www.cakal.net Forumları YabadabaDuuuee

www.cakal.net Forumları YabadabaDuuuee (https://www.cakal.net/index.php)
-   Türk Tarihi Ve Türk Büyükleri (https://www.cakal.net/forumdisplay.php?f=234)
-   -   Tarihte Türk Büyükleri -Afabetik Sırayla- (https://www.cakal.net/showthread.php?t=50415)

bluekeys™ 11-28-2006 01:53 PM

Tarihte Türk Büyükleri -Afabetik Sırayla-
 
ABDÜLHAK HAMİT TARHAN
( 1852-1937 )


Çağında, ittifakla büyüklüğü benimsenmiş bir şair... Gözde diplomat... Yazdığı oyunlarla fikir çalkantıları yaratan bir yazar... Başlı başına bir edebiyat öncüsü...

2 Şubat 1852 yılında İstanbul'da doğdu. Babası, Tanzimat döneminin tanınmış tarihçilerinden Hayrullah Efendi'dir. Büyükbabası, ikinci Mahmut ve Abdülmecit'e hekimbaşılık eden Abdülhak Molla'dır. Kültürlü ve esprili bir aileden gelir. Abdülhak Molla, eczanesinin kapısına, "Ne ararsan bulunur, derde devadan gayrı" mısrasını yazacak kadar geniş görüşlü bir insandı.

FRANSIZ EĞİTİM SİSTEMİNİ İNCELEDİ

Abdülhak Hamit, iyi bir öğrenim gördü. Bir yandan, doğduğu semt olan Bebek'teki mahalle mektebine giderken, bir yandan evinde babasından ve babasının dostlarından ders alıyordu. Sonra Rumelihisarı'ndaki Rüştiye Okulu'na yazıldı. Yanyalı Tahsin Hoca ile Edremitli Bahattin Efendi'den dersler almaya devam etti. 1862'de, Millî Eğitim müsteşarı olarak Paris'te Fransız eğitim sistemini inceleyen babasının yanına gitti ve burada Fransızca öğrendi. Bir yıl kadar kaldıktan sonra İstanbul'a döndü ve Robert Kolej'e devam etti.

Memurluk hayatına, "Tercüme Odası"na girerek başladı. Babası Tahran Büyükelçiliğine atanınca, o da hocası Bahattin Efendi ile birlikte Tahran'a gitti (1865). Burada Farsça öğrenmeye başladı. Elçilik kâtiplerinden Mirza Şevket, genç Abdülhak Hamit'e hem Farsça öğretiyor hem de İran edebiyatını tanıtıyordu.

Babasının ölümü üzerine (1867) İstanbul'a döndü. Maliye Bakanlığı ve Şûra-yı Devlet'te hizmetler aldı. 1871'de, İstanbul'un tanınmış ailelerinden Pirîzade Fatma Hanım'la evlendi. Sami Paşazade Sezai, Recaizade Ekrem ve Namık Kemal ile tanışması bu yıllardadır. Tiyatro oyunu yazmak moda idi. O da bu akıma katıldı ve ilk denemelerine girişti."Macera-yı Aşk" adlı tiyatro oyununu 1873'de yazdı ve yayınladı. Artık ardı ardına eser veriyordu. "Sabrü Sebat" (1874), "İçli Kız" (1874), "Duhter-i Hindu" (1875), "Nazife" (1876). Genç Abdülhak Hamit su gibi eser akıtıyor, her çıkardığı kitap geniş yankılar yapıyor, eleştirmenler genç dehayı selamlıyorlardı. "Tarih veya Endülüs'ün Fethi", "Ibn-i Musa yahut Zatülcemal ve Sardanapal" oyunları da bu dönemde kaleme alınmış ve yayınlanmışlardı. Abdülhak Hamit edebiyat çevrelerini şaşırtan ve hayrete düşüren bir üreticilikle birbirinden önemli, birbirinden değerli eserleri edebiyat alanına sürdükçe, ünü de İstanbul'u aşarak bütün Osmanlı ülkesine yayılıyordu.

1876'da Paris sefareti ikinci kâtipliğine atandı. O zamana kadar bütün oyunlarını düzyazı ile yazmıştı. Paris'te şiire başladı. "Belde, yahut Divaneliklerim" adlı şiirleri, bu dönemin ürünüdürler. "Nesteren" oyununa da Paris'te bulunduğu sırada başlamış ve bitirmiştir. "Nesteren" oyununda, iki müstebit kardeş hükümdarın kavgalarını konu edinmişti. O yıllarda Abdülhamit ile Beşinci Murad arasında süren kavgaya benzediği için, güne paralel çiziyordu. Hükümdarlardan biri halk tarafından seviliyor, biri sevilmemekte idi. Abdülhamit ile Murad arasında da böyle bir benzerlik vardı. Bu yüzden bu eserini imzasız olarak bastırmıştı. Fakat bir vesile ile İstanbul'a gelince, açığa alındı (1878).

YAZDIĞI ŞİİRLERİNİ «SAHRA» ADLI KİTAPTA TOPLADI

Bu dönem, şairin büyük sıkıntılara düştüğü dönemdir, iki yıl gelirsiz yaşadı. Sinir krizleri geçirdi. Hatta çıldırdığını söyleyenler oldu. Fakat kendisine teklif edilen Berlin sefareti kâtipliğini ve Belgrat şehbenderliğini kabul etmemek direncini gösterdi. Yazdığı şiirlerini "Sahra" adı altında toplayıp yayınladı. "Eşber" oyununu kaleme aldı ve kitap haline getirdi. "Tezer, yahut Abdülrahman-ı Salis" oyunu da bu iki yıllık edebiyat çalışmaları sırasında çıkmıştır.

Sonunda saraydan görev kabul etmemekten vazgeçti. Kafkasya'deki "Pöti" şehbenderliğini kabul etti, ardından Yunanistan'daki "Golos", Hindistan'daki Bombay şehbenderliklerinde bulundu. Bu son görevinde, çok sevdiği karısı Fatma Hanım'ı kaybetti. Türk edebiyatının en büyük eserlerinden biri olduğu üzerinde ittifak edilen "Makber" adlı şiir kitabı, bu büyük kaybın beşeri hercümercini anlatır:
"Fatıma, çık lâhitten kıyam et!
Yadımdaki haline devam et!"

"Makber" 1885 yılında yazılmıştır. Yine ölümünü bir türlü içine sindiremediği eşi için bir yıl sonra "Ölü" adlı şiirlerini yayınladı. "Hacle" adlı kitabı da, eşi Fatma Hanım için yazılmıştır.

ÇAĞINDA «ÜSTAD-I AZAM» DİYE KONUŞULAN TEK ŞAİRDİ

Eşinin ölümü, yeni bir Abdülhak Hamit'in doğuşu olmuştur. Çünkü o zamana kadar, düzyazıdaki başarılarıyla tanınan Abdülhak Hamit, ondan sonra şair olarak erişilmez bir çizgiye ulaştığını ortaya koydu. Çağında, adından söz edilmeden "Üstad-ı Az'am" diye konuşulan tek şairimiz, Abdülhak Hamit'tir. "Bunlar Odur" (1886), "Kahpe" (1887) tarihlidirler. Ünü, ülkenin dışına taşmış, dünya edebiyatında adı geçer olmuştu.

1886 yılı sonunda Londra sefaret kâtipliğine atanır. "Zeynep" bu dönem çalışmalarının eseridir. "Zeynep"i, basılmak üzere İstanbul'a gönderdi. Fakat sansür sakıncalı gördüğü için basılmasına izin vermedi ve bu yüzden Londra'daki görevinden alındı. Üç ay kadar işsiz kaldı. Edebiyatla uğraşmamak şartı ile yine eski görevine gönderildi. 1895'de Lahey orta elçiliğinde, 1897'de Londra sefaret müsteşarlığında bulundu. Şair, birkaç başarısız evlilikten sonra 1912'de Lösiyen adlı 18 yaşında bir kızla Brüksel'de evlendi. 26 yıl sürekli olarak Batı Avrupa'da görev yaptıktan sonra İstanbul'a döndü ve Meclis-i Ayan üyeliğine seçildi. Cumhuriyet döneminde, Atatürk'ün sofrasına davet edilen bir şairdi. 85 yaşında, 3 Nisan 1937 tarihinde hayata gözlerini kapadı. Zincirlikuyu Mezarlığı'na gömülüdür.

Türk şair ve oyun yazarı. Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinin Batı'ya açılan yenilikçi şairlerindendir.

Abdülhak Hamid Tarhan 2 Ocak 1852'de İstanbul'da, Bebek'te doğdu. Babası dönemin tanınmış tarihçilerinden Hayrullah Efendi'ydi. Küçük yaşlarda özel öğrenim görmeye başladı, sekiz yaşındayken yeni kurulan Robert Kolej'e yazdırılıp, İngilizce öğrenmesi sağlandı.

1862'de Paris'te görev yapan ağabeysinin yanına gitti. Ecole Nationale'de yatılı olarak okudu. Dönüşünde daha on dört yaşındayken Babıâli Tercüme Odası'nda çalışmaya başladı. Kısa bir süre sonra Tahran Elçiliği"ne atanan babasıyla İran'a gitti. Burada Farsça'yı ve Fars edebiyatını derinlemesine öğrenmek fırsatı buldu.

Babasının ölümü üstüne İstanbul'a dönünce Maliye Mühimme Kalemi, Şura-yı Devlet ve Sadaret kalemlerinde bulundu. 1871'de Fatma Hanım'la evlendi. 1876'da Paris elçiliği ikinci kâtipliğine atandı. Kimi yapıtlarının konuları Padişah'ın hoşuna gitmediği için, bu görevinden alınınca, iki yıl kadar işsiz kaldı. 1883 yılında başkonsoloslukla Hindistan'da Bombay'a gönderildi. Burada sağlığı bozulan eşi, İstanbul'a dönerlerken uğradıkları Beyrut'ta öldü. Bu beklenmedik ölümün sarsıntısıyla Makber'i yazdı. 1886 yılında Londra elçiliği başkâtipliği göreviyle İngiltere'ye gitti. Yirmi yıl süren görevinde elçilik birinci müsteşarlığına kadar yükseldi.

Meşrutiyetin ilanından sonra Brüksel elçiliğine atandı. 1912 yılında emekliye ayrılıp yurda döndüğünde Ayan üyesi olarak görev yaptı. İstanbul'un İngilizler tarafından işgali üzerine Viyana'ya kaçtı. Burada büyük parasal sıkıntılar çekmesi üzerine Anadolu Hükümeti tarafından yurda gelmesi sağlandı. Cumhuriyet'ten sonra devletçe maaşa bağlandı, oturması için kendisine Maçka Palas'da bir daire verildi. 1928 yılında TBMM'ye üye seçildi. Son yıllarını İstanbul'da rahat bir ortam içinde geçiren Abdülhak Hamid, 12 Nisan 1937'de öldü.

Ailesinin ve çok küçük yaşlarda başlayan eğitiminin sağladığı geniş bir kültür birikimine sahip olan Abdülhak Hamid, şiire başladığı 1870'li yıllarda Ebüzziya Tevfik, Recaizade Mahmud Ekrem, Sami-paşazade Sezai ve Namık Kemal'le tanışarak, Tanzimat döneminin yeni edebiyatçıları arasına katıldı. Yurt dışı görevlerinin ona sağladığı olanaklarla Shakespeare, Corneille, Racine gibi Batılı sanatçıları derinlemesine inceledi, etkileri altına girdi. Şiir alanında o güne değin süregelen Divan edebiyatı nazım biçimlerini bir kenara bırakarak, dize ve uyak düzenlerine alabildiğine değişiklikler getirdi. Tanzimat şairleri arasında heceye en çok önem verenlerden birisi Abdülhak Hamid'dir. Eski şiirin konu kısıtlamalarını aşarak günlük yaşamın çeşitli konularını şiire soktu, doğa ve insan ilişkileri üzerinde durdu.

Tiyatro alanında ilkin Namık Kemal'ı daha sonra Batılı yazarları örnek alarak oyunlar yazdı. Bunlar çoğunlukla manzum ve konularını Asur, Yunan, Arap, Hind ve Afgan gibi eski uygarlıklardan alan oyunlardı. Yapısı oynanmaya elverişli olmayan bu oyunlar, söz konusu toplumların kahramanlarını, halk-yönetim ilişkilerini, yurt sevgisi ve savunmasını, yöneticilerin trajik çabalarını romantik bir dille aktarıyordu. Sevdiği erkeğe kavuşmak için kocasını Hintli uşağına öldürten bir İngiliz kadınının acıklı serüveninin anlatıldığı yer yer en ünlü oyunu Finten, Othello ve Hamlet esintileri taşıyan düzyazı ile nazım karışığı bir oyundur.

Abdülhak Hamid, yaşadığı dönemde "Dahi-i Azam", "Şair-i Azam" gibi nitelemelerle çok başarılı ve yeni bir şair olarak değerlendirilmişse de, bu değerlendirmeler daha sonra tartışmalara konu olmuş, sert eleştirilere yol açmıştır.

Yaşamının büyük bir bölümünü edebiyatta en hızlı atılımların meydana geldiği ülkelerde geçirmesine karşın, oralardaki çağdaşı edebiyatçıların getirdiği yeniliklerle ilgilenmemesi,yalnızca klasik dönem şair ve yazarlarını örnek alması eleştirilen yanlarındandır. Şiirlerinde görülen yeniliklerin yanı sıra, belirli bir dil anlayışına sahip olmaması, "esin"e aşırı bağlılığı sonucu ortaya çıkan kimi dağınık, keyfi şiirleri ağır yergilere uğramıştır. Bütün bunların ötesinde, Türk edebiyatının önemli bir dönemecinde, yaşadığı günler için yenilikler getirmiş bir sanatçı olduğunu kabul etmek gerekir.

• YAPITLAR (başlıca): Şiir: Sahra, 1879; Makber, 1885; Ölü, 1885; Hacle, 1886; Bir Sefilenin Hasbıhali, 1886; Bâlâdan Bir Ses, 1912; İlham-ı Vatan, 1916; Ruhlar, 1922;Oyun: Macera-yı Aşk, 1873; Sabr ü Sebat,l875; İçli Kız, 1875; Duhter-ı Hindu, 1876; Nesteren, 1878; Tank yahut Endülüs Fethi, 1879; Tezer yahut Abdurrahman-ı Salis, 1880; Eşber, 1880; Zeynep, 1908; İlhan, 1913; Liberte, 1913; Finten, 1916; Tarhan, 1916; Hakan, 1935.

bluekeys™ 11-28-2006 01:54 PM

AHMET CEVDET PAŞA
( 1822- 1895 )


Osmanlı devlet felsefesini en iyi kavramış ve eserlerine yansıtmış bir tarihçi... Devletine sadakatle hizmet etmiş bir devlet adamı... Mecelle'yi kaleme alarak İslâm hukukunu sağlam bir dille kitaplaştıran bir bilgin... Doğru bildiklerini, her şeye rağmen söyleyen, yazan bir Osmanlı... Sistemi olmayan filozof!..

Cevdet Pasa, şimdi sınırlarımız dışında kalan Lofça kasabasında dünyaya geldi. Hacı İsmail Ağa'nın oğludur. Lofça'da mahalle mektebinden sonra, öğretimini daha iyi yapabilmek için, 1839'da İstanbul'a gelerek medreseye girmiştir. Medresiyi bitirip müderris olduktan sonra, Farsça ve Fransızca öğrendi. Matematik, felsefe, kozmografya (astronomi) bilimleri üzerinde çalıştı, kendisini yetiştirdi.

FEHIM EFENDİ KENDİSİNE «CEVDET» TAKMA ADINI VERDİ

Cevdet Paşa, bilim adamı olarak yetişmek istiyordu. Fakat çevresi politikacılarla dolu idi. Çoğu yetenekli insanın denediği gibi, şiirler yazmaya başladı. Yazdığı şiirleri kendisine gösterdiği Fehim Efendi, kendisine "Cevdet" takma adını verdi. O zamana kadar Ahmet olan Cevdet Paşa, ondan sonra Ahmet Cevdet oldu.

Ahmet Cevdet Efendi, zamanının en ünlü kişileri olan Büyük Reşit Paşa, Ali ve Fuat paşalarla tanıştı. Reşit Paşa'nın yanında geçirdiği 15 yıl, her bakımdan gelişmesine yardım etmiştir. Bu dönemde Ahmet Cevdet Efendi, idare ve politika hayatına kaymaya başladı. İlk görevi, Bükreş'te bulunan Fuat Bey (Paşa)'in yanında yardımcılık oldu. Bükreş dönüşü Fuat Bey'le birlikte Bursa'ya geldiler ve burada bir süre dinlendiler. Kaldıkları kısa sûre içinde, "Kavaid-i Osmaniye" adlı bir eseri ortaya koymuşlardı. Bu Osmanlı dilinin grameri, bundan sonra yazılan bütün gramerlere kaynaklık ve örneklik etmiştir.

"Darülmuallimîn" okuluna müdür atandı. Aynı zamanda "Maarif Meclisi" üyeliğine getirildi. Özellikle bu meclisin derlenip toparlanmasına çalıştı ve çalışmalarıyla dikkatleri üzerinde topladı. Özellikle, Maarif Meclisi üyesi olarak ‘Encümen-i Daniş’in kurulmasında büyük emeği geçti ve bu encümene üye seçildi.

Encümenin kurulması sebebi, tarihimizi derleyip toplamak, sanat hayatımızı düzenleyip canlandırmak gibi işler idi. Encümen, Ahmet Cevdet Efendi'ye 1774-1826 yılları arasındaki olayları yazmak görevini verdi, önceleri, bu eser, birlikte yazılacaktı. Fakat öteki üyelerin kaytarmaları nedeniyle Ahmet Cevdet Efendi'ye bırakıldı. Bugün Cevdet Tarihi adıyla bildiğimiz 12 ciltlik eser bu çalışmaların sonucudur.

HALEP VE BURSA VALİLİĞİ DE YAPTI

Ahmet Cevdet Efendi'nin, İbni Haldun'un tarih felsefesine ve Naima'nın bu felsefeye bağlı görüşüne önem vererek, yazdığı tarih, yalnız belli bir çağın sağlam belgelere bağlı tarih çalışması değil, aynı zamanda Osmanlı devlet felsefesinin çeşitli devlet adamları elinde nasıl uygulandığının çok dikkatli bir açıklamasıdır. Batı toplumları ile Doğu toplumlarının birbirinden farklı toplumlar olduğu, Cevdet Paşa'dan önce de fark edilmiş ise de, Cevdet Paşa, bu farkın, sınıflı toplumdan geldiğini açıklayan ilk fikir adamımız olmuştur.
Cevdet Paşa, Kırım Savaşı sırasında üç cildini tamamladığı tarihini padişaha sunmuş ve Saray Vakanüvisliği'ne atanmıştır (2 şubat 1855). Bu görev üstünde kalmak şartıyla önce "Meclis-i Ali-î Tanzimat'a üye atanmış, sonradan Meclis-i Vâlâ"ya üye olmuştur. Cevdet Paşa, her gönderildiği yerde iyi hizmet veren bir insandı. Ahmet Cevdet Paşa, İşkodra karışıklıklarının bastırılması, Kozan İsyanı'nın söndürülmesi, Bosna- Hersek müfettişliği gibi önemli görevlerde başarı ile iş gördükten sonra, 1868'de Adliye Nazırlığı'na getirilmiş ve kendisine paşalık tevcih edilmiştir. Bir ara Halep ve Bursa valiliği de yapmıştır. Cevdet Paşa, üç defa Maarif Nazırı, 5 defa Adliye, 2 defa Evkaf, birer defa Dahiliye, Ticaret ve Ziraat nazırlığı yapmıştır. Ayrıca, Şûra-yı devlet Reisliği'nde de bulundu. Bunca hizmet sırasında, eser vermeyi ihmal etmemiş, 12 ciltlik Cevdet Tarihi'nden başka, dinlerin ve peygamberlerin tarihini "Kısas-ı Enbiya" adı altında yazıp yayınlamıştır.

AHMET CEVDET PAŞA «MECELLE» ADLI DEV BİR ESER YAZDI

Son olarak "Meclis-i Has" üyeliğine getirildi ve burada ölünceye kadar bilimsel çalışmalarını sürdürdü (25 mayıs 1895). "Tezakir-i Cevdet", tarih çalışmaları sırasında tuttuğu notlar olup, bunlar yeniden gözden geçirilmiş ve tasnif edilerek 4 cilt halinde yayınlanmıştır. Bunlar daha çok Tanzimat döneminde Osmanlı İmparatorluğu'nun toplum yapısını belirleyen notlardır. "Maruzat" II. Abdülhamit'e sunduğu bilgileri içerir. Son zamanlarda tamamı yayınlanmıştır.

Baş eserlerinden biri de "Mecelle"dir. Sağlam bir dille kaleme alınan İslâm hukukunun Medenî Kanun'a karşılık olan bölümü, Cevdet Paşa'nm en büyük eserlerinden biri sayılır. 50 yıl kadar Osmanlı ülkesinde ve Medenî Kanun yayınlanana kadar Türkiye Cumhuriyeti mahkemelerinde kanun olarak uygulanmıştır. Mecelle'nin bazı düsturları bugün de hukukumuzda yaşamaktadır. "Mani. zail olunca, memnu avdet eder", "Bir işten maksat ne ise,
hüküm ona göredir", "Alması memnu olan bir şeyin vermesi dahi memnudur", "Kişi, ikrarıyla ilzam olunur", "Sakile bir söz isnat olunmaz", "Zan ile yakîn (tam bilme) hasıl olmaz."

bluekeys™ 11-28-2006 01:54 PM

AHMET HAMDİ TANPINAR
(1901- 1962)


Şiirde "sanat, sanat içindir" düşüncesini gerçekleştirmeye çalışırken, roman ve hikâyelerinde "sanat, düşünmek içindir" motifini işleyen mütefekkir şair... Hikâye ve romanları ile makalelerinde, "zaman" fikrini anlatmaya çalışmış, içe dönük insanın iç portrelerini çizmeye emek vermiş, bilinçaltı karmaşıklığını ele alarak insanı belirleme yolunu denemiş bir yazar... Doğru görüşlere sahip bir edebiyat tarihçisi ve sanat vurgunu...

Ahmet Hamdi Tanpınar, 23 haziran 1901'de İstanbul'da doğdu. Babası, Kadı Hüseyin Fikri Efendi'dir. Babasının memuriyet hayatına bağlı olarak çeşitli illerde ilk, orta ve lise öğrenimini yaptı. Antalya Sultanisi'nden mezun olunca, İstanbul'a geldi (1918). Parasız yatılı bir okula girmek zorunda olduğu için, müsabaka imtihanını kazandığı Baytar Yüksek Okulu"na girdi. Fakat bu mesleğe eğilimi yoktu, bir yıl sonra bir kolayını bularak İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesi'ne yazıldı.

YAHYA KEMAL'DEN EDEBİYAT TARİHİ DERSİ ALDI

Bu sıralarda üniversitede edebiyat tarihi okutan Yahya Kemal'in öğrencisi oldu. Yahya Kemal, genç Tanpınar üzerinde derin bir tesir yarattı. Bu etki, hayatının sonuna kadar sürmüş ve Ahmet Hamdi Tanpınar, edebiyatta ve fikriyatta hocası olan Yahya Kemal'in çevresinden hiç kopmamıştır. Fakülteyi bitirince (1923), Erzurum Sultanisi'ne edebiyat ve felsefe öğretmeni olarak atandı. Bundan sonra sırasıyla Konya, Ankara (Gazi Eğitim Enstitüsü) İstanbul Kadıköy Lisesi'nde edebiyat öğretmenliği yaptı. 1934 yılında, Ahmet Hamdi Tanpınar'ı Güzel Sanatlar Akademisi Sanat Tarihi öğretmeni olarak buluyoruz (1934). Bu dönem içinde yazdığı şiirler, hikâyeler, makalelerle dikkati çeken Tanpınar, 1939 yılında İstanbul Üniversitesi'nin Edebiyat Fakültesi'nde kurulan Yeni Türk Edebiyatı Kürsüsü'nün başına getirildi.

Artık Tanpmar, şair, hikayeci, romancı, denemeci olarak adını duyurmuştu. Şiirleri bir
çevre tarafından seviliyor, bir çevre tarafından eleştiriliyordu. Çünkü şiirlerinde sanatın sanat için olduğu düşüncesinden hareket ederek yazıyor, ince hayaller, psikolojik imajlar, bilinçaltı kaynaşmalarıyla dolu mısralar ortaya çıkarıyordu. Sanatın, toplum için olduğu düşüncesinde birleşenler, Tanpınar'ı eleştiriyorlar, kendi saflarına çekmeye zorluyorlardı.

İLK ŞİİRİ «ALTIN KİTAP» ADLI DERGİDE YAYINLANDI
Ahmet Harndi Tanpınar, bütün bunların arasından sessizce sıyrılmasını bildi. Kimin ne söylediğini düşünmeden, kendi anlayışı içinde şiirlerini sürdürdü. Şiirlerinde, doğa ve insanın meçhule gidişindeki dram, mısra mısra işlenir.

1942'de Maraş milletvekilliğine seçildi. Tanpınar'ın politikayı sevdiği ve hele ısındığı söylenemez. Bir devre milletvekilliğini tamamladıktan sonra, tekrar mesleğine döndü. 1946'da Millî Eğitim müfettişi, 1948'de Güzel Sanatlar Akademisi sanat tarihi hocası ve hemen ardından aynı yıl eski görevi olan İstanbul Üniversitesi'ndeki yerini aldı.

1962 yılına kadar süren bu görevi sırasında, Türk Edebiyat Tarihi üzerinde derin çalışmalar yaptı. "19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi" adlı kıymetli eseri bu sırada oluşmuştur. Kendisinden önce yapılan edebiyat tarihlerinden büyük farklar gösteren bu eser, günümüzün boşluklarından birini doldurmuş bulunuyor. Yahya Kemal'in tarih görüşünden hareket eden Tanpmar, on dokuzuncu yüzyıl yazar ve şairlerinde millî motifin nasıl geliştiğini büyük bir dikkatle ortaya çıkarmıştır.

İlk şiiri, Celâl Sahir'in çıkarmakta olduğu "Altın Kitap" adlı bir dergide yayınlandı: "Musul Akşamları." (1920). Sonra, 1920-21 yılları arasında Tanpınar'ı "Dergâh" yazarları ve şairleri arasında görüyoruz. 11 kadar şiiri, hemen kısa aralıklarla bu dergide çıktı. Sonraları "Millî Mecmua", "Hayat", "Görüş", "Varlık", "Oluş", "Ülkü" dergilerinde zaman zaman görüldü. Şiirlerin toplanıp yayınlanması için 1961 yılını bulmamız gerekmiştir.

1962 YILINDA HAYATA VEDA ETTİ

Tıpkı hocası Yahya Kemal gibi, kafiyenin ve veznin şiirde müzik görevi yapmadığına inanıyor, mısraların kelime örgüleri ile bir müzik yarattığını savunuyor ve şiiri ile bunu ispatlamaya çalışıyordu.

Yahya Kemal, "Itri" şiiri ile bir Osmanlı yüzyılını anlatmıştı. Tanpınar, bir şehrin hayatını dile getirdi:

"Bursa'da eski bir cami avlusu
Mermer şadırvanda sakırdayan su
Orhan zamanından kalma bir duvar
Onunla bir yaşta ihtiyar çınar

Yekpare bir anda gün, saat, mevsim
Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın
Hâlâ bu taşlarda gülen rüyanın.
Güvercin bakışlı sessizlik bile
Çınlıyor bir eski zaman vehmile..."

"Zaman" adlı şiiri, hem şairliğine, hem metafizik kaygılarla "Zaman" tefekkürüne güzel bir örnek olduğu için buraya alıyoruz:

"Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında.
Yekpare geniş bir anın
Parçalanmaz akışında

Başım sükûtu öğüten
Uçsuz, bucaksız değirmen
İçim, muradına ermiş
Abasız, postsuz bir derviş.

Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim."

Çalışmalarının en verimli olduğu bir çağda, 1962 yılında hayata gözlerini yumdu. Arkasında, şiirli bir tarih, fikirli bir şiir, sağlam bir dünya görüşü bıraktı.

bluekeys™ 11-28-2006 01:54 PM

AHMET MİTHAT EFENDİ

( 1844-1912 )




Bahtı ile, kaderi ile boğuşa boğuşa başarıya ulaşmış bir adam!.. Bütün kötülüklerin, cahillikten kaynaklandığını bilen ve ülkeyi cahillikten kurtarmak için durmamasıya yazan, konuşan bir yazar!.. Aktar çıraklığından üniversite profesörlüğüne kendi gayreti ile tırmanan bir insan: Ahmet Mithat Efendi!..

1344 yılında İstanbul'da doğdu. Bir bezzazın oğlu idi. 6 yaşında babasız kaldı. Mısır-çarşısı'nda bir aktarın yanına çırak verdiler. Zeki bir çocuktu. Her işi yüksünmeden yapıyordu. Öteki çıraklardan farklı bir yapısı olduğu, kısa bir sürede anlaşıldı. Nitekim çarşı esnafından Hacı İbrahim Efendi, bu yetenekli çocuğa, akşamları ders vererek okuma yazmayı öğretti.

GALATA'DA BİR YABANCIDAN FRANSIZCA DERS ALDI

Ahmet Mithat Efendi, bu Hacı İbrahim Efendi'nin kendisine yaptığı iyiliği hiç unutmayacak, yıllar ve yıllar sonra bir gün oğlu Dr. Kâmil Yazgaç'ın kolundan tutarak Mısırçarşısı'nda bir dükkânın önüne getirecek ve şunları söyleyecektir:
"İşte ben, bu dükkânda çıraktım, ustamdan yediğim dayakların acısı ile on beş yaşından sonra buradaki okur—yazar esnaftan ders almaya başladım, beş yılda okur—yazar bir efendi oldum."

Oysa Ahmet Mithat Efendi, yalnız Hacı İbrahim Efendi'den okuma yazma dersleri almıyor, bir vesile ile tanıştığı, Galata'da ticaret yapan bir yabancıdan da Fransızca dersleri alıyordu. Bu öğrendikleri, Ahmet Mithat Efendi'ye yetmiyordu. Daha çok öğrenmek, düzenli bir tahsil yapmak istiyordu. 1861'de Niş vilayetinde Kaza Voyvodası görevinde bulunan kardeşi Hafız İbrahim Efendi'nin yanına gitti.

Bu gidiş, A. Mithat Efendi'nin hayatında bir dönüm noktasıdır. O sıralar Niş Valisi Mithat Paşa idi. Ağabeysi Voyvoda İbrahim Efendi'yi tanıdığı için, genç Ahmet Mithat'ı da tanıdı ve sevdi. Zamanın lisesi demek olan rüştiye okuluna yazdırıldı. Mithat Paşa, ayrıca genç Ahmet Mithat'a, Mamuryan Efendi'den Fransızca ders almasını sağladı.

Mithat Paşa, Tuna vilayetinin başına getirilince, Ahmet Mithat'ı da Mektubî Kalemi'ne memur olarak aldı. Çalışkanlığı, zekâsı ve öğrenme hırsını beğendiği bu gence Mithat Paşa kendi adını da vermiş ve o zamana kadar sadece Ahmet olan adı, bundan sonra Ahmet Mithat olmuştur.

Ahmet Mithat Efendi, memurluğu süresince de ders almayı sürdürmüştür. Bir yandan, Sait Paşa Medresesi'nde sabah derslerine gidiyor, bir taraftan da akşamları, Çankof Efendi'den Fransızca dersler alarak yabancı dil bilgisini ilerletiyordu. 20 Haziran 1868'de "Tuna" gazetesine yazar olarak girdi. Matbaacılık tekniğini kısa bir zamanda kavradı ve gazetenin başyazarı oldu.

BAĞDAT'TA «ZERVA» ADLI BİR GAZETE ÇIKARDI

Mithat Paşa, Bağdat Valisi olunca, Ahmet Mithat'ı da Bağdat'a götürdü. Kendisine, bir matbaa kurmak ve 2. gazetesini çıkarmak görevini verdi. Çıkardığı ve bütün yazılarını yazdığı gazetenin adı, "Zerva"dır. Gazeteciliğin yanısıra Mektubî Kalemi"ndeki görevini de ihmâl etmiyor, ayrıca Farsça ve Arapça dersleri alıyordu. Bu arada, sanayi mekteplerinde okunmak üzere "Hâce-i Evvel" ve "Kıssadan Hisse" kitaplarını yazdı.

