistemolojinin önemli bir kavramı olan ortak duyu (common sense) ya da yaygın ifadesiyle sağduyu, kişisel pratikler, gözlemler, deneyimlerle zenginleştirilmiş, ortak geleneklere dayanan ve bireyler tarafından kendiliğinden üretilen bir takım bilgiler bütünü olarak tanımlanmaktadır. Günlük yaşamda olağan konuşmalar ve davranışlar sırasında işleyen sağduyu çerçevesinde söz konusu olan şeyler isimlendirilmekte, bireyler kategoriler halinde sınıflandırılmakta ve konjonktürler kendiliğinden oluşmaktadır (Moscovici ve Hewstone, 1984). Ortak duyunun sağduyu (aklı selim) olarak ifade edilmesi sıradan bir çeviri hatası değildir. Çoğu toplumlarda gözlenen bu özdeşleştirme sebepsiz değildir. Son yıllarda sosyal psikologların ilgilendikleri, günlük yaşamı içinde naif bir psikolog gibi davranan sıradan insanlar tarafından üretilen örtük kişilik teorileri ve benzeri düşünce ürünleri ortak duyu psikolojisi alanının kapsamına sokulmaktadır. Bu teoriler, her ne kadar hakikati arama motivasyonuyla oluşturulmasa da ve her ne kadar bilimsel mantık açısından hatalı görünseler de, hata veya yanlışla eş anlamlı değildirler. Kaldı ki, naif psikolog olan insanın sosyal dünyasındaki olayları açıklama çabasında, bilim adamınınkine benzer yanlar da bulunmaktadır. Örneğin sıradan insan da, etrafındaki kişilerin ne tür insanlar olduğunu anlamaya çalışırken çoğu kez kişilik psikologları gibi benzerliklerden yola çıkmaktadır. Dolayısıyla kişiler ve olaylar hakkında ortaya atılan teorilerde, belirli bir gerçeklik payı bulunabilmektedir. Öte yandan insanların paylaştıkları görüşler, çoğu kez onların makul buldukları, sağduyuyla bağdaşan görüşler olmaktadır. Nihayet, bazı örtük teoriler, başlangıçta doğru olmasalar da, Pigmalion Etkisi işlediği takdirde daha sonra doğru haline gelebilmekte ya da daha makul görünebilmektedir. Bu tür nedenlerden ötürü, çoğu toplumda ortak duyu, sağduyuyla özdeşleştirilmektedir. Kaldı ki Türkçe'de yaygın kullanımı nedeniyle sağduyu sözcüğü, ortak duyu sözcüğüne kıyasla daha anlamlı görünmektedir. |
Sahte Konsensüs Yanlılığı
Sahte konsensüs yanlılığı (false consensus bias) kavramı, kişilerin, kendi görüşleri konusundaki görüş birliğini, karşıt görüşler etrafındaki görüş birliğinden daha fazla değerlendirmelerini ifade etmektedir. Örneğin bir referandumda 'evet' oyu vermeyi düşünenler, 'evet' diyeceklerin genel oranını, 'hayır' diyeceğini söyleyenlerin 'evet' oranı tahminlerine kıyasla, anlamlı olarak daha yüksek tahmin etmektedirler. Bir başka deyişle, insanlar, kendi görüşlerini paylaşanların sayısını abartmaktadır. Sahte konsensüs etkisi, bireyin diğerleriyle ilişkide olmadığı ve gerçek bir kıyas hedefinin bulunmadığı durumlarda ortaya çıkan bir olgudur. Bu tür durumlarda bireyler, zihinsel olarak hipotetik bir karşılaştırma hedefi tesis ederler ve kendi alışkanlıklarının, değerlerinin ve davranışlarının başkalarıyla ortak olduğunu ve diğerleri tarafından paylaşıldığını düşünme eğilimi gösterirler. Bu, sahte konsensüs etkisidir. Daha ziyade görüşler ve davranışlar planında gözlenen bu eğilim (yetenekler planında görülmemekte), özellikle alkol düşkünleri, sigara tiryakileri ve benzeri kötü alışkanlıkları olanlarda görülür. Sahte konsensüs yanlılığı ile sahte biriciklik yanlılığı birbirinin zıddı gibi görünmekle birlikte, her ikisinin de, kendimiz hakkında olumlu bir görüş sahibi olmayı sağladığı ve bu görüşü koruduğu; bu anlamda iki olgunun birbiriyle çelişkili olmadığı söylenebilir. İnsanın görüşlerinin başkaları tarafından paylaşıldığını ve kendisinin diğerlerinde fazla görülmeyen bazı yeteneklere sahip olduğunu düşünmesi, onun için son derece güven verici ve doyum sağlayıcı bir duygudur. |
Semptom
Semptom terimi, günlük dilde belirti, işaret anlamında kullanılmaktadır. Sözlük anlamında semptom, -çoğu kez patolojik-bir duruma veya gelişmeye ilişkin olan ve bu durum veya gelişmeyi belirlemeyi sağlayan gözlenebilir veya algılanabilir bir özelliktir. Psikanalitik bir kavram olarak semptom, bilinçdışı bir rahatsızlığın olgusal veya davranışsal düzeyde ortaya çıkması ya da bunu gösteren belirti anlamına gelmektedir. Semptomun yapıyla ilişkisi, sonucun nedenle veya yüzeyin derinlikle ilişkisine benzetilmektedir. Çeşitli patolojik durumlarda gözlenen semptomlar bütünü, sendrom olarak adlandırılmaktadır. Sendrom, genel olarak bir patolojik durumu yansıtsa da, tek bir hastalığın veya durumun karakteristiği değildir ve bu nedenle bir hastalığı tek başına teşhis etme değeri taşımamaktadır. |
