www.cakal.net Forumları YabadabaDuuuee

www.cakal.net Forumları YabadabaDuuuee (https://www.cakal.net/index.php)
-   Eskiler (Arşiv) (https://www.cakal.net/forumdisplay.php?f=188)
-   -   --->Psikolojide Kavramlar<--- (https://www.cakal.net/showthread.php?t=37390)

M@D_VIPer 09-23-2006 07:16 PM

--->Psikolojide Kavramlar<---
 
Psikolojide Kavramlar

Algıda Seçicilik


Algıda seçicilik, insanın algı sürecinde aktif bir rol oynadığı görüşü çerçevesinde ortaya atılmış bir kavramdır. Kavram, insanın algı sürecinde pasif olmadığını, algı objesini fotoğraf gibi algılamadığını, görmek istediği gibi gördüğünü, yeni verileri mevcut kategorilerine uydurduğunu, önyargı ve stereo-tiplerinden etkilendiğini, önceki tutum ve görüşlerini destekleyici enformasyonlara duyarlı olduğunu ve benzeri hususları ifade etmektedir.

Seçici algı konusu, pek çok kez laboratuvar ortamında ve gerçek yaşamda incelenmiştir. Örneğin Bruner ve Postman (1949), oyun kanlarıyla düzenledikleri deneyde, bazı kartları hatalı bir renkle boyayarak, örneğin kırmızı sinek dörtlüsü, sunmuşlar ve deneklerin bu tür kartları sunuluşlarından farklı algıladıklarını (örneğin siyah sinek dörtlü veya kırmızı kupa dörtlü gibi) saptamışlardır.

H. Cantrill'in II. Dünya Savaşı öncesindeki kitle paniği incelemesi de klasik bir çalışma olarak anılabilir. Cantrill, savaş öncesi radyodan yayınlanan ve dünyanın Marslılar tarafından işgalini konu alan radyo piyesine insanların tepkilerini araştırmıştır. Piyesi, radyo haberleri olarak algılayan ve Marslıların saldırısını gerçek sanarak sokaklara dökülen pek çok Amerikalı kendileriyle yapılan görüşmelerde şu tür ifadelerde bulunmuşlardır:

1) Pencereden baktım, cadde arabalarla doluydu; insanların kaçmakta olduğunu düşündüm,
2) Pencereden baktım; sokakta hiç bir araba yoktu; bir yerlerde trafiğin tıkandığını düşündüm,
3) Pencereden baktım, herşey eskisi gibiydi; Marslıların henüz bizim sokağa gelmediğini düşündüm, gibi.

M@D_VIPer 09-23-2006 07:16 PM

Algısal Belirginlik



Algısal belirginlik (saliency), uyaranların kendi bağlamı içinde dikkati çeken bir niteliğidir. Kognitif işlemlerde, bir durumun bazı yanları daha çok dikkate alındığında, benzer durumlarda tercihen tekrar ele alınması beklenir, bu yanlar algısal olarak belirgin (salient) veya rölyefli olarak nitelenir.

İnsanlar da kendi çevrelerinin bağlamı içinde rölyefli olabilir. Örneğin bir grupta farklı bir etnik gruptan olan kişi veya bireyin algı alanında Öne çıkan, kendini dayatan biri, algısal planda daha kabarmış, baskın ya da yüksek rölyefe sahip durumdadır.

M@D_VIPer 09-23-2006 07:16 PM

Algısal Değişmezlikler


İnsan algısında, nesne algılamaya ilişkin kuvvetli eğilimin yanı sıra büyük bir istikrarlılık (stability) vardır. Bir adamın boyu size doğru yaklaştıkça değişiyor gibi görünmez, halbuki gözün ağtabakasına (retina) düşen imge gittikçe büyümektedir. Tabak bir açıdan bakıldığında çembere, diğer açıdan bakıldığında elipse benzemez; halbuki ağtabakaya düşen imgeler bunlardır.

Pencerenin önünde durduğunuzda, bunun ağtabakadaki imgesi dikdörtgen şeklindedir; yandan baktığınızda ise imge bir yamuk şeklini alır. Ancak siz pencereyi dikdörtgen olarak görmeye devam edersiniz. Bütün bu değişik durumlar, nesnenin daha önce öğrenilmiş olan nitelikleriyle görüldüğünü örneklemektedir. Fiziksel uyarımdaki farklılıklara rağmen, nesnelerin görüntüleri algı düzeyinde değişmez kalır. Bu tür istikrarlılığa algısal değişmezlik (perceptual constancy) denir.

Şekil Değişmezliği

Yukarıda verilen tabak ve pencere örnekleri, şekil değişmezliği (shape constancy) ilkesiyle ilgilidir. Ne olduğunu bildiğimiz bir nesnenin şekli, ne taraftan bakarsak bakalım hep aynı kalır. Diğer bir deyişle; değişik açılardan bakılan aşina (familiar) nesneler şekilleri bakımından değişmez olarak algılanır. Burada önemli olan aşinalıktır veya nesnenin neye benzemesi gerektiği konusundaki bilgimizdir. Herhangi bir nedenden ötürü nesneyi tanıyamamamız halinde şekil değişmezliği söz konusu olamaz.

Büyüklük Değişmezliği

Nesne uzaklaştıkça bunun ağtabakadaki imgesi gittikçe küçülür. Halbuki normal olarak insanlar nesneleri hep aynı büyüklükte görürler. Bu olaya (phenomenon) büyüklük değişmezliği (size constancy) denir. Bu değişmezlikte iki etkenin etkisi vardır. Bunlardan ilki, şekil değişmezliğinde de söz konusu olan, nesnenin aşinalığı veya kişinin nesnenin niteliği konusunda daha önce öğrendikleridir. Bir erkek erkek olarak algılanmışsa; bizden ne kadar uzakta olursa olsun, boyu değişmez bir biçimde algılanacaktır. Bir diğer etken uzaklıktır (distance).

Eğer bir nesne aşina değilse veya herhangi bir büyüklükte olabiliyorsa, örneğin bir sayfa veya kaya gibi, büyüklük değişmezliği ancak nesnenin ne kadar uzakta olduğu bilinerek korunabilir. Bu durumda uzaklık ipuçları önem kazanır. Eğer bir derinlik ipucu şekilde olduğu gibi yapay olarak değiştirilmişse, büyüklük değişmezliği kaybolur. Şekilde büyük zarf daha uzakta ve bu nedenle de, daha "büyük" gibi görünmektedir; gerçekte ise bu zarf "küçük" zarftan daha yakındadır. Bu hilenin nasıl sağlandığı, şeklin açıklamasında anlatılmaktadır.



Büyüklük değişmezliği, derinlik ipuçlarının tersine bir etki vereceği şekilde değiştirilmesiyle ortadan kalkmıştır. Bu zarflar aynı büyüklüktedir ve gerçekte "büyük" zarf "küçük" zarftan çok daha yakındadır. Daha uzakta olarak görülmesinin nedeni; bunun gri kartın, gri kartın da "küçük" zarfın arkasında gibi görünmesidir. Fakat gerçekte gri kart iki zarf arasında değil, bunların arkasındadır. "Büyük" zarfın köşesi kesilmiş olduğu için bu kart "büyük" zarfın önünde gibi görünmektedir. (Fundamental Photographs.)

Parlaklık Değişmezliği

Algısal değişmezlik parlaklığın algılanılışı için de geçerlidir; nesnelerin beyazlık, grilik veya siyahlık dereceleri algısal düzeyde değişmezlik gösterir. Parlaklık değişmezliği (brightness constancy) nesnenin üzerine düşen ışık miktarından bağımsızdır, insanlar örneğin kömürü, ay ışığında da, parlak güneş ışığı altında da siyah olarak görürler; aynı koşullarda kar ise daima beyaz olarak görülür. Bu olayın nedeni; algılanan parlaklığın, parlaklık açısından nesnenin zemine olan oranına bağlı olmasıdır. (Wallach, 1963). Normal hallerde bu oran, aydınlatma koşulu ile etkilenmeksizin hep aynı kalır. Işık miktarının azaltılması veya çoğaltılması, nesne ve zeminin her ikisini de daha parlak veya daha mat yapar; böylece insanlar nesnenin parlaklığını değişmez biçimde algılarlar.

M@D_VIPer 09-23-2006 07:16 PM

Algısal Kabartma


Algısal kabartma veya görünür kılma kavramı (pregnance), Moles'ün terimleriyle belirsiz olguları anlamaya çalışan bir araştırmacının ilgilendiği olguyu çerçevelemesini ve böylece hatları az çok belirli bir biçim oluşturmasını ifade etmektedir.

Algısal kabartma, kavranmaya çalışılan gerçekliğin bir fon-fıgür durumuna, başka şeylerle kontrast haline konulmasıyla benzerlik göstermektedir ve bu anlamda kimlik algılarında önemli bir işleve sahiptir. Bu bağlamda algısal kabartma, kişilere kolektif kimliklerini, grup aidiyetlerini hatırlatmak ve bunun bir adım daha ötesinde karşıt gruplarını, ötekini düşünmelerini ve bununla ilgili bir şeyi tartışacaklarını söylemek gibi yollardan yapılmaktadır.

Yapılan bazı deneysel çalışmalarda kişilere doğrudan kendilerini tanımlamaları söylenerek alınan kimlik tanımları ile kolektif kimlikleri hatırlatılarak alınan kimlik tanımlarının farklılaştığı görülmektedir.

M@D_VIPer 09-23-2006 07:16 PM

Alt Mantıklar


Günlük düşünce ve metin analizlerinde sıklıkla kullanılan alt-mantıklar (infra-logics) terimi, formel mantık sınırları dışında kalan düşünce tarzlarına işaret etmektedir. Klasik formel mantık düzeni, bir bütünün öğelerinin çelişmezlik, üçüncü halin olamazlığı, iç tutarlılık gibi ilkelere dayalı bir şekilde birleştirilmesini öngörmektedir.

Bu anlayış insanı, bir tür 'akıl yürütme makinesi'ne indirgemektedir. Oysa insanın düşünce yolları bu katı çerçeveye sığmamaktadır. Alt-mantıklar, insanın, formel mantık dışında kalan, tutarlılık ve çelişmezlik kaygısı taşımayan dolayım-sız, keyfi düşünce sistemleridir.

Alt-mantıklar yaratıcılık bakımından da önem taşımaktadır. Zira yaratıcı bireylerde bir tür ilham anları olarak nitelendirilen keşif anları, çoğu kez çeşitli öğeleri alışılmışın dışında birleştirme, bağlantılandırma, çağrışım zincirine sokma şeklindeki düşünsel etkinliklere dayanmaktadır. Keşif veya bulgular, önce tutarsız, ham, işleme tabi tutulacak bir yapı halinde ortaya çıkmaktadır.

M@D_VIPer 09-23-2006 07:17 PM

Alter Ego


Aslında psikanalitik vokabülere ait olan alter ego terimi, sosyal psikolojide, psikodrama, benlik ve/veya kimlik analizleri alanında da kullanılmaktadır. Alter ego, kısaca, diğer-ben, yardımcı-ego, bana benzeyen bir başkası olarak tanımlanabilir.

Moscovici'ye (1984) göre, Alter ile Alter Ego, sosyal ilişkilerde Diğeri'ni tanımlamanın iki tarzını ifade ederler. Bu çerçevede, ya bize benzeyen bir Diğeri, yani Alter Ego, ya da farklı bir Diğeri, yani Alter söz konusudur. Bunlardan her biri farklı olgulara gönderir; bir bakıma çeşitli araştırma yaklaşımları ve teoriler, bu "alter"i kavramsallaştırma tarzlarına göre farklılaşırlar. Gruplara ilişkin araştırmaların çoğu, onu bir "alter ego" olarak ele alırlar.

Psikodramada veya rol oyununda, katılanlara diğerinin tutumunu yansıtması, kendilerini onun yerine koyması söylenir ve bundan sonra cereyan edenler, oyuncunun, diğerinin tutumunu içleştirme kapasitesine göre değerlendirilir. Aynı şekilde, konformiteye ilişkin araştırmalarda, her bireyden, kendini, kendine benzer biriyle veya benzemek istediği biriyle karşılaştırması istenir.

İlke olarak ne kendine Özgü pozisyonları, ne de görüşü olan sapkınların, iktidarı elinde tutanlara veya çoğunluk bireylerine bakarak kanaatlerini oluşturdukları, davranışlarını bunlara göre ayarladıkları kabul edilir; sapkınlar, bu imtiyazlı alter-egolara benzemek için uymaktadırlar. Bazı araştırmalar ise, kısaca "alter'i dikkate alırlar.