Bundan sonraki hayatı baş döndürücüdür. Ağabeysi öldü. Ağabeysinin bütün ailesi İstanbul'a geldi ve Ahmet Mithat Efendi'nin eline bakmaya başladılar. Tahtakale'de kiraladığı bir evde bir matbaa kurarak işe girişti. Bütün aile dizgi, baskı işlerinde çalışıyordu. Burada hazırladığı eserleri basmaya başladı. Namık Kemal'in yayınlamaya başladığı "İbret" gazetesinin sürekli yazarları arasına girdi. "Devir" ve "Bedir" adlı gazeteleri çıkardı ve batırdı. "Vatan yahut Silistre" piyesinin olaylara yol açması üzerine, Namık Kemal ve arkadaşları ile birlikte sürgüne gönderildi. Sürgün gittiği Rodos'ta, durmadan romanlar yazdı. "Hasan Mellah", "Hüseyin Fellah", Dünyaya İkinci Geliş", "Açık Baş" bu dönemin ürünleridir.

Abdülaziz'in hallinden sonra, İstanbul'a döndü (11 Haziran 1876). "İttihat" gazetesini çıkardı. "Takvim-i Vekayî" müdürlüğüne getirildi. "Üs-sü-İnkılâp" adı ile bir kitap yayınlayarak padişahın gözüne girdi. Türk basın tarihinde önemli bir yeri olan "Tercüman-ı Hakikat" gazetesini çıkardı. Ahmet Cevdet, Hüseyin Rahmi, Ahmet Rasim bu gazetenin sütunlarında şöhret oldular. Damadı Muallim Naci, bu gazetenin edebiyat sayfasını yönetiyor, dilde sadeliğe örnek şiirler yayınlıyordu:

"Mintanın düğmesin çöz
Sim tenin görsün bu göz
Eskiden söylenir şu söz
Çok naz âşık usandırır."

1908 Meşrutiyet inkılâbından sonra emekli oldu. Fakat bakanlar kurulu kararı ile üniversiteye felsefe, tarih ve din tarihi kürsüsüne profesör atandı. Ayrıca, Kız Öğretmen Okulu'nda tarih ve pedagoji okutuyordu.

AHMET MİTHAT EFENDİ KALEMİNİ HALKIN EĞİTİMİ İÇİN KULLANDI

Tanzimat döneminin en popüler yazarıdır ve nesrin bütün türlerinde ve konularında yazılmış 200'den fazla eseri vardır. Kalemini, halkın eğitim ve öğretimine adamıştı. Romanda, hikâyede biçime önem vermiyor, romanın en heyecanlı yerinde olayların dışına çıkarak, halka bilgi vermek için, fizikokimya, astronomi, tarih üzerinde sayfalar dolduruyordu. "Sulfatoyu bile çocuğa, sekere bulayarak yedirirler. Halka da bilgiyi öyle vereceksin!" diyordu. Halk çocuğu idi, halk adamı oldu ve bütün hayatı boyunca halkı için çalıştı. Ahmet Mithat Efendi, tek başına Türk halkında okuma zevkini yaratabilmiş büyük bir idealisttir.

Bağdat'ta bulunduğu yıllarda Mithat Paşa, kendisine; "Oğlum", demişti "Vatana en büyük hizmet, vatandaşları okutmaktır. Sen de bu yolda yürürsen, dünyada cismimi, ahirette ruhumu şad etmiş olursun!.. Yaşadıkça hocalık yapacaksın, öğreteceksin ve kalemi elinden bırakmayacaksın!"

Ahmet Mithat Efendi, öyle yaptı ve 1912 yılında, son dersini ve son nefesini, Darüşşafaka Mektebi kürsüsünde verdi.

bluekeys™ 11-28-2006 01:55 PM

AHMET VEFİK PAŞA
( 1823-1891 )
Batı kültürü ile Doğu kültürünü dengeli olarak kafasına sindirmiş pratik bir diplomat, becerikli bir devlet ve idare adamı, güçlü yazar, faziletli bir insandır.

Hayatına baktığımız zaman, onu, bir diplomat ve devlet adamı olarak görürüz: Vali, büyükelçi, bakan, başbakan, meclis başkanı... Bütün görevleri düşüncesi doğrultusunda yürütmüş, yönetimle ters düştüğü zaman, ya istifa etmiş, ya azledilmiştir, fakat düşüncelerinden ödün vermeğe yanaşmamıştır.

TÜRKÇE'NİN ZENGİN BİR DİL OLDUĞUNU KANITLAMAYA ÇALIŞTI

İnancına baktığımız zaman, sağlam bir Türk ve Türkçü'dür. Türk milletinin büyük ve soylu bir millet olduğuna, zengin bir dil ve tarihe sahip bulunduğuna inanıyordu. "Etrak-i bî idrak" (akılsız Türk) sözünün aydınlar arasında itibar gördüğü o günlerde, Türkçe’nin zengin bir dil olduğunu ispatlamak için "Lehçe-i Osmanî"yi yazmış, Türk tarihinin zenginliğini ortaya koymak için de "Şecere-i Türk", "Tarih-î Hikmet", "Fezleke-î Tarih-î Osmanî" gibi eserler kaleme almış ve dilimize çevirmiştir. Öteki eserlerine döndüğümüz zaman, bambaşka bir kişilik ile karşılaşırız. Tiyatro aşkı... ve aratmayan, bazan aşan tiyatro eserleri adaptasyonları. Molier'den , çeviri ve adaptasyon olmak üzere 16 birbirinden güzel piyes, Ahmet Vefik Paşa'nın kaleminden Türkçeye kazandırılmıştır.

3 Haziran 1823'de İstanbul'da doğdu. Sarayda, sürekli hizmet vermiş bir aileden geliyordu. Dedesi, Divan-ı Hümâyûn tercümanlarından Yahya Naci Efendi. Babası, hariciye memurlarından Ruhiddin Efendi'dir. Yabancı bilim adamlarının öğretmenlik ettiği, "Mühendishan-î Berr-i Hümâyûn" okuluna yazılmış, fakat bu okulu bitiremeden, babasının Paris'te görev alması üzerine, "St. Louis" lisesinde okumasını sürdürmüştür. Fransızca Latince veYunanca'yı Paris'te, İngilizce'yi Londra'da öğrendi. Ayrıca, Arapça, Farsça, Rumca , Almanca da biliyordu.

Babası ile İstanbul'a dönünce, (1837) Babıâli tercüme bürosuna memur oldu. Elçilik kâtibi olarak Londra'ya gönderildi. (1840). Burada, İngiliz Tiyatrosunu inceledi, araştırmalar yaptı. 1851'de Tahran elçiliğine tayin edildi.

Üçüncü Napolyon'la olaylı geçen Paris elçilik yılları vardır. Bir gün Napolyon, Ahmet Vefik Paşa'ya:"Devletiniz çöküyor, ben çatırtılarını buradan duyuyorum" deyince, devletine toz kondurmayan hazır-cevap Vefik Paşa, duraksamadan karşılık vermiş: "Aman Majesteleri, İstanbul çok uzaktadır, yanılmış olabilirsiniz. Fakat ben çatırtıları çok yakından, tahtınızın çevresinden işitiyorum!" karşılığını verdi.

Bir süre sonra Üçüncü Napolyon, Almanlara Sedan'da yenilince, Vefik Paşa'nın olayları doğru değerlendirdiği ortaya çıkmış.

BURSA VALİLİĞİ SIRASINDA BÜYÜK BİR İMAR HAREKETİNE GİRİŞTİ

Ahmet Vefik Paşa, Paris elçiliğinden azledildi. Bir süre sonra Evkaf Nazırı oldu. (1862). Üniversitede tarih ve felsefe okuttu. Azledildi. Maarif Nazırı oldu, azledildi. Sadaret müsteşarı oldu, azledildi. 1877'ye kadar köşesine çekilip "Lehce-î Osmanî"nin birinci cildini bitirdi ve yayınladı. 27 Mart 1877 tarihinde açılan ilk Mebusan Meclisi başkanlığına seçildi. Ayni yıl, sırası ile, Edirne valiliği, Âyân azalığı, Maarif nazırlığı yaptı. 4 Şubat 1878'de Başvekil unvanı ile sadrazam oldu. 1879 şubatında, Bursa valiliğine tayin edildi.

Bursa'da, dört yıla yakın bir zaman valilik etti. Burada bir tiyatro kurdu, İstanbul'dan tanınmış oyuncular getirtti. Bütün memurları, (müftü dahil) tiyatroya abone ettirdi. Molier'den çevirdiği ve adapte ettiği piyeslerini burada oynattı. Kahvelerde rastladığı işsiz güçsüzleri bastonu ile kovalıyor, tiyatroya getiriyordu.

Bursa valiliği sırasında büyük imar hareketlerine girişti. Bugün de Atatürk Caddesi ve İnönü Caddesi adı ile kullanılan caddeleri açtırdı. Vilâyet kitaplığını kurdu. Yol açarken, yol üstüne düşen yatırları bir gecede kaldırıyor, ertesi gün, Bursalıların hoşnutsuzluklarını görünce de "Erenlerin ruhuna bir Fatiha okuyup duada, yol açmak istediğimi söyledim. Bursalıları seviyormuş, gördüğünüz gibi gece, yolun kenarına kendi kendine çekilmiş! Evliya diye ben buna derim!" diye gerekçeler söylüyormuş...

Bursa valisi iken, ikinci defa başvekilliğe (sadrazamlığa) tayin edildi. Fakat bu son başvekilliğinde sadece 3 gün kalabilmiştir, yine görevinden uzaklaştırıldı. Bundan sonra, Rumelihisarı'ndaki yalısına çekildi. Memuriyetleri sırasında başlayıp yarım bıraktığı kitaplarını tamamladı, yeni kitaplar yazdı ve 1 nisan 1891'de öldü.

Varlıklı bir aileden gelen ve bütün hayatını devletin en yüksek mevkilerinde geçiren Ahmet Vefik Paşa'nın varislerine, harap bir yalı ile bir sürü borç bırakması, çok dikkate değer bir olaydır. Maddeye hiçbir zaman değer vermemiş, bütün hayatını, Türk milletinin manevî dünyasını kurma yolunda harcamıştır.

TÜRK UYANIŞ TARIHİNİN EN BÜYÜK SİMALARINDAN BİRİYDİ

Bilgili idi, fikirde olduğu kadar, maddede de namuslu idi. Zeki ve hazırcevaptı. Türk
soyunun ve tarihinin faziletine inanıyordu. Bu karakteri ve inançları içinde yaşayıp öldü. Türk uyanış tarihinin en büyük simalarından biridir.

Fuat Paşa Ahmet Vefik Paşa'nın değerini ve sık sık büyük makamlara tayin edilmesi ve ardından da azledilmesini anlatırken şöyle diyor:
"Ahmet Vefik Paşa, binektaşı büyüklüğünde bir cevahirdir. Onu, ne yüzük yapıp parmağınıza takabilirsiniz, ne sokakta kalmasına razı olabilirsiniz. Ölçüleri, zamana uymadı."

Ahmet Vefik Paşa'nın ölçüleri belki zamana uymadı ama, daha sonraki zamanlara fikirleri ve eserleri ile ışık tuttu, yol gösterdi

bluekeys™ 11-28-2006 01:55 PM

AHMET YESEVİ
(? –1166)

Ahmet Yesevi, Türk dünyasında ilk tarikatı kuran bir fikir ve düşünce adamıdır. 12. yüzyılın başlarında yalnız Türkistan'da değil, bütün İslâm Asyası'nda fikirleri yayılmış, şiirleri ağızdan ağıza geçmiş, giderek, adeta evliyalaşmıştır. Bilinen ilk mutasavvıfımızdır. Türklerin dinî ve edebî tarihinde bu kadar geniş bir çevreye tesir etmiş başka bir şair ve mutasavvıf yoktur.

Tasavvuf, gerçeklerin gerçeğinin aranmasıdır. Gerçeklerin gerçeği Allah'tır. Evrende ne varsa, Tanrı'nın başka başka görünümlerinden ibarettir. İnsanın gayesi, gerçeğe ulaşmak, yani Tanrı'yı bulmaktır. Tanrı'yı, akıl ile bulamayız. Tanrı'ya yürekle gidilir. İnsanın, Tanrı fikrinin içinde erimesi, böylece ona karışması gerekir. Bu mertebeye, tövbe, sabır, tevekkül, rıza merhalelerinden geçerek ulaşılır.

Ahmet Yesevî'nin yaydığı bu fikirler, ilkin, Seyhun çevresinde, Taşkent civarında, Doğu Türkistan'da kuvvetle tutunmuş, daha sonra Maveraünnehir ve Harizim sahalarında güçlenmiş, belki de Moğol yayılmasından yararlanarak, Horasan, Iran, Azerbaycan Türkleri arasında yerleşmiştir. 13. yüzyılda Anadolu'ya atlayan Yesevilik, Hacı Bektaş Veli ve Sarı Saltuk gibi ulu kişilerin ellerinden Osmanlı İmparatorluğu içine girmiş ve Macaristan'a kadar yayılan geniş bir alanda milyonlarca insanı, yüzyıllar boyu etkilemiştir.

MUSLÜMANDI
VE İSLAMIYETE YENİ BİR
YORUM GETİRİYORDU

Dindeki bu tarikatlar, fikirdeki fraksiyonların karşılığıdır. Müslümandılar ve İslâmiyete yeni bir yorum getiriyorlardı. Ancak, mutasavvıflar, bu yorumun yeni olmadığını, Hz. Peygamber günlerinde sahabe arasında böyle düşünenler olduğunu ve Peygamberin bu düşünceyi tebcil ettiğini söylerler. Fakat, Ahmet Yesevî'nin yaydığı fikirlerin, Horasan Melâmetiyesi ile Seyhun havalisinden şii cereyanlarından etkilendiği kabul edilir.

Ahmet Yesevî Türkistan'ın Sayram kasabasında doğmuştur. 7 yaşında babasını kaybetti. Ablası ile birlikte, Yesi şehrine geldi. Burada, Aslan Baba'dan dersler aldı. Aslan Baba, çevrede büyük ünü olan bir tasavvuf şeyhi idi. Yesi şehrinde ilk bilgilerini aldıktan sonra Buhara'ya geçti. Buhara'da, Şeyh Yusuf Hemedanî'ye intisap etti. Şeyh Yusuf, Ahmed'-in zekâsını, ilim aşkını pek beğendiğinden, bu yeni çömezi ile çevrede birçok gezilere çıktı ve en sonunda Ahmet'i, postuna halife ilan etti.

Şeyh ölünce, yerine postnişin oldu. Fakat şeyhi, bir süre Horasan'da kaldıktan sonra, tekrar Yesi'ye dönmesini ve orada fikirlerini yaymasını tavsiye etmişti. Öyle yaptı. Yesi'ye döndü ve fikirlerini yaymaya başladı.

ESERLERİNDE TÜRKÇE’Yİ KULLANDI

Ahmet Yesevî, Taşkent ve çevresinde, Seyhun ötesindeki bozkırlarda fikirlerini yayıyordu. Burada Türkler, yeni Müslüman olmuşlar, samimiyetle Müslümanlığa bağlanmışlardı. Fakat Şamanlık döneminden getirdikleri bir takım alışkanlıkları, tutkuları vardı. Köylü ve göçebe halka fikirlerini kabul ettirebilmek için, halk edebiyatı kalıplarını ve hece veznini kullanarak şiirler yazmaya ve bu şiirlerde bazı dinî hikâyeleri, tasavvufî fikirleri işlemeye başladı.

Oysa, Ahmet Yesevî, çok iyi Farsça biliyor, İran edebiyatını çok yakından tanıyordu. Bir çok emsalinin yaptığı gibi, edebiyat dili olan Farsça'yı kullanabilir ve zamanın bilim çevresinde geniş bir itibar sağlayabilirdi. Fakat bunu yapmadı. Türkçe’yi kullandı. Türklerin şiir kalıplarını yeğ tuttu ve hece ölçüleri ile yazdı. Yazdıkları bu şiirler, bozkır göçebeleri arasında kutsal bir metin gibi karşılanıyor ve Ahmet Yesevî'ye, "Türkistan'ın Babası" deniliyordu.

İLK TARİKAT KURUCULARINDANDI

Ahmet Yesevî'nin bir oğlu olmuş fakat kendi sağlığında ölmüştür. Yesevî adını günümüze kadar taşıyanlar ablasının kolundan gelen insanlardır. Osmanlı Türklerinin ünlü seyahatnamesini yazan Evliya Çelebi, Yesevî kolundan gelir. Günümüzde Doğu illerimizde yaşayan Yesevî tarikatı bağlı insanlar vardır.Dokuz yüz yıla yakın zaman, sesini kaybetmeyen bu Türk ozanı, tarikat kurucumuz olduğu kadar, ilk şairimiz sayılır. Gerçi şiirlerinin lirik olmadığı bilinmektedir. Yazdıklarına şiir dememek için, "Hikmet” denmiştir. Nitekim "Hikmet" adı altında toplanıp yayınlanmışsa da, bu şiirlerin Ahmet Yesevî'ye ait olduğu çok şüphelidir. Kendisinden sonra gelen müritleri, yazdıkları şiirleri şeyhlerine izafe etmişler ve böylece Hikmet adiyle bilinen divanı ortaya çıkarmışlardır.

Fakat, Yesevîliği şiir vadisinde geliştiren çok büyük şairler çıkmıştır.Yunus Emre bun- ların en büyüklerindendir. Ahmet Yesevi sadece Yunus Emre'nin gelişine bir yol açmış olsaydı bile, şiir ve inanç dünyamıza büyük hizmette bulunmuş olurdu.

TOPRAK ALTINDA . YAPTIĞI HÜCREDE ÖLDÜ

Ahmet Yesevî, Hazreti Peygamber 63 yaşında dünyaya veda etti. Benim gibi onun aşıklarına dünya yüzü artık haramdır , demiş ve 63 yaşını doldurduğu yıl toprak altında yaptığı bir hücreye girmiş, orada son Hikmet'lerini yazarak hayata gözlerini yummuştur (1166) .

Toprak altında söylediği rivayet edilen, —fakat Fuat Köprülü gibi bilim adamlarımızın şüpheli karşıladıkları— Hikmet'lerden birini günümüz Türkçesi ile aşağıya alıyoruz:
"Kimi görsem, hizmet kılar, kul olurdum.
Toprak gibi, yollarına yol olurdum.
Aşıklarla yanar, söner, kül olurdum.
Her derde derman olup girdim toprağa...”

bluekeys™ 11-28-2006 01:55 PM

ALİ KUŞÇU
( 1400-1474 )
Türk bilim dünyasının büyük matematikçisi ve astronumu... Fatih'in, "Bilgi güneşi" dediği Türk!.. Devletlerin kapıştığı bir bilgin...

Ali Kuşçu, 1400 yılında Semerkant'ta doğdu. Babası, Uluğ Bey'in doğancıbaşısı Mehmet Beydir. Babasının bu görevinden ötürü, oğlu Ali'ye, 'Kuşçu" adı takılmıştır. Asıl adı, Alâettin Ali'dir, Ali Kuşçu olarak ün yapmıştır.

XV. yüzyıl başlarında Buhara, Semerkant, Fergana çevresindeki medreseler, bütün dünyaya din ve bilim ünlüleri yetiştiriyor, dünyanın her tarafından gelen öğrencileri eğitip geliştiriyordu. Özellikle, matematik ve astronomide en büyük bilgi kaynağı haline gelmişti. Semerkant'daki rasathane, dünyanın en gelişmiş rasathanesi, bu rasathanede hizmet görenlerde, dünyanın en büyük bilim otoriteleri idi. Hatta Semerkant hükümdarı Uluğ Bey, büyük bir bilgindi, bu rasathanede bizzat çalışıyordu ve yazdığı "Zeyç" adlı kitap, aynı yüzyıl içinde Lâtince, Yunanca’ya çevrilmiş ve Avrupa üniversitelerinin ders kitabı olmuştu.

KADI'ZADE RUMÎ ALİ KUŞÇU'NUN HOCALIĞINI YAPTI

İşte Ali Kuşçu, böyle bir ortamda dünyaya geldi. Babasının, Uluğ Bey'in doğancıbaşısı olması, hükümdarlara tanışmasını kolaylaştırdı ve bilgin hükümdar, genç Ali Kuşçu'da gördüğü yeteneği iyi değerlendirerek onun eğitimi ile yakından ilgilendi. Ali Kuşçu'yu sarayına aldı, sohbetlerinde bulundurdu ve kendisine arkadaş muamelesi etti.

O yıllarda Semerkant rasathanesinin başında, dünyanın tanınmış astronom ve metamatikçilerinden Bursalı Kadızade Rumî vardı. Hükümdarın isteği üzerine, bu ünlü bilgin, Ali Kuşçu'nun hocası olmuştur. Ayrıca, hükümdar ve bilgin Uluğ Bey de Ali Kuşçu'ya dersler veriyor, onunla ava çıkacak kadar yakınlık gösteriyordu.

Fakat Ali Kuşçu'nun öğrenme hırsı sınırsızdı. Kendi memleketi dışında da öğrenecek birçok şeyler olduğuna inanıyor ve bunları da öğrenmenin çarelerini düşünüyordu. Uluğ Bey'e başvurup başka ülkelere gitmek, oradaki bilginlerden yararlanmak istediği söylese, belki hükümdar kendisine izin verir ve başka ülkelere gitmesini kolaylardı. Fakat Ali Kuşçu, kendisine izin verilmemesi halinde, Semerkant’tan ayrılamayacağını düşünerek, Uluğ Bey'e haber vermeksizin İran'a geçti.

O yıllar, İran'ın en büyük bilim merkezi, Kirman'dı. Kirman'ın bilginleri ile tanıştı, dersler gördü ve öğrenimini tamamladı. Bu dönem içinde, ayın görüntüleri üstünde özel çalışmalar yaptı. Ay yüzünün yapısını inceledi ve "Risalei Hallü’l- Eşkâli Kamer" adlı bir eser vücuda getirdi. Bu ay yüzünün jeolojik yapısını inceleyen eser, o zamana kadar elde edilmiş bilgilere yeni katkılarda bulunuyordu.

ELÇİ OLARAK FATİH'İN HUZURUNA ÇIKTI

Semerkan’ta döndü ve kabahatini bildiği için, Uluğ Beyin huzuruna utanarak çıktı. Uluğ Bey, kendisini iyi karşıladı ve "Söyle bakalım" dedi, "Bize oralardan ne hediye getirdin?" Ali Kuşçu, hükümdara hazırladığı eserini sundu. Bilgin hükümdar, Ali Kuşçu'yu bağışladı ve yeniden Buhara Rasathanesi’ndeki çalışmalara başlamasına izin verdi.

Buhara rasathanesinin çalışmalarını Bursalı Kadızade Rumî ile Giyasettin Cemşit yönetmekte idiler. Bu iki bilginin birbiri ardından ölümü üzerine, rasathane çalışmaları, Ali Kuşçu tarafından sürdürülmüştür. Bu dönemde bizzat hükümdarın yazdığı "Zeyc" adlı eserini Ali Kuşçu gözden geçirdi ve düzenledi. Buhara medresesinde de dersler verdi. Fakat Uluğ Bey'in öldürülmesi üzerine iç savaşların başlamasından sonra, Hacca gitmek bahanesi ile buradan ayrıldı ve Tebrize Uzun Hasan'ın hizmetine girdi.

Uzun Hasan, Ali Kuşçu'ya büyük itibar göstermiş, sarayında misafir etmiştir. Hatta Osmanlılarla yapılacak barış konuşmaları için bir heyetle birlikte Ali Kuşçu'yu İstanbul'a gönderdi. Fatih Sultan Mehmet, gelen heyetin içinde Ali Kuşçu'nun bulunduğunu öğrenince, heyeti törenle karşıladı ve padişahın hiçbir elçiye göstermediği sevgi ve saygıyı kendisine gösterdi. Bu ilginin sebebini padişahtan öğrenmek isteyenlere Fatih, "Ali Kuşçu, Uzun Hasan'ın elçisi değil, bilginin güneşidir." demişti.

Fatih, Ali Kuşçu'ya, İstanbul'da kalmasını teklif etti. Ali Kuşçu da Fatih'i çok sevmiş ve İstanbul'da kalmayı çok istemişti ama, elçilik görevini tamamlaması gerekti. Padişaha, görevini tamamladıktan sonra İstanbul'a geleceğini vaddetti ve sözünü tuttu.

ASTRONOMİ BİLİMİNE BÜYÜK KATKILARI OLDU

Ali Kuşçu, Ayasofya medresesinde matematik, kozmoğrafya ve geometri okutmuştur. Daha sonra, bir kurs açarak, riyaziye dersleri vermeye başladı. Fatih, Uzun Hasan üzerine sefere çıktığı zaman, yanına Ali Kuşçu'yu da almış ve "Otlukbeli" zaferinde onu da bulundurmuştur. Ali Kuşçu, bu sefer sırasında yazdığı "Risalet-i Fethiyye" adlı kitabını, zafer günü padişaha sunmuş ve Fatih'ten büyük iltifat görmüştür.

16 aralık 1474'de İstanbul'da öldü. Eyüp Sultan Türbesi civarına gömüldü. Ali Kuşçu, Osmanlı imparatorluğunun astronomi bilimini kuran bilginlerden biridir. Astronomi bilimine büyük katkıları olmuştur, dünyaca ünlüdür.

bluekeys™ 11-28-2006 01:55 PM

ALİ ŞİR NEVAİ
( 1441- 1501 )
Türk Çağatay uygarlığının bir simgesi... faziletleri ile devrine örnek olan bir kimse...

Türk dilinin Fars diline üstün olduğunu ispatlayan ilk bilim adamı...

Çağın en ünlü şairi ve düşünürü...

Ali Şir Nevaî, Türk bilim ve sanat hayatının temel taşlarından biridir.

9 Şubat 1441'de Herat'da doğdu. Babası, Uygur Türklerinin ünlü kişilerinden Kiçkine Bahşî'dir. Herat hükümdarı Hüseyin Baykara'nın çocukluk arkadaşıdır. Hemen bütün hayatını, Hüseyin Baykara'nın yanında geçirmiş, onun en mahrem dostu, arkadaşı olarak tanınmış ve bilinmiştir. Baykara kendisine "Süt Kardeş" diye hitap ederdi.

Bir ara (1487-1488) Astarabat şehrinin valiliğini yapmışsa da, hemen Hüseyin Baykara'nın yanına dönmüş ve ömrünün sonuna kadar, bazı küçük geziler dışında, yanından ayrılmamıştır. Bazı emirlerin isyanlarını bastırmış, bu arada, kardeşi Derviş Ali'nin başkaldırmasını önlemiş, hanedan içindeki anlaşmazlıkları hallederek, Hüseyin Baykara'ya büyük hizmetlerde bulunmuştur. Baykara kendisine o derece ihtiyaç hissediyordu ki, 1499'da Hacca gitmesine bile izin vermemiştir. Bir yıl sonra, 1500 yılında, Astarabat seferinden dönen sultanı karşılamak için yola çıkarken, kalp krizine tutulmuş ve bütün ihtimama rağmen kurtarılamayarak hayata gözlerini yummuştur. Kendi yaptırdığı türbeye gömüldü. Matem merasimini, bizzat sultan, Ali Şir'in sarayında yönetti ve bütün beyler, ayakta hizmet görerek bu büyük insana son borçlarını ödemeye çalıştılar.

TÜRK DİLİNİN GELİŞMESİNE ÇABA GÖSTERDİ

Ali Şir Nevaî, zengin bir ailenin çocuğu olduğu için, devlet hizmetinde bulunduğu sürece hiç para almamış, kendi kesesinden yaşamış ve ülkede birçok cami, medrese, çeşme, han yaptırmıştır. Devlet hizmetlerinin dışındaki zamanını, Türk dilinin gelişmesi için çalışmalar yaparak geçirmiş ve Çağatay uygarlığının unutulmaz kişisi olmuştur.

Farisî dilini ve edebiyatını çok iyi biliyor, bu dilde büyük ustalıkla şiirler yazıyordu. 64.000 bin mısradan kurulu Hamsa'sı, Fars geleneklerine göre yazılmış bir eseridir. Hamsa'da ahlâk ve tasavvufa ait hikâyeler ve sohbetler manzum olarak yazılmış, ayrıca, Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, İskender ve Behrem Gur hikayeleri işlenmiştir.


BÜTÜN ŞİİRLERİNİ BİR DÎVAN DA TOPLADI

Günümüze kadar gelen bir başka büyük eseri , 55.000 mısradan kurulu Türkçe Divanı'dır. İlk gençliğinden ölümüne yakın günlere kadar yazdığı bütün şiirler bu divana alınmış bulunuyor. Bundan başka bir de Farisî şiirlerini topladığı ayrı bir divanı vardır ki, 12.000 mısra hacmindedir. Bunların dışında, 7.000 mısralık Lisan al-Tayr, "Mecalis al nafa-is", mektuplar, sohbetler birçok eser bırakmıştır.

Fakat en büyük hizmeti ve en büyük eseri, Türkçe'nin büyük bir dil olduğunu ispatlamak için yazdığı "Muhakemet-ül-Lugateyn"dir. İslâm ve İran fikirlerine büyük eğilimi olmakla beraber, o, yalnız kendi milletini ve dilini sevmiş, onu yüceltmek için çalışmış, böylece, tarihte oynadığı büyük rolün şuuruna varmış bir Türk’tür. Lisan al Tayr'da "Cihanda, Türk edebiyatının bayrağını kaldırmakla Türkleri, tek bir millet, tek bir toplum haline sokmuş olduğunu" iftihar ederek söylüyor. "Seddi İskender" adlı eserinde, kendisine boşluktan seslenildiğini ve şöyle dendiğini anlatır: "Sen, kılıçsız, yalnız kaleminle Türk ülkelerini, Türk milletinin kalbini feth edeceksin!.. Onları, bir tek millet yapacaksın!.. Türk iklimleri sana aittir. Sen bu milletin sahipkıranısın."

ŞİİR, MUSİKİ, RESİM VE HATTATLIKLA UĞRAŞTI

Ali Şir, çağına göre ileri bir tarih görüşü olan bir bilgindi. Cengiz İmparatorluğu’-nunun gelişmesini anlatan (Cihan Tarihi) Türk ırkının da tarihi sayılır. İlhanlılar ve Timurîleri ele alan "Zübdad el Tavarih" çok değerli bilgiler ve belgelerle doludur.

Devlet adamı, şair olan Ali Şîr Nevaî, musikî, resim ve hattatlık ile de ilgilenmiştir. Güzel besteleri olduğunu Babürname'den, hattatlığı ve nakkaşlığını Amirî'nin Letaifname'sinden öğreniyoruz. Mir Muhammed Amin Buhari'nin musiki tarihi üzerinde yazdığı eserinde, Horasan'da ünlü "Yedi Bahr" adlı usulün, Ali Şir tarafından, kuş sesleri incelenerek vücuda getirilmiş olduğu birer birer sayılarak gösterilmiştir.

Ali Şir'e izafe edilen besteler, bugün de Horasan Türkmenleri, Fergana ve Harzem Özbekleri,Taşkent, hatta Kuzey Kafkasya Türkleri arasında çalınıp söylenmektedir.

Ali Şir Nevaî, devlet adamı idi, şairdi, bestekârdı, ressamdı, nakkaştı, fikir adamı idi a-
ma, onun en büyük eseri "Muhakemat ül-Lügateyn" lügatların karşılaştırması adlı eseridir. Bu kitabında Türkçeyi, zamanının ve hatta günümüzün büyük dillerinden biri olan Farsça ile karşılaştırmış ve Türkçe'nin, Farsça’dan daha zengin bir dil olduğunu ortaya koymuştur. Günümüzün Türkçesi, Ali Şir Nevaî'ye çok şey borçludur.

bluekeys™ 11-28-2006 01:56 PM

ALPASLAN
(1029 – 1072 )
Dünyaya seyrek gelen bir komutan!..Gözünü kırpmadan ölüme atılan yiğit!.. Düşmanını bile bağışlamasını bilen bir insan!.. Türklere, Anadolu'yu vatan eden devlet adamı!.. Adı gibi, hem yiğit, hem aslan!..