Sinerji
Sinerji (synergia veya synergy) olgusu, iki veya daha fazla etkenin, aynı bir sonucun ortaya çıkmasına katkıda bulunacak şekilde birleşik etkide bulunmasıdır. Sinerjiyi karakterize eden özellik, ortak sonuçta rol oynayan etkenlerin etkisinin, her birinin tek tek etkilerinin toplamından daha büyük ya da güçlü olmasıdır. Tıp alanında ilaçların etkileşimi konusunda uzun yıllardan bu yana kullanılan sinerji kavramı, psikolojide psiko-motor davranışlar ve sosyal psikolojide örgütsel davranışlar alanında önem taşımaktadır. |
Sivizm
Latince civis (Fransızca citoyen) sözcüğünden türemiş olan sivizm (civisme) terimi, 1789 Fransız Devrimi'yle birlikte önem kazanmıştır. Sivizm, kişinin kendisini kamusal şeye bağlı hissetmesini ifade eden bir erdem, 'iyi'yi yücelten bir moral değer olarak kavramsallaştırılmıştır. Bazı yazarlara göre yurttaşı topluluğa bağlayan politik bağların bütününü kapsayan sivizm, mükemmel yurttaşı tanımlar; dolayısıyla, iyi yurttaşın özelliği olarak tanımlanabilir. Özgür ve düşünen bir bireyin moral değeri olarak kişiyi, mensubu olduğu siteye angaje eden sivizm, demokratik bir ortamda gelişir ve eylemlerinin öznesi olan ya da sorumluluk anlayışına bağlı olan bir aktör birey varsayar. Zira dayanışmayı, kolektif kurala uymayı, genel iradeyi izlemeyi gerekli sayar. Bu anlamda sivizm, demokratik yollardan oluşmuş genel norma uygunluk, adab-ı muaşeret veya görgü esaslarına saygı, nezaket gösterme, sorumluluk ve dayanışma duygusu, sivillik/medenilik gibi olgularla paralellik gösterir. |
Sorumluluk Atıfları
Sorumluluk atıfları, Heider'ın niyet faktörüne dayandırdığı atıflardır. Burada aktörün davranış ya da eylemlerinin, daima bir amaca yönelik olması söz konusudur. Sorumluluk atıflarının ayırdedilmesinde bazı güçlükler mevcuttur. Bunun için, aktörün söz konusu bir durumda başka türlü hareket edebilme imkanının olup olmaması önemli bir kriterdir. Eğer, aynı durumda başkalarının (tüm makul insanlar) aynı şekilde davranmayacağı veya aktörün dış koşullara karşı durabilme imkanı olduğu varsayılırsa, aktörün, sorumlu/suçlu tutulması beklenir. Ancak bazı yazarlara göre, aktörün sosyal statüsü ve durumla ilgili sosyal normlar da etkili olmaktadır. Sorumluluk atıfları, yazarlara göre de farklı anlamlar taşımaktadır (Vallerand ve ark. 1994); sorumluluk, bir ürüne ilişkin sorumluluk veya yasal sorumluluk (meşru müdafaa ve geçici delilik durumlarındaki suçlar) ve moral sorumluluk (bir kişinin bir diğer kişinin sorumluluğu konusundaki değer yargısı; örneğin bir evli çiftte erkek veya kadının, eşini, kendi kötü ruh halinden sorumlu tutması veya ayıplama atıfları) gibi farklı anlamlarda alınabilmektedir. Bu nedenle farklı sorumluluk düzeyleri ya da türlerinin ayırdedilmesi yoluna gidilmektedir. |
Sosyal Algı
Sosyal algı terimi, bireyin diğerlerini, tanıma, anlamlandırma süreçlerini ifade etmektedir. Sosyal psikolojide sosyal algı, geniş bir konu oluşturmakta ve bu konuda yapılan araştırmalar, bireyin diğerlerinin özelliklerini ve davranışlarını algılama tarzı, bu süreçte etkili faktörler ve sosyal algının sonuçlan gibi sorunlara odaklaşmaktadır. Söz konusu sorunlar, sosyal biliş, izlenim oluşumu, kategorizasyon, şemalar, stereotipler, günlük psikoloji, vb. başlıklar etrafında irdelenmektedir. |
Sosyal Biliş
Sosyal biliş teriminin Bruner ve Tagiuri (1954) tarafından ortaya atıldığı yönünde yaygın bir inanç varsa da, terimin ilk olarak 1944'te Heider ve daha sonra 1952'de Asch tarafından kullanıldığı kaydedilmektedir. Ancak sosyal biliş, bir araştırma alanı ve yaklaşımı olarak 1980'lerden itibaren sosyal psikolojide hakim bir konuma gelmiştir. Sosyal biliş kavramı, genel olarak enformasyonların alınması ve hatırlanması gibi bilgi işlem süreçlerini etkileyen faktörler bütününü ifade etmektedir. Söz konusu enformasyonlar, kişilerin ve gözlemcinin yargıları ile bu süreçlerin ilişkilerine İlişkin' enformasyonlardır (Hamilton, 1979). Bir başka tanıma göre sosyal biliş, 'sıradan insanın diğerleri hakkındaki düşünce tarzlarının ve insanlar hakkında düşündüğünü nasıl düşündüğünün incelenmesini' (Fiske ve Taylor, 1984) kapsamaktadır. İlk tanımın perspektifi daha ziyade enformasyonların alınması ve temsiliyle ilgilenmekte ve kişilerin belleğine önem vermektedir. İkinci tanım ise naif sosyal psikoloji ve izlenimlerin oluşumunu öne çıkarmaktadır. |