Azınlık veya bireyin kendine özgü görüşlerini ifade ettikleri yenilik olgusuna ilişkin araştırmalar böyledir. Bunlarda birey veya azınlık, normu ya da Ortodoksluğu temsil eden bir otorite veya çoğunlukla çatışırlar. Bu birey veya azınlığın aradığı şey, özel kimliğin ve açık bir farkın tanınmasıdır. Demek ki bu iki temel psiko-sosyal mekanizma (sosyal karşılaştırma ve sosyal tanınma), sosyal alanda diğerini algılamanın iki tarzıdır.

M@D_VIPer 09-23-2006 07:17 PM

Alterite


Alter (diğeri) sözcüğünden türetilen bu terim, bir kişinin kendisinden bir başkasının salt varlığını ifade etmektedir. Bireyin diğeriyle ilişkisi, başlangıçtan itibaren çalışmalı bir nitelik taşımaktadır. Diğeriyle karşılaşma, bireysel kimliğin oluşumunda en kritik anlardan biridir.

Nitekim bazı yazarlar (Hesnard vb.) gelişim sürecinde Biz'in Ben'den önce olduğunu ve Biz'den Ben'e geçişte, daima bir alterite'yi varsaymaktadır. Zira alteritesiz insan ilişkisi, bir kaynaşmaya/erimeye dönüşecektir; diğeriyle karşılaşma olmazsa özerklik gerçekleştirilemez; imkânsız olur ve tekilleşme yönündeki bireysel kimlik, ütopya olarak kalır (kolektif kimlik peşinde koşan gruplar düzeyinde Öteki'nin icadı, bu gereği karşılayan bir strateji olarak nitelendirilebilir).

M@D_VIPer 09-23-2006 07:17 PM

Alttan Gelen Etki


İzlenim oluşumunda, belirli bir hedef kişi hakkında genel olarak mevcut şema veya kategori kullanılmakta ve hedeften gelen enformasyonlar bu şema doğrultusunda (top down) işlenmektedir. Ancak bu şema veya kategori yeterli olmadığında alt kategoriler oluşturulmaktadır.

Örneğin, politikacılar hakkında olumsuz içerikli şemalara sahipken, bir politikacı hakkında 'dürüst' ve 'tutarlı' olduğu şeklinde enformasyonlar aldığımızda, "o, dürüst ve tutarlı bir politikacıdır" yargısını oluşturabiliriz. Alt kategorizasyon, hem şematik, hem de özel enformasyonların birlikte kullanımını mümkün kılmaktadır.

Ancak alt kategorizasyon yapılamadığında, bazı hallerde hedefin özellikleri ağır basmakta, yeni enformasyonların entegrasyonuna gidilmektedir. Bu olguya 'alttan gelen etki' (bonom up) denmektedir (Fiske ve Neuberg, 1990).

M@D_VIPer 09-23-2006 07:17 PM

Analojik İletişim


Palo Alto Ekolü'nün kişiler arası iletişimde (kullanılan enformasyonun, kodun ya da işaretlerin türüne göre) ayırtettiği iki iletişim tarzından biridir (diğeri dijital iletişim).

Ekolün kurucusu Bateson'a göre, tüm iletişimler iki tip enformasyon kapsar; bunlardan biri olaylar hakkındaki enformasyondur, diğeri ise iletişim sırasında bireyler arasında oluşan ilişkiler hakkındaki enformasyondur. Bu anlamda her mesaj, aynı zamanda bir içerik ve bir ilişkidir. Mesajın ilişkisel yanı ya da ilişkisel mesaj tipi, iletişim hakkında bir iletişimdir (metacommunicatiori) ve bu anlamda, ikinci bir mesaj gibi düşünülebilir.

Analojik iletişim, işaret/gösterge ile anlamı arasında fiziksel veya sembolik benzerlik esasında bir ilişkinin bulunduğu iletişimdir. Sözel olmayan davranışlar (jestler, ses tonu, vücut pozisyonları, konuşma sırasındaki duraklamalar veya aralar, vs.), analojik iletişim örnekleri sayılabilir.

M@D_VIPer 09-23-2006 07:17 PM

Angajman


Angajman (commitment), bireyin kendi davranışlarına bağlılığı, bir başka deyişle birey ile edimleri arasındaki bağ şeklinde tanımlanabilir. Kiesler (1971) tarafından incelenen angajman olgusu, ya hep ya hiç tarzında değil, bireyin davranışlarını sahiplenme ya da onları benimseme düzeyi olarak kavramsallaştırılmıştır. Bireyin belirli bir edime angajmanı, bu edimi özümleme derecesinin ifadesidir. Genel olarak bir kişinin, fikir, inanç ve duyguları değil, davranış veya hareketleri tarafından bağlandığı (angaje edildiği) söylenebilir, yani angajman, sadece eylemler için söz konusudur.

Literatürde angajmanın, kişinin tutumlarıyla ilişkisinden hareketle, tutum yanlısı angajman ve tutum karşıtı angajmandan söz edilmektedir. Bunlardan birincisi, kişinin problematik olmayan bir tarzda, yani mevcut tutumları yönünde (pro) angajmanını, ikincisi ise mevcut tutumlarına karşıt yönde (contre) angajmanını ifade etmektedir.

Angajman düzeyi ya da yoğunluğu, davranışın yapıldığı ortam (başkalarının varlığı, edimin kamusal olup olmaması), davranışın birey için önemi, davranışın tekrarlanma veya değiştirilebilme imkanı gibi çeşitli değişkenlerden etkilenmektedir. Ama asıl önemli olan davranışı yapan bireyin (algıladığı) özgürlük düzeyidir, angajmanın olabilmesi için kişinin mecbur edilmemesi, özgür bırakılması veya özgürlük duygusu taşıması gereklidir.

Sosyal psikologlar, angajman konusunda özgürlüğü de dereceli olarak görme eğilimindedir. Özgürlüğün derecelendirilmesi, ödül veya ceza düzeyini yükseltme veya düşürme yoluyla ayarlanabilir. Angajman, büyük ödül veya büyük ceza durumlarında değil, özellikle az ödül veya az ceza durumlarında söz konusu olmaktadır.

M@D_VIPer 09-23-2006 07:18 PM

Anomi


Anomi genel olarak sosyal bağın zayıflamasını ifade etmektedir. Ancak Parsons'ın modern çağdaş sosyal bilimin merkezi kavramlarından biri saydığı anomi kavramı, sosyal bilimlerin tarihi boyunca farklı çağrışımlar ve anlamlarda kullanılmıştır.

Etimolojik olarak anomos (yasasız, yasası olmayan) ve türevi anomia sözcüklerinden gelen anomi kavramı, sözcük anlamıyla normsuz, yasasız olma durumunu ifade etmektedir.

Ancak sosyologlar, anominin kavramlaştırılmasında farklı bakış açıları sergilemektedir: Hangi yasa ve normların söz konusu olduğu, yasa ve normların salt yokluğunun mu yoksa saygınlığının azalmasının ve karşı çıkılmasının mı söz konusu olduğu, tek bir anominin mi olduğu yoksa pek çok anomiden mi söz edilebileceği gibi hususlarda farklılıklar gözlenmektedir.

Yine anomi çerçevesinde ele alınan olgularda da büyük bir çeşitlilik görülmektedir. Örneğin, kolektif şiddet hareketlerinde, bireysel pasiflik ve ilgisizlikte, sınırsız istek ve tutkularda, geleceğe yönelik umutların kaybında, farklı normlar arası çatışmalarda, toplumda ve kurumlarında normatif sistemin yıkılmasında, eylem hedef ve amaçlarının belirsizliğinde anomiden söz edilmiştir (Besnard, 1987).

Anomi konusuna eğilen teorisyenlerden Durkheim'a göre anomi kavramı, genel bir deyişle bireylerin, belirli bir toplumda insan davranışlarını düzenleyen ve idealleri yansıtan sosyal değerlerle ilişkisinin zayıflaması veya kopmasını ifade etmektedir.

Merton gibi diğer bazı sosyologlara göre ise toplumda entegrasyon aygıtları işlemediğinde, anomi belirir. Anomi durumu, sosyal normlardan sapma durumudur. Toplumun bireye önerdiği amaçlar ile bireyin bu amaçlara ulaşma konusunda, genellikle sosyal statüsüne göre sahip olduğu meşru imkanlar birbiriyle uyuşmadığında, anomi eğilimi güçlenir.

M@D_VIPer 09-23-2006 07:18 PM

Anomik Kişilik Ölçeği


Anomi olgularının emprik düzeyde incelenmesi çerçevesinde Srole tarafından geliştirilen bu ölçek, kişilerin sosyal entegrasyon düzeylerini belirlemeyi amaçlamaktadır.

1956 yılında geliştirilen ve 1960'lı yıllarda yaygın olarak kullanılan, ancak daha sonraki yıllarda kavramsal arkaplanının zayıflığı nedeniyle eleştirilen Srol Ölçeği, bireyin diğerleriyle ve toplumla ilişkilerini nasıl gördüğü üstünde odaklasan beş maddeli kısa bir ölçektir.

Ölçeğin, anomiyi bir olgu olmaktan çıkarıp kişilerin bireysel ruh haline ilişkin bir değişkene dönüştürdüğü ve anemiden ziyade, diğerlerinden kuşkuyu içeren genel umutsuzluk duygusunu ya da karamsarlığı Ölçtüğü, üstelik soru yapısı itibariyle kişileri pozitif cevaplamaya ittiği ve bu nedenle de 'anomik' kişilerin oranını yapay olarak yükselttiği öne sürülmüştür (Mignot, 2002).

M@D_VIPer 09-23-2006 07:21 PM

Anti-Psikiyatri


Anti-psikiyatri terimi, genel olarak psikiyatri ve psikanalizin Ortodoks biçimine karşı 1955 ile 1975 yılları arasında gelişen eleştirel hareketi ifade etmektedir. David Cooper tarafından belirli bir bağlamda ortaya atılmış olan terim, daha sonra anlam genişlemesine uğrayarak, Batı dünyasında hakim psikiyatrik anlayış ve kurumlara radikal bir politik karşı çıkma hareketi şeklinde yayılmıştır: İngiltere'de David Cooper ve Ronald Laing, ABD'de Thomas Szasz ve Gregory Bateson (Palo Alto Ekolü), İtalya'da Franco Basaglio, vb. Michel Foucault ve Gilles Deleuze de Fransa'da anti-psikiyatrik karşı çıkışın farklı bir versiyonunu ortaya koymuşlardır.

Anti-psikiyatri, bir bakıma kurumsal psikoterapinin mantıksal devamı olmuştur (Roudinesco ve Plon, 1997): Zira kurumsal çerçevedeki psikolojik tedavi, kötü durumdaki akıl hastanelerinin reformu ve terapi personeli ile hasta ilişkilerinin iyileştirilmesine çaba harcarken, anti-psikiyatri, akıl hastanesinin ve ruh hastası kavramının ortadan kalkmasını savunmuştur.

Roudinesco ve Plon'un belirttiğine göre, anti-psikiyatri akımı Mary Barnes isimli bir hemşirenin serüvenini bayrak edinmiştir. Tedavisi imkansız bir şizofreni teşhisiyle 40 yaşlarındayken Kingsley Hail hastanesine kapatılan Mary Barnes, orada 5 yıl boyunca kaldıktan sonra (bir bakıma sembolik olarak öldükten sonra), 'yeniden doğmuş', ressam olmuş ve kendi 'cehenneme yolculuk' ya da serüveninin kitabını yazmıştır.

Cooper daha sonra (1967) anti-psikiyatriyi bir ütopya olarak da konumlamaya ve ezilmiş halkların kurtuluş hareketi çerçevesine oturtmaya çalışmıştır: Komün hareketi sırasında "Ezenlerin saatine son; ezilenlerin saati geldi" tarzı sloganlarla duvar saatlerine ateş eden göstericileri saygıyla anmıştır. Anti-psikiyatri hareketi kısa sürmesine karşılık son derece etkili olmuştur.

M@D_VIPer 09-23-2006 07:21 PM

Arketip


Arketipler, Jung'un ifadesiyle, kolektif bilinçaltının içerikleridir. Bir tür ilkel atavi imajlar diyebileceğimiz arketipler, davranışlarımızı yönlendirir ve folklor malzemesi, sanat eseri, masal ve efsane gibi kişisel veya kolektif üretimleri etkiler.