20 Ocak 1029'da doğdu. Babası, Çağrı Bey'dir. Çağrı Bey, Büyük Selçuklu Devleti'nin
kuruluşunda başrollerden birini oynamış bir komutandır. Horasan Valisi idi. Oğlu Alpaslan’n yetişmesine önem vermiş, çağın bilginlerinden ders görmesini sağlamış, atıcılık ve binicilikte eli tutulmaz, önüne geçilmez bir yiğit olarak yetişmesine dikkat etmiştir. Öldüğü zaman, Horasan Valiliği'ne oğlu Alpaslan geçti.

Büyük Selçuklu Devleti Hükümdarı Tuğrul Bey, vâris bırakmadan 4 Eylül 1063'de ölünce, Veziri Kundurî; "Vasiyeti vardır", bahanesiyle devletin başına, Alpaslan'ın kardeşi Süleyman Bey'i geçirmek isteyince, ülkenin beyleri ayaklandılar ve başlarına Alpaslan'ın geçmesini istediler.

BÜYÜK ORDUSU İLE TÜM DİRENİŞLERİ BASTIRDI

Alpaslan, 27 Nisan 1064'de törenle tahta çıktığı zaman, 35 yaşında bir yiğit idi. Kundurî'yi azletti, yerine Nizamülmülk'ü vezir yaptı. Bazı beyler, direnecek oldular, bastırdı. Başkaldıran akrabalarını dize getirdi ve tek rakibi Kutalmış'ı bir savaşta yok etti. Devletine otorite, mülküne düzen getirdi ve ordularını Bizans üstüne yolladı, Azerbaycan'ı, Gürcistan'ı ele geçirdi.

Bizans'ta telâş başlamıştı, imparatorluk tehlikede idi. Bizans imparatoru Romanos Diyojenes, bizzat ordusunun başına geçerek Alpaslan üzerine yürüdü. Ordusunun bir kısmını güvenlik için, Malatya'da bırakmıştı. İmparator, Palu önlerine geldiği zaman, felaket haberi erişti. Malatva'daki kuvvetleri, güneyden sarkan Türk kuvvetleri tarafından yok edilmişti.Bu durumda savaşamazdı. İster istemez geri döndü.

Alpaslan, Van Gölü'nü dönerek Malazgirt önlerine geldi. Malazgirt düştü. Oradan Diyarbakır'a geçti. O yıllarda Mısır kaynaşıyordu. İktidarı ele geçirmek isteyen emirler, muradlarına eremeyince, Alpaslan'ı Mısır'ı almaya teşvik ettiler. Alpaslan, Mısır topraklarına sarktı. Urfa'yı kuşattı ve ele geçirdi. Büyük saldırıya geçebilmek için ordularını Halep'te topladı.

Bizans, olayları dikkatle izliyordu. Alpaslan'ın Mısır'a yönelmesi, Romanos Diyojenes'i ümitlendirdi. Alpaslan, Mısır'da oyalanırken, o, Doğu Anadolu'yu tekrar buyruğu altına alabilir, Azerbaycan'ı ele geçirebilir, hatta İran'a kadar rahatlıkla sarkabilirdi. Sonra yorgun Türk ordusunu yenecek ve onları bir daha Anadolu'ya ayak bastırmayacak bir anlaşma imzalatacaktı.

Büyük bir ordu topladı. Ordunun miktarı üzerinde tarihçiler arasında ittifak yoktur. Ancak 200.000 kişilik bir ordu olduğu ve bunun yüz bininin yaya, yüz binin atlı bulunduğu söylenebilir. İstanbul'dan, ordusunun başında çıkarken, "Size zaferler getireceğim. Bizans ordusunun karşısına Türkler çıkmaya bile cesaret edemeyeceklerdir" diyordu.

Gerçekten, geçtiği yerlerdeki ufak tefek direnişleri silindir gibi eziyor, evvelce Bizans'a ihanet eden toplulukları cezalandırıyordu. Sivas'tan geçerken, on binlerce Ermeni'yi, çoluk çocuğa kadar kılıçtan geçirdi. Erzurum, Eleşkirt üzerinden Malazgirt'e geldi.

BİZANS İMPARATORU ANLAŞMA TEKLİFLERİNİ REDDETTİ

Alpaslan, Halep'te olup bitenleri öğrenince, ordusunun bir bölümünü, Suriye'de fetihlerin sürdürülmesi için bıraktı, ana kuvvetleri toplayarak kuzeye doğru tırmanmaya başladı. Malazgirt'e geldi, iki ordu karşılaştılar. Bizans imparatoru, zaferi avucunda bildiği için, anlaşma tekliflerini reddetmişti. Bizans ordusu 200.000, Türk ordusu dörtte hatta beşte biri bile değildi. 26 Ağustos 1071 sabahı, namazdan sonra Alpaslan ordusunun karşısına, tepeden tırnağa beyazlar giyinmiş olarak çıktı.

"Kimin gönlü gitmekteyse, gitsin! Kim, şehadet şerbetini içene kadar dövüşmek isterse kalsın! Ben sizin aranızda sizlerden biri olarak elde kılıç dövüşeceğim! Ya zafer nasip olacak, ya şehadet şerbeti gönlümün ateşini söndürecek!.. Gidene gönül komam, kalana teşekkür etmem!. İşte aslanlarım, yiğitin günü geldi" diyordu.

BİZANS ORDULARI BÜYÜK BOZGUNA UĞRADI

Tarihin en büyük savaşlarından biri başladı. "Mübalağa cenk olundu". Alpaslan, ordusunu ay biçimi mevzilemiş, sağ ve sol cenahları kuvvetli tutmuş, kendisinin bulunduğu merkezi zayıf bırakmıştı. Bizans ordusu, Sultan'ın bulunduğu merkezi dayanıksız görünce, yüklendi. Alpaslan savaşarak geri çekiliyor, sağ ve sol kanatlarını Bizans ordularının gerisine doğru sarkıtıyordu. Birden hücum emrini verdi. Alpaslan'ın bulunduğu merkez kuvvetleri direnirken, sağ ve sol kanatlar kapanmış, Bizans ordusu çember içine düşmüştü. Bayraklarını, imparatorlarını bile geri çekmeyi başaramadan yenildiler.

Alpaslan, esir Bizans imparatoruna saygı gösterdi, karşısına oturttu ve barış tekliflerini neden reddettiğini sordu. Romanos:

- Orduma güveniyordum, dedi, Anadolu bugüne kadar böyle bir ordu görmemiştir. Onun için barış yapmak istemedim.
- Sen yenmiş olsaydın, bana ne yapardın?..
- Kamçılatırdım...
- Sana ne yapacağımı umuyorsun?..
- Belki öldürürsünüz, belki kafese koyup adi bir esir gibi dolaştırırsınız. Ve... kim bilir, belki de bağışlarsınız!..
- Bana bu zaferi gösteren Tanrı'ma şükran için, her şeyi yaparım.

Bizans İmparatorunun hayatını fidye karşılığı bağışladı. Artık Anadolu, istilâ edilmiş bir ülke değil, Türklerin ana vatanı olmuştu. Bir yıl sonra, bir kale komutanına, hatasından dolayı ceza verdi. Buna öfkelenen kale komutanı Alpaslan’ı bıçağı ile yaraladı ve Türklerin bu büyük komutanı, başbuğu birkaç gün içinde öldü (1072).

bluekeys™ 11-28-2006 01:56 PM

AŞIK VEYSEL
( 1894-1973 )
Sıvas’ın Şarkışla ilçesinin Sivrialan köyünde 1894 yılında doğdu. Babası, toprakla uğraşan bir rençber. Anası, yaman bir kadın!.. Ne yaman olduğunu, Aşığın hayatını öğrenirken göreceğiz... Veysel, âşıkların harman olduğu bölgede doğdu, yaşadı. Çağdaşı Aşık İzzet ve Talibi de Şarkışlalı-dır. Hayat hikâyesini onun ağzından öğrenen yakın dostu Ümit Yaşar Oğuzcan'dan dinleyelim:

Anası Gülizar, bir güz günü, köy dolaylarındaki Ayıpmar merasına koyun sağmaya gittiğinde, oracıkta bir yol üstünde doğurmuş Veysel'i... Göbeğini de kendi eli ile kesmiş, yaman kadınmış Gülizar Ana, bebesini bir çaputa sarıp yürüye yürüye köye gelmiş... Babası Ahmet, bebeğin adını Veysei koymuş.

Yıllar geçmiş aradan, büyümüş, konuşmuş, yürümüş Veysel çocuk, böylece yedi yaşına varmış. O yıl, bir çiçek hastalığı salgını olmuş Sivas'ta. Küçük Veysel de yakalanmış. Sol gözünden "çiçeğin beyi" çıkmış, kendi deyimiyle... Göz akıp gitmiş. Sağ gözüne de perde inmiş önceleri. Yalnız ışığı seçebiliyormuş bu gözüyle... Babasına: "Çocuğu, Akdağmade-ni'ne götür, orada bu gözü açacak bir doktor var" demişler, sevinmiş Ahmet Emmi...

7-8 YAŞLARINDA İKİ GÖZÜNÜ DE KAYBETTİ

Gel gör ki talihsizlik yine yakasını bırakmamış Veysel'in... Bir gün inek sağarken babası yanına gelmiş. Veysel ansızın dönüverince, babasının elinde bulunan bir değneğin ucu öteki gözüne girivermesin mi? Göz de akıp gitmiş böylece... Veyselin, Muharrem adında bir ağabeysi, Elif adında bir kız kardeşi varmış. Hepsi çok üzülmüşler. Veysel'in kötü kaderine...
Babası, meraklı adammış... Halk ozanlarının şiirler okuyup ezberleterek avutmaya çalmış oğlunu. Sivas'ın köyleri, saz şairleri ile Onlar da arasıra gelip Ahmet Emmi'nin uğrarlarmış. Veysel, ilgi ile dinlermiş çalıp söylediklerini. Babası oğlunun hevesini görünce bir saz alıp vermiş ona. ilk saz derslerini, babasının arkadaşı olan Çamsıhlı Ali Ağa'dan almış... Ve gitgide kendini iyice saza vermiş Veysel... Ünlü halk ozanlarının şiirlerini çalıp söylemiş bir zaman...

ASIK VEYSEL'DE AHMET KUTSİ'NIN AYRI BİR YERİ VARDIR
Yirmi beş yaşındayken, (1919) anası-babası (Veyseli Esma adında bir kızla evermişler ve kısa bir süre sonra ikisi de göç etmiş bu dünyadan (1921)... Acı üstüne acı gelmiş ama, bitmemiş talihin kötü oyunu, ikinci çocuğu 10 günlükken, *******n memesi ağzına tıkanarak ölmüş, ardın da karısı, yanaşmalarıyle evden kaçmış. Bu olay, çok koymuş Veysel'e... Daha dertli olmuş ve iyice içine kapanmış. Karısı, koyup gittiğinde, bir kızı varmış Veysel'in, daha bir yaşını bile bitirmemiş. İki yıl boyunca kucağında gezdirmiş Veysel, ne çare o da yaşamamış.

Bu sıralar, Veysel'i yeniden evermişler. Şimdiki karısı, yedi çocuk vermiş Aşığa... Biri ölmüş, iki oğlan, dört kız, altısı sağ... Onlar da 18 torun vermişler Veysel'e.

Aşık Veysel, cumhuriyetin 10. yıl dönümüne raslayan 1933 yılına kadar başka ozanların şiirlerini çalıp söylemiş. Kendi deyişlerini söylemekten utanır, çekinirmiş. O yıllarda tanınmış şairlerimizden Ahmet Kutsi Tecer tamnruş Veysel'i. Onun ışık tutuculuğu ile Veysel'in şiirleri aydınlığa kavuşmuş. Veysel'in gün ışığına çıkan ilk şiiri, Gazi Mustafa Kemal Paşa için söylediği. 'Türkiye'nin ihyası Hazret! Gazi"mısra ile başlayan şiirdir. Bundan sonra, bütün yazdıklarını çalıp söyler olmuş...

Veysel, 1933 yılma kadar, köyünden dışarı hemen hemen hiç çıkmadığı halde, bundan sonra bütün yurdu dolaşmış, yurdunun çeşitli şehirleriyle, kasabalarını köylerini tanımıştır. Halk ozanlarından en çok Karaocaoğlan'ı, Yunus'u, Emrah'ı, Dertli'yi sever. Çağımız ozanlarından Ahmet Kutsi Tecer'in ayrı bir yeri vardır Veysel'de. Onun aracılığı ile bir süre köy enstitülerinde saz öğretmenliği de yapmış. Sırasıyla, Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli, Akpınar köy enstitülerinde bulunmuş.

1952 yılında İstanbul'da büyük bir jübilesi yapılan Aşık Veysel'e, 1965 yılında T.B.M.M. tarafından "Anadilimize ve millî birliğimize yaptığı hizmetlerden dolayı" özel bir kanunla vatanî hizmet tertibinde aylık bağlamıştır.

ŞİİRLERİNDE TOPLUM TEMALARINI, ÖLÜMÜ VE AŞKI İŞLEDİ

Aşık Veysel, Sivrialan köyündeki bahçesinde ilk ağaç eken, fidan yetiştiren köylüdür. Aşıkların harman olduğu bölgesinde, hepsinden ayrı hepsinden özlü bir sesle sazına yumulmuş ve ölünceye kadar birbirinden güzel ve üstün şiirleri vermiştir:

Güzelliğin on par-etmez
Bu bendeki aşk olmasa.
Eğlenecek yer bulamam
Gönlündeki köşk olmasa

Kim okurdu, kim yazardı.
Bu düğümü kim çözerdi.
Koyun kurt ile gezerdi.
Fikir başka başka-olmasa.

Şiirlerinde aşk, ölüm ve toplum temalarını işledi. Samimiyeti fikirle bağdaştırmasını bilmiş seyrek saz şairlerinden biridir. Şiirlerinde, bir yandan Yunus'un, bir yandan Karacaoğlan'ın gölgeleri fark edilir. 1973'de köyünde öldü.

"Dost, dost diye nicesine sarıldım
Benim sadık yârim kara topraktır.
Beyhude dolandım, boşa yoruldum
Benim sadık yârim kara topraktır.

Karnın yardım kazma ilen bel ilen
Yüzün yırttım, tınağınan el ilen
Yine beni karşıladı gül ilen

bluekeys™ 11-28-2006 01:56 PM

ATTİLA
(395-453)
«TANRI'NIN KIRBACI» ATİLLA!..
Çağa damgasını vuran Türk! Doğu Roma İmparatorluğu'nu da, Batı Roma İmpara-
torluğu'nu da dize getiren büyük komutan! Batılıların korkulu rüyası!.. "Tanrının Kırbacı" Attila!..
Büyük Hun imparatorluğunun bir ucu Çin sınırında, bir ucu Avrupa'nın göbeğindeydi. Doğu Roma imparatorluğu da, Batı Roma imparatorluğu da yıllık vergiye bağlanmıştı. Bu, Hun yumruğu altında kurulan Avrupa barışı yıllarında Attila, babası Muncuk tarafından, Batı Ro-ma'ya "Barış Rehinesi" olarak verilmişti. Böylece Hun imparatoru Muncuk, anlaşma hükümleri yerine getirildiği sürece, savaş açmayacağını, Roma'ya garantilemiş oluyordu.
Bir bozkır çocuğu olan Attila'nın Roma'da öğreneceği pek çok şey vardı. Roma'da dil öğrendi, askerlik teşkilâtı hakkında yeni bilgiler edindi, politikanın nasıl yürütüldüğünü yakından inceledi. Fakat Roma'da Attila'nın asıl öğrendiği şey, bu insanların Hunları ne kadar sevmediği, ne kadar hor gördüğü ve ne kadar nefret ettiği idi. Tarihçiler, Attila'nın Roma'yı yıkma kararına, bu "Barış Rehinesi" günlerinde vardığını yazarlar.

Babasının, arkasından amcasının ölümünden sonra, kardeşi Bleda ile birlikte, Hun tahtına oturdu. Attila'nın yönettiği topraklar, Bizans İmparatorluğu'na komşu idi. İlk iş olarak, Batı Roma İmparatorluğu ile bir barış anlaşması imzaladı. 6-7 yıl, Hunlara bağlı ülkelerin ve milletlerin merkeze bağlılığını sağlama ve güçlendirme işine ayırdı. Demir gibi bir otorite ve sağlam bir hiyerarşi kurduktan sonra, Bizans'la yapılan anlaşmayı bozdu. Çünkü, güneydoğu kanadını güven altına almadan, Batı Roma'ya saldıramazdı.

Attila, fırtına gibi akan süvarileriyle, Bizans kalelerini bir bir ele geçirerek, Trakya'ya kadar indi. Bizanslılar amana geldiler. Bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşma, yıllar boyu sık sık bozulacak, savaşlar yapılacak, yeni barışlar imzalanacaktır. Fakat her barış, daha ağır şartları getirdiğinden Bizans, tek kurtuluşu Attila'yı öldürmekte görmeğe başladı. Suikastler düzenledi. Muvaffak olamadıkça yeni savaşlara girmeye ve daha ağır şartlarla yeni barışlar imzalamaya mecbur oldu.

Attila, Asya'yı ve Avrupa'yı Hun bayrağı altında birleştirmek çabalarını sürdürür, bu maksatla Asya'da devlet yapısını güçlendirecek önlemler alırken, kardeşi Bleda, kendi askerleri tarafından öldürüldü (442). Artık Attila, tek başına Hun Imparatorluğu'na hükmediyordu. Hun imparatorluğu, kendisinden önce de güçlü, Avrupa'ya diz çöktüren, direnilmez bir güçtü ama, yerine oturmuş sağlam bir devlet örgütü, hiyerarşik bir imparatorluk olması, onun zamanındadır. Tarihçiler onu, —Jordanes ve Priskos da dahil olmak üzere— dünya hâkimiyeti fikrine sahip, teşkilâtçı ve büyük bir imparator olarak görürler.

Kültüre büyük önem vermiştir. Batılılar "barbar" diye göstermek isterler. Fakat ele geçirdiği ülkelerde bilim adamlarına büyük önem verdiğini, çevresinde sürekli olarak Yunanlı ve Latin fikir adamlarını ve edebiyatçılarını bulundurduğunu da saklayamazlar. Şaman dinine bağlı idi. Fakat bütün dinlere ve din adamlarına her zaman saygı göstermiştir. Roma kapılarına dayandığı günlerde Papa'nın, kendisinden şehre girmemesini rica etmesi üzerine, ordularını yüzgeri edip dönmesi, fikre olduğu kadar, imana da büyük saygısı olduğunu açıkça ortaya koyar.

Çok sade bir hayatı vardı, dünyanın en büyük hazinelerinin tek başına sahibi olduğu halde, ordugâhlarda askerleriyle birlikte yaşar, onlar gibi yer içer, onların hayatını paylaşırdı. Tantanalı Roma Imparatorluğu'ndan gözleri kamaşan Batılılar, onun bu sade hayatını bir türlü anlamamışlar ve Büyük Hun Imparatorluğu'nu, "Çadır Uygarlığı" deyimiyle küçümsemek istemişlerdir. Çadırın, uygarlıkla bir ilişkisi olmadığını bugün herkes biliyor.

Attila, kendi imparatorluğunun geleceği bakımından, Romalılarla, Got'ların arasını açmakta büyük yarar görüyordu. Buna çok çalıştı. Fakat Got'lar, yalnız kaldıkları takdirde Attila'ya dayanamayacaklarını çok iyi bildikleri için, Romalılardan kopmadılar, tersine birleştiler. Bunun üzerine Attila, yarım milyonluk bir ordu ile Batı-Got sınırına dayandı ve Orleans'ı kuşattı. Şehir düşmek üzere idi. Bu sırada, büyük bir Roma-Got ordusunun üzerine gelmekte olduğunu haber aldı. Strateji bakımından daha elverişli bir yere çekilmek için kuşatmayı bıraktı ve Chalons vadisinde düşmanlarını beklemeye başladı. 451 yılı yazında burada dünyanın en büyük savaşlarından biri yapıldı.

Hun atlıları, korkunç savaş naraları ile düşman saflarına fırtına gibi daldılar. Roma hatları bir anda parçalandı, bayraklar düştü. Batı Got’ları da bu saldırı karşısında neye uğradıklarını anlayamadılar. "Tanrının kırbacı” Avrupa’yı kırbaçlıyordu. Gotların yaşlı ve tecrübeli kralı Teodoric, Hun süvarilerinin kılıçları altında can verdi. Aetius'un Roma ordusu ise paramparça olmuş, savaş meydanını ölüleri ile doldurmuştu.

Hun Kralı Attila'yı durduracak hiçbir kuvvet kalmamıştı artık. Fakat bu sırada, hiç beklenmedik bir şey oldu. Chalon savaşında Hun kılıçları altında parça parça olan Batı Gotları Kralı Thedorik’in genç oğlu, babasının ölümü üzerine ordunun başına geçti. Krallarını kaybeden Gotlar, yeni kralları Thorismund'un komutasında beklenmedik bir güç ve öfke ile karşı saldırıya geçtiler. Bu, öylesine amansız bir saldırı idi ki, zafer sarhoşluğu ile gevşemiş Hun askerleri paramparça oldu. Attila'nın ordusu yenilmek üzere idi. Fakat Attila, hemen komutayı ele geçirdi ve yenilgiyi, düzenli bir geri çekilme haline koymaya muvaffak oldu. Böylece zafer yine Attila'da kalmış oluyordu.


BATI ROMA
İMPARATORLUĞU İLE BARIŞ ANTLAŞMASI


Attila, bir yıl sonra, Batı Roma üzerine yürümüş, yaman savaşlar vererek Roma kapılarına dayanmıştır. Roma düşmek üzere iken, Papa Leon, yanına aldığı iki Roma konsülü ve maiyeti ile birlikte Attila’ya gitti ve kendisinden şehre girmemesini rica etti. Bu ricayı Attila'nın niye kabul edip ordularını geri çektiğini, bugüne kadar tarihler çözememişlerdir.
Attila'nın niyeti, Çin'i ele geçirmek, Asya ve Avrupa üzerinde bir dünya imparatorluğu kurmaktı. Fakat, Burgonya Kralı'nın kızı İldiko ile evlendiği gece, şüpheli bir şekilde öldü.(453)

bluekeys™ 11-28-2006 01:56 PM

BABÜR ŞAH
( 1483-1530 )




Tek başına Türk - Hint imparatorluğunu kuran bir irade...

Küçük ordusu ile, on katı orduları yenen yaman bir komutan...

En büyük kuvvetin "akıl" olduğunu fark eden ince bir politikacı...

Osmanlı İmparatorluğu'nun temel fikirlerini, devletinde başarı ile uygulayan bir Türk...

Şair, tarihçi, fikir adamı, velhasıl büyük bir insan!...

Gazi Zahireddin Muhammet Babür, 1483 yılında, Fergana'nın Andıcan kasabasında doğdu. Baba tarafından Timur soyuna, ana tarafından Cengiz soyuna bağlı idi. Babası bir kazada ölünce, daha 11 yaşında iken tahta çıktı. Fergana Emiri oldu.

Bu yaşta bir gencin tecrübesizliğinden yararlanmak isteyen akrabaları, dayıları, amcaları ayaklandılar... Fergana Emirliği'nde hak iddia ediyorlardı. Babür, bunlarla ayrı ayrı boğuştu. Yendi, yenildi, fakat mücadeleyi ne bıraktı, ne usandı. Yaşının çok üstünde bir bilgi ve maharet gösteriyor, her gün yeni bir savaş, yeni bir başarı ile hem olgunluğunu kanıtlıyor, hem taraftarlarını çoğaltıyordu.

Fakat bir an geldi ki, Babür'le birlikte hareket eden Timur soyundan gelenler, yorgun düştüler. Buna karşılık, boğuştukları Şibanîler kuvvetlendi. Babür, zaferi de yenilgiyi de tatmıştı. Yüzlerce tehlike içinde yaşamış, bunlardan sıyrılabilmiş ve her seferinde bahtının yıldızına inanmıştı. Babasının hüküm sürdüğü bu topraklarda artık huzur kalmamıştı. Tıpkı Selçukiler gibi, tıpkı Osmanlılar gibi, öz yurdunu bırakıp yeni bir vatan aramaya karar verdi.

KABİL'İ KENDİSİNE BAŞKENT SEÇTİ

Topladığı Türk ve Moğollardan oluşmuş bir kuvvetle güneye yöneldi, Hindikuş Dağları'nı aştı ve Kâbil'i ele geçirmeye muvaffak oldu (1504). Bu, tasarladığı
büyük devletin ilk merhalesi idi. Kabil’de, bazı adaletsizlikler haksızlıklar yaptı-
lar. Babür, yerli halka iyi davranmayan bu askerlerini -tıpkı Osmanlılar gibi- şiddetle cezalandırdı. Kendi hükümdarlarının çeşitli haksızlıklarını neredeyse kanıksamış bulunan halk, Babür'ün gösterdiği bu adalet karşısında, onu sevdiler ve şiddetle desteklediler.

Babür, Kâbil'i kendisine başşehir seçti. Ele geçirdiği toprakları, askerleri ve komutanları arasında-tıpkı Osmanlıların yaptığı gibi- bölüştürdü. Özbek kılıcından ürküp Semerkant'tan ve öteki şehirlerden kaçan insanları, topraklarında yerleştirdi ve üretime geçirdi. İnce bir politikacı örneği vererek bir taraftan Efganlılarla, bir taraftan Şaybak Hükümdarı Şah İsmail ile ittifak kurup, babasının topraklarında hüküm süren Şaybak Han'ı yendi ve topraklarını Türkistan'a kadar genişletti...

HİNDİSTAN'A 5 SEFER DÜZENLEDİ

Genç Babür Şah artık gözünü Güneye, Hindistan'ın zengin topraklarına dikmişti.1511'de Semerkant ve Buhara'yı ele geçirdikten sonra ordusunu düzenledi, ateş
gücünü artırdı ve 4 Şubat 1519'da Sint Nehrini sallarla geçti ve Pencap ve havalisindeki
toprakları ele geçirdi.

Hindistan üzerine ayrı ayrı beş sefer düzenlemiştir. Her seferinde karşısına çıkan üstün kuvvetleri yenmiş, küçük ordusu ile büyük orduları dağıtmıştır. 5. seferinde Delhi tahtında oturan İbrahim Lodi'nin yüzbin kişilik ordusu ile karşılaştı. Ayrıca bu ordunun içinde 1000 kadar da fil vardı. Oysa Babür'ün ordusu sadece 13.000 kişi idi.

İbrahim Lodi, askerlerine olduğu kadar, fillerine güveniyordu. Babür ise, tam bir disiplin içinde yetiştirdiği askerlerine ve bir de ateşli silahlarına bel bağlamıştı. Savaş başladı. Ön saftaki filler, Babür'ün askerlerini ilk anlarda bocalattı iseler de Babür'ün topları gümbürdemeye başlayınca filler ürktü ve asker bozuldu. Sultan İbrahim'in dövüşken askerleri, bütün cesaretlerine ve sayılarının üstünlüklerine rağmen, Babür askerlerinin kılıçlarından kurtulamadılar (29 Nisan 1526).

Artık Babür'e, dünyanın en zengin, en esrarlı, en bereketli ülkesi açılmıştı. Sa-
vaşta ölen İbrahim Lodi'nin toprakları bundan böyle Babür devletinin sınırları içine
girmişti. Babür orduları Delhi'ye, Agra'ya girdi. Artık Türk - Hind imparatorluğu kurulmuş bulunuyordu.

Babür, Hindistan'ın racalar, sultanlar tarafından ezilen halkına, adalet ve şefkatle davranıyordu. Bu tutumu ona büyük başarının yollarını açtı. Fakat ordusu, hem yorgun düşmüş, hem Hindistan'ın iklim şartları askerleri bezdirmişti. Bazı Hind emirleri, çapulcu şeyhler, halkı ayaklandırıyor ve ordunun ikmal yollarını ikide bir tehlikeye sokuyordu. Babür'ün Moğol -Türk askerleri de bu, yağmurları tufana, güneşi cehennem ateşine benzeyen ülkede ilerlemekten bıkmışlardı. Geri dönmek istediklerini Babür Şah'a ilettiler. Babür Şah, -tıpkı İran seferinde Yavuz Selim'in yaptığı gibi- askerlerinin karşısına çıktı ve ateşli bir konuşma yaptı: "Ben size zaferler, ganimetler veriyorum. Siz beni bırakıp gitmek istiyorsunuz. Bunu iyice bilmelisiniz ki, gitseniz bile, ben yalnız başıma burada kalırım ve maksadıma ulaşırım.. “

Konuşması askerlerini uyardı ve tekrar zafer yollarına düştüler. Racalar, Babür'e karşı direniyorlardı. Babür bunların hepsini itaat altına aldı. Ve en büyük güç olan Raçput Hanı Ranâ Sanga üstüne yürüdü. 16 Mart 1527'de Kavna mevkiinde iki ordu karşılaştılar. Babür, sayıca üstün ve dövüşken Raçpu ordusunu üstün strateji ve ateşli silahları yardımı ile yendi ve böylece bütün Hindistan illerinde tam bir egemenlik sağladı.

AYNI ZAMANDA EDEBİYATÇI VE TARİHÇİ İDİ

Babür Şah, sadece bir devlet kurucusu, bir komutan ve yönetici değil, aynı zamanda edebiyatçı ve tarihçi idi. Çağatay edebiyatının tanınmış şairlerindendir. Ali Şir Nevaî'den sonra akla gelir. Türkçe ve Farsça yazmıştır. Çağatay nazım sanatındaki ustalığını şiirlerinde, nesrindeki başarısını da "Babür-name" adı ile kaleme aldığı gezi anılarını ve şeceresini anlatan kitabında örneklemiştir. Babürname, hemen bütün dünya dillerine çevrilmiş ünlü bir eserdir. 25 Aralık 1530'da Agra'da 47 yaşında iken hayata gözlerini yumdu.

bluekeys™ 11-28-2006 01:57 PM

BAKİ
( 1526- 1600 )


16. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu'na imzasını atan Padişah nasıl Kanunî Sultan Süleyman ise, bu çağın edebiyatına mührünü basan sanatçı da şair Baki'dir. İmparatorluk, en geniş sınırlarına ve en güçlü dönemine 16. yüzyılda erişmiş, Osmanlı şiir sanatı da Baki'nin kalemi ile, şekilde ve manada en büyük ihtişamını yaşamıştır. Ordular, muhteşem Süleyman'ın buyruğunda, söz, Baki'nin mısralarında zaferler kazanıyordu.

Bir halk çocuğudur Baki. Babası, bir mahalle camisinin müezzini idi. İstanbul'da 1526 yılında doğmuştur. Okuyup yazmasını söktükten sonra, babası kolundan tutup oğlunu bir saracın yanına çırak verdi. Baki, saraçlık mesleğine gönül verseydi, herhalde zamanın ünlü saraçlarından biri olurdu. Fakat, sevemedi bir türlü bu zenaati... Gözü okumaktaydı. Ne yaptı yaptı, kendisini medreseye yazdırmaya muvaffak oldu.

Medresede, zamanın ünlü bilginlerinden Karamanlı Ahmet ve Mehmet efendilerden ders gördü. Daha sonra, kendisi gibi ünlü kişiler arasına katılacak olan tarihçi Hoca Sadettin ve şair Nef'î ile bu medresede arkadaş olmuştur.

Daha 18 yaşında bir medrese talebesi iken, bu, kara-kuru, ufak-tefek genç, yazdığı şiirlerle ününü bütün İstanbul'a duyurmuştu. Daha bu yaşta iken, şiirde kolaya kaçmıyordu. Mısralarını, kuyumcu gibi işliyor, kelimeleri tartıp-ölçüp yerleştiriyor, nefis mısralar çıkarıyordu.

Bir ara, çağın ünlü bilgini Kadızade Şemsettin'in derslerine devam etti... Parlak bir medrese öğrencisiydi, parlak bir şairdi, parlak bir gelecek vaad ediyordu.