Sosyal Bulaşma
Sosyal bulaşma (social contagion) terimi, insanların kalabalık içindeki uç davranışlarını açıklamaya çalışan Gustave Le Bön (1896) tarafından ortaya atılmıştır. Kalabalık içindeki insanların radikal bir dönüşüme uğradığını, şiddet ve coşkularını ifade etmede, hain, irrasyonel, hayvanı ve pervasız olduklarını gözleyen Le Bön, tıbbi deneyimlerinden yola çıkarak, hastalıkların bulaşması ile coşkuların bulaşması ve bunun sonucunda kalabalık içinde aşırı davranışların ortaya çıkması arasında bir analoji kurmuştur. Bu açıdan sosyal etkinin özel bir biçimine gönderen sosyal bulaşma kavramı, kalabalık içinde duygu, düşünce ve davranışların hızlı bir şekilde yayılmasını ifade etmektedir. |
Sosyal Karşılaştırma
Bireyin kendisi hakkında bir fikir edinebilmek veya sahip olduğu fikri korumak için kendini diğerleriyle karşılaştırma sürecidir. Sosyal karşılaştırma, kıyas noktası olarak alman kişi veya gruplara bağlı olarak farklı şekiller alır; örneğin aşağı doğru karşılaştırma, yukarı doğru karşılaştırma, benzerleriyle karşılaştırma gibi. Ayrıca karşılaştırma boyutuna göre de farklı şekiller alabilir; örneğin, yeteneklerin karşılaştırılması, bilgi ve becerilerin karşılaştırılması gibi. |
Sosyal Mesafe
Hall'in tipolojisinde üçüncü tabakayı belirleyen bu mesafe (social distance), yaklaşık olarak 1.25 m. ile 3.70 m. arası mesafeyi belirtir. Bu mesafenin bireyin ilişki ve etkinliklerine hakimiyetinin sınırlarıyla çakıştığı söylenebilir. Bu alan, kişisel olmayan ilişkilere, nezaket ilişkilerine ve iş ilişkilerine ayrılmıştır. Hail diğer mesafeleri olduğu gibi, sosyal mesafeyi de 'yakın' ve 'uzak' kısım olmak üzere kendi içinde ikiye ayırır. Birlikte çalışan insanlar (patron-sekreter, resepsiyon memuru-müşteri, vb.) yakın sosyal mesafeyi kullanırken, yabancılar 'uzak' sosyal mesafede (insanların karşıdakine "şöyle bir uzaklaş da sana bakayım" dedikleri mesafe) tutulur. |
Sosyallik
XX. yüzyıl başında Georg Simmel tarafından ortaya atılan sosyallik (sociability) terimi, bireyin diğerleriyle kurduğu kişisel ilişkiler bütününe göndermektedir. Bu anlamda, aile üyeleri, akrabalar, arkadaşlar, dostlar, komşular, iş/çalışma arkadaşları ve benzeri kişiler arası tüm ilişkileri kapsamaktadır. İşlemsel olarak sosyallik, bireyin düzenli olarak ilişkide olduğu kişilerle oluşturduğu sosyal ağın genişliği veya darlığı boyutunda kavramsallaştırılmaktadır. Dolayısıyla sosyallik, bir bakıma birey (veya grubun) sahip olduğu 'sosyal sermaye'yi ifade etmekte ve sosyallik düzeyi, bu sermayenin ya da kaynağın büyüklüğünü yansıtmaktadır. |
Stereotip
Etimolojik olarak stereos (katı) ve typos (nitelik, tip) sözcüklerinden oluşan stereotip terimi, ilk kez 'kafamızdaki imajlar'a işaret etmek üzere Lippmann (1922) tarafından ortaya atılmıştır. Stereotip terimi, genel olarak diğer insanları içine yerleştirdiğimiz kategorileri ifade etmektedir. Bu çerçevede, stereotipler, diğer bir bireyi veya bireyler grubunu tanımlamak için kullandığımız basitleştirilmiş betimsel kategoriler olarak tanımlanabilir. Sosyal psikoloji literatüründe gruplar arası ilişkiler, inançlar ve temsiller bağlamında kullanılan stereotip bir birey, grup veya topluluk hakkında sahip olunan temellendirilmemiş kanaattir. Belirli bir hedef hakkında basitleştirilmiş yaygın inançlara dayanan stereotipler, bireysel farklılıkları dikkate almayan kalıp yargılardır. Stereotiplere sıklıkla hedef olan gruplar, yaş, cinsiyet, meslek grupları, azınlık grupları ve milliyetlerdir. Stereotip, önyargıları besleyen, koruyan önemli bir mekanizmadır. Belirli bir kategoriye ait kişilere ilişkin enformasyonların algılanmasındaki ve işlenmesindeki rolleri yanı sıra, gruplar hakkındaki beklentileri de etkilerler. Bazı hallerde, önyargıların gelişmesine yol açıp ayrımcılığa zemin hazırlarlar. Literatürde kullanıldığı şekliyle, stereotipler, genellikle sözel ifadelerde ortaya konmaktadır, önyargılar ise, daha geniş bir ifade alanına sahiptir; stereotip, daha ziyade tekbiçimli bir nitelik taşırken, önyargı, çok sayıda stereotipi (örneğin ırk, din, cinsiyet stereotipleri) kapsayabilir. Bir bakıma stereotip, sosyal temsillerin işlevsel yanını, önyargı ise yapısal yanını ifade etmektedir. Stereotipler konusunda ülkemizde yapılan araştırmalardan birinde (Harlak, 1993), stereotiplerin turizm bağlamında, diğeriyle ilişki fırsatlarına bağlı olarak şekillendiğini ortaya koymuştur. Bir diğer araştırmada (Teközel ve Bilgin, 1998) ise kişilerin kolektif kimliklerini tanımlayıcı buldukları sıfatların gruplar arası bağlama göre değiştiği, bir başka deyişle stereotiplerin karşılaştırma gruplarına göre belirginlik (saliency) kazandığı sonucuna varılmıştır. |