Bu nedenle terapi veya formasyon gruplarının çalışmalarında, Grek ve Roma, Doğu, Musevi, Hıristiyan ve İslam mitolojilerinin, temel folklor figürlerine dayanılarak grup söylemlerinin analizi yapılmaktadır.

Örneğin Yunus Peygamber ve Yunus Balığı, Ödip ve Babanın Ölümü, Kronos'un Kendi Çocuklarını Yemesi, Kaybolan Cennet, Graal Efsanesi, Ebedi Dönüş, Ölümlü-Ölümsüz İkizi, Habil ve Kabil gibi figürler, söylemlerin deşifre edilmesinde kullanılmaktadır.

M@D_VIPer 09-23-2006 07:22 PM

Ashby Yasası


Sibernetik teorisyenlerinden W. R. Ashby (1958) tarafından karmaşık organizmaların (insan, makine, ekipman seti, vb.) özelliklen konusunda ortaya atılan bu yasa, organizma ile çevrenin etkileşiminde, organizmanın çevresel mesajlara veya uyaranlara karşılık verme kapasitesini ifade etmektedir.

Ashby'e göre "bir organizma için bozucu etkenlerin türlülüğü ne kadar büyük ve kabul edilebilir durumların türlülüğü ne kadar küçükse, organizmanın tepki yeteneği o kadar büyük olmalıdır". Ashby yasası, sibernetik sistemlerde, entropiyle mücadele etmenin temel ilkesi olarak nitelendirilebilir.

M@D_VIPer 09-23-2006 07:22 PM

Ayna Benlik


Ayna benlik (looking-glass şelf) kavramı, benliğin kişiler arası ilişkiler içersinde ve diğerlerinin tepkilerine göre oluştuğunu vurgulayan benlik anlayışının anahtar kavramlarından biridir. Ayna benlik kavramı, teorik temellerini Hegel'in Efendi-Köle Diyalektiğinde ve Cooley ile Mead'in benlik anlayışlarında bulmaktadır.

M@D_VIPer 09-23-2006 07:22 PM

Ayrımcılık


Ayrımcılık (discrimination), Latince ayırma anlamına gelen discriminatio sözcüğünden gelmektedir. Terim felsefi (doğruyu yanlıştan ayırma), ekonomik (fiyatların ayrımı) kullanımları dışında toplum alanına aktarıldığında, avantajsız bazı sosyal kesimlerin deri rengi, isim farkı, cinsiyet, din gibi nedenlerle ayrımını ifade etmekte ve ideolojik bir konotasyon kazanmaktadır.

Ayrımcılık sosyal psikoloji vokabülerinde, bir bireyin sadece belirli bir gruba aidiyeti dolayısıyla olumsuz muamele ve davranışlara maruz kalması olgusunu ifade etmektedir Ayrımcılık, önyargıların davranışa dönüşmesi olarak tanımlanabilir.

Ayrımcılık, farklı konularda ve farklı gruplara karşı söz konusu olabilir: Örneğin etnik ayrımcılık, yabancı veya göçmen işçi düşmanlığı, mezhepçilik, cinsiyetçilik, vb.

M@D_VIPer 09-23-2006 07:22 PM

Azınlık Etkisi


Küçük gruplarda azınlık etkisi (minority social influence), başta Moscovici (1969, 1976) olmak üzere çeşitli sosyal psikologlar (Lage, Naffrechoux, Nemeth, Wachtler, Paicheler, vb.) tarafından incelenmiş ve kavramsallaştırılmıştır.

Moscovici'ye göre toplumun, bireyleri genel bir modele uyma yönündeki tüm zorlamalarına rağmen, azınlıklar ve sapanlar, bazen yeni yaşama, düşünme, davranma tarzları yaratmayı ve çoğunluğun bunlara katılmasını sağlamayı başarmaktadır. Bu olgu, psikolojide hakim olan işlevselci anlayışın dışında ele alınmalıdır. Bu anlayışta, birey veya grup davranışı, onun sistem ya da çevre içinde yer almasına yöneliktir. Bireyin uyması gereken koşullar belirli; gerçeklik tek biçimli; uyulacak normlar herkes için geçerlidir. Normu izleyenlerin davranışı işlevsel ve uyumlu sayılır.

Oysa Moscovici'nin genetik model dediği ikinci bir yaklaşım mümkündür. Burada çevre ve formel/enformel sistemler, birer veri gibi düşünülmez, bunlar onlara katılanlar ve onlarla birlikte yaşayanlar tarafından tanımlanır ve üretilir. Genetik model, sosyal gerçekliği bir veri gibi değil, inşa edilmiş olarak görür; birey ve grup arasında karşılıklı bağımlılığın bulunduğunu, grupta etkileşim olduğunu varsayar; olaylara denge açısından değil, çatışma açısından bakar.

Moscovici'nin anlayışı birkaç temel ilkede özetlenebilir: Birincisi her üye, grup içindeki mertebesinden bağımsız olarak etkinin potansiyel bir hedefi ve kaynağıdır. Etki, çoğunluktan azınlığa ve azınlıktan çoğunluğa olmak üzere iki yönde de işler. İkincisi, sosyal kontrol kadar sosyal değişme de etkinin bir hedefidir.

Tüm toplumlar, tanımlan gereği, heterojendir. Gruplar arasında, amaç ve eylem yolları bakımından farklar vardır. Sosyal kontrol ve sosyal değişme, iki önemli güç olarak sosyal alanın çeşitli kesimlerinde birbirini bazen tamamlar. Üçüncüsü; etki süreci, çatışmaların üretimine ve çözümüne doğrudan bağlıdır.

Çatışma etkinin zorunlu koşuludur. Dördüncü olarak; bir birey veya alt-grubun, grubu etkilemesinde temel başarı faktörü davranış stilidir. Beşinci olarak; etki süreci, objektiflik, tercih ve orijinallik normları tarafından belirlenir. Nihayet etki biçimleri arasında, uymadan başka standardizasyonu ve yeniliği saymak gerekir.

Standardizasyon, bireylerarası etkileşimin, bu bireylerin görüşlerinin tesviyesi ve kompromi ile sonuçlanması durumunda; yenilik ise yukarıdan (liderin dayatması) veya aşağıdan (azınlık etkisi) gelen taleplerle yeni görüşlerin öne çıkması durumunda söz konusudur.

Bu perspektifte azınlık terimi, bir grupta çoğunluktan farklı birtakım ortak, yargı, değer, davranış ve görüşlere sahip olan küçük bir alt grubu (grubun yansından az sayıda kişiden oluşan bir fraksiyon) nitelendirmekle birlikte, burada alt-grubun mutlak bir marjinalliği söz konusu değildir; çünkü günlük yaşamda bireyler çeşitli ortamlarda bulunur ve pek çok referans grubuna mensupturlar. Bir alt grup, bir grupta azınlıkta iken diğerinde çoğunlukta olabilir. Bu alt grup için hangi referans grubu "hayati" nitelikte ya da önemli ise, buna göre azınlık veya çoğunlukta olmasından söz edilir (Doms ve Moscovici, 1984).

Azınlıklar, sosyal olarak görünür bir değişmeye yol açmasalar bile, bireylerin algı veya yargılarını değiştirebilir. Pek çok kişi grup halindeyken çoğunluk etkisine uyma gösterip tek başına kaldığında tekrar eski pozisyonuna dönebilir; burada sanki grup halindeyken kolektif kimliğe bağlanış ve daha sonra tekilliğine dönüş söz konusudur. "Azınlıkların kimliği sosyal olarak tanınmak ve görünür hale gelmek üzere giriştikleri etkinliklerde ve farklılıklarının talebi ve bilinci içersinde oluşmaktadır" (Aebischer ve Oberle, 1990). Azınlık bireyleri için farklılıklarında sosyal olarak tanınmak, etkinin dinamiğini oluşturur.

M@D_VIPer 09-23-2006 07:22 PM

Başarı Güdüsü


Motivasyon çalışmalarında insanın temel güdüleri arasında sayılan başarı güdüsü (need for achievemeni), kabaca bir işi en iyi şekilde yapma eğilimi olarak tanımlanabilir. Psikolojik temelli modernleşme teorisyenlerinden McClelland (1961) başarı güdüsünün, belirli bir toplumdaki dağılım ve düzeyinin, modernleşme olgusunu ve ekonomik kalkınmayı açıklayan temel faktör olduğunu öne sürmüştür.

M@D_VIPer 09-23-2006 07:23 PM

Benlik


Benlik (şelf), sosyal psikolojide önemli araştırma konularından biridir. Tarihsel olarak da sosyal psikologların üzerinde durdukları ilk konular arasında yer alır. W. James, benliğin, hem insanın kendini bilme ve değerlendirme konusu gibi, hem de düşünce ve davranışlarımızın kökeninde bulunan bir yapı gibi incelenebileceğini öne sürmüştür.

Baldwin, benliği alter ve ego şeklinde iki karşıt kutba ayırmıştır. Alter, gerçek veya hayali olsun diğer insanlar hakkındaki temsillerimize, ego ise kendi kendimizi algılama tarzımıza göndermektedir.

Mead benliğin, birey ile çevresi arasındaki etkileşim içinde oluştuğunu vurgulamıştır. Ona göre birey, ait olduğu gruplar ve komünote tarafından paylaşılarak inşa olur. Sosyal süreç, herkes tarafından aynı şekilde algılanmadığından bireyler arasında önemli farklılıklar görülür. Mead bu farklılaşmaları, ben ve ego ayrımıyla niteler. Ben, benliğin psikolojik kısmıdır ve bireyin yaratıcı yanlarını belirtir; ego ise benliğin sosyolojik yanıdır ve sosyal rollerin içselleştirilmesini ifade eder.

Son yıllarda, sosyal psikologlar tarafından gerçekleştirilen benlik araştırmaları üç sorun etrafında odaklaşmaktadır: Benlik kavramı, yani kendimizi nasıl tanımladığımız (benliğin bilişsel yanı), benlik saygısı veya özsaygı, yani kendimizi nasıl değerlendirdiğimiz (benliğin duygu ve değerlendirmeler içeren yanı) ve benlik sunumu ya da kendini sunma, yani kendimizi nasıl sunduğumuz (benliğin davranışsal yanı). Buna göre genel olarak bakıldığında benlik, hem istikrarlı, hem de değişken bir nitelik göstermekte, hem içsel bir boyut (anılar, şemalar), hem de dışsal bir boyut (diğerleri önündeki rol ve davranışlar) içermektedir.

Daha yakın yıllarda kültürel ve kültürlerarası psikoloji alanında çalışan sosyal psikologlar, benliğin kavramlaştırılmasında literatürde hakim olan anlayışların, Batı toplumlarına özgü bazı yanları olduğuna işaret etmişlerdir. Bu çerçevede örneğin 'bireycilik ideolojisi taşıdığı", "diğerlerinden farklılığa ağırlık verildiği", "başkasına zıtlık" esasında tanımlandığı, aslında benliğin "kişinin kültürel açıdan paylaşılan modeli" olduğu, dünyanın Batı dışında kalan kültürlerinin pek çoğunda "ilişkisel bir benlik anlayışının bulunduğu ve "benliğin ilişkisel tarzda tanımlanması" gerektiği, vb. hususlar vurgulanmıştır.

Bu alanda öncü bir rol oynayan ve "ilişkisel benlik-ayrışmış benlik" tiplerini ayırteden Kağıtçıbaşı'ya (1998) göre, bu iki benlik anlayışı arasındaki "temel ayrım kendi-içerikli, bireyci, ayrışmış, bağımsız benliğin diğer kişilerden kesin sınırlarla ayrılmış olması, buna karşılık ilişkisel, (karşılıklı) bağımlı benliğin akışkan sınırları olması"dır ve bu ayrım "hem benlik algısı, hem de sosyal algı için geçerli"dir.

M@D_VIPer 09-23-2006 07:23 PM

Benlik Kavramı


Benlik kavramı' (self-concept) terimi, bireyin kendi hakkındaki temsillerinin bütününü ifade etmektedir. Bu açıdan benlik kavramı, kişinin kendisi, vasıfları ve özellikleri hakkında sahip olduğu genel fikir olarak tanımlanabilir; dolayısıyla bir kişinin, kendisine ilişkin bilişsel temsillerini içeren algılarının bir özeti gibi düşünülebilir.