DİVAN EDEBİYATINI ULAŞILMAZ BİR NOKTAYA GETİRDİ

Nahcıvan seferinden dönen Kanunî Sultan Süleyman'a, bir kaside sundu. Padişah, imparatorluğunun gümbürdeyen sesini mısralara dolduran bu genç şairi beğendi. Çünkü Baki, daha o yaşlarda iken, Divan Edebiyatı'nı, şekil açısından, âdeta ulaşılmaz bir noktaya getirmişti. Ona, çağının şairleri, "Sultan-ı Şuera", yani şairlerin sultanı dediler. O, ne yaptığını biliyordu. Nitekim daha sonraki yıllarda:

"Bu devre içinde benim padişehi mülk-ü sühan
Bana sunuldu kaside, bana verildi gazel"

diyecek ve kendisini, söz mülkünün padişahı olarak ilân edecekti.

Mesleğinde, "Danişmend" (rektör yardımcısı) mertebesine yükselmişti. Padişahın isteği ile ve 30 akçe maaşla 1563 tarihinde Silivri, Piri Paşa Medresesi'ne müderris olarak atandı. Baki'nin sonraki hayatı, Mekke, Medine kadılıkları, İstanbul kadılığı, Anadolu kazaskerliği, Rumeli kazaskerliği gibi önemli mevkilerde geçmiştir. Fakat onun gözü, şeyhülislâmlıktaydı. Bunun için çok çalıştı, hatta entrikalar çevirdi, fakat bir türlü bu makama gelemeden hayata gözlerini yumdu (1600).

Baki, şeyhülislâm olamadığı için, değerinin bilinmediğine inanıyordu. Bir şiirinde:
"Kadrini seng-i musallada bilüp ey Baki
Durup el bağlayalar karşına yaran, saf saf."

ikilisi ile bu duygusunu açığa vuracak ve tabutu musalla taşına konduğu zaman, namazını kılmak için önünde duran, zamanın şeyhülislâmı Sunullah Efendi, bu beyti yüksek sesle okumaktan ve gözünün yaşını silmekten kendini alamayacaktı.

ZEVKE, EĞLENCEYE DÜŞKÜNDÜ

Baki, ufak-tefekti, kara-kuru idi, biraz da kargayı hatırlatacak kadar çirkindi ama,
son derece neşeli, esprili, zeki ve hoşsohbetti. Düşündüğünü söylemekten çekinmez, fakat kimsenin de kalbini kırmak istemezdi. Bu mizacı ile meclislerin aranan adamı idi. Zevke, eğlenceye düşkündü. İstanbul'un uzun kış gecelerinde onu, bozahane sohbetlerinde özel içki sofralarında, Tahtakale gezintilerinde, Balat, Galata, Samatya'nın meyhanelerinde görebilirdiniz. Yaz günleri de Kâğıthane, Bahariye, Tophane âlemlerinde aranan biri idi. Yeni yazdığı bir şiiri, sarığının kenarına iliştirir, gittiği toplantılarda okur, her bulunduğu yerde güzel sohbetler açardı.

Kaside biçiminin büyük ustalarından biri olmakla beraber, gazelde erişilmez bir sanat dehasına sahipti. Hayatında ne kadar samimî ise, sanatında da o kadar şekilcidir. Eşanlamlı kelimeler üzerinde oynamakta üstüne yoktur. Divan Edebiyatı'nın en büyük temsilcisi, en büyük ustasıdır. Kendi şahsi mührüne, "Dünya geçici, vefa yok, Baki de geçicidir" anlamına gelen Farsça bir beyit kazdırmıştı.

ARAKÇA’ DAN OSMANLICA ‘YA ÇEVİRDİĞİ ESERLERİ VARDIR

Baki, ilk Divan'ını, Kanunî Sultan Süleyman'ın emri ile toplayıp ortaya koydu. Daha sonra yazdığı şiirlerle Divan tekrar bir araya getirilmiştir. Tam metin olarak iki defa İstanbul'da, bir defa da Prag'da basıldı. Tarihçi Hammer, Baki'nin Divan'ını Almanca'ya tercüme ederek yayınlamış bulunuyor. Baki'nin, Divan'ından başka Arapça'dan Osmanlıca'ya çevirdiği eserler de vardır.

Baki'yi, mizacı ve dünya görüşü ile güzel anlatan şiirlerinden birinin bir parçasını aşağıya alıyoruz:

"Ey dil, sen o dildara lâyık mı değilsin ya!
Dava-i muhabbette sadık mı değilsin ya!
Özrü, nedir Azra'nın Vamık mı değilsin ya,
Bu gam ne gezer sende âşık mı değilsin ya,
Âşıkda keder neyler, gam, halk-ı cihanındır,
Koyma kadehi elden, söz Pir-i muganındır."

Baki, şiirlerini överken şöyle söylüyor:

"Derme çatma giydirir eller libası şiirine
Hil'at-ı nazm-ı cihangirin senin, altunludur."

"Başkaları şiirlerine derme çatma esvaplar giydirir. Oysa senin, dünyayı tutan şiirinin kaftanı, altınla işlenmiş..."

Baki'nin hakkı var, belki sonsuzlukla işlenmiş!


bluekeys™ 11-28-2006 01:57 PM

BİRİNCİ MEHMET ( ÇELEBİ )
( 1379- 1421 )



Yıldırım Beyazıt'ın hatası, Timur gibi bir Türk hükümdarı ile anlaşma yollarını aramayıp savaşa girmesi ise, Timur'un da hatası, Osmanlı devletini çökertip Anadolu'yu parça parça bölmesi ve birtakım beylikler ortaya çıkarmasıdır. Çünkü Timur, nasıl Asya'yı avucu içine almış bir hükümdar ise, Yıldırım Beyazıt da Avrupa'yı avucu içine almış bir Türk hükümdarı idi. Beyazıt'ın yenilmesi, Timur'a hiçbir fayda sağlamamış, sadece papaya ve Avrupalılara nefes alma fırsatı vermiştir. Oysa, bu iki devlet adamının anlaşması, tarihi değiştirebilir, yeni bir dünya haritası meydana çıkarabilirdi.

Beyazıt yenilip, Osmanlı ülkesi beyler arasında paylaşılınca, Beyazıt'ın oğulları da taht kavgasına düştüler, olmayan bir taht için dövüştüler. Çelebi Sultan Mehmet, bu kanlı kavgaların içinden çıkmasını ve imparatorluğu yeniden kurmasını bilmiş bir Beyazıt oğludur.

AMASYA VİLAYETİNE VALİ TAYİN EDİLDİ

Babası Timur'a yenilince, elindeki kuvvetlerle Amasya'ya çekildi ve orasını devletinin çekirdeği olarak kullandı. İyi bir politikacı idi.

1379 yılında Bursa'da doğdu. Babası Yıldırım Beyazıt, annesi Germiyan beyinin kızı Devlet Hatun'dur. Annesi soyundan Mevleviliğe bağlı oldukları için Çelebi Mehmet diye anılmıştır. Kültürde ve askerlikte belli bir olgunluğa gelince, Amasya vilâyetine vali tâyin edildi. Nitekim, babasının Timur'a yenilgisi üzerine de bu vilâyete çekilmiştir.

Realist bir devlet adamı olduğu için Timur'a kafa tutmanın bir işe yaramayacağını hemen farketmiş ve Amasya'da Timur'un himayesine sığınmış, onunla ortaklaşa para bastırmıştır. Kısa bir zamanda Sivas, Tokat, Amasya bölgelerine hâkim oldu. Timur, Anadolu'dan çekilince de kardeşleri ile taht kavgasına girişti. Önce, babasının cenazesini Germiyanoğullan'ndan alarak Bursa'ya getirdi ve bir yüksekçe tepeye gömdü.

Diğer iki kardeşi Süleyman Çelebi ile Musa Çelebi anlaşmışlardı. Musa Çelebi Bursa'ya hücum etti ve Bursa'yı ele geçirmeye çalıştı. Böylece başlayan kardeş kavgası birçok yenilgilerle yıllarca sürüp gitti. Bu kardeş kavgasına zaman zaman Anadolu beyleri, zaman zaman Bizans, taraf tutarak katıldılar. Yendiler, yenildiler ve Çelebi Mehmet önce kardeşi Isa Çelebi'yi, daha sonra Süleyman Celsbi'yi öldürerek ortadan kaldırdı. Kardeşi Musa'nın da işini bitirdikten sonra, Timur'un yanında bulunan öteki kardeşi Mustafa ortaya çıktı. Saltanatının son yıllarında bu kardeşi ile kanlı savaşlar yapmak zorunda kaldı, sonunda onun da hakkından gelmesini bildi ve Osmanlı devletini rakipsiz hale getirdi.

GENÇ YAŞTA BURSA'DA ÖLDÜ

Bütün bu kanlı olayların içinde beliren başarılı devlet adamı Mehmet Çelebi, iyi 'bir politikacı, iyi bir hesap adamı, iyi bir yönetici olarak görülür. Devletinin böylesine bir hayhuy içine düştüğü günlerde bile, sanatla, bilgi ile, fikirle uğraşmış, arkasında birçok sanat eseri bırakmasını bilmiştir. Bursa'da Mimar İvaz Ağa'ya yaptırdığı Yeşil Camisi ile Yeşil Türbesi, Osmanlı mimarisinin gelişmiş eserleri arasındadır. Kendisi de bugün, zamanında yaptırdığı Yeşil Türbe'de gömülüdür. Türk çiniciliğinin şaheserleri ile süslü bu cami ve türbe, Osmanlı mimarisinin ve sanatının ölümsüz eserleri arasındadır.

Çelebi Mehmet, hayatı boyunca güç işlerin adamı olmasını bildi. Yalnız kardeşleri ile değil, Anadolu beyleriyle ve Bizans'la boğuşarak devletini kurabilmişti. Bu kadar çetrefil düşmanlıkların ortasında yaşayarak Osmanlı devletini yeniden kurabilmesi, onun idaredeki dehâsını göstermekle beraber, Osmanlı devletinin sağlam fikir temelleri üzerinde kurulmuş olduğunu da gösterir. Bulgaristan, Sırbistan, Arnavutluk içlerine kadar uzanan Rumeli, Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan insanlar, Hıristiyan oldukları halde, Müslüman olan Osmanlıları sonuna kadar desteklemeleri, Osmanlı devletinin sağlam fikir temelleri üzerinde kurulduğunun ve ileri bir devlet anlayışını temsil ettiğinin ispatıdır, kanıtıdır.

Çelebi Mehmet'in bir gailesi de, o günlerde Anadolu ve Rumeli topraklarında geliştirilen bir fikir akımının temsilcisi, Şeyh Bedrettin Simavî'dir. Din bilgini idi ve Simavna kadısı olarak tanınmıştı. Islâmî bilgilerden hareket ederek bazı yorumlar yapıyor ve bir çeşit ortak yaşam teklif ediyordu. Bir yandan İslâm'daki Batıniliğe dayanıyor, bir yandan Ahmet Yesevî'nin tasavvuf düşüncesine uzanıyordu. Nitekim 13. yüzyıl Anadolu'sunda bu fikrin benzerleri görülmüş, Selçukîlere karşı Baba İlyas ayaklanmaları buna benzer fikirlere dayandırılmıştı.

SANAT, BİLGİ İI.E, FİKİRLE UĞRAÇMIŞ ARKASINDA ÇOK SANAT ESERİ BIRAKMIŞTIR
Çelebi Mehmet, bu akım karşısında dikkatli davrandı. Şeyh Bedrettin'i Edirne'deki sarayında, zamanın bilginleri ile karşılaştırıp yaptıkları münazaraları dikkatle dinledi ve sonunda Şeyh Bedrettin'i cezalandırmadı, sadece İznik'e göndererek burada oturmasını ve görevini yapmasını emretti.

Fakat Şeyh Bedrettin'in halifeleri Ege'de büyük bir propagandaya giriştiler ve devlete baş kaldırarak kendi aralarında kurdukları düzen içinde yaşamaya başladılar. Bedrettin de İznik'ten kaçmış, Rumeli topraklarına geçerek oralarda fikirlerini yaymaya başlamıştı. Önce, Ege'deki hareketi kanlı biçimde bastırdı ve sonra Silistre-Deliorman çevrelerinde propagandasını sürdüren Bedrettin'i yakalatıp Serez'de idam etti.

Çok genç denilecek bir çağda, 42 yaşında iken Bursa'da öldü (1421), Bursa'da kendi yaptırdığı türbesinde gömülüdür. Osmanlı devletinin ikinci kurucusu olarak bilinir. Geride bıraktığı güzel eserlerden biri de, oğlu II. Murad'dır.

bluekeys™ 11-28-2006 01:58 PM

BUHURİZADE ITRÎ
(1640-1711)

Yahya Kemal’in
“Büyük Itri’ye eskiler derler
Bizim öz mu*****izin piri...
O kadar halkı sevk edip yer yer.
O şafak vaktinin cihangiri.
Nice bayramların sabah erken
Göğü top sesleriyle gürlerken
Söylemiş saltanatlı tekbiri..”

Diye anlattığı Buhurizâde Mustafa Itri Efendi, 1640 yılında, İstanbul’un Yaylak semtinde doğdu. Babası Buhurizadelerden olduğu için, Itri de bu sanı ile anılır. Zengin, görmüş geçirmiş bir ailenin oğlu idi. Zamanının iyi hocalarından ders gördü. Ailesi eğitimine dikkat etmiş, iyi yetişmesi için elden gelen esirgenmemişti.

Oturduğu semt, Yenikapı Mevlevihanesi’ne yakın olduğu için, haftanın iki günü, her Pazertesi ve Perşembe buraya gider, yapılan ayinleri hayranlıkla seyreder, çalınan besteleri içine sindire sindire dinlerdi. Musikiye tutkundu. Zamanının bütün musiki eserlerini biliyor, daha çok dini olan bu eserlerde ruhunun kanatlandığını duyuyordu. Bu musiki sevdası, sonunda onu Mevlevi yapmış ve Mevlana aşkı içinde birbirinden güzel, birbirinden üstün ve ölümsüz eserler bestelemiştir.

20 KADAR ESERİ GÜNÜMÜZE GELMİŞTİR

Musıkide ilk hocası, zamanın ünlü musiki üstadı Nasrullah Efendi'dir. Öğrencisinde yaşayan cevheri farkeden Nasrullah Efendi bütün bilgisini genç Itri'ye aktarmış, musikinin bütün tekniğini göstermiştir. Zamanın büyük Bestekârı Hafız Post'dan da ders aldı. Itri, yalnız musiki ile değil, şiirle, hattatlıkla da ilgileniyordu. Bu konuda Hattat ve Şair Siyahî Ahmet Efendi’den ders aldığını biliyoruz. Talik denen bir yazı türü üzerinde çalışmış, güzel hatlar çıkarmış ve zamanında bu tarafıyla da tanınan bir sanatkâr olmuştur.

O tarihlerde yazılan "Tezkerelerden, Buhurizade Mustafa Itri Efendi'nin, bir Divan sahibi olacak kadar gününün tanınmış şairi olduğunu öğreniyoruz. Nitekim, musikide hayranı olduğu Hafız Post diye tanınan İmamzade Hacı Hafız Mehmet Efendi öldüğü zaman, çok duygulanmış ve ölümüne tarih düşüren şairlerden biri olmuştur. Tarihi açıklayan son kıt'ası şudur:

"Hafız Elhac imamzade Mehmet hak bu kim
Mûsikî ilminde mahirdir ol üstad-ı zaman.
Harf-i menkutiyle tarih oldu anın fevtine
Dedi Itri, Hafız'a me'va ola Yârâb cinan."

Gök kubbemizi ölümsüz seslerle dolduran Buhurizade. Mustafa Itri, sayısız eserler vermiş, musiki dünyamızı beste, nakış, kâr gibi çeşitli kalıplarda ölümsüzlüğe kavuşturmuştur. Bestekârın en büyük hayranlarından biri olan, büyük şairimiz Yahya Kemal:
"Saklamış kaza ve kader
Belki binden ziyade bestesini.
Nât'ıdır, en mehîbi, en derini..."
diye eserlerinin kaybolmasından duyduğu acıyı dile getiriyor. 20 kadar eseri günümüze gelebilmiştir... Ötekilerinin ne olduğunu bilmiyoruz. "Belki hâlâ o besteler çalınır - Gemiler geçmeyen bir ummanda."

ENDERUNDA MUSİKI ÖĞRETMENİ OLARAK GÖREVLİYDİ

Çağımızda en çok okunan ve halk tarafından sevilen Segah Yürük Semaîsini ilk kez, zamanın padişahı Dördüncü Mehmed'in huzurunda okuduğu zaman, Padişah hayranlıkla dinlemiş,eserdeki melodi zenginliğine, tazeliğine, formdaki erişilmez ustalığa hayran olarak, "Bu nice iştir... Sen teganni etmez, pervaz (uçmak) edersin!" demekten kendisini alıkoyamamıştır. Sonra Itri'ye: "Dile benden ne dilersün" diye sorunca Itri; "San ü şerefle bekânızı" dedikten sonra, üstelenince, "Esirciler Kethüdalığını, Sultanım" diyerek padişahı da, orada bulunan vükelâyı da şaşkına çevirmiştir.

Çünkü Esirciler Kethüdalığı, zamanında, üçüncü dördüncü derecede bir makam idi. Oysa Itri, yüz yirmi akçe ile, Enderun’da musiki öğretmeni olarak görevliydi. Saray içi bir hizmetten, itibarı olmayan bir hizmete istekli olmak, elbette anlaşılır bir iş değildi. Padişah, sebebini sordu. Itri, büyük bir samimiyetle: "Esirler arasında bir evlat satın almak isterim, onu musiki bilgimle yetiştirmek ve böylece bir sevap kazanmak muradımdır" diye cevap verdi.
Itri, ömrünün sonuna kadar Esirciler Kethüdası olarak yaşadı. Saraya devam ediyor ve işinin dışındaki zamanlarını, İstanbul surları dışındaki bahçesinde geçiriyordu. Çiçek ve meyve üstündeki ustalığı, İstanbul'a nam salmıştı. Bugün de Mustabey armudu diye bilinen türü, ilk kez kendi bahçesinde yetiştirmiş, bu sebeple de bu armuda kendi adı verilmiştir.

"Segah Ayin-i Şerif", onun eseri olduğu gibi, bütün bayramlarda okunan "Tekbir" de onun bestesidir. Velhasıl Yahya Kemal'in dediği gibi:

"Mûsikisinde bir taraftan din
Bir taraftan bütün hayat akmış.
Her taraftan Boğaz, o şehrayîn,
Mavi Tunca'yla gür Fırat akmış...
Nice seslerle gök ve yerlerimiz,
Hüznümüz, şevkimiz, zaferlerimiz,
Bize benzer o kâinat akmış..."

1711'de 71 yaşında İstanbul'da öldü. Adı ve eserleri yaşıyor ve yaşayacak...

bluekeys™ 11-28-2006 01:58 PM

BURSALI TAHİR BEY
( 1861-1925 )
Bursalı Tahir Bey, bir asker mütefekkirdir. Mesleği olan askerliğin yanısıra okuma ve öğrenme aşkını sürdürmüş, birbirinden değerli tarih ve bibliyografik eser bırakmıştır. "Vaktim yok, mesleğim elverişli değil, o yüzden entellektüel çalışmaları sürdüremiyorum" diyenleri yalanlayan bir sade hayat...

Bursalı Tahir Bey, 23 Kasım 1861'de Bursa'da, Yerkapı Mahallesi'nde doğdu. Sultan Abdülmecit zamanının komutanlarından Mirliva Tahir Paşa'nın torunudur. Babası Rıfat Bey, Plevne Savaşları sırasında orduya gönüllü yazılmış ve bu savaşlardan geri dönmemiş bir şehittir.

ŞEYH MEHMET NUR-UL ARABİ BURSALI TAHİR BEY'İ KENDİ
MELAMETINE ALDI

İlk öğrenimini, evlerinin hemen karşısındaki Taş Mektep'te bitirdi. Mülkiye Rüşdiyesi'ni 1875'de birincilikle bitirmiştir. Sonra Bursa Askerî İdadisi'ne girdi. Bu okulu da birincilikle bitirerek Harp Okulu'na geçti. Tahir Bey, Harp .Okulu'nun da birincisidir. O okullarda, birinciliği kimseye kaptırmamış, çalışkan bir öğrenci idi. Bütün hayatı da bu çalışkanlık fırtınası içinde geçmiştir.

Tahir Bey, Harp Okulu öğrencisi iken, tasavvufa merak saldı. Daha çocuk yaşlarında iken tekkelere girenleri merakla seyreder, zikir seslerini merakla dinlerdi. İstanbul'da bir yandan okuluna devam ediyor, bir yandan da cuma günleri tekkelere gidiyordu. Bunlardan, Hariri Zade Kemaleddin Efendi'ye mürit oldu. Bu şeyhin aracılığı ile, daha sonraları görevle Makedonya'da bulunduğu sıralar, Usturumca'da oturan Şeyh Mehmet Nur-ul-Arabi ile tanıştı ve Melâmi olan bu şeyh, Bursalı Tahir Beyi de kendi melâmetine aldı.

1881 yılında Harp Okulu'nu teğmen olarak bitiren Tahir Bey, Manastır Askerî Rüştiyesi coğrafya öğretmenliğine tayin edilmiştir. Bu görevde 1890'da yüzbaşı olana kadar kalmış ve 1890'da yüzbaşı olunca, yine aynı öğretmenliği bu sefer Üsküp Askerî Rüştiyesi'nde sürdürmüştür.

1896'da Manastır Askerî Rüştiyesi'ne müdür oldu. Rütbesi kolağasına yükseldi. İşte bu sırada Atatürk'e bir süre öğretmenlik ve müdürlük yapmıştır. Daha sonra, Atatürk'ün kuracağı gizli cemiyete girmesinin sebebi, burada birbirlerine karşı duydukları sevgi ve güvendir.

1906'da Mustafa Kemal, Suriye'de birkaç arkadaşı ile kurduğu "Vatan ve Hürriyet" adlı gizli cemiyeti geliştirmek için Selanik'e gizlice geçince, orada eski müdürü, hocası Bursalı Tahir Bey'i bulmuş ve heyecanla yaşadığı düşüncesini kendisine açmıştır. Bursalı Tahir Bey, öğrencisinin fikirlerine hemen katıldı ve derneğe yazıldı. Bilindiği gibi bu dernek, bir yıl kadar yaşayacak, daha sonra, merkezi Paris'te olan "İttihat ve Terakki" cemiyetine katılacaktır. Nitekim Bursalı Tahir Beyde böylece İttihat ve Terakki fırkasının ileri gelenleri arasına katılmıştır.

BURSA'DAN MİLLETVEKİLİ SEÇİLİP MECLİS-İ MEBUSAN’A GİRDİ

Tahir Bey'in bu çalışmaları gizli kalmadı ve bir ihbar, Tahir Bey'i güç duruma soktu. Fizan'a sürülmesi kararı çıkmıştı. O yıllarda "Fizan", gidenin dönmediği bir menfa idi. Tahir Bey'in oraya gitmesi demek, mahvolması, yok olması demekti. Bu sırada Bursa Askerî Lisesi'nden bir arkadaşının yardımı ile Fizan'a sürülmekten kurtulmuştur. Bu arkadaşı, İstanbul'da sarayda, Padişah'ın Has Anbarlarının imrahoru Faik Paşa idi. Faik Paşa araya girdi, iltimas etti, rica etti. Bursalı Tahir Bey'in Fizan sürgününü, Manisa'nın Alaşehir kazasında Redif Taburu Komutanlığı'na çevirmeye muvaffak oldu.

1908 devriminden sonra Tahir Bey, Bursa'dan milletvekili seçilip Meclis-i Mebusan'a girmişse de, politikadan hoşlanmıyordu. İttihat ve Terakki fırkasının politikasını da eleştirmekte idi. Bu yüzden, bir daha seçimlere katılmadı. Tekrar mesleğine döndü. Birkaç askerî görevde bulunduktan sonra emekli olarak kendisini fikir çalışmalarına verdi.

TAHİR BEY'İN BİRBİRİNDEN DEĞERLİ TOPLAM 16 ESERİ BULUNUYOR

Bursalı Tahir Bey'in en önemli eseri, "Osmanlı Müellifleri “dir. Osmanlı Devleti’nin ilk günlerinden, eserin yazıldığı tarihe, yani 1914'e kadar gelen ve mesleklerinde eser yazmış olan Türk mutasavvıflarının, din bilginlerinin, şair ve ediplerin, tarihçilerin, coğrafyacıların,hekimlerin, matematikçilerinin kısa biyografileri ile, eserlerinin adlarını ve elyazması olanları, hangi kitaplıklardan hangi numara ile bulunduğunu gösteren bu değerli eser, günümüzde de, konusunda tek sağlam kaynaktır. İnsanüstü bir çalışmanın eseridir. Bir insan, bütün hayatını bu tek esere ayırsa, ancak üstesinden gelebilir. Böyle olduğu halde ve Tahir Bey'in ayrıca bir mesleği bulunduğu halde, başka eserler de vermiştir. "Delilü’t-Te-fasil" tefsirleri kılavuzu, Muhittin-i Arabi'nin biyografisi "İslamiyet Gözünde Fukaralık", "Osmanlı Mısra ve Beyitlerinden Seçmeler", "Türklerin Bilim ve Fenne Hizmeti", 12 bilgin ve Türk büyüğünün biyografisi bunlar arasındadır.

Ayrıca Hacı Bayram Veli üzerinde en sağlıklı bilgileri, yine Tahir Bey'in bu isimdeki kitabında bulmak mümkündür. Osmanlı tarihçilerinden Ali ve Katip Celebi'nin biyografileri, değerli kaynaklardır.

Bursalı Tahir Bey, birbirinden değerli 16 eser bırakmış ve 1925'de hayata gözlerini yummuştur.

bluekeys™ 11-28-2006 01:58 PM

CENGİZ HAN
(1155-1227)
Tek başına başlayıp, dünyanın en büyük imparatorluğunu kuran Moğol Hükümdarı Onan Irmağı kenarında Dülünboldak kasabasında dünyaya geldi. Güçlü bir rivayet olarak söylenir ki, doğduğu zaman, sağ avucunda kan vardı. Babası, bu haberi duyunca, "Oğlum cihangir olacak... Büyük bir devlet kuracak... Budunları birleştirecek...Bu uğurda çok kan akıtılacak... Kabileme müjdeler olsun!..." demişti.

12 yaşında iken, babasını kaybetti. Bazı kaynaklar, annesinin gayreti ile kabilenin dağılmasını önlendiğini yazıyorlarsa da, daha inanılır kaynaklar, Cengiz Han'ın, annesi ile başbaşa kaldığını ve bütün kabilenin dağıldığını kaydederler.

TÜM MOĞOLLARI ETRAFINA TOPLAMAYI BAŞARDI

Asıl adı Timoçin'dir. Fırsatları kullanarak ve onları iyi değerlendirerek bazı kimseleri başına topladı. Kabilesinin yeniden başına geçti. Komşu kabilelerle bazan güç kullanarak, bazan dostluk göstererek birleşe birleşe büyüdü. Moğol milletini tek sancak etrafında toplamak yolundaki çalışmaların çok uzun sürmesi, Timoçin'in her şeye tek başına başladığına işarettir. Ancak 38 yıl, sürekli çalışmalar sonundadır ki, Timoçin, bütün Moğolları kendi etrafında toplayabilmiş ve 50 yaşını bulmuştu.

Çinliler, ünlü Çin şeddini, bu göçebe akınlarını durdurmak için yapmışlardır. Moğollar üzerinde bir türlü hâkimiyet kuramadıkları için, Çinliler, bazan Moğolları birbirine, bazan, Moğollarla Türkleri birbirine düşman ediyorlar ve bu oynak politika sayesinde rahata kavuşabiliyorlardı. 12. yüzyılın ikinci yarısında, Çinliler Moğol prenslerini yok ettikleri Buyir-Nor Tatarlarının büyük tehlikesi ile karşı karşıya kaldılar. İmparatorlukları devrilebilir, Asya'nın güney-doğusu altüst olabilirdi. Timoçin'le, Hıristiyan Karayit'leri dost olmaya muvaffak oldular ve Timoçin Karayitlerle birlikte Çin Imparatorluğu'nu koruyarak bu tehlikeyi savuşturdu. Fakat bu dönemde Çinlilerden çok şey öğrenmiştir.

Timoçin'i en çok uğraştıran, kan kardeşi Camuka olmuştur. Camuka, bir çok kabileyi kendi etrafına toplayarak Gürhan adı ile hükümdar olmuştu. Fakat Timoçin, onun da hakkından gelmesini bilmiş, bir savaşta öldürerek bütün Moğolların başbuğu olmuştur.

TARİHİN ALTIN SAYFALARINA CENGİZ İSMİ İLE GEÇTİ

Moğol prensleri toplanarak Timoçin'e bağlı kalacaklarına sadakat yemini ettiler ve kendisine "CENGiZ" adını verdiler. Ne anlama geldiği kesin olarak belli değildir. Çin kaynakları, "Tanrı'nın Oğlu" anlamına geldiğini yazarlar. Moğol dilinde, "güçlü" manasına geldiği söylenir. Ancak, manası ne olursa olsun, Timoçin artık Cengiz olmuş ve tarihin altın sayfalarına bu isimle geçmiştir. Moğol birliğini sağlayınca, Çin üstüne yürüdü. Pekin önlerinde Çinliler barış istediler. Kabul etti. Fakat Çinliler, durmadan düşmanlarını güçlendirmeye çalışıyorlardı, ikinci defa Çin üstüne yürüdü, Pekin'i aldı ve bir Çin prensesi ile evlendi. Fakat savaş uzun sürdü. (1216).

UYGUR DEVLETİ MOĞOLLARIN ELİNE GEÇTİ

Moğolistan ve Çin'in hemen batısında Kara-Hitay Gurhanlıların ülkesi vardı. (Uygur sınırından, Aral Gölü'ne kadar uzanan bu geniş alanda uygar bir devlet olarak yaşayan Kara-Hitaylılar, önce Moğollar'dan kaçan kabilelerin, daha sonra da Moğollar'ın istilâsına uğradı (1209). Aynı yıl Uygur Hükümdarı İdikut'un ordusu yenilerek bu devlet Moğollar'ın eline geçti. Yedi-Su kuzeyinde bulunan Karluk Hükümdarı Aslan Han da bütün direnmesine rağmen aynı akıbete uğramaktan, kendisini ve memleketini kurtaramadı (1211). Bunu, İli vadisindeki Alamalık Hükümdarının yenilgisi izledi (1216).

Cengiz Han, Batıya kaçan düşmanlarını takibe, oğlu Cuci’yi memur etti.Cuci, Merkitlerin üzerine yürüdü ve Merkit ordusunu kırıp geçirdi.Bu sırada Cuci, Harzemşahların kalabalık ordusu ile karşılaştı. Çatıştılar, fakat yenişemediler. Cuci, bir savaş oyunu ile çekildi.

Cengiz Han, birkaç yıl sonra, Harzemşah'a kendi yönetimindeki ordusu ile yüklendi. Bu ordunun 600.000 kişilik bir ordu olduğu söylenir. Dört oğlu ile birlikte kendisi de ordunun başında gidiyordu. Harzemşah ordusu yenildi ve bütün ülkesi Moğol atlılarının ayakları altında kaldı. Cengiz Han, yoluna devam etti. İiran'ı ele geçirdi..

En büyük oğlu Cuci, sefere devam ederek Kafkasları geçti, Rusya içlerine daldı. Oralarda serpil! Türk boylarını bir bayrak altında topladı. Hazer Denizi çevresindeki Türk asıllı ve Yahudi dinine girmiş Hazer devletini de ele geçirdi. Böylece, bütün Asya, Çin Denizi'nden Ballık Denizi'ne kadar uzanan uçsuz bucaksız topraklar imparatorluğunun sınırlan içine girmiş oluyordu.

SAĞLIĞINDA İMPARATORLUĞU OĞULLARINA PAY ETTİ

Cengiz Han sağlığında imparatorluğu oğulları arasında taksim etmiştir. Bununla
beraber, imparatorluk, onun ölümünden sonra da devam etmiş ve kardeşler, kendi bölgelerinde başlarına buyruk hareket etmelerine rağmen, imparatorluğu güçten düşürmemeye dikkat etmişlerdir.