Suçluluk
Suçluluk (sense of guilt, culpabüity) terimi, bir hata yaptığı bilincine sahip bireyin durumu veya duygusunu ifade etmektedir. Suçluluk, esas olarak moral bir duygudur, zira iyi veya kötünün ne olduğunu belirleyen moral bilinç olmadan hata kavramı da var olamaz. Suçluluk duygusu, çeşitli toplumlarda sosyal kontrolü sağlamanın ve hatta manipülasyonun temelini oluşturmaktadır. |
Taklit
Taklit (imitation), sosyal psikoloji tarihinin ilk kavramlarından biridir ve yaygın anlamında, bir başkasının davranışını tekrarı ifade etmektedir. 1890'da G. Tarde'ın hakkında bir monografi yazdığı taklit kavramı, daha sonra uzunca bir süre gündemden düşmüş, 1960'larda sosyal öğrenme teorisiyle yeniden ortaya çıkmıştır. Sosyal öğrenme teorisyenleri (Bandura, vs.) taklit ile öğrenmeyi birbirinden kesinlikle ayırmaktadır: Taklit, örnek bir davranışın yeniden üretimi olarak, öğrenmeden ziyade performans düzeyinde yer almaktadır ve bu nedenle, taklidi tanımlamada, taklit edilen davranışın özellikleri önem taşımaktadır; örneğin modelin davranışının taklit edenin repertuvarında yer almaması (bir sürücünün önündeki arabanın kırmızı ışıkta durmasının ardından durması, öndekini taklit ettiği anlamına gelmemektedir) taklidi ayırdetmede en belirgin ölçütlerdendir. Araştırmalar, bazı koşulların taklidi kolaylaştırıcı bîr rol oynadığını ortaya koymaktadır. Örneğin, model olanın statü ve saygınlığı, model ile kişi (taklit etme durumundaki kişi) arasında olumlu duygular, model ile kişinin benzerlik düzeyi, kişinin bizzat kendi deneyimi olmamakla birlikte modelin söz konusu bir davranışı yapmakla ödül veya kazanç sağladığını algılaması gibi. Yeterince incelenmemesine rağmen taklidin eğitim açısından önemli bazı işlevleri olduğu bilinmektedir. Her şeyden önce taklit, öğrenmeyi hızlandırıcı bir etkiye (özellikle kendiliğinden pozitif olarak pekiştirilme imkânı zayıf olan davranışlarda) sahiptir; ikincisi inhibisyonları ortadan kaldırabilir; üçüncüsü daha önceden öğrenilmiş, sosyal olarak yaptırıma uğramamış, fakat yapılmayan davranışların ortaya çıkarılmasında kolaylaştırıcı bir rol oynayabilir. Taklit (mimesis) olgusu, Girard'ın günah keçisi teorisinde, toplumu tesis edici bir rol yüklenmektedir. |
Temel Hata
Temel hata kavramı (fundamental attribution error), atıf konusunda gözlenen en önemli yanlılıklardan birini ifade etmektedir. Bir başkasının davranışlarını açıklamaya çalışan bir kişinin, normal olarak, davranışla ilgili bir takım dış etkenler veya zorlamalar varsa, buna bağlı olarak, davranışı bu faktörlere atfetmesi beklenir. Ancak araştırmalar, bunun böyle olmadığını, insanın içsellik yönünde genel bir eğilimi olduğunu göstermektedir. Örneğin davranışı gözlenen kişinin özgür olup olmadığına, tercih imkânının bulunup bulunmadığına bakılmaksızın, kişisel özellikleri ön plana çıkarılmaktadır. Bireyin, bir başkasının davranışım açıklama çabasında, durum ne olursa olsun, dış etkenlerin aleyhine iç etkenlerin rolüne ağırlık verme eğilimi, temel atıf hatası olarak tanımlanmıştır (Ross, 1977). Temel hata çeşitli düzeylerde irdelenmiştir; yorumların çoğu, temel hatayı, insanın sosyal çevresi üzerinde belirli bir denetim kurma ihtiyacına dayandırmıştır (Bouchet ve ark., 1996). Bu çerçevede sosyal psikologların önemli bir kısmı, temel hatayı, motivasyonel bir yanlılık olarak nitelemiştir; örneğin bireyin ihtiyaç ve arzularına hizmet eden inançlar oluşturma ve koruma eğilimi (Weiner), kendine atıflarda benlik savunma ihtiyacı ve başkasına atıflarda kontrol ihtiyacı (Kruglanski); bireyci bir toplumda adil dünya inancım koruma eğilimi (Lerner) gibi. Ancak temel hataya, bilişsel ve normatif planda da açıklamalar getirilmiştir. Bilişsel açıklama, bireyin dikkatini aktörün üzerine odaklaştırmasına; normatif açıklama ise modern Batı toplumlarında içselliğin sosyal bir norm olarak kendini dayatmasına dayandırılmıştır. |