Benlik kavramı, insanların kendileri hakkındaki bilgilerine göndermesi dolayısıyla, benliğin bilişsel yanını ifade eder. Çeşitli imajların, şemaların, prototiplerin, anlayışların, teorilerin, amaçların, görevlerin bir bütünü ya da koleksiyonu olarak nitelendirilen benlik kavramı dinamik bir yapı özelliğindedir. Dolayısıyla, kişiler arası ilişkilerde, bireyin amaçlarına ve değerlerine göre uyum gösterir. Bireyin iç tutarlılığını ifade etmesi anlamında oldukça istikrarlıdır ve çevreye uyma anlamında da esnek bir özelliktedir. Benlik kavramının duruma göre değişmelerini, 'aktüel benlik kavramı' olarak adlandırmak da mümkündür.

Benlik kavramının genel olarak sosyal faktörlerden etkilendiği kabul edilmektedir. Benlik kavramı, bir yandan diğerlerinin bireye gönderdiği imajlarda kök salmakta, öte yandan diğeriyle karşılaştırmalardan (diğeriyle kontrasta girme yoluyla) beslenmektedir. Sosyal faktörlerin dışında bellek de, önemli bir bilgi kaynağı sayılmaktadır.

Bazı yazarlar bellek ve benliği aynı bir şeyin iki yüzü gibi görmektedir. Zira kişisel olgu ve olayların depolandığı otobiyografik belleğin genişliğini vurgulayan yazarlar, benliğin, bellekte saklanan en gelişmiş ve en zengin yapılardan biri olduğunu Öne sürmektedirler.

Benlik tanımında benlik kavramlarından bazıları, daha önemlidir. Bunlar benliğe ilişkin enformasyonların işlenmesinde etkin bir rol oynayan 'benlik şemaları'dır (Markus) ya da bir başka deyişle kronik olarak ulaşılabilir benlik kavramlarıdır (Higgins). Diğer bazı benlik kavramları, bireyin duygusal ve motivasyonel durumlarına veya sosyal koşullara göre ulaşılabilir hale gelirler, yani belirli bir olay veya duruma tepki olarak devreye girerler; örneğin iş (yaşamındaki) benlik kavramı gibi.

M@D_VIPer 09-23-2006 07:23 PM

Beyin Fırtınası


Beyin fırtınası (brainstorming) belirli bir konuda çözüm arayışına yönelik grup tartışması sırasında yaratıcılığı artırmak için kullanılan yöntemlerden bindir (Osborn, 1961). Yöntem, çözüm arayışında çözüm önerisi veya önerilerinin tartılıp değerlendirilmesinden ziyade olabildiğince çok sayıda çözüm üretimine ve ortaya konmasına dayanmaktadır. Zira beyin fırtınası yöntemi, bunu vazeden şu temel sayıltıdan yola çıkar: Bir grupta, belirli bir problem hakkında ne kadar çok fikir, ne kadar çok çözüm önerisi ortaya atılırsa, söz konusu probleme en uygun çözümü bulma olasılığı o kadar artar.

Yöntemin uygulanışında birkaç hususa dikkat edilir. Birincisi, grup tartışmasına katılan üyelerin hiç çekinmeden ve değerlendirilme kaygısı olmadan, zihinlerinden geçen Önerileri ortaya koymaları ve önerileri maksimum kılmak esastır. İkincisi grup üyelerince ortaya atılan hiç bir öneri eleştirilemez, zira amaç değerlendirme değil, öneri sayısını artırmadır. Üçüncüsü, üyelerce önerilen tüm öneriler kişilere değil, gruba aittir ve grup tarafından geliştirilip kullanılabilir. Kişisel görüşlerin toplanmasından sonra, öneriler rasyonel bir yöntemle değerlendirilir.

Beyin fırtınasının yukarda özetlenen ve grup tartışmasına dayalı yaygın şeklinin dışında az bilinen ikinci bir versiyonu daha vardır. Gordon tarafından önerilen bu versiyon, 'işlemsel yaratıcılık yöntemi' ya da 'sinektik yöntem' olarak anılmaktadır. Burada, çözüm aranan problemi tam olarak bilen sadece 'animatör'dür. Animatör, hem kendiliğindenliği ve hem de tartışmaya katılan farklı formasyonlardan grup üyelerinin benzer düşünce tarzlarına ulaşıncaya kadar karşılıklı birbirini anlamasını kolaylaştıracak bir 'grup iklimi' oluşturmaya çalışır.

Herkesin birbiriyle benzerliklerini ve farklılıklarını görmesi önemlidir. Sinektik yöntemin özü, tuhaf olanı tanıdık kılmak, tanıdık olanı tuhaf kılmaktır. Bu önermenin ilk kısmı, sorunun anlaşılması ve analiziyle ilgilidir, ikinci kısmı ise problemin bir başka türlü görünmesini sağlamak ve böylece çözümün yaratıcı sezgisini başlatacak bir şey bulmak için her türden analojinin aranmasıyla ilgilidir.

Sinektik yöntem, tıpkı Delphi Yöntemi gibi, sürrealist yöntem olarak da adlandırılmıştır (Moles ve Mouchot, 1971), zira Salvador Dali'nin tablolarındaki gibi, ilke olarak birbiriyle en az birlikte giden veya birbiriyle çelişkili görünen öğeleri bir araya getirme çabasındadır. Uygulama, "a priori" olarak uyuşmayan fikir veya öğeler arasında kabul edilebilir bir harmoniyi bulmayı hedeflemektedir.

M@D_VIPer 09-23-2006 07:23 PM

Bilinç


Etimolojik kökeninde bilinç (Latince conscire), paylaşılmış bilgi anlamına gelmekte ve insanın bir diğeriyle, özellikle de kendisiyle paylaştığı bilgiye göndermektedir.

Sosyal bilimler literatürüne genel olarak bakıldığında bilinç terimi, bir yandan insan zihninin kendi durumları ve edimleri hakkında sahip olduğu düşünce veya sezgiyi, öte yandan bireyin dünyayla ve kendisiyle ilişkisi ve kendi durumu hakkındaki bilgisini ifade etmektedir. Bilinç terimi, daha geniş bir anlamda, insan zihninin kendiliğinden yargıda bulunma yetisi olarak da kullanılmaktadır.

M@D_VIPer 09-23-2006 07:23 PM

Bilişsel Aktiflik Etkisi


İzlenim oluşumu konusunda, hedef hakkında kategori veya şemaya dayalı süreçler ile hedefin özelliklerine dayalı süreçlerden hangisinin kullanıldığı sorusuna getirilen açıklamalardan biridir (Gilbert, Pelham ve Krull, 1988).

Buna göre, algılayan kişi bilişsel planda ne kadar aktif ya da meşgul ise, dikkati o kadar çok dağınık demektir ve dolayısıyla, hedef hakkındaki izlenimi, daha ziyade mevcut enformasyonlara (şemalar, kategoriler) dayanacaktır. Buna karşılık, bilişsel planda daha az meşgul veya daha az aktif olan bir kişi, dikkatini daha ziyade, içinde bulunduğu etkileşim üstünde odaklaştıracak, hedefin ve durumun özelliklerine daha çok bakacaktır.

M@D_VIPer 09-23-2006 07:23 PM

Bilişsel Bağışıklık


Daha ziyade ideolojik nitelikli bilişsel bir mekanizmayı ifade eden bilişsel bağışıklık terimi, insanın kendi doğasına ilişkin görüşleriyle çatışan enformasyonlara karşı geliştirdiği bir savunma stratejisine işaret etmektedir.

Örneğin insan davranışlarının hayvanlarla ortak doğal belirlemelerin sonucu olduğu yönündeki enformasyonlara maruz kalan kişiler, insan türünün özgüllüğünü, yani hayvanlardan farklılığını destekleyen açıklamalar aramaktadırlar ve bunun için doğaüstü açıklamalara, gizli bilimlere başvurmaktadırlar. Kendini bir başka gruptan farklılaştırma yönündeki bu tür çabalar, bir bakıma, kişinin etik anlayışıyla da ilişkili görünmektedir.

M@D_VIPer 09-23-2006 07:23 PM

Bilişsel Karmaşıklık


Kategorizasyon süreç ve olguları çerçevesinde ortaya atılan bilişsel karmaşıklık (cognitive complexity), bireylerin dünyaya ilişkin algı ve değerlendirmelerini etkileyen bir değişken olarak kullanılmaktadır. Bilişsel karmaşıklık, bireyin algı ve kategorizasyonlarındaki duyarlılığı ifade etmektedir.

Literatürde bilişsel karmaşıklık kavramı içinde üç yan ayırdedilmektedir (Pinson, 1988): Birincisi algı ve değerlendirmelerde kullanılan/dikkate alman boyut sayısı anlamında farklılaştırma (differenciation), ikincisi kullanılan bir kategorinin darlığı veya genişliği anlamında ayırdetme (discrimination) ve üçüncüsü ise farklı öğeleri bir bütün haline getirme anlamında bütünleştirme (integration) olarak ifade edilebilir.

Farklılaştırma, gerçekliği algılamada kullanılan boyutların ya da kategorilerin sayısıyla ilgilidir ve kategori sayısının artması, ayrıntıları daha iyi farketmeyi, benzerlik düzeyi düşük uyaranları farklı kategorilere koymayı sağlamaktadır. Araştırmalarda, bilişsel karmaşıklık değişkeni genellikle bu anlamda kullanılmaktadır.

Ayırdetme, bireyin uyaranlar arasında ayrımlar yapması için kullandığı alt bölümlerin ya da sınıfların sayısıdır, bu boyut Pettigrew anlamında, bir kategorinin prototipinden sapmaları kabul edebilme düzeyinin, dolayısıyla tolerans düzeyinin de bir ifadesidir. Üçüncü yan, farklı bilişsel öğeleri ilişkilendirebilme düzeyini ya da kapasitesini ifade etmektedir.

M@D_VIPer 09-23-2006 07:24 PM

Bireyselcilik


Bireyselcilik, genel bir deyişle, modern eşitlikçi toplumlar bağlamında ortaya çıkan ve bireyi merkeze alan bir anlayışın, bir değerler sisteminin ifadesidir. İlke olarak, bütünün (toplum) parçalarına (bireyler) aşkın bir gerçekliğe sahip olduğunu varsayan ve hiyerarşik esasta kurulmuş geleneksel toplumları karakterize eden holist anlayıştan bir kopma hareketidir. Bu anlamda tarihsel bir olgu niteliği taşır.

Gerçekten de modern birey anlayışının bir tarihi vardır. Bu anlayış, genel olarak XV. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Rönesansla birlikte, insanın dünyada yaşama ve kendini tasarlama tarzında bir değişiklik ortaya çıkmaktadır. Birey, kaderi üzerinde belirleyici bir rol oynayan geleneksel güçlerden sıyrılmaya, 'Ben' demeye başlamaktadır.

Daha önceki toplumlarda (ilkel, antik, ortaçağ, vb.), doğumundan itibaren bir ilişkiler dokusu tarafından sarmalanan ve tüm var oluşu sosyal grubu (aile, aşiret, klan, kast, etnik grup, vb.) tarafından belirlenen insan, kendisini aşan ereklere tabi olarak yaşamaktadır. İnsanın bu konumunu değiştirerek birey haline dönüşümü aşamalı bir şekilde gerçekleşmiştir (R. Dumont).

İlk olarak, dünyaya (mevcut düzene) kıyasla bir kopma hareketi (Hıristiyanlık) şeklinde başlamış ve uzun süren bir 'kuluçka' döneminden sonra İnsan Hakları düşüncesi (Hobbes, Locke, vb.) ve Aydınlanma felsefesi içersinde gelişmiştir.

Bireyselciliğin tarihinde, insanları cemaatlerin hakimiyetinden kurtaran sekülerleşmenin de önemli bir yeri olduğu genellikle kabul edilmektedir. Öte yandan bireyleşme, birey haline gelme, "modern içselliğin oluşumuyla, yani içsel bir derinlikle donatılmış varlıklar olduğumuz duygusunu kazanma ve buna bağlı olarak 'ben' olduğumuz görüşüne varma" olgusuyla ilişkilendirilmektedir (Taylor).

Dubois ve Beauvois (2002), geniş ve dar anlamda bireyselcilik ayrımı yapmaktadırlar. Onlara göre geniş anlamda bireyselcilik, ideolojik düzlemde, insani varlığı, kişiyi bir birey gibi gören bir özne modelidir; bu modelde birey, diğerlerinden, sosyalden farklılaşmış bir bütün (ünite) olarak ortaya çıkar, bizzat kendi varlığında özerklik (veya kendi kendine yeterlik), kişisel gelişim, vb değerleri taşır, tüm değerlerin temelidir.