Cengiz Han orduda ve ülkesinde disiplin kurmuş ve disipline her şeyin üstünde titizlik göstermiştir. Buyruğa karşı gelenler, hemen yok ediliyorlardı. Toplumda ne yaptığını Cengiz Han şöyle anlatmıştır:

"Benden önce, oğul babaya, küçük kardeş ağabeysine, gelin kaynanasına, memurlar a-mirlerine itaat etmiyorlar, amirler de, emirleri altında bulunanlara karşı görevlerini yapmıyorlardı. Ben her yerde düzeni kurdum, herkese vazifesini bellettim, mevkiini tayin ettim, işte yaptığım budur."

Tarihin bu en büyük cihangiri. 1227 yılında hayata gözlerini yumdu.

bluekeys™ 11-28-2006 01:58 PM

CEZZAR AHMET PAŞA
( ?- 1804 )
Vezir rütbesi ile Sayda Valisi... Akkâ önlerinde Napolyon Bonapart'ı yenen ve Mısır'ı kurtaran komutan... Cesaretli, iradeli, kavrayışlı, zeki bir devlet adamı... Halkın içinden çıkmış.devletinin çıkarlarına baş koymuş gözü pek bir Osmanlı...

Hangi tarihte ve nerede doğduğu bilinmez. Tarihlerde, babası ve ailesi hakkında da fazla bilgi yok...Konya'da kasap çıraklığı yaptığını söyleyen tarihçiler varsa da iddia belgesizdir. Sadrazam Hekimoğlu Ali Paşa'ya kapılanarak onunla Mısır'a gittiği kesin olmakla beraber, nasıl kapılandığı, Ali Paşa'nın nasıl güvenini kazandığı malûm değildir.

CEZZAR AHMET PAŞA BUHAYRE KAŞIFLIĞINE ATANDI

Cezzar Ahmet Paşa, Hekimoğlu Ali Paşa'dan sonra da Mısır'da kalmış ve Abdullah Bey adında bir komutana kapılanmıştır. Bu Abdullah Bey, Urban tarafından öldürülünce. Cezzar Ahmet Paşa'yı Buhayre Kaşifliği'ne atadılar. Cezzar, efendisi Abdullah Bey'in kimler tarafından ve kimlerin teşviki ile öldürüldüğünü öğrenmişti. Tertibi düzenleyen, Büyük Ali Bey idi. Cezzar, suikaste çeşitli yollardan karışmış 70 Arabın, bir gecede kellelerini uçurdu ve uçurduğu kelleleri Büyük Ali Bey'e gönderdi! Korkunç bir intikamdı bu!.. Cezzar'ın bu intikamını görenler, dehşete düştüler ve kendisine "Cezzar", yani kasap, kan dökücü anlamına gelen bir isim taktılar. Ahmet Paşa bu ürkütücü ismi hayatının sonuna kadar taşıdı. Kendisine, böyle söylendiği için kızıp kızmadığını soran bir dostuna: "Ne kızayım” demişti, “bana bunca iyiliği, devletime bunca hizmeti geçmiş Abdullah Bey gibi bir adamın intikamını aldığım için 'Cezzar' diyorlarsa, bu benim için şereftir."

Cezzar, Büyük Ali Bey'in intikam alacağından çekiniyordu. Nitekim bazı haberler de almıştı, İstanbul'a döndü ve bir süre kendisini unutturdu.

Aradan biraz zaman geçince, Şam Valisi Osman Paşa'ya kapılandı. O sıralar, Tahir Ömer, Zeydan ve Şahap aileleri, Suriye'de devletin başına gaile açmışlardı. Bu ayaklanmaları bastırmak görevi, Cezzar Ahmet Paşa'ya verildi. Bu, çeşitli yönleriyle çapraşık konuyu Ahmet Paşa kısa bir sürede halletti, kan dökmeden işin içinden çıkmanın yolunu buldu. Bunun üzerine İstanbul, kendisine önce Beylerbeyi, sonra da vezirlik rütbesi vererek, Sayda Valiliği'ne tayin etti. Cezzar Ahmet Paşa'nın yıldızı parlamaya başlamıştı (1776).

CEZZAR AKKA KALESI'NDE SIMSIKI DURMUŞTU

Suriye’de güvenliği sağlayan Ahmet Paşa, bir süre sonra, Hac Emirliği ile Şam Valiliği'ne getirildi (1785). Fakat Cezzar, Şam'da oturmuyor, kendisi için daha güvenli saydığı Akkâ Kalesi'nde yaşıyordu. Bir yandan devlet işlerini yürütürken, bir yandan da askerleriyle iç içe yaşıyor, onların talim ve terbiyeleriyle yakından ilgileniyordu.

Ahmet Paşa, birkaç kez Şam ve Sayda valiliklerini şahsında birleştirmiş ve Suriye'nin tek hâkimi haline gelmiştir. Onun gözünde en önemli iş, Osmanlı devletinin bekası idi. Bu yüzden, mahallî gerçeklere uymayan saray emirlerini bile dinlemiyor, bildiği gibi hareket ediyordu. Emirleri uygulamadığını öğrenen İstanbul, kendisini valilikten alıyor, fakat Cezzar'ın haklı olduğu anlaşılınca da, tekrar eski görevine atıyordu.
Napolyon Bonapart, 1798'de Mısır'ı işgal edince, Cezzar Ahmet Paşa'ya, Trablus, Şam ve Kudüs valilikleri de verilerek Napolyon'u durdurması emredildi. III. Selim, Cezzar'ı takviye için İstanbul'dan 3000 kadar Nizam-ı Cedid askeri göndermişti. İngiliz donanması da Napolyon'u Akdeniz'de sıkıştırmış bulunuyordu. Bu yardımlar gelene kadar Cezzar, Akkâ Kalesi'nde sımsıkı durmuş, Napolyon'un askerlerine bir adım bile attırmamıştı.

Savaşta talihinin döndüğünü farkeden Napolyon, Cezzar Ahmet Paşa'ya anlaşma teklifinde bulundu. Cezzar. birçok kereler tekrarlanan bu teklifleri reddetti. Napolyon'un ordusu, Cezzar'ı eninde sonunda yeneceğini hesaplamakta idi. Fakat Cezzar'ın 3000 kişilik Nizam-ı Cedid birliği ile kaleden çıkması ve kendi askerinin de yardımı ile düşman hatlarını parça parça etmesi, savaşın kaderini tayin etti. İngiliz donanması da kıyı boyunca Fransız kuvvetlerini top ateşine tutuyor ve iki ateş arasında kalan Napolyon'un askerleri, bozgun halinde Mısır'a kaçıyorlardı.

CEZZAR, SARAYIN GÜVENDİĞİ KOMUTANLAR ARASINA KATILDI

Zafer haberi, İstanbul'da büyük şenliklere yol açtı. Cezzar'ın adı ve kazandığı zafer, bütün Osmanlı ülkesinde duyuldu. Artık, Mısır seferine kendisinin memur edilmesini beklemekteydi.

Fakat bu sırada Sadrazam Yusuf Ziya Paşa'nın Mısır seferi seraskerliğine tayin edilmesi, Cezzar'ı hayal kırıklığına uğrattı. Bu yüzden, Sadrazam Yusuf Ziya Paşa'ya gerekli yardımları zamanında yapmadığı söylenir. Bununla beraber Cezzar, sarayın güvendiği komutanlar arasına katılmıştı. O sırada başkaldıran Hicaz Vahabileri'nin tenkili, Cezzar Ahmet Paşa'ya verildi.

Cezzar, sefer hazırlıklarını sürdürürken, hastalandı. Bu yüzden Süleyman Paşa'yı kendisinin yerine gönderdi. 70 yaşını geçmiş olduğu bu yılda (1804) yakalandığı hastalıktan şifa bulamayarak öldü.

bluekeys™ 11-28-2006 01:59 PM

DEDE KORKUT
( ?- ? )
Türklerin masalcı dedesi! Türk'ün geleneklerini, göreneklerini, âdetlerini, inançlarını, başka uluslardan farklarını velhasıl sosyal karakterini masallarına işleyen, onu günümüze kadar güzel bir üslup içinde yaşatarak getiren büyük sanatçı!..

Ne doğduğu yıl bellidir, ne de öldüğü yıl... Hatta yaşadığı yüzyıl bile tartışmalıdır. Masallara karışmış bir masalcıdır Dede Korkut... Ama canlıdır. Nesre benzeyen şiiri, şiire benzeyen nesriyle bezeli hikâyeleri, günümüzde yazılanlardan bile daha diri, daha hayata yakındır.

KESİN OLARAK NE ZAMAN YAŞADIĞI BİLİNMEMEKTEDİR

Bazı araştırmacılar, Hz. Peygamberin çağında yaşadığını söylerler ve eserleri içinde, bu fikirlerini destekleyen bölümler gösterirler. Bazı araştırmacılar, Uzun Hasan döneminde yaşadığını savunurlar ve eserlerinde, Uzun Hasan'ın yaptığı savaşları ve savaştığı kavimleri düşüncelerine kanıt olarak gösterirler. Bazı araştırmacılar da Oğuz Türklerinin masalcı ve destancısı olduğuna inanır. Bu düşüncede olanlar, bugün elimizde mevcut 12 destan-hikâyesinden, kendi fikirlerini ispat edecek belgeyi bol bol bulurlar.

Eğer bir sanat eseri, her çağın insanlarının hayatlarına, düşüncelerine denk düşüyorsa, ölümsüz demektir. Dede Korkut destan-masalları, böylece gerçek bir sanat eseri olduklarını çağımıza kadar tazeliğini yitirmeden gelmeleriyle ispatlamışlardır.

Pertev Naili Boratav, Dede Korkut Masalları için İslâm Ansiklopedisi’ne yazdığı makalede, bu masalların 15. yüzyıla kadar sözlü aktarmalarla geldiğini ve 15. yüzyılın ikinci yarısında Akkoyunlular tarafından yazıya geçirildiğini hatırlattıktan sonra, elimizde mevcut metinlerde iki ayrı dönemin olayları bulunduğunu işaret ediyor.

DEDE KORKUT MASALLARINI BİR AKKOYUNLU OZAN ELE ALMIŞTIR

Oğuz Türklerinin Sir-Derya kuzeyindeki (vatanlarında 9.-11. yüzyıllar arasında ge-çirdikleri hayatları, bu masal - destanlara yansımıştır. Birde bu masal - destanlar, yazıya geçirildikleri 15. yüzyılın Akkoyunlu beyliğinde oluşmuş olayları kapsamaktadır. Dede Korkut masallarının temeli, Oğuz Türklerinin hayatları üzerine oturtulmuştur ve bu dönemin örf, adet, gelenek ve yaşayış biçimlerini yansıtır ama aynı gelenek ve görenekleri yaşayışlarında sürdüren Akkoyunlular, masalları yazılı biçime sokarken, bazı hikâyeleri, o günlerin olayları üzerine oturtarak adapte etmişlerdir.

Dede Korkut masallarını kaleme alan Akkoyunlu Ozan, herhalde yüksek bir edebî bilgiye ve maharete sahipti. Belki kendi düşüncelerini de bu masallara katarak onları zenginleştirmiş, âdeta yeniden hayata kavuşturmuştur. Vatikan Kitaplığı’ndaki en eski nüshasında "Korkut Ata Ağzından, Ozan Aydur" kaydının bulunması bunun kanıtıdır.

Dede Korkut'un hayatı üzerinde kurulmuş bir efsaneye göre, Dede Korkut, Afrika taraflarında doğmuş, yaşamış ve günün birinde kendisine bir mezar kazıldığını görmüştür. Ö-lümden kim korkmaz! Dede Korkut da bu mezardan ve mezar kazıcılarından kurtulmak için diyar diyar kaçmış, her gittiği yerde mezarını ve kazıcılarını kendisini bekler görünce daha da uzaklara gitmiş ve sonunda Sir-Derya nehrinin ağzına yakın bir yere gelip hırkasını suya yatırmış ve burada tam yüz yıl yaşamış.

Bazı önsözlerde, Dede Korkut'un Peygambere elçi gönderildiği yazılıdır. Bu eklemelerin, Türklerin İslâmiyet’i kabul ettikleri yıllarda yapıldığı sanılıyor.

DEDE KORKUT'UN GÜNÜMÜZE KADAR 12 HİKAYESİ GELMİŞTİR

Dede Korkut, Oğuz Türklerinin "bilicisi" olarak tanınır. Nitekim kendisi: "Oğuz halkının başına hayır gelesini, şer gelesini dedim..." diyerek, söylediği hikmetlerle Oğuz Türklerine yol gösterdiğini açıklıyor ve bir Şaman olması ihtimalini kuvvetlendiriyor. Şamanlar, aynı zamanda ozan oluyorlar, geçmiş zamanların hikâyelerini anlatıyorlar, gelecekten haber veriyorlardı.

Dede Korkut'un günümüze kadar gelen 12 hikâyesi şunlardır:
1—Derse Han oğlu Boğaç
2—Salur Kazan'ın evinin yağmalanması
3—Bay Büre beğ oğlu Bamsi Beyrek
4—Kazan oğlu Uruz'un tutsak olması
5—Deli Dumrul
6—Kazılık Koca oğlu Yeğenek
7—Kanlı Koca oğlu Kan Turalı
8—Depe-Göz
9—Beğil oğlu İmren
10—Uşun Koca oğlu Zegrek
11—Salur Kazan'ın tutsak olması.
12—İç-oğuza, Taş-oğuzun başkaldırması

Bu hikâyelerin 8 tanesi, iç ve dış savaşlara aittir. 2 tanesi aşk macerasını dile getirir. 2 tanesi de mitolojiktir. Fakat hepsi birden, Türk dünyasını en gerçek biçimde yansıtır. Üstün bir anlatım gücü, destansı bir üslup, yaşayan diri bir Türkçe ile Türk soyunun kahramanlığı, uygarlığı, ahlakı, dinî gelenekleri ve yaşamları dile getirilir. Türk mitolojisinin kaynağı Dede Korkut masalları, destanlarıdır...

bluekeys™ 11-28-2006 01:59 PM

EKBER ŞAH
( 1542-1605 )
Daha 14 yaşında iken, savaş yönetmiş ve zafer kazanmış bir komutan... Hindistan'ı buyruğu altında tek bir ülke haline getiren imparator... İmparatorluğunu tek bir inanç altında toplayabilmek için yeni bir dine öncülük eden sultan!.. Tarihin seyrek rastladığı bir ıslahatçı... Maliyede, idarede, toprak düzeninde yeni esaslar getiren devrimci... Ekber Şah, 63 yıllık hayatının 49 yılını hükümdar olarak yaşamıştır...

Babür Şah'ın torunu, Hümayun Şah'ın oğludur. Babası Hümayun Şah, bir kaza sonucu düşüp yaralanınca, Afgan'daki ayaklanmalara karşı-daha 13 yaşında iken-savaşan oğlu Ekber'e, ölmek üzere olduğunu bildirmiş ve yerine geçmesini bir buyruğu ile oğluna emretmişti. Ancak Ekber Şah'ın savaştığı Afganistan, Delhi'ye uzak olduğu için, gelmesi gecikti. Bu sırada Hümayun Şah öldü. Sarayda büyük bir telâş ve tereddüt vardı. O sıralarda Delhi'de bulunan Osmanlı Kaptanıderyası Şeydi Ali Reis, ölümün halktan saklanmasını ve Ekber Şah dönene kadar işlerin yürütülmesini tavsiye etti. Nitekim öyle yaptılar...
Ekber Şah, Delhi'ye eriştiği 14 Şubat 1556 tarihinde Hümayun Şah'ın öldüğü, Ekber Şah'ın yerine geçtiği halka duyuruldu. Hümayun Şah'ın cenazesi merasimle gömüldü ve Ekber Şah -babasının da veziri olan- Bayram Han'ı yeniden vezir seçti.

ORDUDA SAĞLAM BİR DİSİPLİN KURDU

Ekber Şah'ın babasından devraldığı ülke, karışıklıklar içindeydi. Yer yer, ayaklanmalar oluyor, komşu devletler sık sık savaşlarla ülkeden toprak kazanıyorlardı. Ekber Şah, önce orduyu eline aldı. Sağlam bir disiplin kurdu. Komutanlar arasındaki çekememezlikleri halletti. Ancak bu sırada bir iç gaile ortaya çıktı. Ekber Şah'ın süt kardeşleri taht üstünde hak iddia ediyorlardı. Ekber Şah, bütün güçlüklerin üstesinden geldi.

Ekber Şah, pek erken çağda inkişaf etmiş bir kafa sahibi idi. Komutanlıkta üstüne olmayan Bayram Han bile, birçok konularda Ekber Şah'tan akıl alıyor tedbir soruyordu. 7 yıl, sürekli olarak savaştan savaşa koştu, imparatorluğunda gözü olan komşu hükümdarları bir, bir yenerek itaati altına aldı. İlk iş olarak, Pencap, Delhi ve Agra çevresindeki ülkeleri zaptetti, 1567'de Raçput'ları yendi. 1570'tle Audh ve Gvaliyor'u ülkesine kattı. 1572'de Gücerat üstüne yürüyerek Ahmetabad sultanlarını yendi. Aynı yıl, Aşağı Ganj vadisini imparatorluk hudutları içine aldı. Ekber Şah, artık hiçbir Hind devletinin olmadığı kadar büyük bir Hindistan kurmuş ve ülkede buyruğunu yürütmüştür.

İDARİ VE MALÎ TEŞKİLATI YENİDEN KURDU

Ekber, bir taraftan imparatorluğunu genişletir, yeni savaşlarla yeni ülkeler kazanırken, bir taraftan da idarî ve malî teşkilâtı yeniden kurdu. Bu iç düzenlemelere 1573'de başladı. 31 yaşındaydı. Dedesi Babür Şah, imparatorluğunun toprak yapısına dokunmamış, malî düzenlemelere başlamak üzere iken ölmüştü. Babası Hümayun Şah, tereddütler içinde yaşayan bir insandı. Daima, karar almakta güçlük çekerdi. Bu yüzden Babür Şah günlerindeki imparatorluk, yıl yıl erimiş, birçok topraklar komşu devletlere kaptırılmış, hele devletin iç düzeni iyice bozulmuştu.

Ekber, önce toprak düzenini ele aldı. O zamana kadar, şahsî tasarruf altında bulunan Zeametlerin hepsini-bir emirname ile- devlet tasarrufuna geçirdi. Böylece, zeamet sahipleri, toprağın mülkiyetine değil, sadece yararlanma hakkına sahip olacaklardı. Her zeametin savaşlarda ne kadar atlı asker çıkaracağını belirleyen bir kütük hazırlattı."Damgalama Nizamı" adıyla bilinen bir emirname ile, ülkedeki bütün atları damgalattı ve bunları devlet atları olarak zeamet sahiplerine dağıttı. Böylece, zeamet sahiplerinin, ellerindeki topraklardan elde ettikleri geliri istedikleri gibi çarçur etmelerinin önüne geçmeyi düşünüyordu.

İLK MODERN DEVLETİN TEMELLERİNİ ATTI

Askeri alanda yaptığı bu düzenlemeleri, sivil alana da aktardı. Sivil memuriyetleri de, askerler gibi, rütbelere bağladı ve her rütbe için hazineden bir maaş ödenmesini buyurdu. Böylece, asker ve sivil bütün hizmetler, devlet hazinesinden bağlanan aylıklarla yürütülüyor ve ülkenin bütün geliri, devlet hazinesine giriyordu. Ekber Şah, böylece, yalnız kendi ülkesinde değil, dünyada da ilk modern devletin temellerini atmış oluyordu.

Bu yeni düzen, eski düzenden yararlanıp ceplerini dolduranları elbette memnun etmedi. Yer yer ayaklanmalar oldu. Ayaklanmalar şiddetle bastırıldı. Fakat, Ekber olayların üzerine daha fazla gitmemeyi, devletin çıkarına uygun gördü. Bazı zeametlerin eski duruma dönmesine göz yumdu. Fakat "damgalama düzenini" sonuna kadar titizlikle korudu.

Ekber Şah, ülkesinde çeşitli dinler ve mezheplerin birbirleri ile kavga halinde yaşadığını görüyordu. Ülkeyi birlik halinde tutabilmek için, tek bir inancın etrafına insanları birleştirmeyi düşündü. Birçok dinleri inceledi. Sarayda "İbadethane" adını verdiği bir salon yaptırdı ve burada çeşitli dinlerin en ileri gelenlerini toplayarak aylar, hatta yıllarca karşılıklı münazaralar düzenledi.

Ekber'in hükümdar olduğu 16. yüzyılda fikrin, ibadet kabul edildiği başka bir ülke gösterilemez. Bu münazaralardan yararlanarak yeni bir din ortaya attı ise de başaramadı ve 1605'de öldükten sonra, kurmaya çalıştığı din disiplini de ortadan kalktı. Tarihin ilk "modern devlet " düzenini kuran seyrek rastlanır, ileri görüşlü devlet adamlarından biridir.

bluekeys™ 11-28-2006 02:00 PM

EVLİYA ÇELEBİ
( 1611-1682 )
Türk gezi edebiyatının en büyük temsilcisi... Üslubu ile, çağma damgasını vurmuş bir yazar... Osmanlı tarihine, sosyolojisine kaynaklık eden bilinçli bir gezgin... Uluslararası ünü olan birkaç fikir adamından sonra, alanında tek olan bir gezi yazarı... Evliya Çelebi, 25 mart 1611'de İstanbul'da, Unkapanı semtinde dünyaya geldi.

Evliya Çelebi'nin soykütüğü, Fatih dönemine kadar çıkar. Babası, Derviş Mehmet Zılli'dir. 100 yaşında ölen Derviş Mehmet Zılli, Kanuni'nin Zigetvar seferine katılmış, Lala Mustafa Paşa 1571'de Magosa'yı feth ettiği zaman, bu sefere de katılan Mehmet Zılli, Magosa'nın anahtarlarını İstanbul'a götürmek görevini yapmıştı. Osmanlı devletine daha pek çok hizmetler görmüş olan bu babanın oğlu, Evliya Çelebi, babasının arkadaşları arasında yaptığı savaş sohbetlerini dinleye, dinleye, savaşlara katılma, dünyayı gezip görme merakına kapıldı.

BÜTÜN EMELİ DÜNYAYI GEZMEKTİ AMA NASIL YAPACAKTI?..
Evliya Çelebi'nin kendi kalemiyle yazdığına göre, soyu, Germiyanoğlu Yakup Bey'e uzanır, o yoldan da Hoca Ahmet Yeseviye bağlandığını söyler. Çocukluğunda, gördüklerini incelemek, incelediklerini yazmak merakı vardı. Babasının yaptığı uzun geziler, onu da dünyayı dolaşmaya, gördüklerini eşine dostuna anlatmaya ve yazmaya teşvik ediyordu.

Zeki, hoşsohbet, nüktedan bir insandı. Zamanın ansiklopedik bilgilerini okumuş, öğrenmişti. Arapça da biliyordu. Bütün emeli, dünyayı gezmekti ama, bunu nasıl yapacaktı?.. Bir gece rüyasında, Hz. Peygameri gördü. O kadar heyecanlanmıştı ki, "Şefaat Ya Resulallah" diyeceği yerde şaşırıp, "Seyahat Ya Resulallah" demiş, böylece, Hz. Peygamberin hem şefaatini, hem seyahat iznini almıştı. Kendisinin anlattığına göre, Sa'd İbni Vakkas da kendisine gezdiği yerleri yazmasını tavsiye etmişti.

Bu rüyasını, zamanın ünlü kişilerine anlattı ve bu kişiler kendisine, İstanbul'u dolaşmasını, gördüklerini yazmasını önerdiler... O da öyle yaptı, İstanbul'u, bütün çevresiyle birlikte gezdi, dolaştı. Tarihini, insanlarını araştırdı. Adetlerini, yaşayışlarını, ünlü kişilerini yazdı ve böylece, Seyahatnamenin birinci cildini hazırlamış oldu.

BÜTÜN HAYATI YOLLARDA VE DURAKLARDA GEÇTİ
Melek Ahmet Paşa, Evliya Çelebi'nin akrabalarındandı. Silahtar bulunduğu sıralarda 4'üncü Murad'a Evliya Çelebi'den bahsetmiş ve saraya musahip alınmasına önayak olmuştur. Evliya Çelebi'nin sesi güzeldi. Şarkı-gazel okur, ezana kalkar, imam bulunmazsa namaz kıldırırdı. Güler yüzlü, hoşsohbet, kimsenin kalbini kırmaz, herkesle hoş geçinir bir kişi olduğundan, kısa bir zamanda sarayda ün yaptı.

Evliya Çelebi, zaman zaman, resmî görevlerde de bulunmuş ve devlete böylece de hizmet etmiştir. Fakat, Evliya Çelebi'nin yıldızını parlatan olay, teyzesinin oğlu olan Melek Ahmet Paşa'nın sadrazam olmasıdır. Bağdat Valiliği'nden, Sadaret mevkiine getirilince, Evliya Çelebi sadrazamın en güvendiği kişi oldu. Ancak, bu gücünü hiçbir zaman kötüye kullanmadı, tersine birçok insanların işlerini kolaylaştırarak dost kazandı.

Melek Ahmet Paşa, sadrazamlıktan af edilip Özi beylerbeyliğine atanınca, Evliya Çelebi de kendisiyle Özi'ye gitti. Bütün hayatı yollarda, duraklarda geçmiştir. Seyahatnamesinden, Anadolu, Rumeli, Suriye, Irak, Mısır, Girit, Hicaz, Macaristan, Transilvanya, Almanya, Hollanda, Bosna-Hersek, Dalmaçya, Güney Rusya, Kırım, Kafkasya ve İran'a gittiğini öğreniyoyoruz.

Evliya Çelebi, gezdiği, dolaştığı, bütün bu yerlerde, incelemeler yapmış, o toprakların folklorunu, sanatını, edebiyatını, sanat eserlerini incelemiş ve bunları üşenmeden, usanmadan bir bir defterine yazmıştır. Her binanın enini, boyunu, adımları ile ölçerek hesaplamıştır. Fakat günümüze kadar intikâl eden bazı binaların ölçülerinin Evliya Çelebi'nin ölçülerine uymadığı görülmüştür. Bu da Seyahatname'nin bazı yanlışları olduğu düşüncesinin doğmasına yol açmıştır.

Birçok savaşlara katıldı, iyi ata biniyor, sırası geldiği zaman, yaman dövüşüyordu. Birçok defalar ölüm tehlikesiyle yüzyüze gelmiş, fakat ince zekası, hazırcevaplığı ve güler yüzü ile bu ölüm tehlikelerinden yakasını sıyırmasını bilmiştir.

SEYAHATNAME DAHA HALÂ TOZLUDUR, GÜN IŞIĞINA ÇIKARILMAMIŞTIR

Evliya Çelebi Seyahatnamesi, 17'inci yüzyıl Osmanlı imparatorluğumun gerçek yüzünü gösteren bir tablodur. Çelebi; anlatacağı şeylerin, sarayca iyi karşılanmayacağını veya zamanın uleması tarafından hoş görülmeyeceğini fark edince, hemen o anlattığı yerde bir rüya görmüş ve bu rüyasını teferruatıyla anlatmıştır, imparatorluğun çöküntü sebepleri, bu rüyalarda anlatılmıştır. Devrin eleştirisi, rüyalarıdır. Hiç kimse, gördüğü rüyadan sorumlu olamayacağı için, bütün tenkitlerini rüyanın mistik tablolarını sığdırmıştır. Seyahatname'nin üzerinden bugüne kadar bâzı çalışmalar yapılmışsa da, derinlemesine bir çalışma ne yazık ki yapılamamıştır. 17'nci yüzyılın bu büyük belgesi, hâlâ tozludur ve bütün çizgileriyle gün ışığına çıkarılmamıştır.

Evliya Çelebi'nin bir başka önemli yanı, kullandığı üsluptur. Abartmaya dayanan bu üslup, Grotesk'te olduğu gibi, değerleri gerçekteki boyutlarına göre çizmiştir. Yani Grotesk ressamları nasıl bir kralı çocuk boyunda, tutup, bir balıkçıyı dev gibi çizerek, onlara verdikleri değerleri anlatmaya çalışmışlarsa, Evliya Çelebi de zamanın ünlü kişilerini, eğer değersiz iseler, abartma yolu ile küçültmüş, oradaki sade bir vatandaşın değeri varsa, onu da yine aynı yolla gerçek çizgilerine oturtmuştur.
Evliya Çelebi'ye, Osmanlı ülkesinin ilk Grotesk yazarı gözü ile bakılabilir.

bluekeys™ 11-28-2006 02:01 PM

FARABİ
(870-950)
Dünya bilim ve düşünce tarihinde şerefle yer almış büyük Türk bilgini, düşünürü. Eski Yunan felsefesinde sentez yapabilmiş dünyanın seyrek rastladığı fikir adamı. Fizik, kimya, tıp, matematik ilimlerinde ve felsefede vardığı sonuçlarla, Avrupa uygarlığına katkısı olmuş, kitapları 18. yüzyıl sonuna kadar Avrupa üniversitelerinde okunmuş bir Türk dehâsı... Farabi...

Asıl adı, Mehmet'tir. Türkistan'da, Farab şehrinde 870 yılında doğdu. Babası, kale komutanlarından Mehmet Turfan idi. Batı bilim dünyası, onu, Alfarabius adı ile tanır. Farablı demektir. İlk öğrenimini doğduğu şehirde yaptı. Zamanın tanınmış bilginlerinden ders aldı. Bilgisini genişletmek için, önce İran'a, sonra Bağdat'a gitmiştir.

FARABI'YE İKİNCİ ÜSTAT DENMİŞTİ

Bağdat’ta bulunduğu dönemde, hem zamanın ünlü kişilerinden ders aldı, hem verdi. Özellikle mantık ve gramer üzerindeki bilgileriyle, Arapçasını bu şehirde ilerletti. Dindardı. İslâmiyetin, akla dayalı bir din olduğuna ve Allah'a ulaşmak için bilmenin şart olduğuna inanıyordu. Farsça, Arapça, Latince ve Yunanca öğrendi. Özellikle, Yunan düşünürleri, Aristo ve Eflatun'un fikirlerinin bir sentezini yapmaya ve Sokrat'ın kurduğu temeli ortaya çıkarmaya çalıştı. Bu sebeple kendisine 'Hace-i sani", ikinci üstat derler. Aristo'ya üstat dendiği için, Aristo’yu yeniden şerh eden notlar ekleyen, kurduğu felsefenin eksik yanlarını tamamlayan Farabi’ye ikinci üstat denmiştir.

941 yılında Halep’e geldi. O yıllarda Halep, Hemedanoğullarından Seyfüddevle Ali’nin idaresi altında idi. Bu Türk hükümdarı, Türk bilgini Farabi'ye büyük itibar gösterdi. Onu sarayına aldı. Bazı kaynaklar, Farabi'nin, kendisine teklif edilen yüksek maaşı red ederek, bostan bekçiliği yaptığı ve sabaha kadar mum ışığında felsefe okuduğunu yazarlar. Doğru olmasa gerektir.

Farabi'nin, Seyfüddevle tarafından büyük itibar görmesi, Halep'teki bilim adamlarını kıskandırmış ve Farabi'nin hiçbir şey bilmediğini söylemeleri üzerine, Seyfüddevle'nin huzurunda bir imtihan düzenlenmiştir. Bu imtihanda Farabi'nin büyük üstünlüğü ortaya çıkmış ve Halep âlimleri bundan sonra kendisinden ders almışlardır.

İLK İSLAM FİLOZOFU VE İSLAM FELSEFESİNİN KURUCUSU IDI


Farabi, ilk islâm filozofu ve islâm felsefesinin kurucusudur. Samanoğulları hükümdarlarından Mansur b. Nuh'un isteği üzerine kaleme aldığı söylenen "Et-ta’limü’s-sani" (İkinci Öğretim) Yunan felsefesinin bir özetini verir. Fakat bu özeti, öylesine başarılı olmuştur ki, kendisinden sonra gelen ve bütün dünyanın fikirlerine itibar ettiği Ibni Sina ve Ibni Rüşt bu kitaptan yararlanarak Yunun felsefesini öğrenmişlerdir. Ibni Sina diyor ki: "Farabi'nin bir mezat yerinden satın aldığı kitabı sayesinde, o zamana kadar bir türlü kavrayamadığım metafiziği tamamen öğrendim.” Farabi aynı eseriyle İbni Rüşt’ün üzerinde de tesirini göstermiştir.