Temel Kişilik
Temel kişilik kavramı (basic personality), 1930'lu yıllardan itibaren sosyal bilimler alanında parlamaya başlayan kültüralist akımın sembol kavramlarındandır. Kültüralizm akımı, kültürün insan davranışları ve kişiliği üzerindeki etkilerinin araştırılması yönünde büyük bir ilgi uyandırmıştır. Bu akım çerçevesinde, ulusal karakterin bir versiyonu gibi görünen temel kişilik kavramını ortaya atan ve kültürün insan kişiliğini şekillendirdiğini öne süren araştırmacılardan birisi Abraham Kardiner'dir (Bir diğeri de Ralph Linton). Kardiner, 'temel kişilik' kavramı zemininde antropoloji ile psikanalizi bağdaştırmaya çalışmıştır. Temel kişilik kavramı, belirli bir toplumun üyelerinin ortak kişilik yapısını ifade etmektedir. Temel kişilik, aile ortamının, eğitimin ve sosyal çevrenin etkisiyle bireylerde benzer tutumlar, inançlar, değerler, eğilimler, duygular, vb. oluşmasına dayanmaktadır. Kardiner'e göre temel kişilik dört temel öğeden oluşur: 1) Düşünce teknikleri; yani bireyin gerçekliği düşünme tarzı, 2) Güvenlik sistemleri; bireylerin çevresel engellenmelerin yarattığı kaygılarla başa çıkmak için başvurduğu savunma sistemleri, 3) Geniş anlamda üst-ben; diğerlerinin takdir ve sevgisini kazanma arzusuna dayalı super-ego söz konusu, 4) Dinsel tutumlar. Kardiner'e göre bu dört temel kişilik öğesi, kurumlarla ilişkilidir; bir yandan, 'birincil kurumlar' denen bazı kurumlar tarafından üretilirler, Öte yandan 'ikincil kurumlar' denilen bazı kurumları üretirler. Kardiner'e (1939) göre, temel kişiliği belirleyen temel faktör kültürel çerçevedir. Kültürel çerçevenin ana unsurları arasında, aile organizasyonu, ailede verilen temel bakım ve terbiye, cinsel yasaklar, beslenme tarzları gibi birincil kurumlar yer almakta ve bunlar ana-babaya ilişkin temel tutumları meydana getirmekte ve bunlar da, dinler, mitler, efsaneler, düşünce teknikleri, iletişim tarzları ve stilleri gibi ikincil kurumlarda yansıyan sembolik projeksiyonlar vasıtasıyla her topluma özgü kişilik tipini belirlemektedir, yani kısaca ifade edilirse, bir toplumun özgül kişilik tipi, onun kültürü tarafından şekillendirilmektedir. |
Terituvar
Hayvan veya insan, sakinleri tarafından işaretlenmiş, kendilenmiş ve hem cinslerine karşı savunulan yaşam alanı olarak tanımlanabilir. Hayvan davranışlarının incelenmesinden (Armstrong, Lorenz) hareketle geliştirilen terituvar (territory) kavramı, çevre psikologlarının gözlemlerine göre, insanların mekânla ilişkilerinde de geçerliliğini korumaktadır. Bireylerin yalnız veya çeşitli gruplarda (formasyon grupları, aile, işletmeler, örgütler, vb.) yaşam alanını yapılandırmaları ve işaretlemeleri (mekânın değişik noktalarına elbise aksesuarları ve eşyalar konması, mekânın yazı veya resimle işaretlenmesi, kapı-duvar ve paravan türü vasıtalarla mekânın yapılandırılması) ve böylece başka yerlerden farklı güvenli, tanıdık bir yer kurmaları, bir bakıma terituvar oluşturma olarak nitelendirilebilir. |
Toparlanma
Fizikte bir metalin darbe sonrası eski yapısını yeniden alabilme kapasitesini ifade eden psikolojik sağlamlık ya da toparlanma (resilience) terimi, psikolojide insanların travmalara karşı sağlamlığının ötesinde travma sonrası yaralarını sarabilme kapasitesini ifade etmektedir. Toparlanma kavramı, özellikle deprem ve benzeri büyük felaketlerin yaşandığı toplumlarda hem birey, hem de topluluk psikolojisi bakımından çok önemli görülmektedir. Ancak kavramın önemi sadece bu tür büyük felaketler yasayan insanlarla sınırlı değildir. Toplumda dışlanmış, sapkın, marjinal veya azınlık gruplarına yönelik tutum ve davranışların yol açtığı 'yaralar' da aynı kapsamda düşünülebilir. Şu veya bu nedenle olumsuz bir konumda bulunan yaralı kişiler, toplum tarafından bu konumlarından çıkmalarını engelleyecek bir etiket (örneğin evlilik dışı doğan çocukların '****' olarak etiketlenmesi) içine hapsedilmekte ve bu kişiler diğerinin bakışı tarafından bir tür 'kurban kariyeri'ne (Cyruljıik) mahkum edilmektedir. Ancak bazı hallerde 'mağduriyet' konumunun, etik kurallar ('haksızlığı telafi etme gereği') nedeniyle sağladığı avantajlar, insanları 'sefalet' meraklısı (''tniserabilisme') olmaya, 'ezilmişlik oyunu'nu sürdürmeye (Bilgin, 1997) götürmektedir. Bu açıdan yaralarına pasif bir şekilde maruz kalmak yerine, affektif, entelektüel, sosyal ve sanatsal angajmanlar vasıtasıyla çıkış yolları aramak, yeni ve birden çok bağlantılar kurmak büyük önem taşımaktadır. Zira bir imajla, sağlamlık 'sellerde kayıkla yol alma kapasitesi' olarak nitelenirse (Cyrulnik, 2002), kendini sele bırakmamayı ve tutunacak bir şeyler bulmayı öğrenmelidir. |