Dar anlamda bireyselcilik, geniş anlamda bireyselciliğin, toplumun temelleri düzeyindeki bir sonucudur (eğer tersi değilse). XVII. yüzyılda J. Locke gibi İngiliz filozofları tarafından ortaya konmuş bu bireyselcilik, tercihen, kolektif amaçlardan daha değerli gördüğü bireysel amaçların ve mutluluğun gerçekleştirilmesine öncelik verir. Çoğu kez bu konuya eğilen yazarlar, bu farkı gözden kaçırmakta ve geniş anlamda bireyselciliğin nitelikleri arasında dar anlamda bireyselciliğe de yer vermektedirler.

Yazarlar ayrıca 'sosyal düzenin ve siyasal iktidarın meşrulaştırılması konusuna ilişkin moral teori' olarak tanımladıkları felsefi bireyselcilik ile zamanın ideolojik ambiansında kolektif ve bireysel gerçeklik karşıtlığına dayanan birtakım görüşler bütünü olarak beliren doksolojik bireyselciliği ayırdederler.

Beauvois (1994) Batı toplumlarındaki aktüel doksolojik birey-selciliğin, liberal bireyselcilik olduğunu ve bu bireyselcilikte bireyin emekçi, asker, hasta, öğrenci, taraftar, vb. değil, özü itibariyle bir seçmen-tüketici olduğunu öne sürmektedir.

Günümüzde evrensel bir model olarak sunulan bireysellik, kişiyi, Batı dünyasında tarihin belirli bir döneminden itibaren içine soktuğumuz bir kalıp gibi nitelendirilebilir. Dolayısıyla bu kalıba girip birey haline gelen kişi, her şeyden önce egosu ve benlik bilinci tarafından karakterize edilen bir bütündür.

Tarihsel, biyolojik, psikolojik ve sosyal bagajını kendine özgü bir tarzda bütünleştiren apayrı bir birimdir. Bireyselci düşüncede, birey emprik bir özne gibi veya insan türünün bireysel bir örneklemi gibi değil, kendisinde insanlığın yüksek değerlerini taşıyan 'moral, özerk, bağımsız bir varlık' gibi düşünülür.

Bu anlamda birey, bir kurgudur, sosyal olarak inşa edilmiştir. Her inşa gibi, bireyselliğin inşasında da belirli özellikler öne çıkarılmıştır, bu özelliklerden en temel olan üçü tekillik, özerklik, iç-sellik olarak sıralanabilir. Bu özellikler, daha yakından ele alındığında 'liberal birey' kurgusuna tekabül etmektedir.

Zira kendini biricik, tekil, farklı olarak görmekte, özerk ve bağımsız olduğuna inanmakta, dolayısıyla kendi kendine yeterli olduğu inancını taşımakta ve olayların nedenlerinin kendi içinde olduğuna inanma eğilimi taşımaktadır. Modern toplumların değerler sisteminde, bireysel sorumluluk esastır ve insanın dünyayı kendisinin şekillendirdiğine inanması, kısacası kendisi de inşa edilen bir varlık olarak dünyasını inşa etmesi söz konusudur.

Bireyselcilik başka açılardan da kavranabilir. Kültürel açıdan, literatürde bireycilik-toplulukçuluk boyutunda ele alınan bireyselcilik, psikolojik açıdan, aynı bir kültür içinde bireysel bir yatkınlık veya eğilim olarak görülmektedir (Hui, 1988).

M@D_VIPer 09-23-2006 07:24 PM

Birincil Güdüler


Bunlar öğrenilmiş veya öğrenilmemiş olmalarına göre ikiye ayrılabilirler. Öğrenilmemiş güdüler, birincil hedefi olan ve böylece birincil güdüler (prımary motives) de denilenlerdir.

Birincil güdülerin bazıları açlık, susuzluk gibi, vücutta bilinen bazı fizyolojik değişikliklerden kaynaklanır ve genellikle fizyolojik dürtüler (physiological drives) olarak adlandırılırlar. Bu alt bölümde ilk olarak bunlar ele alınacaktır. Daha sonra da bildiğimiz bir fizyolojik temeli olmayan, duyusal uyarılma ve sevecenlik gibi öğrenilmemiş güdüler yer almaktadır.

Açlık ve Susuzluk

Açlık ve susuzluk fizyolojik dürtüleri birbiriyle yakından ilişkilidir. Çünkü su, vücudun yiyecekten yararlanması için sindirim ve diğer biyokimyasal işlemlerde kullanılmak üzere vücutta tutulur. Gerçekte, organizmanın su alımının yaklaşık % 90'ı bu fizyolojik amaç içindir. Bir diğer anlatımla, yiyecek yoksunluğu çeken insan ya da hayvanlar sadece, düzenli olarak yedikleri zamankinin yaklaşık % 10'u kadar su içerler.

Genel açlık

Açlık yaşantısının zamandan zamana veya kişiden kişiye değiştiği görülmektedir. Her zaman olmasa da, açlık, midenin kasılmaları şeklindeki açlık kramplarıyla birlikte olabilir. Ancak, bunlar açlığı hissetmek için kesinlikle zorunlu değildir (Morgan, 1965). Bazen bir baş dönmesi anlatılır, fakat yine, insanlar böyle bir hissi duymaksızın da son derece aç olabilirler. Böylece düzenli olarak açlığa eşlik eden, kuvvetli bir yeme isteğinden başka bir yaşantı yoktur.

Beynin çeşitli bölgeleri açlık ve yemek yeme faaliyetlerini düzenler. En önemlisi olan hipotalamus, beyin tabanında yer alır. Burada iki merkez vardır ve birine beslenme merkezi diğerine doyma merkezi denir (bkz. Şekil 8.4). Bunlar kan dolaşımındaki koşullardan etkilenirler (Teitelbaum ve Epstein, 1962). Beslenme merkezi faal olduğu zaman insan ya da hayvanın acıkmasına ve yemesine neden olur. Doyma merkezi ise yeterli yiyecek alındığında yeme isteğini durdurur.

Beslenme ve tercihler

Çocuklar ve hayvanlar, eğer tercihlerine bırakılırlarsa, yiyecekleri şeyi seçme eğilimindedirler. Böylece bir süre dengeli olarak beslenebilirler (Rozin, 1967). önceleri bunu, "özgül açlıklar"ını (specific hunger) ayırdedebildikleri ve bu açlıklarını doyuran belirli şeyleri yedikleri için yaptıkları düşünülürdü. Günümüzde ise bu inancın genellikle doğru olmadığı bilinmektedir. Öyle görünüyor ki, bu görüş, tuz ve belirli minerallere (daha önce söz edilen tuz gereksinimi olan çocuk vakasında olduğu gibi) uygulanabilir, ancak diyetteki bütün elementler için doğru değildir.

M@D_VIPer 09-23-2006 07:24 PM

Birlikte Hatırlama


Sosyal bellek araştırmaları ve kimlik oluşumu bakımından önem taşıyan bu kavram (joini remembering), sosyal inşacılık yaklaşımına bağlı sosyal psikologlar tarafından ortaya atılmış bir modeldir. Anıların etkileşim vasıtasıyla sosyal olarak inşasının söz konusu olduğu bu modelde, belleğin genelde iletişim süreçleri ve özelde konuşma içersinde şekillendiği vurgulanmaktadır.

Bu bağlamda araştırma amaçlı çeşitli konuşma teknikleri geliştirilmiş bulunmaktadır. Örneğin deneklerin farklı sohbet konuları (birlikte bakılan bir fotoğraf albümü, yakın zamanda görülmüş bir film, aktüaliteden bir olay, vb.) hakkında konuşmaya dayalı 'birlikte hatırlama tekniği' (Middleton ve Edwards, 1990) gibi.

M@D_VIPer 09-23-2006 07:24 PM

Boomerang Etkisi



Tutum değişimi, reklamcılık, propaganda ve benzeri iletişim süreçlerinde özenle dikkat edilen boomerang etkisi ya da negatif etki, bir sosyal etki sürecinde, hedefin etkileyen yönünde (pozitif etki) etkilenmeyip aksi yönde bir eğilim geliştirmesini ifade etmektedir. İletişim alanında boomerang etkisi, hedefine ulaşmayan bir mesajın geri dönerek, kaynağına yönelmesi, yani vericinin beklemediği sonuçlara yol açması şeklinde tanımlanabilir.

Negatif etki, etkileyen (iletişim kaynağı) ile etkilenen (iletişim hedefi) arasındaki ilişki, etkileyenin algılanması ve iletilen mesajın niteliği ile ilgili faktörlere bağlı olarak ortaya çıkmaktadır.

Araştırmalara göre bunlar arasında en önemlisi, etkileyenin, etkileme hedefi tarafından negatif değerlendirilmesidir; burada iletişim kaynağı olan kişinin sevilmemesi veya güven uyandırmaması söz konusudur ve bu olgu, iletişim uzmanlarının "insanlar her şeye inanabilir, ama herkesten gelene değil' özdeyişinde ifadesini bulmaktadır.

İkinci olarak hedefin, eylemlerinin sınırlandırılmasına tepki duyması ve direnmesi söz konusu olabilir; bu olgu bireyin özgürlüğünün tehdit edilmesinden, kısıtlanmasından duyduğu rahatsızlıkla ilgilidir.

Üçüncü olarak etki kaynağının istemeksizin mesaja karşıt bilgiler iletmesi de negatif etkiye yol açabilir; örneğin yapılmaması istenen davranışlar detaylı bir şekilde anlatıldığında, bazen, bunlardan haberdar olmayanlar, neler yapabilecekleri konusunda uyarılmış olmaktadırlar.

Nihayet istenen şeyin, hedefe ulaşılamayacak, gerçekleştirilemeyecek kadar zor ve uzak görünmesi de negatif etkiye yol açabilir; bunun klasik örneği bir diş macunu reklamında "tüketicilerin günde en az beş kez bu macunla dişlerini fırçalamalarının gerektiği, aksi halde bunun hiçbir şeye yaramayacağı" mesajının verilmesi ve kampanya sonunda, söz konusu marka diş macunu satışlarının azalmasıdır.

M@D_VIPer 09-23-2006 07:24 PM

Çatışma



Kişiler arası ilişkilerin özel bir durumu olan çatışma, çok farklı nedenlerden kaynaklanabilecek bir gerilim durumudur. Bu durum, anlaşmazlık, uzlaşmazlık, bağdaşmazlık, uyumsuzluk, tartışma, kavga gibi farklı durumlarla ilişkilendirilebilir. Kişilerin veya grupların birbirinden beklentilerinin uyuşmazlığı, amaç ve hedeflerdeki farklılıklar, davranış ve tutum farklılıkları, iletişim bozuklukları ve benzeri nedenler, çatışmaya neden olabilir.

Literatürde farklı çatışma türleri ayırdedilmektedir. Örgüt içersinde aynı hiyerarşik düzeyde bulunan kişiler veya gruplar arasındaki çatışmalar, 'yatay çatışma' olarak, farklı hiyerarşik düzeyde kişi veya grupların uyuşmazlığı, ise 'dikey çatışma' olarak adlandırılmaktadır. Çatışma bireyler arasında olduğunda 'bireyler arası çatışma'dan, gruplar, birimler veya servisler arası olduğunda 'gruplar arası çatışma'dan söz edilmektedir. Ayrıca çatışmanın bireyin, grubun ve örgütün kendi içinde cereyan ettiğinde 'bireyin iç çatışması', 'grup içi çatışma', 'örgüt içi çatışma' terimleri kullanılmaktadır.

Çatışma konusundaki araştırmaların önemli bir kısmı, çatışmayı çözme stratejileri ve bunların koşulları üstünde durmaktadır. Bu çalışmalarda ortaya konan stratejiler, kişilerin bir yandan kendi hedeflerine bağlılıkları, öte yandan diğerlerine ilgileri veya başkalarını düşünme düzeyleri bakımından farklılaşmaktadır. Belli başlı stratejiler arasında otokratik strateji, kaçınma stratejisi, demokratik strateji, kompromi ve anlaşma (conciliatıon) stratejileri dikkati çekmektedir.