Farabi,musiki ile de uğraşmış, hatta “ Kanun “ adı ile bilinen sazı icat etmiş ve bu saz ile bir çok besteler yapmış ve söylemiştir.

Bir sohbette orada hazır bulunanlara kanun çaldığı, önce dinleyenleri güldürdüğü, sonra ağlattığı ve daha sonra da uyutup, kalkıp gittiği söylenir. Vücuda getirdiği "Kitab-ül musiki “ müzik üzerinde ilk yazılmış bilim belgesidir.

Farabi, Halep'ten Şam'a, Şam'dan Kahire’ye, Kahire'den tekrar Şam'a ve Halep'e geçmiş bütün bu gezileri sırasında verdiği derslerle fikirlerini yaymış ve bilim hayatına hizmet etmiştir. Halep'te, 950 yılının ocak ayında öldü. Şam çevresinde Babüssagir denilen yerde gömülüdür.

HEMEN HEMEN HER DİLDE KİTAPLARI VARDI

Kitapları Mısır'da ve Hindistan’da basıldı. Ondan sonra, oradan bütün dünyaya yayıldı. Bugün, hemen hemen her dilde Farabi'nin kitaplarını bulmak mümkündür. İlk doğu ansiklopedisi olan "Ihsau’l-ulum “ ilimlerin tarif ve tasnifini yapar. Latince’ye çevrilmiş, oradan dünya dillerine aktarılmıştır. Eflatun'la Aristo'nun fikirlerini birleştirmeye çalışan ve yeni bir sentez ortaya çıkaran kitabının adı: "Eflatun-ül ilâhi ve Aristotlis" tir. Ayrıca, Aristo'yu şerh eden ve notlarla eksikliklerini tamamlayan kitabı: "Kitab-ül ibane an garaz Aristotlis"dir. Dilimize "aklın tasavvuruları" ve "felsefeye başlangıç" diye çevirebileceğimiz eserleri, Batı felsefesinin kuruluşuna hizmet etmiş ve islâm felsefesinin temellerini teşkil etmiştir.

Fikir ve kavrayış, çok verimli geniş çalışmaları,anlatmak istediğini büyük bir kolaylıkla, anlaşılır biçimde getirmesi ile, doğuda da batı da hayranlık yaratmıştır. Ahlaklı, nazik, alçak gönüllü idi. Aristo’dan söz açarken “ Ben Aristo zamanında gelse idim onun en iyi öğrencilerinden olurdum “ demesi, ne kadar alçak gönüllü olduğunu kanıtlar.

bluekeys™ 11-28-2006 02:01 PM

FATİH SULTAN MEHMET
( 1432- 1481 )


Çağ açan Osmanlı hükümdarı... Bizans İmparatorluğu'na son veren hükümdar. Osmanlı hanedanının ilk resmî sultanı. 29 Mart cumartesi gecesi Edirne Eski Saray'da doğdu. Babası II. Murad, annesi İsfendiyar Beyi'nin kızı Hatice Hüma Sultan'dır. Tahsile başlayana kadar geçen zaman içinde, Edirne Sarayı ve II. Murad'ın Bursa'daki evinde yaşadı. Ve gelenek gereği yedi yaşında okumaya başladığı zaman üç ayrı hocadan ders aldı. Kültür, sanat ve askerlik konularında gördüğü bu dersler, zamanın en ileri gelen bilginleri tarafından veriliyordu.

1443'de Amasya Valisi iken ölen ağabeysi Alâaddin Ali Çelebi'den sonra, tahtın tek varisi olmuştu. 11 yaşında Manisa Valiliği'ne atandı. Ve 12 yaşına bastığı yıl da, babası tahttan feragat ederek kendisinin yerine oğlunu hükümdar yaptı.

Bu feragat, tarihlerde çeşitli yorumlara yol açmıştır. Bazı tarihçiler II. Murad'ın Osmanlı ileri gelenlerinin ellerinde biriktirdikleri varlığı devlete intikal ettirmek sureti ile ikta sistemini yürürlüğe koymak istemesinden kaynaklandığını ileri sürerler. Diğer tarihçiler de II. Murad'ın, sağlığında oğlunun hükümdarlığını görmek istemesi sebebi ile bu feragatte bulunduğunu yazarlar. Ancak, 12 yaşındaki II. Mehmet'in padişahlığının devlet ileri gelenlerini memnun etmediğine bakılacak olursa, birinci ihtimal zayıf düşer.

BİZANS VE VENEDİKLİLERLE BİRER YILLIK ANLAŞMA İMZALADI

Murad Han, Balkanlarda barışı sağladıktan sonra çekilmişti. Fakat Papa'nın da zorlaması ile Macar kralı bir Haçlı seferi düzenledi. 100.000 kişilik bir Haçlı ordusu Türk sınırlarını geçti. Edirne'de toplanan saltanat şûrası II. Murad'ı padişahlığa davet etmeye karar verdi. Sultan Murad önce bu daveti reddetti ise de daha sonra oğlunun: "Eğer padişah biz isek size buyuruyoruz, gelip ordunuzun başına geçin, yok siz iseniz, devletinizi müdafaa edin" demesi üzerine II. Murad daveti kabul etti. Ve Varna'da düşman ordusunu yendi. Osmanlı ileri gelenleri, Fatih adına basılan paraya hile karıştırıp eksik para bastılar. Bu, askerin maaşından indirmek demekti. Zafer kazanmış Yeniçeri buna isyan etti. Edirne'de yangın çıkarıp şehrin yarıdan fazlasının yanmasına sebep oldu. Genç padişah öfke ve üzüntü içinde idi. "Babamızın verdiği saltanatı bizden kıskandılar" diyordu. Bu durum karşısında Sultan Murad tekrar tahtına döndü. 3 Şubat 1451 günü 48 yaşında iken hayata gözlerini yumunca, II. Mehmed yeniden Osmanlı tahtına oturdu.

Yeni padişahı genç ve tecrübesiz gören Batılı hükümdarlar ve Bizans, ümitlere kapıldılar. Bizans ordusu, Çorlu'ya kadar olan toprakları işgal edip, elinde bulunan şehzade Orhan'ı "Sultan" tanıdığını ilân etti. Karamanoğlu İbrahim Bey de Akşehir ve Seydişehir'i aldı. Sırplar, II. Mehmet'in tahta çıktığı zaman memleketine gönderdiği Mara Sultan'ın masraflarına karşılık Alacahisar'ı istediler. II. Mehmet, bunların hepsini kabul etti. Bizanslılarla ve Venediklilerle üç yıl süreli birer anlaşma imzaladı. Padişahın bu tutumunu yanlış değerlendiren Batılılar, Çanakkale Boğazı'nı kuşattılar. Bizans elçileri yeni isteklerde bulundu. Ve Orhan Çelebi'yi salıvermek tehdidi ile padişahı ürkütmeyi denediler. II. Mehmet, susuyor ve kafasındaki planı uyguluyordu. Karamanoğlu ile anlaştı. Yeniçeri ocağını gözden geçirdi ve askeri, disiplin altında avucuna topladı.. İstanbul Boğazı'nda Yıldırım Bayezid tarafından yapılmış olan Anadolu Hisarı'nın tam karşısına, Rumeli Hisarı'nın yapılmasını emretti. Padişah ve paşaların gayreti ile 5.5 ay gibi kısa bir zaman içinde hisar tamamlandı (1452).

ŞEHRE GİRMEYE TEREDDÜT EDİYORDU

Hisarın bitirilmesi üzerine Turhan Bey oğulları emrinde, bir kuvveti Mora'ya geçirerek, Bizans imparatoru Konstantin'in kardeşlerini baskı altına aldı. Sıra İstanbul'un fethine gelmişti. II. Mehmet, saray divanını topladı, fikrini açtı. Zağnos ve Şehabettin paşalar padişahın düşüncesinden yana idiler ama, Çandarlı Halil ve bazı arkadaşları İstanbul'un fethini şüpheli görüyorlardı. II. Mehmet büyük bir sükûnetle konuşulanları dinledi ve istediği savaş kararını meclisten aldı. İlk iş olarak gönderdiği bir kuvvetle İstanbul ve çevresini yağma ettirdi. Konstantin, arkadan kuşatmanın geleceğini farkettiği için, kapıları ördürüp surları tamir ettirdi. II. Mehmet, Karadeniz kıyılarındaki kaleleri, şehrin fethine hazırlık olmak üzere birer birer ele geçirdi. Edirne'de büyük toplar dökülüyordu, bu topların her biri Edirne'den İstanbul'a 400 asker ve 60 manda gücüyle çekilebilmiştir. Ayrıca uçan alevli bombalar hazırlanmıştı. 6 Nisanda kuşatma başladı, mancınıkla atılan bombalar surları aşarak şehrin içine düşüyor, İstanbul'u velveleye veriyordu. 18 Nisanda adalar alındı, 22 Nisan gecesi bir mucize başarılmış Türk donanması karadan yürütülüp Haliç'e indirilmişti. 5 Mayısta Beyoğlu tepelerine Türk topları yerleştirildi. 26 Mayısta Papa'nın teşviki ile gönderilen Macaristan elçileri Fatih'i ziyaret ederek, savaşa devam ettiği takdirde bütün Avrupa devletlerinin kendisine savaş açacaklarını bildirdiler. 29 Mayıs günü sabahı da Türk topçularının açtığı kahredici ateş altında Türk yiğitleri surlara tırmanmaya başlamıştı. Bizans İmparatoru Konstantin öldü, şehir alındı ve Fatih beyaz atının üzerinde İstanbul'a girdi.

RUMLARA VE YAHUDİLERE İMTİYAZ TANIDI

Fetihle birlikte, Çandarlı Kara Halil'i ve Bizans'a âlet olmuş Orhan Çelebi 'yi idam ettirdi. Bütün dünya, Bizanslı Rumların zulüm göreceklerini bekliyorlardı. Fatih, Rumların ve Yahudilerin dinî teşkilâtını olduğu gibi bıraktı ve kendilerine imtiyaz tanıdı. Bu tolerans örneği bugün de dünya tarihçilerinin örnek saydıkları bir davranıştır.

Fatih İstanbul'u aldıktan sonra imparatorluğun sınırlarını genişletmek için çeşitli savaşlar verdi. 1481'de yeni bir sefere çıkmak üzere iken şüpheli bir şekilde öldü. Fatih'in zehirlendiği hususundaki iddialar bugün de kuvvetlidir.

Fatih, Batı uygarlığı ile direkt teması kuran padişahlardan biridir. İtalya'dan ressam Bellini'yi davet ederek portresini yaptırdığı bilindiği gibi bazı Batı mimarlarını da davet ederek eserler vermelerini sağladığı bir gerçektir.

Fatih, Osmanlı tarihinin en büyük padişahlarından biri, belki de en büyüğüdür.

bluekeys™ 11-28-2006 02:01 PM

FEVZİ ÇAKMAK
( 1876- 1950)


Alnında zafer ve fazilet yıldızı parlayan bir komutan... İnanan ve inandığına inandıran bir insan... Savaş meydanlarında da, mütevazı bürosunda da vakar sahibi, mü'min, güven verici Mareşal!.. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunun sessiz mimarlarından biri... Hayatının yarım yüzyılını Türk ordusunun içinde ve başında geçirmiş bir asker... Türkiye Cumhuriyeti'nin iki mareşalinden biri...

Asıl adı, Mustafa Fevzi'dir. 12 ocak 1876'da İstanbul'da Cihangir semtinde doğdu. Babası, topçu albaylarından Ali Bey'dir. Bu, asker ailenin asker çocuğu 1895'de Harp Okulu'ndan teğmen olarak orduya girdi. Üç yıl sonra, 1898'de kurmay sınıflarını tamamlayarak yüzbaşı oldu. Genelkurmay IV. Şubesi'ne atandı. Burada bir süre hizmet verdikten sonra Rumeli'ye gönderildi. Bulunduğu bölgede, Sırplar ve Arnavutlar arasında çekişme vardı. Bu bölgede verdiği değerli hizmetlerle dikkatleri üzerinde topladı. Komutanları tarafından takdir ediliyor, insan ilişkilerinin uygar bir ortamda sürdürülmesi konusunda, büyük yeteneği göze çarpıyordu. Dokuz yıl sonra albaylık rütbesine erişti.

ATATÜRK İLE KOSOVA'DA TANIŞTI

Fevzi Çakmak'ın Rumeli'nde hizmet verdiği dönem, Osmanlı İmparatorluğu'nun karışık ve sıkışık olduğu bir dönemdi. Jön Türkler, özellikle Rumeli'nde geniş bir teşkilât kurmuşlar, Meşrutiyet'in yeniden ilânını sağlamaya çalışıyorlardı. Kolağası Niyazi, Resne taburu ile dağa çıkmıştı. Bunu, Kolağası Enver'in başkaldırması izledi. Bu karışıklıkları bastırmak için gönderilmiş, 18'inci Nizamiye Tümeni Komutanı Şemsi Paşa, Manastır'da Teğmen Atıf tarafından vuruldu. Komutanı vurulan bu tümenin Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak'tı. Bu nazik dönemde Çakmak, gösterdiği esneklikle hem hükümetin düşmanlığını üzerinde toplamamış, hem genç ittihatçıların hücum hedefi olmamıştır. Şemsi Paşa'nın öldürülmesinden sonra, elindeki kuvvetleri ittihatçılar aleyhinde kullanabilir, sarayın ve hükümetin gözüne girebilirdi. Bunu yapmadı, böylece de ittihatçı genç arkadaşlarını korumuş oldu.

1908 ikinci Meşrutiyet devrimi sırasında Fevzi Çakmak, tehlikeli bir sınır bölgesi olan Yenipazar sancağında hem mutasarrıf, hem 35'inci Nizamiye Tümeni'nin komutanı idi. Devrimin, bünyesinde getirdiği taşkınlıkları, kargaşayı büyük bir ustalıkla önledi; ittihatçıların da ittihatçılara karşı olanların da şikâyetlerine muhatap olmadı. Bir süre de, mutasarrıflık görevi devam etmek şartile, Kosova Kolordusu Kurmay Başkanlığı'na getirildi. Atatürk'le tanışması, bu yıllara rastlar. Atatürk, Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa'nın maiyetinde Arnavutluk isyanını bastırmaya giderken, Kosova Kolordusu Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak'la tanıştı ve bu vakarlı askeri sevdi.

İtalyanlar, Trablusgarb'a hücum edince, Atatürk ve bazı arkadaşları Trablusgarb'a geçtiler ve orada bir mukavemet cephesi kurdular. Bu sırada Fevzi Çakmak, İtalyanlar'ın Adriyatik kıyılarına asker çıkarması ihtimaline karşı hazırlanan Garp Kolordusu Kurmay Başkanlığı'nı yapıyordu. Balkan Savaşı önceleri, Vardar Ordusu Harekât Şubesi Müdürlüğü'nde, Balkan Savaşı'ndan sonra, Ankara Tümeni komutanlıklarında bulundu, az sonra da 5'inci Kolordu Komutanlığı'na atandı. 1914 yılı martında mirliva, yani general olmuştu.

PARLAK HİZMETLER VERDİ

Birinci Dünya Savaşı'nda kolordusu ile birlikte, Çanakkale savaşlarına katıldı. Savaş sonunda Atatürk'ün Anafartalar Grup Komutanlığından ayrılması üzerine, bu komutanlığa vekâleten baktı. Onu, 1916'da 2'nci Kafkas Ordusu Komutanı, 1917'de 2'ncl Ordu Komutanı olarak görüyoruz. Çanakkale'de olduğu gibi, burada da Atatürk'le halef-selef olmuşlardır. Bundan sonra Suriye'de 7'nci Ordu Komutanlığı'na getirildi. Burada parlak hizmetler verdi ve bu hizmetlerine karşılık 28 temmuz 1918'de ferikliğe terfi etti. Verilen görevi eksiksiz yapan, aralarında bulunduğu insanları gücendirmeden, incitmeden çalışmalarını sağlamasını bilen, bu doğuştan babayani asker Fevzi Çakmak, yavaş yavaş çevresine kendisini kabul ettiren ve gözüne bakılan, sözüne kulak verilen insan olmuştu. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından sonra, Genelkurmay Başkanlığı'na getirildi.

Mondros Mütarekesi maddelerinin tek taraflı bir yorumla uygulanması ve İzmir'in Yunan ordusu tarafından işgaline karşı idi. Genelkurmay Başkanı olarak aktif bir tavır almış, ne Suriye Fatihi diye bilinen General Allenby'nin İstanbul'a gelişinde kendisini karşılamaya gitmiş, ne de İzmir'in Yunanlılar tarafından işgaline razı olmuştur. Hele İzmir'e çıkarma yapması ihtimali olan Yunanlıların, İzmir'deki askerlerimiz tarafından silahla karşılanması için verdiği emir üzerine, Genelkurmay Başkanlığı'ndan ayrılmak zorunda kalmıştır.

14 mayıs l919'da1'inci Ordu Mütfettişliği'ne atandı. Bu hizmette iken, Atatürk, 9'uncu Ordu Müfettişliği'ne tayin edilmiş ve İstanbul'dan ayrılırken, Fevzi Cakmak'la da görüşmüş, fikirlerini öğrenmek istemişti. O günlerde, Fevzi Cakmak'ın, Atatürk'ün fikirlerini tam olarak paylaştığı söylenemez. Çakmak, müttefik devletlerin birbirine düşmesinden Osmanlıların yararlanabileceğine inanıyor, olayların biraz daha gelişmesi lâzım geldiğini düşünüyordu. Bir ara, Mustafa Kemal'e karşı bir tutuma girmek üzere iken, Kâzım Karabekir Paşa'nın araya girmesi ile anlaşmazlık ortadan kaldırılabildi.

27 MAYIS 1920'DE ASKERLİKTEN TARDEDILDI

Fevzi Çakmak, 3 Şubat 1920'de İstanbul hükümeti tarafından Harbiye Nazırlığına getirildi. Bu görevi yaptığı sıralar, Kurtuluş Savaşı'na değerli hizmetler vermek fırsatını bulmuştur, İstanbul'dan birçok silah ve cephanenin Anadolu'ya taşınması, değerli komutanların Anadolu'ya geçmesi, hep bu aylara rastlar ve Fevzi Cakmak'ın arkalaması ile gerçekleşir. İstanbul, müttefik kuvvetler tarafından resmen işgal edilince, daha fazla beklemedi ve o da Anadolu'ya geçerek kurtuluş kavgasına, Atatürk'ün yanıbaşında katıldı. (8 Nisan 1920). Atatürk, Fevzi Çakmak'ın Kurtuluş Savaşı'na katılmasını çok iyi karşılamıştır. Kendisine, büyük ilgi gösterdi ve hemen Millî Savunma Bakanlığı görevini kendisine verdi.
İstanbul hükümeti güç durumda idi. Birçok sivil ve asker Anadolu'ya geçiyor, İstanbul hükümetine karşı tavır alıyordu. Harbiye Nazırı'nın da Anadolu'ya geçmesi, İstanbul hükümeti için bardağı taşıran damla oldu. Fevzi Çakmak'ın askerlikten tardedildiğini ve idama mahkûm edildiğini ilân etti. Padişah Vahdettin, 27 mayıs 1920'de bu kararı tasdik ederek yürürlüğe koydu. Artık Atatürk gibi, Fevzi Çakmak da idam edilecekler arasına girmiş bulunuyordu.
Fevzi Çakmak, Ankara hükümetinde, Millî Savunma Bakanı ve Hükümet Başkanı olarak çalışmalara başlamış, yeni bir ordunun yaratılmasında onun azimli ve feragatkâr çalışmaları büyük rol oynamıştır. 2'nci İnönü Zaferi'nden sonra T.B.M.M. kendisini orgeneralliğe yükseltti. Yine aynı görevini sürdürüyordu.

OY BİRLİĞİ İLE GENELKURMAY BAŞKANLIĞI'NA GETİRİLDİ

Kütahya ve Eskişehir savaşları aleyhimizde sonuçlanınca, gerek orduda, gerekse halk arasında başlayan moral bozukluğu dikkati çekti. Bu dönemde Çakmak, gerek Büyük Millet Meclisi (B.M.M)'nde yaptığı konuşmalarla, gerekse Anadolu Ajansı ile yayınlanan beyanatlarıyla ve gerekse, orduya yayınladığı beyannamelerle morali yükseltiyor, zafere olan inancı pekiştiriyor, bu konuda Atatürk'e büyük yardımları oluyordu. Nitekim, Bakanlar Kurulu Başkanı sıfatı ile yayınladığı bir beyannamede şöyle demektedir:
"Düşmanın ilerlemesine karşı halkın katiyen tereddüt ve endişe etmesine mahal yoktur. Düşmanın, Anadolu içerisine doğru uzanmak isteyen kolları, mezarlarına yaklaşıyor. Bu yeni sefer, düşmanın ölüm yolculuğudur. Tann'nın yardımı ve yakın hadiseler bu neticeyi gösterecektir."

Sakarya Savaşı'na kadar, Millî Savunma Bakanı ve Bakanlar Kurulu Başkanı olarak görev yaptı. Sakarya savaşlarının başlayacağına yakın sıralarda, B.M.M'nde sabırsızlıklar artmıştı. Ordudan zafer bekleniyordu. Tarihî bir celsede, Mustafa Kemal’in, ordunun başına geçmesi istendi. Mustafa Kemal B.M.M. yetkilerinden bazılarının kendisine verilmesi halinde, ordunun başına geçeceğini ve zaferi kazanacağını söyledi, işte, bunun üzerine B.M.M istenen yetkileri Mustafa Kemal Paşa'ya verirken, Bakanlar Kurulu Başkanı ve Millî Savunma Bakanvekili Fevzi Çakmak'ı da oy birliği ile, Genelkurmay Başkanlığı'na getirdi.

T.B.M.M. FEVZİ ÇAKMAK'A TAKDİRNAME VERDİ

Sakarya Savaşı'nın kazanılmasında Fevzi Çakmak'ın büyük yardımları olmuştur. Mustafa Kemal Paşa’nın yanında ve onun emrinde sadakatle çalışmış, bilfiil siperlere girmiş, askerin maneviyatını yükseltmiş ve düşmanın yenilgisinde pay sahibi olmuştur.

Savaşın, zaferle sonuçlanmasından sonra, B.M.M'nde İsmet İnönü ile birlikte bir
takrir hazırlayarak, Mustafa Kemal Paşa'ya mareşallik rütbesi ile gazilik unvanı verilmesini
teklif etmişler ve böylece Meclis, yalnız sultana ait olan bu hakkı kullanmak suretile, Mustafa Kemal’e, hem gazilik unvanını, hem mareşallik rütbesini vermiştir. Bu kararın Büyük Millet Meclisi'nden çıktığı gün, saltanatın fiilen kaldırılmış bulunduğunu söylemek yanlış olmaz. Çünkü sonradan yurt dışına kaçan Padişah Vahdettin,yakınlarına o günü anlatırken, durumu böyle yorumladığını açıklamıştır.

Sakarya Meydan Muharebesinde yararlıkları görüldüğü için, B.M. M 'nce takdirname verilenlerin başında, Fevzi Çakmak vardır.

Mustafa Kemal, 26 Ağustos Büyük Taarruz planlarını, paşalara açıkladığı zaman, hayret ve şaşkınlıkla karşılanmış, İsmet Paşa dahil, komutanlar, bu planı (tehlikeli bulmuşlardı. Mustafa Kemal’in yaptığı savaş planını destekleyen sadece Fevzi Çakmak'tı. Sonradan, öteki komutanlar da planı benimsemişler ve zafer böylece kazanılmıştır. Bu savaşların da Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak'tı. Bu zaferden sonra Fevzi Çakmak, B.M.M. tarafından mareşalliğe yükseltilmiş, böylece Fevzi Çakmak, Kurtuluş Savaşı'nın, Mustafa Kemal Paşa’dan sonra ikinci mareşali olmuştur.

Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan 1944 yılına kadar aralıksız Genelkurmay Başkanlığı görevinde bulundu. Ordunun, gözbebeği mareşali idi ve devrimler yapan Atatürk'le, İnönü hükümetini destekleyerek başarılarını kolaylaştırdı. Türk ordusunda eğitim ve öğretimin artmasına ve zinde bir güç halinde dünyada itibar sağlamasına emekleri geçmiştir. Yeni silahlarla donatılması için de çok çaba harcamıştır.

12 ocak 1944 günü, Yaş Haddi Kanunu gereğince, emekliye ayrıldı. Ömrünün yarım yüzyılını ordunun içinde geçirmiş bir komutanın emekliye ayrılması, kendisi için kolay olmamışsa da, bunu tabiî karşılamıştır. 1945'de, çok partili hayatın kapıları açılınca, Fevzi Çakmak da kendisine düşen görevden kaçmamış, Demokrat Parti'nin kuruluş günlerinde bu partiye destek olmuştur. Daha sonra, 1946 seçimlerinde İstanbul milletvekili olarak parlamentoya girdi.

DÜRÜST, FAZİLETLİ VE İRADELİ BİR İNSANDI

Demokrat Parti ileri gelenleriyle bazı noktalarda uyuşamayınca, bu partiden ayrıldı ve bazı arkadaşları ile Millet Partisi'nin kurulmasında, kurucu olarak bulundu ve bu partinin Onursal Başkanı oldu, Geçirdiği bir prostat ameliyatından sonra, 10 nisan 1950 pazartesi günü sabah saat 7.30'da hayata gözlerini yumdu.

Cenazesi, görülmemiş bir kalabalığın elleri üstünde yüzerek Eyüp Mezarlığı'na defnedil-miştir.

Dürüst, faziletli, iradeli bir insandı. En büyük zevklerinden biri, kitap okumaktı. Tarih ve sosyoloji üzerine yazılmış kitapları bilhassa seçer, onlar üzerinde düşünür, düşündüklerini, yakın dostlarıyle tartışırdı. Birçok Balkan dillerini bilir, Fransızca ve ingilizce konuşurdu. Anılarını, askerlik hayatından başlayarak son günlerine kadar düzenli olarak tutmuştur. Yalnız büyük asker değil, büyük insandı.

bluekeys™ 11-28-2006 02:02 PM

FUZULİ
( 1494-1555 )
Yalnız Türk edebiyatının değil, dünya edebiyatının en lirik şairlerindendir.
Divan kalıpları içinde yazıyordu. Fakat bu kalıplara koymayı başardığı lirizmi ne kendisinden önce gelen şairler ne de kendisiden sonra gelenler, bu ölçüde başaramamışlardır:

"Ah eylediğim serv-i hıramanın içindir
Kan ağladığım gonca-i handanın içindir.
Yaktım tenimi vasl günü şem tek amma
Bil ki bu tedarik şeb-i hicranın içindir."

"Senin, servi boyun için, ah ediyorum —gonca dudakların için, kan ağlıyorum— Kavuşma günün için, vücudumu mum gibi yaktım — Ama bil ki bu hazırlık hep ayrılık gecen içindir!''

Asıl adı Mehmet'tir. "Fuzuli" -Divan şiirinde gelenek olduğu için— takma adıdır. Kerbelâ’da dünyaya geldi. Doğum tarihi üzerinde değişik söylentiler var. Genellikle 1494 olarak kabul edilmiştir. "Bayat" adlı bir Türk kabilesinden gelmektedir. Bazı kaynaklar, dilinin Azerî'yi çaldırması sebebiyle "Azeri" olduğunu yazarlarsa da "Hadikatüs Süada" adlı eserinin bir kıtasında, kendisi Türk olduğunu belirlemiştir.

EN BÜYÜK LİRİK VE USTA ŞAİRİ OLARAK BİLİNİR

Hille Kadısı Süleyman Efendi'nin oğlu olduğu bilinen Fuzulî, yalnız şiirde değil, nesirde de erişilmez bir usta idi. "Selam verdim, rüşvet değildir deyu almadılar" diye başladığı Şikâyetnamesi’ndeki dil, bugün için bile aydınlık, sağlam, geçerli bir dildir.
Türk Divan edebiyatının gelmiş geçmiş en büyük lirik ve usta şairi bilinir.

Şiirleri ve nesirleriyle böylesine bir ün yapmış şairin hayatı hakkında pek az şey biliyoruz. Söylediğine göre, 14—15 yaşlarında iken, Arapça dersleri aldığı Rahmetullah Efendi'nin kızına âşık olup şiir yazmaya başlamıştı... Koskoca divanını, bu yaşlarında yazdığı
şiirlerle doldurmuş ve sonunda bu kızla evlenebilmiştir. Fazlı adında bir oğlu oldu. Fazlı da babası gibi şiir yazmış, fakat babasının sanat eteklerine bile erişememiştir.

Kanunî Süleyman, ordusu ile Bağdat'a girdiği zaman, Fuzulî de Bağdat'ta idi. Bu büyük ve muzaffer padişaha hayranlığını anlatan bir kaside yazdı. Bir gün Padişah, yanında devlet adamları ve sanatkârlarıyla birlikte şehri dolaşmakta iken, beyaz sarıklı, uzun sakallı bir derviş, kapıkulu askerlerini yararak Padişah'a sokulmuş ve bir kâğıt uzatmıştı. Bu üstü başı dökülen derviş, yüzyılları aşarak günümüze ve günümüzden gelecek çağlara kadar yaşayan ve yaşayacak olan büyük Şair Fuzulî idi; uzattığı kâğıtta, "Bağdat Kasidesi" yazılıydı.

BÜTÜN MURADI İSTANBUL'A GELMEKTİ

Bağdat Kasidesi, Fuzulî'nin en ünlü kasidelerinden değildir. Fakat öylesine bir sanat eseri idi ki, Padişah'ı hayran bıraktı. Kanunî ile birlikte seferde bulunan 16. yüzyıl Türk şairlerinden Hayali ile, Taşlıcalı Yahya Bey kasideyi gördükten sonra, Hayalî dayanamamış ve Padişah'a: "Hünkârım —demişti— meğer bu fakir dervişin gönlü mücevherlerle dolu imiş..."

Kanunî, Fuzulî'ye evkaftan bir aylık bağlattı ve gözetilmesini buyurdu. Fakat Fuzuluî'nin "Şikâyetname"sinden öğreniyoruz ki, Padişah Bağdat'tan ayrıldıktan sonra ne bu aylık kendisine verilmiş, ne de gözetilmiştir. Çağlar aşan büyük Şair, yoksulluk içinde hayatını yaşadı ve Bağdat'ta öldü (1555) .

Fuzulî'nin bütün muradı, İstanbul'a gelmekti. Birçok şiirlerinde bu duygusunu açıklamış, İstanbul'a gelmenin ve Padişah'a hizmet etmenin çarelerini araştırmıştı:

"Fuzulî ister isen izdiyad-ı rûtbe-i fazl
Diyar-ı rumu gözet, terk-i hak-i Bagdâd et."

"Fuzulî, eğer muradın yükselmekse, bırak Bağdat'ı, İstanbul'u tutmaya bak!.." diye yazdı ama, bir türlü muradına erişemedi.

Türkçe, Farsça, Arapça biliyordu. Bu üç dilde de şiirler yazmıştır. Fakat kim,
ana dilinden başka yerde büyük bir şair olabilir?.. Türkçe şiirlerinde Fuzulî, "büyük
şair," Arapça, Farsça şiirlerinde "iyi şairdir." Nesirde de samimiyetin bu mertebesine yalnız
Türkçe yazdığı zaman ulaşabiliyordu.

Doğu edebiyat gelenekleri içinde birçok şair tarafından kaleme alınmış olan "Leyla ile Mecnun" hikâyesi, Fuzulî tarafından da yazılmış ve fakat onun yazdığı bu mesnevî, bütün öteki yazılanları gölgede bırakmış, hatta silip atmıştır.