Transaksiyonel Analiz
1950'lerin sonlarına doğru Eric Berne tarafından ortaya atılan transaksiyonel analiz, kişiler arası iletişim sorunlarının çözümünde uygulanan bir psikolojik değişim ve analiz yöntemi olarak tanımlanabilir. Yöntem, Freudçü bir perspektiften hareketle, insan iletişiminin ve ilişkilerinin, oldukça mekanik bir anlayışını temel alır. îki partner arası etkileşimlerin kolayca ayırdedilebilecek ve çözümlenebilecek bir birim oluşturduğunu; bu ilişkide her kişinin, normal olduğu takdirde kendi yetişkin Ben'iyle bulunacağını; aksi halde ebeveynsel (parental) Ben'iyle (üst-ben) veya çocuksu Ben'iyle (bilinç altı) bulunacağını öne sürer. Buna göre kişilik üç öğeden ya da Ego'nün üç durumundan oluşur; Anababa, Yetişkin ve Çocuk. Diğer insanlarla ilişkimizde bu rollerden birini üsleniriz; örneğin otoriter olduğumuzda anababa, itaat ettiğimizde çocuk rolleri söz konusudur. Transaksiyonel analiz, bireyin özel senaryolarından ve diğerleri karşısındaki olağan tavırlarından (yaşam pozisyonları) yola çıkarak kişisel değişimi sağlamaya yönelik bir yöntem olmayı da hedeflemektedir. |
Tutuklular İkilemi
Oyun teorisinin temel problematiğini oluşturan ve Trucker tarafından tasarlanan 'tutuklular ikilemi' (dilemma), tarafların motivasyonları arasında çelişkinin bulunduğu, kazanç ve kayıplar toplamının sıfır olmadığı bir durumun ifadesidir. İkilemin öyküsü şudur: Silahlı bir soygun konusunda şüpheli İki kişi tutuklanırlar. Fakat savcının elinde geçerli kanıtlar yoktur. Zanlıları iki ayrı hücreye koyan savcı onlara bir teklifte bulunur. Eğer ikisi de suçunu itiraf etmezse, ruhsatsız silah taşımaktan dolayı 6 ay hapis yatacaklardır; ikisi de suçunu itiraf ederse, savcı, soygun için asgari ceza olan 2 yıl hapse mahkumiyetlerini isteyecektir; ancak biri itiraf eder ve diğeri etmezse, itiraf eden sadece tanık olarak mahkemeye çıkacak ve sonra bırakılacak, diğeri ise 20 yıl hapis yatacaktır. Bu durumda tutuklular ne yapacaktır? İkisi birlikte düşünüldüğünde, her biri için en kötü durum 20 yıl, en iyi durum diğerinin 20 yıl hapsine karşılık kendinin serbest bırakılması, "en az kötü durum" ise 6'şar ay hapistir. Fakat 6 ay hapis durumu, her ikisi de aynı tutumu izlerse, yani her ikisi de itiraf etmezse mümkündür. Ancak her birini bir şüphe alır: "Ya kendisi inkâr ederken, diğeri itiraf ederse?". Tutukluların içinde bulunduğu ikilem, taraflar arasında güven ve iletişimin yokluğunda, daima itirafla çözülmektedir. Bu ikilem iki taraf arasında işbirliği ve istismar yönünde seçenek davranışların bulunduğu çeşitli insan ilişkilerinde, tercih edilen rasyonel davranışın, işbirliğinden ziyade karşılıklı istismar davranışı olmasıyla sonuçlanmaktadır. Tutuklular ikileminin sorunsalı, bir başka örnekte daha görülmektedir. İki idam mahkumu, her biri kendi hücresinde ölümü beklemektedir. Bir sabah başvezir, onlara şu mesajı iletir: "Sizi bağışlamaya karar verdim; yarın sabah serbest olacaksınız. Ancak isterseniz, idam cezanızın 10 yıl hapse çevrilmesini talep edebilir-siniz. Eğer bu yönde karar verirseniz, gece yarısına kadar bana bildirin; isteğiniz derhal yerine getirilecektir. Fakat, bunu sadece biriniz isterse, diğeri ertesi sabah idam edilecektir". Burada da mahkumların Önünde iki seçenek vardır. İşbirliğine gitmek (İ) veya işbirliğinden kaçmak (K). İlk bakışta ikinci şıkkın avantajı yok gibi görünüyor ve bu yüzden her ikisinin de Ü seçeneğinde birleşmeleri (işbirliği ya da Nash dengesi) bekleniyor. Ancak mahkumlardan biri, K'yı (10 yıl hapis) seçerse veya diğerinin seçeceğini düşünürse veya diğerinin onun böyle davranacağını düşünebileceğini düşünürse, vb. bu durumda, kazancını maksimum kılmak yerine, kaybını minimum kılmak yoluna gidecek ve sonuçta her ikisi de KK seçeneğinde (kaçışta