M@D_VIPer 09-23-2006 07:24 PM

Çekim


Çekim, kişiler arası ilişkilerin hem temeli, hem de bir tarzı gibi görünmektedir. Her iki halde de çekim, diğerine karşı olumlu bir tutum ifadesiyle ve ona yaklaşma arzusuyla karakterize edilebilir. Bir başka deyişle çekim, olumlu duyguların ve bağlanma (affiliation) arzusunun duyulduğu kişilerarası ilişkilere tekabül eder.

Sosyal psikologlar kişiler arası çekim olgularında coğrafi mekânda yakınlık, fiziksel görünüş, benzerlik, birbirini tamamlama, enformasyon verme, bağlanma isteği, doyum sağlama ya da ödüllendirici olumlu yaklaşım gibi faktörlerin etkili olduğunu öne sürmüşlerdir.

M@D_VIPer 09-23-2006 07:25 PM

Davranış Senaryoları


Çeşitli koşullara veya bağlamlara uygun davranış beklentileri ya da hangi davranışların uygun olacağını belirten davranış epizodlarıdır. Senaryolar, belirli özgül durumlarda kişilerin nasıl davranması gerektiğini ifade eden skriptlerden oluşurlar ve bu anlamda, senaryo ve skriptler, bir bakıma sosyal kuralların kognitif karşılığıdır.

Bunlar, doğrudan gözlem yaparak, diğer insanların değerlendirmelerini dinleyerek, televizyon veya filmlere bakarak, kitaplar okuyarak ve benzeri yollardan öğrenilmektedir. Örneğin, her kültürde, misafirlerin nasıl karşılanacağını veya cinsel ilişkilerin nasıl olacağını yöneten çeşitli senaryolar vardır. Davranış epizodları, esas olarak, bilişsel çaba tasarrufu sağlayan olay şemaları olarak görülebilir.

M@D_VIPer 09-23-2006 07:25 PM

Davranış Stilleri


Küçük gruplarda azınlıkların çoğunluk üzerindeki etkileri konusunda Moscovici tarafından geliştirilen bu kavram, etki kaynağının farklı davranış şekillerini ifade etmektedir.

Bu kavram, konformite alanındaki araştırmalarda gözlenen ve yönü çoğunluktan azınlığa veya bireye doğru giden etki modelini tersine çeviren, yani azınlıkların da çoğunluğun kanaatlerini, değerlerini ve davranışlarım değiştirebileceğini varsayan bir anlayıştan kaynaklanmaktadır. Bir başka deyişle, burada, etkinin daima bağımlılıkla açıklanamayacağı, yani bağımlının bağımlı olduğu etki kaynağından etkilenmesi şeklinde gerçekleşmediği, bazan da, bağımlılık dışında ortaya çıktığını, örneğin bir kişi veya azınlığın salt davranış stili sayesinde hedef üzerinde etkili olabileceği anlayışı söz konusudur.

Davranış stilleri, davranış veya kanaatin retoriğine (yoğunluk, organizasyon, vs.) gönderir; her biri mevcut durumun ve evriminin anlamını ifade eden sözel veya sözel olmayan sembollerin/işaretlerin niyetli bir düzenlemesidir.

Davranış stilinin iki yanı vardır: Araçsal ve sembolik yanlar. Davranış stili, araçsal yanında, yargı objesi hakkında; sembolik yanında ise davranış stilinin sahibi hakkında bilgi verir. Davranış stilinin kendi başına bir anlamı yoktur, etkileşim içersinde anlam kazanır. Etkileşim sürecinde taraflardan biri, herhangi bir stili benimseyerek, kendisi ve konu hakkında enformasyon verir; muhatabı ise bunlardan görünür bazı parçaları alarak anlamlandırır.

Moscovici, sosyal etki bağlamında çeşitli davranış stillerinden söz etmektedir: Soruna yatırım, özerklik, tutarlılık, denklik/hakkaniyet, katılık gibi. Davranış stilleri, grupta olumlu veya olumsuz tutumlar yaratmak, psikolojik alanları belirlemek ve dikkati belirli öğeler üstüne çekmek suretiyle etkili olurlar.

M@D_VIPer 09-23-2006 07:25 PM

Desantrasyon


Desantrasyon (deceniration) ya da kendi merkezinden çıkma terimi, desantralizasyona benzer şekilde, bir merkeze tabi olmamayı ifade etmektedir. Burada söz konusu olan, kişinin yargı ve değerlendirmelerinde kendi konumundan, ben merkezli ve sübjektif bakışından sıyrılıp objektif bir konuma geçmesidir.

Kendi merkezinden çıkma, genel olarak zihinsel ve moral gelişimin bir üst aşaması ve gruplar arası ilişkilerde önyargılardan kurtulmanın koşulu olarak görülmektedir.

M@D_VIPer 09-23-2006 07:25 PM

Dijital İletişim


Palo Alto Ekolü'nün kişiler arası iletişimde (kullanılan enformasyonun, kodun ya da işaretlerin türüne göre) ayırdettiği iki iletişim tarzından biridir (diğeri analojik iletişim).

Dijital iletişim, bir takım işlemlerle kodlanabilir ve dolayısıyla bilgisayarlara sokulabilir bir özellik taşıyan, objektif, mantıksal bir enformasyonun kullanıldığı iletişimdir. Bu iletişimin dayandığı göstergeler ile anlamları arasında benzerlik ilişkisi yoktur, bunlar arasındaki ilişkiler uzlaşmaya dayanır. Dijital iletişimin objesi, şeyler, yani bir içeriktir (oysa analojik iletişim, ilişkiler hakkında bir iletişimdir).

M@D_VIPer 09-23-2006 07:25 PM

Dogmatizm


Adorno'nun otoriter kişilik kavramı doğrultusundaki eleştirel çalışmaları çerçevesinde Rokeach (1960) tarafından ortaya atılan kavram, kısaca, bireylerin dünyayla ilişkilerindeki zihinsel katılığı ifade etmektedir.

Adorno'nun etnosantrizm kavramım genişleten, önyargılı tutumların belirli bir ideolojiye özgü olmadığını, hoşgörüsüzlüğün 'sağ' ideolojiler kadar 'sol' ideolojilerin taraftarlarında da görüldüğünü savunan Rokeach'e göre her birey sosyal dünyasını, inandıklarından ve inanmadıklarından oluşan bir inançlar sistemiyle (belief-disbelief systetri) süzgeçten geçirir. Rokeach, dogmatizmi bu karmaşık sistemin işleyiş tarzını açıklayan bir model olarak önermektedir.

M@D_VIPer 09-23-2006 07:25 PM

Donma Etkisi


K. Lewin'in (1947), karar verme etkinliğinin sonuçlarını belirtmek üzere ortaya attığı bu kavram (freezing), insanların 'onlara kendi kararları gibi görünen şeylere katılma ve bu kararlara uygun davranma eğilimi gösterdikleri' varsayımına dayanmaktadır. Amerikalı ev kadınlarının tüketim alışkanlıkları konusunda iki farklı strateji izleyen Lewin, bunlardan birinde, yeni ürünleri (sakatat, vs.) övme yönünde ikna edici konferanslar verme yoluna gitmiş, diğerinde ise bir grup çalışması düzenleyerek kadınlarla birlikte yeni şeyler deneme kararı verme yolunu seçmiştir.

Sonuçlara göre ikinci yol daha etkili olmuş ve Lewin, bunu karar verme eyleminin erdemine, yani donma etkisine bağlamıştır. Ona göre kadınlar daha çok ikna oldukları için değil, yeni ürünleri deneme kararı verdikleri için tutum değişikliği göstermişlerdir. Burada kararın doğru veya yanlış olması önem taşımamaktadır.

Nitekim bunu, günlük yaşamdan bazı olaylarda görmek mümkündür. İsraf davranışlarının çoğu, bu mekanizmayla açıklanabilir. Örneğin akşam dışarda eğlenmek için pek çok seçeneğe sahip olan bir aile, içlerinden birinin X konserine bedava bileti olduğu için öncelikli seçeneklerinden vazgeçebilir (aynı şekilde küçük bir avans ödenerek yapılan rezervasyonlardan daha sonra vazgeçilememesi); yağmurlu bir günde evine dönmek için otobüs, dolmuş veya taksi arayan biri, otobüs durağında 15 dakika bekledikten sonra, durak önünden geçen bir taksiye binmeyebilir ('Bu kadar bekledim, artık otobüs gelmek üzeredir'}.

Bunun literatürden bir başka örneği 1965'te Johnson'a Vietnam Savaşı'nın geleceği hakkında sunulan rapordur. Raporda "Çok sayıda Amerikan birliği cephe savaşına sokulursa, kayıplar çok olur; donatımları yetersiz, vb. Ama kayıplar çok olunca geri dönemeyiz, sonuna kadar gitmemiz gerekir, aksi takdirde ulusal bir aşağılanma yaşarız. Büyük bir ihtimalle de sonuna kadar gidemeyeceğiz ve ulusal gururumuz kırılacaktır, vb." denmektedir. (Ancak ABD. Başkanı donma etkisini kullanan bu ileri görüşlü raporu dikkate almamıştır).

Başlangıçta donma etkisi kavramıyla açıklanan bu olgu, daha sonra 'angajmanın tırmanması' (escalation of commitmeni) olarak da adlandırılmış ve 'oltaya takılma' (law-ball) diyebileceğimiz bir manipülasyon stratejisinin açıklanmasında kullanılmıştır. Bu strateji, belirli bir konuda karar veren kişinin, kendi kararının tuzağına düşerek sebatla aynı yönde davranmaya devam etmesini öngörmektedir. Burada bir bakıma, insanın kendi kendini manipülasyonu ya da iknası söz konusudur.

İtaat davranışlarını konu alan sosyal psikoloji deneylerinde, zoraki kabul (forced compliance) durumlarında, değişken olarak baskısız (serbest seçim, -ki bu, salt bir illüzyon da olabilir) veya baskılı (serbest olmayan seçim) koşullar kullanıldığında, baskısız uyma (compliance without pressure) koşulunun etkili olduğu ve deneklerin normalde yapmayacakları şeyleri yaptıkları görülmektedir. Serbest seçim koşulundaki denekler, kararlarında daha ısrarlı davranmaktadır.

Bu konuda Aronson, 'kendi kendini doğrulama' kavramına dayalı bir açıklama getirmektedir. Ona göre kararda ısrarlar, (hatta en disfonksiyonel olanlar bile), bireyin İlk kararının rasyonelliğinin onaylanması ihtiyacıyla açıklanabilir.

M@D_VIPer 09-23-2006 07:25 PM

Duygusal Zeka (EQ)


Türümüz var oluşunu büyük ölçüde duyguların insan ilişkilerindeki gücüne borçludur. Kararlarımızı ve hareketlerimizi şekillendirirken hislerimiz çoğu zaman düşüncelerimize baskın çıkar. Duygular bize hakim olduğu sürece, zeka iyi ya da kötü hiç bir yere varamaz.

Tüm duygular harekete geçmemizi sağlayan dürtülerdir.Aslında biz iki zihne sahibiz; birisi düşünüyor, diğeri ise hissediyor. Birbirinden tamamen farklı bu iki kavrama tarzı, zihinsel yaşantımızı oluşturmak için etkileşim halindedir.Akılcı zihin, bilincimize daha yakındır, düşüncelidir ve tartıp yansıtabilir.

Bunun yanında fevri ve güçlü, bazen de mantıksız olan bir kavrama sistemi daha vardır; bu da duygusal zihindir. Hisler yoğunlaştıkça duygusal zihin devreye girer ve akılcı zihin etkisini yitirir.

Duyguların, akıl üzerindeki etkisini anlamak için beynin gelişimine bakmamız gerekir. Homo sapiens neokorteksi, düşüncenin beşiğidir. Hissettiklerimize düşünce katar. Hayatta kalabilme üstünlüğü neokorteksin strateji geliştirme, uzun vadeli plan yapma gibi kurnazlıklarına borçluyuz.

Amigdala, duygusal belleğin ve başlı başına anlamın deposudur; amigdalasız yaşam, kişisel anlamlarından soyutlanmış bir yaşamdır. Amigdala, psikolojik gözcü konumuyla ruh dünyamızda merkezi bir yere yerleşmiştir. Doğrudan amigdalaya ulaşan duygular bizim en ilkel ve en güçlü hislerimizi kapsıyor; işte bu devre, duyguların gücünü ve akla olan üstünlü ğünü çok iyi açıklıyor.