Lirizmi, Fuzulî kadar geniş ve kuvvetli kanatlarla uçuran başka bir şair göstermek kolay değildir. Şiirlerinde eda ve anlatım gücü, hemen hiçbir şairde bu eşsizliğe varamaz. O kelimelerle boğuşmaz, onlarla oynar. Sanki bütün diller, onun elinde bir balmumudur. İstediği biçime sokar, istediği şekli verir. Nerede romantik, nerede gerçekçi, nerede rind, nerede lirik olacağını —şaşırmadan— bilir. Bektaşi şiirlerine rahmet okutacak şu kıt'aya bakınız:

"Ramazan ayı gerek açıla cennet kapusu
Ne reva kim ola meyhane kapusu bağlu
Feth-i meyhane için okuyalım fatihalar
Olakim yüzümüze açıla bir bağlı kapu..."

Sonra, sevgiliye, hem kafa tutan, hem yalvaran, hem şikâyet eden şu beytini görelim:

"Dil-i sad-pareden bidadı kesmez gamze-i mestin
Ne gafil padişehtir mülk viran olduğun bilmez."

"Mest bakışı ile şu paramparça olmuş gönlümüzden zulmünü eksik etmez... Ne fail padişah ki, kendi ülkesini harap ettiğinden haberi yok!"
Fuzulî'nin bütün hayatı, onun şu iki satırında anlatılmıştır:

"Ferhad'a zevk-i suret, Mecnuna seyr-i sahra...
Bir rahat içre herkes, ancak benim belâda..."

"Ferhad, eline Şirin’in resmini almış, keyfinde; Mecnun gezinip avunuyor. Herkes rahatın yolunu bulmuş, belâda olan bir benim!"

Fuzulî, hayatı boyunca bir rahat nefes alamadı belki, ama yüzyıllardır insanlara rahat nefes aldırıyor.

bluekeys™ 11-28-2006 02:02 PM

GAZNELİ MAHMUT
( 967-1030)
İslam dinini ilk kabul eden Türk imparatoru... Büyük Şair, büyük komutan, büyük devlet adamı...

İslâm dünyasında halifeden sonra ilk "sultanlık" unvanını alan ve kullanan sultan... Büyük hükümdar, Gazneli Mahmut...

Gazneli Mahmut olarak ün yapmış ve tarihe bu isimle girmiştir. Fakat, "Nizameddin, Ebu-l Kasım Gazi" diye de anılır. Babası, Kara Aslan oğlu Sebük Tigin'dir. Babasından büyük ihtimam gördü. Zamanın ünlü alimlerinden ders aldı. Ünlü savaşçılar ile genç yaşta kılıç kılıca geldi. Bileğine güçlü, attığını vurur bir genç olarak yetişti.

Zekî idi. Şiir ve sanatın her dalını seviyor, ilgileniyordu. Babası onu çok genç yaşta Büst bölgesi valiliğine getirdi. Yönetimdeki ehliyetini kısa bir zamanda ortaya koydu. Vilayetini, öteki vilayetlerin çok üstüne çıkaran imar hamleleri yaptı, fikir ve sanatı arkaladı, halka kendisini sevdirdi, babası, oğlu ile gerçekten iftihar ediyordu.

YERİNE GECEN KARDEŞİNİ
BERTARAF ETTİKTEN SONRA TAHTA OTURDU

Bu başarıları onu kısa bir süre sonra Horasan Genel Valiliğine getirdi. (994) 24 yaşında idi ve yönetimdeki ustalığı ve hüneri dillere düşmüştü. Genel vali olarak başarılı girişimleri vardır. Bu görevinde iki yıl kadar kaldı. 996'da babası Sebük Tigin hastalandı ve öldü. Gazneli Mahmut, babasının yerine geçen kardeşi İsmail'i bertaraf ettikten sonra tahta oturdu.

Gazneli Mahmut'un tahta oturması ile birlikte, Gazne Devletinin de baht yıldızı parlamaya başladı. Gazne devletinin temellerini atan ve Horasan, Herat bölgelerinde genel vali iken, Samanoğullarından ayrılarak bağımsız bir devlet kuran Alp Tekin, Müslümanlığı ilk kabul eden Türklerdendir. Samanoğullarının korumasına sığınmıştı. Gazneli Mahmut hü-
kümdar olduğu zaman da Samanoğulları ile ilişkileri bozmadı, fakat bağımsızlığını iyice pekiştirdi.
Kısa bir zamanda, gerek iç yönetimde, gerekse dış ilişkilerde becerikli ve başarılı olduğunu gösteren Gazneli Mahmut, Bağdad'daki Halifenin dikkatini çekmekte gecikmedi,.İslâmiyeti ülkesinde geliştiren ve çevresine yayan bu yiğit Türk hükümdarına Halife bir menşur göndererek, "sultanlık" tevcih .etti. 'Sultan' yani, 'imparator1 deyimi o zamana kadar yalnız halife için kullanılırdı, ilk defa halife dışında meşru sultanlığa getirilen devlet başkanı Gazneli Mahmut'tur.

HİNDİSTAN'IN FİLLERLE
DONATILMIŞ ORDUSUNU YENDİ

Sultan Mahmut, ilkin Samanoğulları ile savaşa girdi. Samanoğulları, İrak'a kadar uzanan geniş topraklara hükmediyorlardı. Onları yendi ve sınırlarını o taraftan genişletti. Sonra Büveyhoğulları ile çarpıştı ve zaferine karşılık Afganistan'ı ve Gürcistan'ı sınırlarına kattı.

Gazneli Mahmut'un gözleri şimdi Hindistan üstüne dikilmişti. 1000 yılında Gazneli Sultan Mahmut, Peşavere girip Hindistan'a ayak bastı. Bir yıl sonra Hindistan'ın 42.000 kişilik fillerle donatılmış' ordusunu perişan etti. Gazneli Sultan Mahmut, küçük bir ordu ile hareket ediyor, fakat ordudaki disiplin gücü ve tabiye üstünlüğü ile, kendisinden kat kat sayı üstünlüğü olan orduları darmadağın ediyordu. Pencap'a kadar ilerledi ve büyük ganimetlerle Gazne'ye döndü.

Bu başarılı Hindistan seferinde halkı ona, gazi unvanını vermişti. Gazneli Gazi Sultan Mahmut, Hindistan üzerine 13 sefer yapmıştır. 10'uncu Hindistan seferinde Ganj bölgesine kadar ilerledi. Hindistan, kuzeyden gelen bu akınlardan bıkmış usanmıştı. Üstüste yapılan 12 akın Hindistan’ın yenilgisi ile bitmiş, bütün servet Kuzeye göç etmişti. 150.000 kişilik bir
ordu kuruldu. Ayrıca orduda binden fazla da fil bulunuyordu. Hindistan, Gaznelilerle hesaplaşmaya kararlı idi.

ASKERLERİNİ AY BIÇİMİ YERLEŞTİRMİŞTİ

Gazneli Gazi Sultan Mahmut 13'üncü seferini de yaptı. Mahmut'un 20.000'i bulmayan küçük ordusu ile bin fil ve 150.000 kişilik Hind ordusu karşılaştılar. Gazneli Mahmut, askerini ay biçimi yerleştirmişti. Gücünü yanlara verip, ortayı zayıf bıraktı. Hind ordusu merkeze, Gazneli Mahmut'un bulunduğu Bayraklı Tepe'ye saldırınca, Mahmut kuvvetlerini düzenli biçimde geri çekti. Sağ ve sol kanatları ile de Hind ordusunu kuşattı. Türklerin çok kullandıkları bu tabiye burada da başarıya ulaştı. Hindliler başlarına geleni fark ettikleri zaman iş işten geçmişti.

SANATKARLARI KORUMUŞ, ONLARI TEŞVİK ETMİŞTİ

Gazneli Sultan Mahmut, iyi bir kumandan, iyi bir yönetici, iyi bir sultan idi... Hindistan'da islâm dinini yayan Gazneli Mahmut'tur. Şairdi. Bir divânı vardır. Hükümdarlığı boyunca şairleri, sanatkârları arkalamış, onların sanat eserleri vermelerini teşvik etmiştir. Dünyaca ünlü Firdevsi'nin "Şahname" si, Gazneli Sultan Mahmut'a yazılmıştır. Gazne devletinin resmî dili, Türkçe ve Farisi idi. Şiirlerini Farisi dilinde yazdığı için Farisi dili ile yazan şairleri himaye etmiş, sarayında yaşatmış ve Fars dilinin gelişmesine büyük hizmetleri geçmiştir. Eğer bu gayreti Türkçe için göstermiş olsaydı Türk dili çok gelişecek ve daha o tarihlerde büyük bir dil haline gelecekti. Seciyesi, ahlâkı, savaşları, ölümsüz "Şeh-name"ye giren Gazneli Sultan Gazi Mahmut, Türk devlet adamlarının en büyüklerinden biridir.
1030'da öldüğü zaman geride 5 milyon kilometre karelik büyük bir imparatorluk bırakmıştı

bluekeys™ 11-28-2006 02:02 PM

GEDİK AHMET PAŞA
( ?- 1482 )
Sadrazam... Serdar...Vezir...Fatih döneminin ünlü bir devlet adamı... Enderun'dan yetişmiştir. Nereli olduğu, kaç yılında doğduğu bilinmez. Acemi oğlanlar arasında saraya alınmış, sonradan sadrazamlığa kadar yükselmiştir.

1461'de kendisini, Anadolu Beylerbeyi olarak görüyoruz. Aynı yıl Padişahla birlikte Akkoyunlular’a ve Karaman'a karşı sefere katılmıştır. Karaman Valiliği'ne atanan Şehzade Mustafa'ya Atabey, yani akıl hocası tayin edilmiştir (1469). Çok geçmeden, Eğriboz'un alınmasında gösterdiği yararlık yüzünden vezirliğe yükseltildi.

Osmanlılarla Uzun Hasan arasında yapılan Otlukbeli Şavaşı'nda, Şehzade Beyazıt komutasındaki sağ kanatta yaman bir savaş ustası olduğunu ortaya koymuş ve Sarayın dikkatlerini üzerinde toplamıştır. Bu sırada, Napoli donanması ve Papa'nın yardımı ile Karamanoğlu Pir Ahmet ve Kasım beylerin İçel bölgesinde egemen olmaları üzerine, Mustafa Çelebi ile birlikte Gedik Ahmet Paşa, buralarını yeniden Osmanlı topraklarına katmış, yeteneğini bir kere daha göstermek fırsatını bulmuştur.

İYİ VE CESUR BİR KOMUTAN, YAMAN STRATEJİST İDİ

Şehzade Mustafa'nın ölümü üzerine Konya'ya atanan Şehzade Cem'e Atabey tayin edildi. 1474'de sadrazam olarak İstanbul'a çağırıldı ve göreve başladı. Karadeniz'deki Ceneviz sömürgelerini birer, birer ele geçirdi. Kefe, Azak ve Menkûp kalelerini ele geçirdikten sonra, Boğdan ve Moravya seferlerine çıktı. Bütün seferlerini zaferle tamamlayan Gedik Ahmet Paşa, İşkodra kalesinin alınması görevi verilmesi üzerine, bu sefere çıkmak istemedi. İyi bir asker, cesur bir komutan, yaman bir stratejist olarak bilinen Gedik Ahmet Paşa'nın bu sefere çıkmakta gösterdiği tereddüt için, tarihlerde çeşitli rivayetler vardır. Bazıları, Arnavut asıllı olduğu için, ırkdaşlarının üstüne gitmek istemediğini, bazıları, İşkodra kalesinin ele geçirilmesi güç bir kale olduğu için bu işten kaytarmak istediğini yazarlar. Sebep ne olursa olsun, sefere çıkmayan Gedik Ahmet Paşa, görevinden azledilmiş ve Rumelihisarı'nda hapsolunmuştur.

SON DERECE BAŞARILI BİR ÇIKARMAYLA OTRANTO'YU ELEGEÇİRDİ

Çok geçmeden Fatih tarafından affedildi ve serbest bırakılarak, bir süre sonra Donanma Komutanlığı'na tayin edildi. Fatih, Ege adalarının alınmasını istiyordu. Gedik Ahmet Paşa, 1478'de Limni'yi, 1479'da Kefelonya, Zanta, Ayamavra kalelerini bir bir göçürmek suretiyle ele geçirdi.

Fatih, başarılı donanma komutanına bu sefer, Napoli Krallığı’nı ele geçirmek görevini verdi. Bu önemli bir seferdi. Çünkü Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'u alarak Doğu Roma İmparatorluğu’nun başşehrini ele geçirmiş, bu sefer de Batı Roma'yı ele geçirmeye karar vermişti. Gedik Ahmet Paşa, son derece başarılı bir çıkarma ile Otranto'yu ele geçirdi. Otranto, Venedik'le, sömürgeleri arasındaki yolun üstünde idi. Bu kalenin Türkler eline düşmesi, Venedik'i tecrit ediyordu. Ayrıca kale, Güney Doğu İtalya'nın kilidi mesabesinde idi.

Bu sırada Fatih öldü ve yerine oğlu II. Beyazıt tahta geçti. Fatih'in oğlu Beyazıt'la, Cem arasında taht kavgasının başlaması üzerine, Gedik Ahmet Paşa, İstanbul'a çağırılıp Cem üstüne gidecek ordunun başına tayin edildi. Ahmet Paşa, Cem'e Konya'da atabeylik etmişti. Şehzade Cem ile arasının iyi olduğu biliniyordu. Buna rağmen Gedik Ahmet Paşa görevi kabul etti ve Bursa'nın Yenişehir ovasına kadar gelen Cem kuvvetlerinin karşısına çıkarak onları yendi. Cem için kaçmaktan başka çare kalmamıştı. Nitekim öyle yaptı ve Konya yolu ile Rumeli'ye denizden geçmek isterken Kıbrıs'ta Rodos şövalyelerinin eline geçti.

DEVŞİRMELER İÇİN SARAYDAN BAŞKA SIĞINACAK GÜÇ YOKTU

Ancak Cem'in ordusu yenildiği halde, Cem'in kaçabilmesi ve Gedik Ahmet Pa-şa'nın kendisini kovalamaması, dedikodulara sebep oldu. Cem'in kaçmasına fırsat vermek suçundan ölüme mahkûm edilip, Kapıcılar Odası'na hapsolunduğu halde, bağışlandı. Ve kendisine, Cem'in tutsak bulunduğu Rodos şövalyeleriyle görüşüp, şehzadeyi geri almak görevi verildi.

Ahmet Paşa, bu görüşmelerde başarı sağlayamadı. Bu başarısızlık, İkinci Beyazıt'ın gözünden düşmesine sebep oldu. Fakat Fatih'in ölümü ile sarayda, devlet adamları arasında büyük bir kavga başlamıştı. Çünkü Fatih, Çandarlı Halil Paşa'nın Bizans ile işbirliği yaptığını gördükten sonra, onu idam etmiş ve ondan sonra, Türk soyundan gelen sadrazamlar yerine, devşirmeden yetişmiş kişilerden sadrazamlar tayin etmeye başlamıştı. Gerçi zaman zaman Anadolu'dan bazı devlet adamlarına sadrazamlık vermişse de, son sadrazamı Karamani Mehmet Paşa'nın zamanında Fatih, şüpheli bir şekilde öldüğünden, bu titizlikte ne kadar haklı olduğu anlaşılmıştı. Fatih'in ortadan kalkması sonucu, Anadolu devlet adamlarıyla, devşirmeden gelen devlet adamları arasında bir ölüm kalım savaşı başladı. Devşirmeler için, saraydan başka sığınacak güç yoktu, çünkü ailesizdiler. Canlarını kurtarmak için savaşı kazanmak istiyorlardı.

Bu sırada, Karamani Mehmet Paşa öldürüldü... Az sonra ve hemen arkasından, ikinci vezir Çoban Mustafa Paşa da öldürülünce, bu işe son vermek isteyen Padişah II. Beyazıt, Çoban Mustafa Paşa'nın öldürülmesi işinde parmağı olan Gedik Ahmet Paşa'yı Edirne'ye çağırarak orada boğdurttu (18 Aralık 1482) .

Gedik Ahmet Paşa, aklı yeter, sözünü bilir, buyruğunu yürütür, bilgili ve yetenekli büyük bir devlet adamıdır.

bluekeys™ 11-28-2006 02:02 PM

GENÇ OSMAN
( 1603- 1622 )
Osmanlı Devleti’ne yeni bir düzen vermek isterken, başını veren Osmanlı Sultanı...

Harem düzenine karşı çıkarak hocasının kızı ile evlendiği için sarayda bile yadırganmayı göze alan hükümdar... Yedikule zindanlarında boğularak öldürülen bir Osmanlı padişahı...

On altıncı Osmanlı padişahı olarak tahta geçen II. Osman 3 Kasım 1603'de İstanbul'da dünyaya geldi. Mustafa'nın yerine padişah olduğu 1618'de henüz 15 yaşında idi. Tarihimizde "Genç" diye anılan Sultan Osman, çok iyi terbiye edilmiş, zamanın değerli hocaları tarafından yetiştirilmiştir. Zeki ve enerjik bir yaradılışı olan Sultan Osman, yaşının üzerinde anlayış ve dirayete sahip, Oğuz neslinin bütün güzelliğini simasında ve vücut yapısında taşıyan bir adamdı. Annesi Mahfiruz Sultan da bir Türk kadını olduğundan, oğlunu iyi bir terbiye ile yetiştirmiştir.

Genç Osman, imparatorluğun bazı sıkıntılara düştüğü yıllarda tahta çıkmıştı. Birçok konuları yeniden ele almak, velhasıl Osmanlı İmparatorluğu'na yepyeni bir düzen kurmak gerekiyordu. Çağının Batı devletlerini incelemiş, toplum yapısını çağın gereklerine uydurmak hevesine kapılmıştı. İşe haremden başladı... Ve hocası Esat Efendi'nin kızı Akile ile evlenerek, cariyeden sultan çıkarmak geleneğini yıkmış oldu. Nitekim daha sonra Pertev Paşa'nın kızı ile evlenmiştir.

İRAN'A YENİ BİR SEFER DÜZENLENİ

İmparatorluk, doğuda ve batıda ayrı ayrı gaileler içine düşmüştü. İran üzerine yapılan sefer, başarısızlıkla sona erdi.

Lehistan savaşları ile ilgili olarak hazırlanan büyük bir ordu, savaş yapmadan Lehistan ile anlaşmayı sağladı (26 Eylül 1619). İran'a yeni bir sefer düzenlendi, başarı ile sonuçlanan bu seferin sonunda İran, her yıl 2 yüz yük ipek, yüz yük kıymetli eşya göndermeyi kabul etti.

Boğdan Voyvodalığı'nı elde eden Gaspar Gratyani'nin, izlediği iki yüzlü politika yüzünden görevinden alınması ve Gratyani'nin Lehliler'e sığınması üzerine, Genç Osman Özi Beylerbeyi İskender Paşa'yı Kırım kuvvetleriyle de takviye ederek, Gaspar'ın üzerine gönderdi. Fakat bu talihsiz savaş da yenilgi ile sona erdi (20 Eylül 1620). Fakat Leh ordusu da savaşı sürdürecek durumda değildi. Karşılıklı barış imzaladılar. Leh-Osmanlı savaşları birçok defalar, bazen zafer, bazen yenilgiyle bağlanarak sürüp gitti...

YENİÇERİLERİ ORTADAN KALDIRMAYA KARAR VERDİ

Genç padişah, ordunun bozulmuş olduğunun farkında idi, asker kazanılmış zaferi yağma yüzünden kaybediyordu. Otorite işlemiyordu. Yeni bir ordu yaratmaktan başka çare kalmamıştı. Hotin Kalesi'nde elde edilen zaferden sonra İstanbul'a dönen ordu, büyük alayla karşılandı, şenlikler yapıldı ama ne asker, ne de padişah memnundu. Yeniçeriler, sefer güzeştesini az buluyorlar, padişah kazanılan zaferi yetersiz görüyordu.


Padişah, Suriye'de bir ordu toplamaya ve bu ordu ile İstanbul'a gelip yeniçerileri ortadan kaldırmaya karar vermişti. Fakat, bu düşüncesi, saraya ve saray dışına yayılmış, yeniçeriler tedirgin olmuşlardı. Ayrıca padişah geceleri tebdil geziyor, meyhanelerde yakaladığı yeniçerileri gözünü kırpmadan astırıyordu. Sonunda 18 Mayıs 1622 günü yeniçeriler, yanlarına sipahi yoldaşlarını da alarak ayaklandılar.

Genç Osman, ayaklanmayı bastırmak için, Sadrazam Çavuşbaşı Halıcızade'yi askeri yatıştırmakla görevlendirdi. Fakat ayaklanmaya ulemada katılmış, hak desteğinde isyancıları ayrıca güçlendirmişti. Donanma da isyancılara katılınca, durum büsbütün karıştı.

Genç Osman, âsilere, hacdan vazgeçtiğini bildirdi, fakat ayaklanan yeniçeri, yalnız padişahın hacdan vazgeçmesini istemiyor, hükümdarın akıl hocası saydıkları Kızlarağası ile hocası Ömer Efendi'nin sürgüne gönderilmesinde direniyorlardı. Padişah ilk ağızda ikinci isteklerini kabul etmedi. Ertesi gün, Atmeydanı'nda yeniden toplanan âsiler bu sefer, Ömer Efendi'nin idamını istediler. Padişah, bu isteği de reddetti. Ama sarayda icap eden savunma tedbirleri alınmamış, saray muhafızları takviye görmemişti. Ayrıca sarayda l. Mustafa'nın annesi Handan Sultan ile, Mahpeyker Sultan da boş durmuyorlar çevirdikleri entrikalarla isyancıları destekliyorlardı.

İsyancılar, Ayasofya minaresine bir gözcü çıkararak sarayda gerekli savunma tedbirlerinin alınmamış olduğunu tesbit ettiler. Hemen bir saldırı düzenlendi. Pek bir mukavemet görmeden saraya giren yeniçeriler, l. Mustafa'yı kapalı bulunduğu hücresinden çıkardılar. Genç Osman için yapılacak bir şey kalmamıştı. Dilâver Paşa ve Süleyman Ağa'yı âsilere teslim etti. Ancak âsiler, l. Mustafa'yı padişah yapmayı akıllarına koymuşlardı. Onu önce Eskisaray'a sonra da Orta Camii'pe getirdiler ve biat ettiler. Yeni cülusun havadisi şehirde çarçabuk yayılmıştı.

Ancak Sultan Osman, bu durumu kabul etmek istemiyordu. Hüseyin Paşa'yı sadrazam, Kapıcıbaşı Kara Ali'yi de Yeniçeri ocağına tayin ederek duruma hakim olmak istedi. İsyancılar Kara Ali'nin evini yağmaladılar, Sultan Osman'ın yanında bulunan vezirler, birer birer çekilip isyancılara katılıyordu. Sonunda padişah yatsı namazından sonra Ağa Kapısı'na sığınmaktan başka bir çare bulamadı.

Asiler Genç Osman'ı Orta Cami'ye getirdiler. Hüseyin Paşa, Davut Paşa öldürülmüş, sıra Genç Osman'a gelmişti. Ancak Mehmet Ağa, Yeniçeri Kethüdası Ali Ağa ve Başçavuş Ahmet Ağa yetişip engel oldular. Başkaldıran asker halife ve padişah olarak Genç Osman'ı istemiyordu. l. Mustafa'nın cülus merasimi yapılmış, hutbesi okunmuştu. Sadrazam ve Valide Sultan, Genç Osman'ın vücudunun ortadan kalkmasını istiyorlardı. Padişahın iradesi de bu yolda olunca yeniçeri ağası Derviş ve öteki ileri gelenler Genç Osman'ı alıp Yedikule zindanlarına götürdüler ve orada boğularak öldürüldü.

Böylece Osmanlı İmparatorluğu bir çağdaşlaşım fırsatı daha kaçırmış oluyordu.

bluekeys™ 11-28-2006 02:03 PM

HACI ARİF BEY
( 1831-1885 )
Türk musikisinin "Fuzulî"si!.. Fuzulî, şiirde, nasıl ince, nasıl usta, nasıl yürekli, nasıl âşıksa, Hacı Hacı Arif Bey de Türk musikisinde öyle ince, öyle yürekli, öyle usta, öyle âşıktır. Fuzulî, nasıl gazel formunda en yüksek eserlerini vermişse, Arif Bey de "şarkı" formunda en ulaşılmaz eserlerini verdi. Biri Osmanlı İmparatorluğu’nun haşmet devrinde, biri, gevşeyip dağılma döneminde, sanatın erişilmez zirvelerine ulaştılar! Hacı Arif Bey'in, kendisini bunca hatırlatan Fuzulî'den bir gazel olsun bestelememiş oluşu, şaşılacak işlerden biridir!.

1831 yılında İstanbul'da doğdu. Asıl adı Mehmet Arif, babası, Şer'i Mahkeme Kâtibi Ebu-bekir Efendi’dir. İlkokul çağında, sesinin güzelliği ile dikkati çekmiş, okulun, "İlâhici Başısı" olmuştur. Hoş bir rastlantı, Bestekâr Eyüplü Mehmet Bey, komşuları idi. Bu yetenekli genci hemen fark etti. Mehmet Arif’e ders verdi, yetiştirdi, sanat çevrelerine sokup tanıttı. "Mızıka-i Humayun"a girdiği zaman, sadece 13 yaşındaydı. Eyüplü Mehmet Bey, bu komşu çocuğunun yeteneğine ve geleceğine inanmıştı. Onu, İsmail Dede Efendi’nin konağına götürdü ve sesini dinletti. İsmail Dede, Mehmet Arif’in icrasına hayran olmuştu. Hocasını tebrik etti ve yetişmesine özen gösterilmesini salık verdi.

MEHMET ARİF’İN BESTELERİNE TUTUCU ÇEVRELER KARŞI ÇIKTI

Mehmet Arif, hocasından 30 fasıl, yani 120 beste ve semaî öğrendikten sonra, zama-nın diğer bir ünlü hocası, Haşim Bey'den ders almaya başladı. Artık bestelerinde yeni melodiler, icrasında yeni bir üslûp gelişiyordu. Tutucu çevreler, bundan hoşlanmadı. Onlara göre, Türk sanat musikisi, tant******* ve ağırbaşlılığını yitiriyor, bu Mehmet Arif denen gencin besteleri ve icrası, musikiyi ayağa düşürüyordu.

Bu dönemde, genç bestekârı, Padişah Abdülmecit arkaladı. Abdülmecit de, babası 2. Mahmut gibi, mu*****izi seviyor ve yaratmak istediği yeni çağın, yeni bir sanat anlayışı temellerine oturmasını hevesle karşılıyordu. Arif Bey, böylece, tutucuların yaratmak istediği çemberi kırdı ve eserlerini birbiri ardından vermeye devam etti. Padişah da şiir yazıyor, musiki seviyor ve Arif Bey'i beğeniyordu. Bestekârı, Saraya Mabeyinci olarak aldı.
Şöhretin bu merdivenlerine ulaştığı zaman Arif Bey, sadece 20 yaşındaydı. Gençti, uzunca boylu idi, güzel bir yüzü, kibar tavırları vardı. Zekâsı ve ender rastlanan hafızası ile herkesin saygısını kazanıyordu. Kendisine pek yakışan bir sakal koyuvermiş ve "Bey" unvanını almıştı. Kolay beste yapıyor, Padişah Abdülaziz'in kendisine verdiği şiirleri, bazen yedi ayrı makamdan besteleyecek kadar ustalık ve ilham bolluğu gösteriyordu. Hele, Davudi sesiyle şarkılarını söylemeye başladığı zaman, hayran olmayan yoktu.

Abdülmecid'in, tam anlamı ile sevgi ve güvenini kazanmıştı. Saray haremindeki musikiye yetenekli cariyelerin hocalığına getirildi. Arif Bey gibi, yakışıklı bir bestekâr ve icracının cariyeler arasında nasıl bir merak ve heyecan konusu olduğu düşünülebilir. Fakat Arif Bey gibi, bekâr ve ince ruhlu bir insan üzerinde, birbirinden güzel kızların, nasıl başdöndürücü bir fırtına yaratacağı da bellidir. Bir anda bir aşk hikâyesi doğdu. Ders verdiği cariye Çeşmidilber, genç sanatkârın ruhunu altüst ediverdi.

Abdülmecid, Arif Bey'in bu sanatkâr zaafını pek hoş karşılamadı ama, doğan aşka saygı gösterdi ve Arif Bey'i, Çeşmidilber'le evlendirip saraydan uzaklaştırdı. Artık Arif Bey, aşkının cümbüşü içinde birbirinden güzel şarkılar besteliyor, Taşlık'taki konağında mutlu bir hayat yaşıyordu. "Kürdili Hicazkâr" makamını bu sırada bulmuştur.

ABDÜLAZIZ, ARİF BEY’İ MEŞK HOCASI OLARAK TEKRAR SARAYA ALDI

Büyük güzelliklerin ömrü kısa olur, bir gün Çeşmidilber, —herhalde kendilerince bilinen bir sebep yüzünden — Arif Bey'i bırakıp, kaçtı. Evlilikleri iki yıl kadar sürmüştü. Cemil ve Nebiye adlı iki çocukları vardı. Arif Bey, koca konakta çocukları ile başbaşa kalınca, "Niçin, terk eyleyip gittin, a zalim! " gibi, birkaç şarkı yazdıktan sonra sustu. Yaptığı hata, sanatçıyı kahrediyordu. Hem, Padişahın güvenini, hem mutluluğunu kaybetmişti.

Uzun bir sessizlikten sonra, "Sultanî Irak" makamından bestelediği bir şarkı ile Abdülmecid'e seslendi: "Bana lüft eyler iken sen Neden menfurun oldum ben."
Padişah, yürek adamı idi. Arif Bey'i bağışladı ve yeniden Mabeyinci olarak Saraya aldı. Bununla da kalmadı, bu büyük sanatçıya güveninin ne ölçüde olduğunu anlatmak için, tekrar, haremde cariyelere ders vermesine müsaade etti.

Gelgelelim, Arif Bey'in uslanmaz bir gönlü vardı. Bu sefer de Zülfinigâr cariyenin füsununa kapıldı Fakat Abdülmecid'in hoşgörüsüne, sanata karşı duyduğu saygıya bakın ki, hiçbir açık öfke göstermeden, bu sefer de Zülfinigâr'ı Arif Bey'le evlendirdi ve her ikisini de Saraydan uzaklaştırdı.

Arif Bey'in, Zülfinigâr'dan bir kızı oldu. Adına "Râbia" dediler. Fakat doğumdan kısa bir süre sonra Zülfinigâr öldü. Bahtsız sanatkâr, üç çocuğu ile bir başına kaldı.Tam bu sırada, Padişah Abdülmecit de hayata gözlerini yummuştu. Yerine gelen Padişah Abdülaziz de hem şair, hem bestekârdı. Arif Bey'i tekrar Saraya aldı ve cariyelerin meşk hocası yaptı.

Fakat bu büyük besteci ve icracının zaafı bilindiğinden, Valide Sultan bu sefer kendisini maiyetindeki Nigârnik Hanım’la evlendirdi. Arif Bey'in bu hanımdan bir kızı olmuştur. Hayriye... Saraydan çıkardığı bu üçüncü eşi ile Arif Bey, Zincirlukuyu'daki çiftliğine çekilerek 5 yıl asude bir hayat yaşadı. Bu arada, Şura-yı Devlet kâtipliği, mal müdürlüğü yaptı.