denge) birleşeceklerdir. Bu iki yoldan birincisi (İİ) faydacı rasyonellik, diğeri (KK) ise ihtiyatlı rasyonellik stratejisidir. Birincisinin dayandığı denge, istikrarsız, zayıf bir dengedir, fakat sağduyuya uygundur; ikincisinin dayandığı denge, sağlamdır, ama sağduyuya aykırıdır. Tutuklular ikilemi, kazanç ve kayıplar bakımından karşılıklı bağımlılık durumunu ifade etmektedir. Ancak başka ilişki durumları da mümkündür. Örneğin taraflardan birinin sürekli kazançlı olduğu ve kazancının, diğerinin davranışlarından etkilenmediği; buna karşılık diğerinin kazanç ve kayıplarını belirlediği bir durum düşünülebilir. Efendi-köle ilişkisini niteleyen bu durum, "kader denetimi" denilen bir matris yapısına uymaktadır. Burada taraflardan biri, hakim pozisyondadır ve diğerinin kayıp ve kazançları ona bağlıdır. Bir diğer durumda, taraflardan biri, her durumda kazançlıdır; ancak diğerinin kazançları hakim konumdaki kişi kadar, kendisine de bağlıdır ve dolayısıyla onun tercihlerine göre kendi tercihini ayarlayarak kazancını artırabilir. Bu ilişki yapısı, "davranış yoluyla denetim" denilen bir başka ilişki tipini ifade etmektedir. |
Tutum
Sosyal psikolojinin merkezî kavramlarından biri sayılan tutum (attitude) kavramı, belirli bir sosyal obje konusunda bireylerde mevcut olan ve bilişsel, duygusal, davranışsal yanlar taşıyan gizil eğilimleri ifade etmektedir. Tutum, sosyal psikolojide tarihsel öneme sahip klasik bir tanımla, 'bireyin belirli bir sosyal objeye karşı tepkisini dinamik bir tarzda etkileyen, bireyin deneyimlerine göre Örgütlenmiş ve davranış hazırlığı niteliğindeki zihinsel ve nöropsikolojik bir durum" olarak nitelenebilir (Allport). Bu tanımın öğelerine yakından bakıldığında, tutumun ana özellikleri şu şekilde kendini göstermektedir: Tutum, zihinsel ve nöropsikolojik bir durumdur; tutum, dinamik veya yönlendirici bir etkide bulunan davranışsal bir hazırlık durumudur; tutum örgütlenmiş bir durumun ifadesidir (belirli bir objeye ilişkin olumlu veya olumsuz duyguların eşlik ettiği bilişlerin bellekteki temsili); tutum, kişinin deneyimlerinin sonuçlarına göre örgütlenmiş bir durumdur; tutum, ilişkin olduğu tüm objelere ve durumlara karşı kişinin tepkilerini etkiler. Sosyal psikologlar tutumları karakterize eden dört özellik üstünde durmaktadırlar. Bunlar tutumun yönü (bir objeye karşı lehte veya aleyhte bir konumda olma), tutumun yoğunluğu ya da şiddeti (çok veya az lehte veya aleyhte olma), tutumun merkezîliği (tutumun kişiyi benliğinde angaje edip etmemesi, yani benliğini ilgilendirme düzeyi; ego-involvement) ve tutumun ulaşılabilirliği (tutum objesi ile bu objenin duygusal olarak değerlendirilmesi arasındaki bağın sağlamlığı; bir tepkinin tutum -tutum değil uçları arasında uzanan bir çizgide, tutum ucuna doğru yaklaştıkça, ulaşılabilirliği artmaktadır) şeklinde ifade edilebilir. Tutumların yapısına gelince, bu konuda Rosenberg ve Hovland (1960) tarafından ortaya atılan klasik görüş, 'Üç Öğeli Model' adıyla anılmakta ve tutumun bilişsel, duygusal ve davranışsal olmak üzere üç öğeden oluştuğunu öne sürmektedir. Bunun yanı sıra, tutumun yapısı konusunda ortaya atılan görüşler bağlamında, tutumu esas olarak duygusal bir değerlendirme tepkisi gibi gören 'Tek Boyutlu Model' ve bu modellerin yeni versiyonları (Zanna ve Rempel, 1988; vb.) zikredilebilir. Tutumlar konusunda araştırmacıların üzerinde durdukları bir diğer husus, tutumların işlevleridir. Literatürde tutumların işlevleri arasında bilgi sağlama işlevi (tutumun bilgileri organize ederek basitleştirmesi ve bir referans çerçevesi olması), araçsal işlev ya da uyum işlevi (tutumun, bireyin ihtiyaçlarını doyurucu yönde oluşması; örneğin bir siyasetçinin halka karşı olumlu tutumu, hem popülaritesini artırır, hem de kendi eylemelerinin etik bakımından meşrulaştırılmasını sağlar), tutumun ifade işlevi (inançların, değerlerin ve benlik imgesinin dışa yansıtılmasına uygun tutumlar geliştirme), Ego veya benlik savunma işlevi (tutumun, öz saygıyı koruyucu bir etkide bulunması) sayılmaktadır (Lafrenaye, 1994). Nihayet bazı araştırmacılar tutumların oluşumunu konu almaktadır. Literatürde, tutumların nasıl oluştuğuna odaklasan farklı yaklaşımlar mevcuttur. Duygusal (affektif) kaynakları öne çıkaran yazarlardan bazıları, tutumların oluşumunda Pavlovçu Klasik Şartlanma kavramını esas almakta, diğer bazıları ise (Zajonc) belirli bir uyaranla pek çok kere karşılaşmanın önemini vurgulamaktadır. Davranışsal kaynakları öne çıkaran yazarlardan bazıları (Scott) Skinnerci Edimsel Şartlanma kavramına dayanmakta, diğer bazıları (Salancik) ise kendini algılama modelini (Bem) ('yeni davranışların yeni tutumlar oluşturması') kullanmaktadır. Bilişsel kaynaklan öne çıkaran yazarlardan bazıları (Phillips) sosyal öğrenme teorisini (Bandura) hareket noktası almakta, diğer bazıları ise inanç-yargı modelinden (Fishbein ve Ajzen) yola çıkmaktadır. |