Hisler, bize doğru yönü gösterir; ondan sonra kuru mantık işe yarar. Demek ki duygular mantıklı olmak için gereklidir. Bir bakıma; akılcı ve duygusal olmak üzere iki beynimiz, iki zihnimiz ve iki farklı türden zekamız vardır. Hayatı nasıl yaşadığımız her ikisi tarafından belirlenir. Sadece IQ değil, duygusal zeka da önemlidir.

Aslında akıl, duygusal zeka olmadan tam verimli çalışamaz. Akademik zekanın, duygusal yaşamla pek ilgisi yoktur. Kişiler arası ilişkilerde zeka, diğer insanları anlamaktır. Özbilinç, duyguları idare edebilmek, kendini harekete geçirmek, başkalarının duygularını anlamak, ilişkileri yürütebilmek, duygusal zekaya ait yeteneklerdir. İnsanı insan yapan niteliklerin çoğu duygusal zekadan gelmektedir.

Kararlar, salt mantığa dayanarak alınamaz; kişinin güdülerine ve geçmiş deneyimlerden derlenmiş duygusal bilgeliğe ihtiyaç vardır. Kişisel açıdan doğru kararlar verebilmenin anahtarı, hislerine kulak vermektir. Bize sıkıntı veren duygulara hakim olabilme, duygusal sağlığımızın anahtarıdır.Duyguların yoğunluğu ve süresi uygun ölçüyü aşıyorsa, o zaman rahatsızlık veren uçlara, yani kronik kaygı, kontrolsüz öfke ve depresyona doğru kayarlar.

Duygusal zeka açısından umutlu olmak, kişinin zorlu engeller veya yenilgiler karşısında bunaltıcı kaygıya, teslimiyetçi bir tutuma ya da depresyona yenik düşmemesi anlamına gelir. İyimserlik tıpkı umut gibi, zorluklara ve engellemelere rağmen genel olarak hayatta herşeyin iyi gideceğine dair beklentidir. İyimserlik ve umut öğrenilebilir. Her ikisinin de temelinde, psikologların özverimlilik dediği görüş, yani kişinin hayatındaki olaylarla başedebileceğine dair inancı vardır.

Empatinin kökeni özbilinçtir.Başkalarının ne hissettiğini kaydedememek duygusal zeka bakımından büyük bir eksikliktir. Çünkü duygusal ahenk, empati yetisinden kaynaklanır; ahlakın kökleri empatide bulunur.

Her temasta duygusal sinyaller göndeririz ve bu sinyaller bizimle birlikte olanları da etkiler. EQ, bu alışverişin id****ini içerir. Sosyal zekanın temelinde ise grupları organize edebilme, tartışarak çözüm bulma, kişisel bağlantı, sosyal analiz becerileri bulunur.

Duygusal öğrenmede cinsiyetler arasında farklılıklar vardır. Kızlar, sözlü-sözsüz duygusal işaretleri okumakta, hislerini ifade etmekte ustalaşırken, erkekler, incinebilirlik, suçluluk, korku ve acıyla ilgili duygularını en aza indirgemekte beceri sahibi olur. Bu da ikili ilişkilerde ve evliliklerde önemli rol oynar.

Evliliklerde anahtar niteliğindeki yeterliliklerden biri, eşlerin sıkıntılı hisleri kendi başına yatıştırmayı öğrenmesidir. Kendi kendine konuşma, savunmacı olmayan dinleme ve konuşma, saygı ve sevgi evlilikte düşmanlığın önünü keser.

Gelecekte, EQ'nun temel becerileri ekip çalışmasında, işbirliğinde ve insanların birlikte daha etkili çalışmayı öğrenmelerine yardımcı olunurken büyük önem kazanacaktır. Duyguların sağlık açısından önemi incelendiğinde ise, merkezi sinir sistemi ile bağışıklık sisteminin sayısız şekilde iletişim halinde olduğu görüldü.

Öfke, kaygı kronikleştiğinde, insanların bir dizi hastalığa karşı direncini kırabilir. Depresyon ise kişilerin daha kolay rahatsızlanmasına neden olmasa bile, özellikle durumu ağır olan hastaların tıbbi açıdan iyileşmesini engelleyebilir ve ölüm riskini artırabilir. İyimserlik, umut, duygusal desteğin ise şifa gücü vardır.Ayrıca, kronik ya da ciddi bir hastalıkla savaşanların hislerini umursamayan tıbbi bir bakıma artık yetersiz kalmaktadır. Tıbbın duygu ve sağlık arasındaki bağdan, yöntem açısından daha fazla yararlanmasının zamanı çoktan gelmiştir.

Ayrıca, çocukların okuldaki başarısızlıklarının ardında da duygusal zekadan yoksunluk yer almaktadır. Bir çocuğun okula hazır olması, nasıl öğreneceğine bağlıdır. Bunun da 7 öğesi vardır: Güven, merak etme, amaç gütme, özdenetim, ilişki kurabilme, iletişim yeteneği, işbirliği yapabilme. Duygusal dersler, (hatta kalbin en derinlerinde yer eden, çocuklukta öğrenilmiş alışkanlıklar bile) yeniden biçimlendirilebilir. Duygusal öğrenme yaşam boyu sürer.

Mizaç, duygusal hayatımızın özelliklerini oluşturan ruh halleri olarak tanımlanabilir.Genler tek başına davranışı belirlemez; çevremiz, özellikle de büyürken yaşadıklarımız ve öğrendiklerimiz, yaşam ilerledikçe mizaçla ilgili bir eğilimin nasıl ifade bulacağını belirler. Duygusal yeteneklerimiz sabit veriler değildir; doğru bir öğrenmeyle geliştirilebilirler.

Alkoliklik, uyuşturucu bağımlılığı, yeme bozuklukları gibi kötü alışkanlıklar depresyon, kaygı belirtilerini kendi kendilerine tedavi etme yöntemi olarak gelişebilmektedir. Duygusal eğitim; hisleri tanıyıp onları tanımlayacak bir sözcük oluşturma anlamında özbilinci; düşünceler, duygular ve tepkiler arasındaki bağlantıları sezmeyi; bir karara duyguların mı yoksa düşüncelerin mi hükmettiğini bilmeyi; farklı seçimlerin sonuçlarını öngörmeyi ve bütün bu içgörüleri uyuşturucu kullanmak, sigara içmek ve seks gibi konulardaki kararlarda uygulamayı içeriyor. Ayrıca, duygu yönetimi, duyguların verimli kullanımı, empati, duyguları okuma, ilişkileri yürütme yeteneklerini yerleştirmek de eğitime dahil.

Yapılan araştırmalara göre, duygusal okuryazarlık programları çocukları okuldaki başarı puanlarını ve performansını iyileştirmektedir. Duygusal okuryazarlık karakter, ahlaki gelişim ve yurttaşlık eğitimiyle birlikte gelişir

M@D_VIPer 09-23-2006 07:26 PM

Edimsel Koşullanma


Klasik koşullanma yoluyla öğrenmeyi sağlamak için, yapılan bir davranışa neden olan uyarıcının bilinmesi gerekir. Oysa insan davranışlarına neden olan uyarıcıları her zaman tahmin etmek mümkün değildir. İnsanlar çevrelerinde bulunan çeşitli nesnelerle etkileşim kurarak farklı davranışlarda bulunurlar.

Thorndike'ın çalışmalarından hareket eden Skinner, organizmanın davranışlarını uyarıcılara karşı gösterilen otomatik bir tepki olmaktan çok kasıtlı olarak yapılan hareketler olarak kabul etmektedir. İnsanların karmaşık uyarıcı durumlarla karşılaştıklarında gösterdikleri davranışlara operant (edim) adı veren Skinner, bu operantların, onları izleyen sonuçlardan etkilendiğini ileri sürmektedir.

Organizmayı olumlu bir sonuca götüren davranışlar kalıcı olur. Diğer bir deyişle, insanlar davranışları sonucu olumlu bir durumla karşılaştıklarında, o davranışın tekrarlanma olasılığı artar. Davranıştan sonra gelen bu olumlu sonuçlara pekiştirme denir. Skinner'in çalışması Operant Koşullanma olarak bilinmektedir

Edimsel davranış: Bilinen bir uyarıcı tarafından oluşturulmaz; organizma tarafından ortaya konur ve sonuçları tarafından kontrol edilir.

· Klasik koşullanmada önce uyaran vardır ve organizma ona tepki gösterir. (U-T)

· Edimsel davranışta önce tepki yapılır sonra tepkinin doğurduğu uyarıcı gelir. (T-U)

Davranış sonucunda organizmanın hoşuna giden bir durum ortaya çıkar. Örneğin yeni aldığınız bir kazağı giydiğiniz zaman arkadaşlarınız "Kazağın çok güzel, sana çok yakışmış" derse, o kazağı giyme davranışınız devam eder. Davranışın sonucunda organizmanın hoşuna gitmeyen bir durum ortaya çıkar. Yeni kazağınızı giydiğiniz gün değer verdiğiniz bir arkadaşınız size yakışmadığını söylerse, o kazağı giymek istemezsiniz.

Skinner'e göre bir davranışın sonucu, organizma için hoşa giden, olumlu bir durum yaratıyorsa, o davranışın tekrar ortaya çıkma olasılığı artar. Davranışın arkasından olumlu uyarıcı verilerek yapılan koşullamaya edimsel koşullama denir.

Bu tür koşullamada, davranışı izleyen ve organizma üzerinde hoşa gidici bir etki yaratarak, davranışın (edimin) ortaya çıkma olasılığını artıran uyarıcılara pekiştireç denir. Diğer bir deyişle pekiştirilen davranış öğrenilir. Bir davranışın arkasından gelen ve organizma için hoşa gitmeyen bir durum yaratan uyarıcılar ise cezadır. Ceza davranışı zayıflatır ya da belli bir süre için durdurur.

Pekiştireçler olumlu ve olumsuz olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Bir davranış, organizmanın hoşuna gidecek bir uyarıcının doğrudan verilmesi ile pekiştiriliyorsa, buna olumlu pekiştirme denir. Sınıfta bir soruyu doğru cevaplandıran öğrenciye yaşına göre, aferin denmesi, başının okşanması, (+) puan verilmesi, gülümsenerek onaylanması birer olumlu pekiştirmedir. Organizma hoş olmayan bir durumdan kurtarılarak da davranış pekiştirilebilir. Bu tür pekiştirmeye olumsuz pekiştirme denir.

Bir öğrenci evindeki aile kavgalarından, sorunlarından kaçmak için okula geliyorsa, okul bu öğrenci için olumsuz pekiştireçtir. Çünkü öğrenci okula gelerek kendisine acı veren sorunlardan kurtulmakta ve rahat etmektedir. Hem olumlu hem de olumsuz pekiştirme organizmanın hoşuna giden bir etki yaratır ve davranışın tekrar ortaya çıkma olasılığını artırır. Pekiştireçler yoluyla birey istendik ve istenmedik davranışlar öğrenebilir. Bu nedenle pekiştireçler çok dikkatli kullanılmalı ve doğru davranışlar pekiştirilmelidir.

Yapılan bir davranışın sonucunda, organizma için olumsuz bir durum yaratan uyarıcılara ceza denir. Ceza da pekiştireç gibi iki türlüdür. Birinci tip cezada davranışın arkasından olumsuz uyarıcı doğrudan doğruya verilir. Çocuğun yaptığı bir davranış nedeniyle dövülmesi, azarlanması... İkinci tür cezada ise ortamda bulunan olumlu bir uyarıcı ortamdan çekilerek, organizma için olumsuz bir durum yaratılır. Teneffüse çıkmayı yasaklama, arkadaşlarından ayırma...

Pekiştireç davranışı güçlendirirken, ceza zayıflatır ya da belli bir süre için durdurur. Ceza davranışı kısa zamanda durdurduğu ve uygulaması kolay olduğu için öğretmenler ve ebeveynler tarafından sıkça kullanılmaktadır. Ceza, istenmedik davranışların bastırılmasında etkili olabilir. Ancak davranış değişikliğine neden olmaz. Diğer bir deyişle istenmedik bir davranışı istendik yönde değiştirmez.

Cezanın diğer bir olumsuz yönü ise saldırgan davranışlara neden olmasıdır. Olumsuz pekiştirme ile ceza, çoğu zaman karıştırılmakta birinin yerine kullanılmaktadır. Oysa, olumsuz pekiştirmede, olumsuz pekiştireçler ortamdan çıkartılırken, cezada olumsuz pekiştireçler ortama konur. Olumsuz pekiştirmede, davranışın tekrar edilme olasılığı artarken, ceza, davranışı durdurur.