Tutum Değişimi
Sosyal psikologların favori araştırma konularından biri olan tutum değişimi (attitude change) (1980'lerde yılda ortalama 1000 yayın), bireyin belirli bir tutum objesine ilişkin tutumunun yönünün (lehte-aleyhte) veya şiddetinin (çok-az) değişmesidir. Sosyal psikolojide tutum değişimini konu alan çeşitli teorik yaklaşımlar bulunmaktadır. Bunlardan bir kısmı 'Bilişsel Tutarlılık Yaklaşımları' olarak adlandırılmakta ve Heider'ın Denge Teorisi (Balance Theory), Osgood ve Tannenbaum'un (1955) 'Uygunluk Teorisi' (Congruity Theory) ile Festinger'in Bilişsel Çelişki Teorisi bu çerçevede yer almaktadır. Diğer bir kısmı 'Yale Yaklaşımı' veya 'Mesaj Öğrenme Yaklaşımı' olarak adlandırılmaktadır. Hovland ve arkadaşlarının geliştirdiği Yale Üniversitesi İletişim Programı kapsamında yapılan ve çeşitli iletişim tiplerinin tutumlar üzerindeki etkilerini test eden araştırmalar bu çerçevede yer almaktadır. Bir diğer yaklaşım, 'Bilişsel Tepki Yaklaşımı' (mesajın ikna gücünün, alıcı bireyin enformasyonu aldıkça kendiliğinden geliştirdiği biliş ya da düşüncelere bağlı olması) olarak anılmakta ve ikna konusundaki bazı paradigmalar (dikkat dağılmasının iknaya etkisi ve iknaya direnç paradigmaları) bu çerçevede yer almaktadır. Dördüncü bir yaklaşım Petty ve Cacioppo'unun (1986) 'bilişsel üretimin gerçeklik düzeyi'ni temel alan yaklaşımlarıdır ve tutum oluşumu ve değişiminin bazı durumlarda, anlamlı enformasyonlar üzerinde düşünmenin sonucu iken, diğer bazı durumlarda basit bir çıkarsamanın, bir şartlanmanın ya da mesajla ilişkili olumlu veya olumsuz dış belirtilerin sonucu olabileceğini öngörmektedir. |
Tutum Ölçekleri
Tutum ölçeği, genel bir deyişle tutumları ölçmeye yarayan bir ölçme aracıdır. Tutumlar, doğrudan gözlenemeyen değişkenler ya da faktörlerdir; bireyin tutumları, ilke olarak davranışlarında yansır ve özellikle de dil vasıtasıyla ifade edilirler. Bu nedenle sosyal psikologlar geçerli ve güvenilir ölçme araçları geliştirmeye çalışmışlardır. Bu ölçekler yapı ve şekil bakımından birbirinden farklı olmakla birlikte genel olarak, aynı bir davranış eğilimiyle ilişkili kanaatler belirten ve aralarında mantıksal bir bağ bulunan ifadeler ya da önermeler şeklinde görünürler. Tutum ölçeği, cevaplan ölçülen tutum bakımından belirli bir örneklemi gruplandırmaya yarayan bir soru veya görüş seti olarak tanımlanabilir (Michelat ve Thomas). Tutum ölçekleri, teknik açıdan az sayıda birkaç türe ayrılırlar: Thurstone Ölçekleri, Likert ölçeği, Bogardus Ölçeği, Anlam Ölçekleri gibi. Ancak türleri ne olursa olsun genel olarak tutumun objesine veya yazarına göre adlandırılırlar: Faşizm Ölçeği, Dinsel Tutumlar Ölçeği, Feminizm Ölçeği, vb. |
Uyum
Uyum (adaptation), genel anlamda, organizmanın çevresiyle ilişkilerinin dengesini sağlamaya yönelik değişikliklerin bütününü ifade etmektedir. Organizmanın içinde bulunduğu koşullarda yeni bir durum meydana geldiğinde, uyum süreçleri işlemeye koyulmaktadır. Piaget, bu yeni öğe veya verilerin daha önceden oluşmuş davranışsal örüntülerle bütünleşmesine, özümseme (assimilation); yeni verilerin mevcut şema veya örüntüleri değiştirmesine, yani yeni durumun gereklerine uygun hale getirmesine ise 'aktif uyum' (accommodation) adını vermiştir. Piaget'nin görüşünde bu iki uyum süreci, çocuğun gelişimi bakımından temel etkinliklerdir. Uyum kavramı, etolojik perspektifte, bir popülasyonun ve gelecek kuşaklarının belirli bir yaşam alanında yaşamını sürdürebilme yeteneğini ifade etmekte ve bu anlamda, 'evrimsel uyum' terimi kullanılmaktadır. |
| Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 01:54 AM |
Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11 Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.