Premack ilkesi: Büyükannenin Kuralları

Çok sık görülen (tercih edilen) davranış pekiştireç olarak kullanılarak, az gösterilen (tercih edilmeyen) davranış ortaya çıkarılmaya çalışılır. Örneğin, sebze yemeğini sevmeyen, ancak tatlıyı çok seven bir çocuğa, sebze yedirmek için "Sebze yemeğini bitirdikten sonra, tatlı yiyebilirsin" denebilir. "Şu kadar yazı yazarsanız, teneffüse çıkabilirsiniz" şeklinde okulda da çok kullanılır.

Skinner'e göre eğitimin amacı bilgiyi en yüksek düzeye çıkarmak olmalıdır.Bu da edimsel koşullanmayla, davranış repertuarını zenginleştirerek sağlanabilir. Öğrencinin bir şey bildiğini söyleyebilmek için, belirli davranışlarının gözlenebilmesi gerekir.

Skinner'in programlanmış öğrenme ilkeleri şöyle sıralanabilir:

· Öğrenilecek konu çok küçük ünitelere ayrılarak güçlük derecesine göre basamaklandırılır.

· Öğrenci her basamakta bir edimde bulunur.

· Öğrenilecek konu bir uyaran durumuna gelir.

· Öğrenci her basamakta yaptığı edimin sonucunu hemen görür.

Edim doğru ise ilerler yanlış ise düzeltilir.

EDİMSEL KOŞULLANMANIN EĞİTİME UYGULANMASI

Edimsel koşullamanın getirdiği ilkeler günümüzde halen geçerliğini korumaktadır. Edimsel koşullanma özellikle çocuk eğitiminde, sınıfta disiplinin sağlanmasında, psiko-motor ve duyuşsal davranışların kazandırılmasında önemli rol oynamaktadır. Pekiştireçlerin etkili bir biçimde kullanılması için göz önünde bulundurulması gereken hususlar:

Pekiştireç mutlaka doğru davranışı takip etmelidir. Pekiştireç hangi davranışın arkasından verilirse o davranışın ortaya çıkma sıklığını artırır. Örneğin sınıfta söz almak istediğini göstermeden, arkadaşlarının sözünü keserek konuşan bir öğrenci, öğretmen tarafından dinlenirse, öğrenci bu tür davranışları tekrar edecektir.

Öğrenci pekiştireci hangi davranışın sonucunda aldığını farketmelidir. Bunu sağlamak için pekiştirecin doğru davranıştan hemen sonra verilmesi gerekir. Aradan zaman geçtiyse, öğrenciye verilen pekiştirecin hangi davranışı için olduğunu açıklamak gerekir. Öğrencide davranış değişikliği meydana getirmek için mümkün olduğunca olumlu pekiştireç kullanılmaya çalışılmalıdır. Ayrıca pekiştirecin verildiği durumda öğrenciyi etkileyen diğer uyarıcılar da göz önünde bulundurulmalıdır.

Örneğin derste sıkılan bir öğrenciyi gürültü yapıyor diye sınıftan atan bir öğretmen, öğrencinin davranışını cezalandırmaktan çok pekiştirmiş olur. Pekiştireçlerin değeri öğrenciden öğrenciye değişir. Bir öğrenci için yüksek not önemli bir pekiştireçken, sınıfta kalmaya niyetli bir öğrenci için hiçbir anlam ifade etmeyebilir. Pekiştireçler, öğrencilerin ihtiyaçlarına, yaşlarına, sosyal çevrelerine göre değişmektedir. Pekiştirecin ne olacağının yanı sıra, ne zaman verileceği de önem taşımaktadır. Pekiştireç, yeni ve öğrenilmesi güç davranışların kazandırılmasında daha sık verilmelidir. Davranış öğrenildikten sonra pekiştireçlerin azaltılması daha etkili olacaktır.

Bazı ince pekiştirme çeşitleri:

Öğrenilecek davranış yeni ve karmaşık ise her doğru davranış pekiştirilebilir. Buna sürekli pekiştirme denir. Ancak okul öğrenmelerinde tüm öğrencilerin davranışlarını sürekli pekiştirmek mümkün değildir. Ayrıca pekiştireç çok sık verilirse değerini yitirir ve pekiştireç olma özelliğini kaybeder. Bu nedenle pekiştireçler çoğunlukla belli aralıklarla verilir. Bu uygulamaya aralıklı pekiştirme denir.

Sabit zaman aralıklı pekiştirmede, pekiştireçler belli zamanlarda verilir. Memur maaşları, günlük yövmiyeler, öğrenciler için teneffüsler bu tip pekiştirmelere örnektir. Bu tür pekiştirmeye örnek olarak, öğrencilerin yazılı ve sözlü sınavlardan önce çalışıp, sonra çalışmamaları verilebilir.

Değişken zaman aralıklı pekiştirmede ise pekiştireçler beklenmedik zamanlarda verilir. Bu nedenle süpriz niteliğindedir. Birey de pekiştireç beklentisi olduğu sürece istenilen davranışı gösterir. Okulda öğretmenin, öğrencilerin bazı başarılarını pekiştirmesi, arada sırada başarısına yüksek puan vermesi bu tür pekiştirmedir. Okulda bu tür pekiştireçler öğrencinin sürekli çalışmasını sağlar.

Sabit oran aralıklı pekiştirmede kaç davranıştan sonra pekiştireç verileceği bellidir. Örneğin işçilere ürettikleri parça başına ücret verilmesi bu tür pekiştirmeye örnek gösterilebilir. Okulda da öğrencilere yaptıkları her ödev için not ya da yıldız verilmesi, doğru yanıtladıkları her 5 problem için tam puan verilmesi, sabit oranlı pekiştirmedir. Bu durumda öğrenciler yaptıkları doğru davranış sayısını artırarak istediği kadar pekiştireç alabilirler.

Değişken oran aralıklı pekiştirmede ise kaç doğru davranışa pekiştireç verileceği belirli değildir. Öğretmenin bir seferinde 5 problemi doğru çözeni, diğer seferinde 7 problemi doğru çözeni ödüllendirmesi bu tür pekiştirme tarifine örnek verilebilir.

Koşullu Anlaşma:

Koşullu anlaşma, bireyin pekiştireci elde etmesi için belli bir şekilde davranmasını gerektirir. Örneğin, annenin çocuğuyla "ödevini bitirdiği taktirde oynamaya dışarı çıkabilirsin", "Bir hafta boyunca odanı düzenli tuttuğun taktirde hafta sonununda çocuk tiyatrosuna götüreceğim." gibi yaptığı sözleşmelerdir. Birey kendi kendisiyle de koşullu anlaşmalar yapabilir. Örneğin; Bu sınavdan başarılı olduğum taktirde hafta sonu sinemaya gideceğim, gibi...

Davranış değiştirmek amacıyla kullanılan diğer bir yöntem de, simgesel ödülle pekiştirmedir. Bu yöntemde çocuğa şeker, oyuncak, sokağa çıkma izni gibi doğrudan doğruya ihtiyacını karşılayacak bir ödül yerine, yıldız, puan, oyuncak, para vb. simgesel ödüller verilir. Çocuk bu simgesel ödülleri toplayarak daha sonra gerçek ödüle dönüştürür. Simgesel ödülle pekiştirme, okulda özellikle yavaş öğrenen ve özürlü çocuklarda, akademik ve sosyal davranışların geliştirilmesinde etkili bir biçimde kullanılabilir. Simgesel ödülle pekiştirme, bir program çerçevesinde düzenlenir. Bu programı öğretmen kendisi hazırlayabileceği gibi, öğrenciyle birlikte de hazırlayabilir. Program hazırlanırken aşağıdaki işlemlerin yapılması gerekir.

Değiştirilmek istenilen davranışların belirlenmesi: Programın başarıya ulaşması için öncelikle öğrencide hangi davranışların değiştirilmek istendiğine karar verilmesi gerekir. Bu amaçla öğrencinin sınıftaki davranışları incelenir ve bu davranışlardan istenen ve istenmeyenler belirlenir.

Değiştirilecek davranışlar belirlendikten sonra simgesel ödülün ne olacağına ve her davranışın karşılığında kaç simge verileceğine öğrencilerle birlikte karar verilir. Simgesel ödül, öğrencinin adına açılan bir kartona yıldız çizme ya da yapıştırma, boncuk verme, renkli kartonlardan yapılmış küçük çiçek figürleri vb. olabilir.

Simgeler belirlendikten sonra elde edilen simgelerin nasıl harcanacağına, yani birincil pekiştireçlerin neler olacağına ve bunların kaç simgeye bedel olduğuna karar verilmesi gerekir. Pekiştireçler seçilirken öğrencinin ihtiyaç ve tercihleri göz önünde bulundurulmalıdır. Pekiştireçlerin bedeli, çocuk için çekiciliğine göre, çocukla birlikte belirlenmelidir.

Biçimlendirme:

Edimsel koşullama süreci normal koşullarda çok zaman alır. Skinner kutusuna konan hayvanın kendi başına manivelaya basarak yiyeceği elde etmesi beklenirse, hayvan ya ölür yada tesadüfen yiyeceği elde etmeyi öğrenir. Oysa edimsel koşullamada bir başka yaklaşım olan biçimlendirme ile hayvanın daha kısa sürede yiyeceği elde etmesi sağlanabilir. Biçimlendirmenin temeli, organizmanın beklenen en yakın tepkisi pekiştirilerek, kademe kademe amaç davranışa ulaşmasını sağlamaktır.

Sonuç olarak, biçimlendirme, beklenen davranışa yakın olarak görülen bir tepkinin pekiştirilmesiyle başlayan ve kademeli bir şekilde istenen tepkiye daha yaklaşan tepkilerin pekiştirilmesi ve en sonunda da istenen tepkinin kazandırılmasıyla sonlanan bir süreçtir.

Programlı Öğretim

Skinner'e göre öğrenmenin etkili bir şekilde oluşabilmesi için şu koşullar yerine getirilmelidir:

· Öğrenilecek bilgi, küçük adımlarla öğrenciye sunulmalıdır.
· Öğrenen kişiye öğrenmelerinin doğruluğu ya da yanlışlığı hakkında anında bilgi (dönüt) verilmelidir.
· Öğrencinin kendi hızıyla öğrenmesine olanak verilmelidir.

Skinner, sınıftaki bu öğrenme problemlerine çözüm olarak alternatif bir öğretme tekniği olan programlı öğretimi önermiştir. Programlı öğretim materyallerini sunmak üzere kullanılan makinalara öğretme makinaları adı verilmektedir. Programlı öğretim ilkeleri öğretim makinalarında kullanılarak yaygınlaştırılmıştır. Skinner sınıf öğretimine karşıdır. Çünkü toplu öğretimde her öğrenciye uygun uyarıcı, dönüt verilmemekte, pekiştirme yapılmamakta ve her öğrencinin doğru davranışı göstermesi sağlanamamaktadır.

Makinanın temel ögesi programdır. Programda öğrenciye öğretilecek konu, aşamalılık ilişkisi (önceki öğrenmelerin sonraki öğrenmeleri destekleyecek şekilde sıralanması) dikkate alınarak küçük birimler halinde analiz edilir. Her birimi öğrenmek için öğrencinin ne yapacağına ilişkin yönergeler verilir. Öğrenci; her birimi tamamladıktan sonra test edilir. Öğrencinin cevapları ile doğru cevaplar karşılaştırılarak doğru cevapları pekiştirilir.

Bir sonraki öğrenme birimine geçirilir. Yanlış cevaplamışsa yanlışı düzeltmesi için yeni yönergeler verilir. Bu durum, öğrenme birimi tam olarak öğrenilinceye kadar sürer. Bu tür programlar genellikle doğrusal programlardır ve öğretme makinası dışında, programlı öğretim tekniğiyle hazırlanmış kitaplarda da uygulanabilir.

Skinner, öğretme makinalarında doğrusal programları tercih etmekle birlikte, bilgisayarların gelişimiyle dallı programlar yaygınlaşmıştır. Dallı programlarda öğrenciye öğrenmesi için birçok alternatif yönerge verilmekte öğrenci bunlardan kendisine en uygun olanını seçmektedir. ayrıca düzeltme çalışmaları için de çeşitli öneriler bulunmaktadır. Bu nedenle bilgisayar destekli öğretim orijinal öğretme makinalarını ya da bireysel çalışma kitaplarının yerini almıştır.


Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 01:47 PM

Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11   Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.