ARİF BEY, OĞLU CEMiL BEY’İN KOLLARINDA HAYATA GÖZLERİNİ KAPADI

Sultan Abdülhamit döneminde, Sarayda kendisine görev verilmedi. Fakat Valide Pertevniyal Sultan, kendisini daima arkalamıştır. İran Hükümdarı Nasrettin Şah,sanatkarı
Tahran Sarayı'na davet edince, Abdülhamit, Arif Bey'in gitmesine izin vermemiş, "Sarayda görevlidir" yolunda bir cevap vererek İstanbul'da kalmasını sağlamıştır. Bu yazışma münasebetiyle "Mızıka-i Humayun"a alındı. Arif Bey, daha 13 yaşında iken yapmaya başladığı bu görevi isteksiz kabul etti ve isteksiz devam etti. Ölümü de Mızıka-i Humayun'un bir odasında olmuştur. Ansızın yakalandığı bir kalp krizi sonunda oğlu Cemil Bey'in kolları arasında öldü (28 haziran 1885). Son bestesi ne kadar manalıdır: "Gurup etti güneş, dünya karardı Gül-i bağ-ı emel soldu, sarardı." "Mecmua-i Arifî" adlı eserinde, 50'den fazla makamla, binden fazla güfte toplamıştır. Kendisinin binden fazla şarkısı, iki yüz kadar ilahisi olduğu halde günümüzde sadece 328 parçası kalmıştır. Çünkü, ne nota bilir, ne de herhangi bir saz çalardı. Dehâsı ile birlikte, birçok eserini de beraberinde götürdü.

bluekeys™ 11-28-2006 02:03 PM

HACI BEKTAŞ VELİ
(1209 – 1271)
Hacı Bektaş Veli'nin ünü, ne kadar büyük ve yaygınsa, hayatı hakkındaki bilgimiz de o kadar azdır. Hacıbektaş'dan gelen ve şimdi Ankara Kitaplığı'nda bulunan "Hurufname" adlı kitabın sonuna düşülmüş bir kayıt olmasaydı, doğduğu ve öldüğü tarihi de bilmek mümkün olmayacaktı. Bereket versin ki, sözünü ettiğimiz kitapta şu kayıt göze çarpıyor: "Hazineden gelen tomar-ı kebirde Hacı Bektaş' ın 606'da doğduğu ve 63 yıl yaşayıp 669'da öldüğü kayıtlıdır". (1209-1271)

Hacı Bektaş Veli'nin, Baba İshak'ın halifesi ve Mevlânâ'nın çağdaşı olduğu bilindiğine göre, bu tarihler arasında yaşamış olduğuna inanmak mümkündür.

13. yüzyıl, Moğolların Asya'yı allak bullak ettiği yüzyıl olduğu için, Moğol baskısına, Moğol kılıcına dayanamayan Türkistan, Buhara, Harzemşah insanları, kendilerini Batı'ya atıyorlar ve bu arada Anadolu'yu da dolduruyorlardı. Yesevî tarikatına bağlı birçok kişi böylece Anadolu'ya yerleşmiş oluyor. Bunlardan Baba İshak'ın bir halk hareketini başlatması üzerine, Selçuk Sultanı'nın. ayaklanmayı kanlı bir biçimde bastırdığını, bu arada, Hacı Bektaş Veli'nin kardeşinin de öldürüldüğünü Âşık Paşa Tarihi, uzun uzun hikâye eder.

MEVLANA VE NURETTİN CACA İLE ÇAĞDAŞTI

Bektaşilerce "Velâyetname" adıyla bilinen esere göre, Hacı Bektaş, Nişapurlu'dur. 7. imam Musa Kâzım'ın soyundandır. Mevlânâ ve Kırşehir Beyi Nurettin Caca ile çağdaştır. Hoca Ahmet Yesevî'nin ve onun halifesi olan Lokman Perende'nin dervişidir. Velâyetname'de bundan sonra verilen bilgiler, daha çok masal çeşnisi taşır. Bektaşi geleneğinin nasıl kurulup geliştiğini ve Bektaşi inançlarını göstermesi bakımından, epik yapıdaki bu eserin, ciddî bir belge olabilmesi için, çok sıkı bir eleştiriden geçmesi gereklidir.

Ancak, kuvvetli bir rivayet halinde günümüze kadar gelen ve bazı vak'a nüvislerimizin de itibar ettiği, güya Hacı Bektaş Veli'nin yeniçerilerin kuruluşunda bulunduğu ve bu yeni askeri takdis ettiği doğru olamaz. Çünkü Sultan Orhan zamanında kurulan yeniçeriliğin tarihi, Hacı Bektaş'ın ölümünden çok sonradır. Gerçi yeniçeri askerlerine "Taife-i Bektaşiyan", yeniçeri ağalarına da "Ağa-yi Bektaşiyan" denildiği doğru ise de bu nisbet, Hacı Bektaş Veli'den değil, — Âşı'k Paşa'nın yazdığına göre— Abdal Musa'nın bir süre Hacı Bektaş Tekkesinde kaldığı ve bir savaşta yeniçeri askerine kendi elifî tacını giydirdiğinden ötürüdür ve yeniçeriler, bu sebepten Bektaşiliğe meyil vermişlerdir.

13. yüzyıl Anadolu'sunda bir çeşit esnaf teşekkülü demek olan Ahîlik yaygındı. Ahî kollarından biri olan Seyfî koluna Hacı Bektaş Veli "Ser-Ceşme"lik eder. Böylece Bektaşilik, orta sınıfı kendisine bağlamış oluyordu. Ahiler, dergâhın manevî gücünden yararlanıyor, dergâh da, Ahîlerin örgütlü gücünü sataşmalara karşı kullanıyordu.

TEKKE FELSEFESİNİ YENİ BİR BİÇİME SOKTU

Hacı Bektaş Veli, Anadolu'ya göçen Türkleri kendisine bağlamasını bilmiş, kökeni Ahmet Yesevî'ye dayanan tekke felsefesini de Anadolu'nun o günlerine uydurarak yeni bir; biçime sokmuştur. Yesevîlik ile Bektaşilik arasındaki farklar o yıllarda oluşturulmuştur. Horasan'dan yayılan Melâmetiyye ile de farklar peydahlamış, böylece Bektaşilik, eklektik bir yapı ortaya koymuştur.

Bektaşi töresine göre ahlâk, "eline, beline, diline" hâkim olmaktır. "Kendini bilene, atasının kanı helâl, bilmeyene *******n sütü haram." sözünden, insanı sağlam bir yapı içinde tuttuğu kolayca anlaşılır. İçki, erkâna girmiştir. Hele "Baba" tarafından sunulan bir "dolu", asla red edilmez. Ölüm, bir gömlek değiştirmekten ibarettir. Çoğu Bektaşiler, tenasühe inanırlar. İnsan, eğer hayatı boyunca iyi işler görür, törenin içinde yaşarsa, gelecek sefer de insan gelecektir. Fakat erkânı bozar, yanlışa düşerse, belki hayvan, belki de bir nebat olarak ikinci hayatını yaşayacaktır. Yalnız kemale ulaşanlar, 'Hak ile Hak olurlar' ve artık bu âleme gelmezler.

BEKTAŞÎ EDEBİYATINI GÜÇLENDİRDİLER

Bektaşiliğin temel fikri, "gayriye zarar vermemek, dünyaya gelmenin hakkını vermek"tir. Hak din İslâmiyettir. Şeriat, zahiri bir disiplindir. Asıl disiplin, insanın kendisine çizdiği hududun içinde kalmasıdır. "Kendini bilmeyen, dinini de, dünyasını da bilemez."

Hacı Bektaş Veli'nin "Makalât" adlı bir risalesi vardır. Bu risalenin Türkçe'ye iki tercümesi vardır. Biri nesirle, biri manzum olarak tercüme edilmiştir. Daha çok tanınanı, Sait Emre'nin çevirdiği nesir tercümedir.

Hacı Bektaş Veli de bir şairdi. Günümüze kadar gelmiş geniş bir Bektaşi edebiyatı vardır. Yunus Emre, Kaygusuz Abdal ve daha birçok halk şairi nefesler yazarak bu edebiyatı güçlendirmişler ve pek parlak noktalara ulaştırmışlardır. Bektaşiler, Türkçe yazmışlar, Türkçe söylemişler, Türk töre ve geleneklerini sürdürmüşlerdir. İslâmiyetin tutucu çevrelerine karşı, akılcı bir tutum içinde bulunmaları, toplumun gelişmesine yardım etmiştir.

bluekeys™ 11-28-2006 02:03 PM

HALİDE EDİP ADIVAR
( 1884-1964 )
Tanzimat ve Cumhuriyet döneminin bayrak kadını... Yazar, mütefekkir, romancı, profesör, politikacı ve boynunda idam hükmünü dolaştırmış bir Kurtuluş Savaşı ser-dengeçtisi!.. Osmanlı tarihi içinde de Cumhuriyet tarihimizde de Halide Edip Adıvar'ın bir benzerini bulmak kolay değildir.
1884'de İstanbul'da doğdu. İyi bir eğitim gördü. Daha Amerikan Kız Koleji'nde okurken, hikâyeler yazıyor, kalem denemeleri yapıyordu. Güzeldi, zekiydi, hizmet hevesi ile dolu idi. Koleji bitirdıkten sonra, felsefeye merak saldı. O günlerde, Filozof Rıza Tevfik adiyle anılan Şair Rıza Tevfik'ten felsefe dersleri almaya başladı, iyi felsefe yapabilmek için, iyi bir matematik kültürünün zorunluluğuna inandığı için, zamanın ünlü matematikçisi Salih Zeki'den dersler almaya başladı. Bu dersler sırasında, Salih Zeki ile seviştiler ve evlendiler.

1901'de koleji bitirdiği halde, edebiyat dünyasında yazılarıyla görünüşü, 1908 meşrutiyet devrimi sıralarıdır. "Vakit", "Akşam", "Tanin" gibi günlük gazetelerde "Şehbal" gibi haftalık dergilerde edebiyat üzerine yazılar yayınlıyordu. Bu ilk dönemde çıkan yazıların da "Halide Salih' imzasını kullanıyordu. Sonradan, Salih Zeki'den ayrıldığı için "Halide Edip" olarak tanındı.

1919'da "Büyük Mecmua"da "Kadınlığa Dair" başlığı altında kadın haklarını savunan bir dizi yazı, onu günlük olayların içine sürükledi. Bu güzel konuşan, güzel yazan, güzel düşünen kadın, bütün kadınların sembolü haline gelmişti. Heyecanlı bir vatanseverdi. Birinci Dünya Savaşı'nda yenik düşmüş Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanmaması için çalışıyor, miting meydanlarında halkı coşturan nutuklar söylüyordu.

ATEŞLİ TÜRKÇÜ ÖĞRETMEN HALİDE EDİB

Bu yazı çalışmalarının yanıbaşında İstanbul Kız Öğretmen Okulu ve Kız Lisesi'nde edebiyat dersleri veriyor, müfettişlik yapıyordu. 1917'de Beyrut, Lübnan ve Şam'daki Türk kız okullarının genel müfettişliğini üstlendi. Bu topraklar, savaşta imparatorluğun elinden çıkınca yine İstanbul'a döndü. Bir yandan öğretmenliğini sürdürdü, bir yandan Türkçülük cereyanlarının güçlenmesine yardım etti, bir yandan kadın haklarını savunarak yeni bir toplumun oluşmasına katkılarda bulundu.

Bir ara İstanbul Dârülfünun'unda İngiliz Edebiyatı dersleri okuturken, Abdülhak Adnan Adıvar'la tanıştı ve evlendiler. Bu ikinci evliliği, ömrünün sonuna kadar sürmüştür.
Mondros Mütarekesinin tek taraflı yorumlanması ve ülkenin yabancı güçler tarafından işgalini protesto etmek için Sultanahmet Meydanı'nda yapılan protesto mitinginde öyle bir ateşli konuşma yaptı, kitleleri öylesine harekete geçirip coşturdu ki işgal kuvvetleri kendisini tehlikeli görmeye başladı. Tam tutuklanacağı sırada, kocasıyla birlikte Anadolu'ya geçerek Atatürk'le birlikte çalışmaya başladı. Anadolu'da ülkenin kurtuluşu için çalıştığı gerekçesi ile hakkında idam kararı verilen 6 vatanseverin birisi de Halide Edib'tir.

MİLLETVEKİLLİĞİ VE POLİTİKACILIK YAPTI

Gerek kocası Adnan Adıvar'ın ve gerekse kendisinin anayasa üzerindeki düşünceleri, genel düşünceye uymuyordu. Kocası ile birlikte önce Fransa'ya, sonra İngiltere ve Amerika'ya gitti. Daha sonra Hindistan'da bulundu. Bu gittiği yerlerdeki üniversitelerde konferanslar vererek, seminerler düzenleyerek ve kürsü sahibi olarak çalıştı. 1939'da yurda döndü ve İstanbul Üniversitesi'nde İngiliz Dili ve Edebiyatı profesörü olarak çalıştı. 1950'de milletvekili oldu. 1954'de politikayı bıraktı ve yeni baştan üniversitedeki görevine döndü (1954).Ölüm tarihi olan 1964 yılma kadar öğretti, eğitti, yazdı.

İlk romanı "Seviyye Talip"tir(1910). Aynı yıl içinde "Raik'in Annesi"ni yayınladı. "Handan", "Yeni Turan", "Son Eseri", 1912 tarihlidir. Hikâyelerini toplayan "Harap Mabetler" 1911'de yayınlandı. Ardından 1922'de "Dağa Çıkan Kurt" adlı hikâye kitabı çıktı. 1918'de "Mev'ut Hüküm", 1922'de "Ateşten Gömlek", 1924'de "Kalp Ağrısı", 1926'da "Vurun Kahpeye", 1928'de "Zeyno'nun Oğlu", 1936'da "Sinekli Bakkal" 1937'de "Yol Palas Cinayeti", 1939'da "Tatarcık", 1946'da "Sonsuz Panayır", 1954'de "Döner Ayna" yayınlandı. Ayrıca "Maske ve Ruh" ile "Kenan Çobanları" adlı oyunları vardır.

"Türk'ün Ateşle İmtihanı" 1962, "Mor Salkımlı Ev" 1963, anı kitaplarıdır. Birincisinde, Kurtuluş Savaşı anılarını anlatmış, ikincisinde, özel hayatını yazmıştır.

EDEBİYATIMIZA BÜYÜK ESERLER KAZANDIRDI

Halide Edip, edebiyatımızın mücevher yazarlarından biridir. Daha çok Fransız Edebiyatı etkisinde gelişen romancılığımıza, İngiliz Edebiyatının görüşlerini getirmekle, millî roman çığırını açmış, her romanında, bir parça daha gelişerek roman edebiyatımıza büyük eserler kazandırmıştır. Edebiyatta, romantizm ve idealizmle yola çıkan Halide Edip, son romanlarında realizmde karar kılmış ve bu fikrini çeşitli yazılarında savunmuştur. Yetiştirdiğimiz büyük Türk romancılarının içinde haklı ve büyük bir yeri vardır. İdealizmi uğruna bütün hayatını kullanması, derin samimiyetini gösterdiği gibi, bütün kahramanlarını hayattan alıp işlemesi de, sanattaki samimiyetine bir şahittir.

Halide Edip Adıvar, bütün hayatı boyunca bayrak kadındı. Öyle yaşadı ve öyle öldü (1964). Mezarı, Merkezafendi Kabristanı'ndadır.

bluekeys™ 11-28-2006 02:03 PM

HALİT ZİYA UŞAKLIGİL
(1866 – 1945)
Türk edebiyatında romanın başladığı yer... Türk romancılığının babası... Batı romanlarının temel öğesi olan dram fikrini yakalamış, kullanmış ve bir eldiven gibi Türk toplumuna giydirmiş bir büyük yazar... İstanbul'da, Eyüp'te doğdu (1866). İzmirli bir ailenin İstanbul'da doğmuş çocuğudur. Babası, ticaretle uğraşan Hacı Halil Efendi'dir. Halil Efendi Farsça biliyor, eski edebiyatı seviyordu. Mahalle mektebinde ilk öğrenimine başlayan Halit Ziya, daha sonra, Fatih Askerî Rüştiyesi'ne devam etmeye başladı. 1877 Türk-Rus savaşı sırasında babasının işleri bozulunca, o da ailesi ile birlikte İzmir'e gitti, İzmir'de, dedesi Hacı Ali Efendi'nin konağında, bol kitap arasında yaşadı. Fransızca öğrendi ve çeviriler yapmaya başladı.

PARİS İZLENİMLERİNİ İSTANBUL'DA VAKİT GAZETESİNDE YAZDI
İzmir Rüştiyesi'nin son sınıfında iken bir avukatın yanında çalışmaya başladı. Fransızca’sını ilerletmek istiyordu, bunun için de Katolik rahiplerinin yönettiği bir okula girdi. Edebiyat kültürünü bu okulda yapmıştır. Burada bütün Fransız klasiklerini okudu, çağdaş Fransız edebiyatını öğrendi ve ufak tefek yazılar yazmaya başladı.18 yaşına gjrdiği yıl iki arkadaşı ile birlikte "Nevruz" adlı bir dergi yayınlamaya başladı. Bu dergide çıkan "Genç Kız" adlı bir hikâyesi, büyük romancı Halit Ziya'yı gelecek kuşaklara haber veriyordu. Bu arada banka memurluğu ve öğretmenlik yapıyordu. Başka iki arkadaşı ile birlikte "Hizmet" adlı bir gazete kurdu ve burada yazılarını sürekli olarak yayınlamaya başladı... "Sefile", "Nemide", "Ferdi ve Şürekâsı", "Hizmet" gazetesinde yayınlanmıştır.

Bu arada bir fırsat çıktı ve Paris sergisine gitti. Paris'teki izlenimlerini İstanbul'da Vakit gazetesine yazıyordu. Talihinin dönmesi, Tütün Rejisi tercüme ve istihbarat memuru olarak İstanbul'a atandıktan sonradır. Servet-i Fünun dergisi yazarları arasına katıldı (1892). Halit Ziya'nm en büyük romanlarından biri olan "Mai ve Siyah" Servet-i Fünun'da yayınlanınca, herkes büyük bir romancı ile karşı karşıya olduğunu fark etmekte gecikmedi. Resimli olarak kitap haline gelince, bütün Osmanlı ülkelerinde adı bilinen bir edebiyatçı oldu. Artık Servet-i Fünun denince, şiirde Tevfik Fikret, düzyazıda Halit Ziya hatırlanıyordu.

ROMANLARINDA KAHRAMANLARINI YAŞADIĞI TOPLUMDAN SEÇTİ
‘Mai ve Siyah’tan sonra ‘Kırık Hayatlar' ve ‘Aşk-ı Memnu’ adlı romanları birbiri ardından çıktı. Bu iki dev eser, Halit Ziya'yı, edebiyatta geçilmez bir kale haline koymuştu. Ayrıca sürekli olarak hikâyeler yazıyor ve hikâyelerinde özellikle küçük insanların hayatını işliyordu.

1908 devriminden sonra 1909'da Sultan Reşad'ın Mabeyn Başkâtipliği'ni yaptı. Üç yıl kadar kaldığı bu görevden, Ayan azası olarak ayrılmış, parlamentoya katılmıştı. Fakat bir sürere sonra bu görevden istifa ederek ayrıldı. Üniversitede hocalık yaptı ve sonra köşesine çekilerek 1945 yılına kadar, hatıralarını yazarak, eski romanlarının dilini düzelterek oyalandı ve 1945 yılı martında Yeşilköy'deki köşkünde dünyaya ve insanlara veda etti.

Halit Ziya, günümüze kadar gelmiş romancıların en büyüğüdür. Romanı, biçim ve ruh açısından Türkiye'de o başlatmış ve günümüze kadar biçimde getirdiği çizgi aşılamamıştır. Paul Bourget'nin tavrını benimseyen Halit Ziya, içinde yaşadığı büyük şehirlerin olaylarını bu açıdan değerlendirmiş ve kusursuz bir romancı gibi davranarak konuyu kurmuş ve işlemiştir, insan karakterleri üzerindeki yorumlarında Paul Bourget kadar başarılıdır. "Kırık Hayatlarda, anlatım ve yorum, edebiyatın zirvesine ulaşır. Halit Ziya'nm romanda hiçbir yanılgısı yoktur. Fakat çağını değerlendirirken yaptığı bir yanılgı, bütün romanlarının ve hikâyelerinin temel taşlarını oymuştur. Halit Ziya, Osmanlı İmparatorluğu'nun öyle bir çağında yaşıyordu ki, aklı başında olan insanlar, ümitsizler, karamsardılar.

Halit Ziya da bunlardan biri idi. Abdülhamid'in devlete egemenliğini öyle sağlam görüyordu ki başka bir dünya tasavvur etmesine imkân yoktu. Sanat tezgâhını kurarken, ya Jön-Türkler in yaptıkları gibi savaşçı olmayı göze alacak, ya da bu çerçeve içindeki toplumun sanatçısı olmayı kararlaştıracaktı. Halit Ziya, yaşadığı toplumun sanatçısı olmaya karar verdi.
Onun için bütün romanlarının kahramanları, konaklardan, saraya yakın çevreden seçilmiştir. Onun için dili, koyu Osmanlıcadır. Onun için küçük adamların, sokaktaki adamın dramına eğilmemiş, onları işlememiştir. Oysa okuduğu Fransız romanlarında bunlar vardı. O da bunları işlese, saraya ters düşecek, sonsuz güçlüklerle uğraşmak zorunda kalacaktı. Bunu göze alamadı. Çevresindeki elemanlarla bir dünya kurdu ve bu dünyayı büyük bir sanat ve ustalıkla işledi. Başarılı idi. Alkışlanıyor, beğeniliyordu. Bir sanatçı için de bunlar lâzımdı.

MEŞRUTİYETTEN SONRA ESKİ YAZDIKLARINI SADELEŞTİRMEYE ÇALIŞTI
Fakat 1908 Meşrutiyet hareketi başarıya ulaşınca, yeni bir toplum, yeni bir edebiyat doğdu. Halit Ziya'nm anlattığı şeyler birdenbire eskidi. Eskiyen sadece anlattığı insanlardı ama, o insanlarla birlikte dili de, toplum açısı da eskimişti. Onun için hayatının sonuna kadar eski yazdıklarını sadeleştirmeye çalıştı. Yeniden yazamıyordu. Çünkü yazarsa, ya yeni toplumu yazacak, eski yazdıklarına ters düşecekti, ya da eski görüşüne bağlı kalacak ve söyleyecek bir şey bulamayacaktı, işte Halit Ziya Uşaklıgil gibi büyük, çok büyük bir romancı, kendi dramı içinde hayata veda etti 11945 .

Halit Ziya dünya edebiyatını bir Balzack'ı, bir Paul Bourget'si olabilirdi. Sağlam bir romancı kumaşı vardı. Fakat yaşadığı çağın bahtsızlığı, onu bizim Blazack'ımız bizim Paul Bourget'imiz yapmıştır.

bluekeys™ 11-28-2006 02:04 PM

HAMDULLAH SUPHİ TANRIÖVER
( 1884-1966)
Yazar, şair ve hatip... Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin önemli celselerinde yaptığı konuşmalarla ruhları tutuşturan, fikirleri kıvılcımlandıran bir konuşmacı... "Türkocağı"nın genel başkanı, Türk kültürüne büyük çalışmalarıyla katkılarda bulunmuş bir edebiyatçımız
.
1884 yılında İstanbul'da doğdu. Köklü ve soylu bir aileden gelir. Büyükbabası, Abdür-rahman Sami Paşa, babası Abdüllatif Suphi Paşa'dır. Her ikisi de Tanzimat döneminin ilim ve devlet adamlarındandı. Amcası Sami Paşazade Sezai Bey de, o çağın ünlü şairleri arasındaydı.

İlköğrenimini bitirdikten sonra Galatasaray Sultanîsi'ne verildi. Edebiyatı seviyor, güzel konuşuyor ve toplantılarda daima aranıyordu. İlk şiirlerini, Galatasaray öğrenimi sırasında yazmaya başladı. Zamanın edebiyatçıları ile tanışıyor, onlardan fikir alıyor ve Türklük duygusunun gelişmesine çalışıyordu.

TÜRKÇÜ BİR JÖNTÜRK OLARAK YETİŞTİ...

Galatasaray'ı bitirdikten sonra öğretmen oldu. İlkokul öğretmenliğinden ;başlayarak, gösterdiği gelişmelerle İstanbul Üniversitesi’nin öğretim üyeliğine kadar yükseldi. İstanbul Üniversitesi’nde, Türk edebiyatı ve Türk islâm güzel sanatlar tarihi derslerini okuttu.

İlk şiir çalışmalarını, amcası şair Sami Paşazade Sezai Bey'e okumuştu. Şiirleri, hürriyet fikri ile dolup taşıyordu. Sezai Bey, yeğeninin bir şiirini, kendisinin de içinde bulunduğu Jön Türkler'in Paris'te çıkarmakta oldukları "Şura-yı Ümmet" gazetesinde yayınlattı.

Suphi Paşa Konağı, devrin şair ve mütefekkirleri ile dolup taşmakta idi. Hamdullah Suphi bunların arasında Türkçü bir Jön Türk olarak yetişti. Önce, Fecr-i Âti topluluğu kurucuları arasında yer aldı (1909). Fakat Hamdullah Suphi, daha çok Türk kültürü araştırmaları üzerinde duruyor ve Osmanlı Devleti’nin, ancak Türklüğe dayanarak kurtulacağına inanıyordu. Bu yüzden, sadece bir edebiyat akımını simgeleyen "Fecr-i Âti" topluluğundan ayrıldı ve "Genç Kalemler" topluluğuna katıldı. Genç Kalemler topluluğunun başında Ziya Gökalp vardı (1911). Bir yıl sonra, milliyetçilik hareketinin İstanbul'da merkezi halinde çalışan "Türkocağı"na girdi. Kısa bir süre sonra, kurumun başkanı olmuştu (1913).

Birinci Dünya Savaşı içinde bu kurumun bir fikir mihrakı olmasında büyük rol oynadı. Osmanlı İmparatorluğu, savaşta yenilip yer yer işgal edilmeye başlanınca, bu ateşli Türkçü İstanbul'dan Anadolu'ya geçerek TBMM çalışmalarına katıldı (1920). Son Osmanlı Meclisi Mebusanı'na, Saruhan mebusu olarak girdiği için, Ankara'da kurulan meclise de bu sıfatla katıldı. İlk kabinede, Millî Eğitim Bakanlığı'na getirildi.

MECLİS'E İSTANBUL MİLLETVEKİLİ OLARAK KATILDI

Hamdullah Suphi'nin T.B.M. Meclisi'ndeki çalışmaları, Kurtuluş Savaşımızın başarısına hizmet etmiştir. Yaptığı güzel konuşmalarla ruhları uyanık ve ateşli tutmuş, Meclis'e ve topluma moral vermiştir. Millî Eğitim Bakanlığı sırasında "İstiklâl Marşı" için bir yarışma açmıştı. Bu yarışmaya Türkiye'nin birçok yerlerinden şiirler gönderildi. Fakat, T.B.M. Meclisi'nde herkesin gözü, bu yarışmaya katılmayan Mehmet Akif'de idi. Sürekli ısrarlardan sonra Mehmet Akif, İstiklâl Marşı şiirini yazdı. Meclis'in bir oturumunda bu şiiri Hamdullah Suphi, dolgun sesi ve güzel diksiyonu ile meclis kürsüsünde okuduğu zaman bir alkış tufanı arasında Meclis, tarihî günlerinden birini daha yaşamıştır.

2. ve 3. T.B.M. Meclisi'ne de İstanbul milletvekili olarak katılmıştır. 1925'de ikinci defa Millî Eğitim Bakanı oldu. Politikaya katılmış, politikacı olmuştu ama "Türkocağı" genel başkanlığını sürdürüyordu. Türkocağı'nın merkezini İstanbul'dan Ankara'ya taşıdı. Halkevleri açılana kadar (1932) sürekli olarak 19 yıl Türkocağı'nın genel başkanlığını sürdürmüştür.

1935'de Bükreş Büyükelçiliği'ne getirildi. 11 yıl bu görevde kaldı (1946). İstanbul'a döndükten sonra tekrar T.B.M. Meclisi'ne İstanbul milletvekili olarak katıldı.

1951'de Halkevleri kapanıp Türkocağı yeniden açılınca Hamdullah Suphi tekrar genel başkanlığa seçildi. Bu ikinci genel başkanlık dönemi, ilki gibi parlak geçmemiştir. Bunun çeşitli nedenleri vardı. Yaşının o tarihlerde ilerlemiş olması, bu nedenlerden sadece bir tanesidir. 10 Haziran 1966'da İstanbul'da öldü. Merkezefendi Kabristanı'na gömülüdür.

ŞAİRLİĞİNİN YANISIRA İYİ BİR ELEŞTİRMENDİ...

Edebiyatımıza şair olarak girmişti. İlk bağlandığı "Fecr-i Âti" topluluğundan aruz vezni ile şiirler yazıyor ve koyu bir Osmanlıca kullanıyordu. Daha sonra "Genç Kalemler"de hece vezni ile yazmıştır. Bu dönem şiirlerinde daha sade bir dil kullanmıştı. Gerek Fecr-i Âti topluluğuna bağlı olduğu dönemde gerekse Genç Kalemler'le birlikte hareket ettiği günlerde eleştiriler yazıyordu. Bu açıdan, eleştirmen olarak da tanınır. Ancak bu süre uzun sürmemiştir.

Asıl tanındığı alan hatipliğidir. Daha İstanbul'un işgali günlerinde yapılan mitinglerde ateşli bir Türkçü olarak görünmüş, gerek temiz diksiyonu ve etkili sesi ve gerekse kendisine has hitabet ustalığı ile İstanbul'un dikkatini çekmişti. Daha sonra, millî kurtuluş günlerinde Meclis'te ve Meclis dışında yaptığı konuşmalar, ona Cumhuriyet Hatibi adını kazandırmıştır. Halk arasında ve Meclis'de —çoğu irticalen— yaptığı bu konuşmalarını daha sonra iki kitapta toplamıştır: "Dağ Yolu" ve "Güne Bakan".

bluekeys™ 11-28-2006 02:04 PM

HEZARFEN AHMET ÇELEBİ
( 17.yy)
İnsanoğlu, yüzmeyi öğrenip yarı balık olmayı ele geçirdikten sonra, gözünü gökyüzüne dikti. Acaba, kuşların rahatça yaptığı şeyi, insanlar da yapabilirler mi? Kuşlar, bu işi ne ile yapıyor?.. Kanatları ile... Peki insan, kanat taksa niçin uçmasın?..

Bu sebeple havacılık tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Çin'de 2 bin yıl önce uçma denemeleri yapıldığını ve bu yolda birçok kişinin hayatını kaybettiğini açıklayan belgeler bulunmuştur. II. yüzyıl Türk tarihi, Nişapur'da bir Türk bilginin uçma denemelerinden sözedilir. Cevheri adlı bu Türk bilgini, İslâm dünyasının II. yüzyılda yetiştirdiği en büyük bilginlerden biridir.

BÜYÜK ARAP LÜGATİ OLARAK BİLİNEN ESERİ YAZDI

Arap dilinin lügatini hazırlayan bu Türk, bu büyük eseri ortaya koyabilmek için, ömrünün yarısını Arap bedevileri arasında geçirmiş, kelimeleri toplamış, sonra da Nişapur'a gelerek bunlardan, günümüzün büyük Arap Lügati olarak bilinen eserini yazmıştır.

Cevheri, bu ilk tutkusunu böylece tamamladıktan sonra, Nişapur'da, birdenbire kendisini bilime vermiş ve pozitif ilimler üzerinde çalışmaya başlamıştı. Yoğunluk yasaları üzerinde durmuş, birçok fizik denemeler yaptıktan sonra, insanın uçabileceğine inanmıştır. Bugün paraşüt dediğimiz biçimde bazı havayı tutan âletler yapmış ve bunlarla cansız cisimleri boşluğa bıraktıktan sonra, nasıl düştüklerini gözlemiştir.

1010 yılında Cevheri, kendi açısından denemelerini tamamlamıştı. Uçma hazırlıklarına başladı. Nişapur'da eski camiin minaresinden kendisini kanatları ile boşluğa bırakacak, sonra kanatlarını kullanarak gidebildiği kadar gidecekti.

GALATA KULESİ'NDEN BOĞAZI UÇARAK GEÇMEYE KARAR VERDİ

Böyle büyük bir bilginin uçma denemesi yapacağı haberi, halkı olduğu kadar, saray çevresini de meraka saldı. Başta hükümdar ve vezirleri olduğu halde, şehrin ve ülkenin en ileri gelenleri bir cuma namazından sonra eski camiin geniş avlusuna toplandılar ve uçuşu seyretmeye hazırlandılar.

Bu sırada Cevheri de, büyük bir dikkatle hazırladığı kanatlarını ve bu kanatları kollarına bağlayacak olan malzemeyi yanına alarak minareye çıktı. Kanatları kollarına taktı ve şerefeden "Ya Allah" diyerek kendisini bırakıverdi. Cevheri kanatların havayı yelpazeleyerek yoğunlaştıracağını hesaplamıştı ama, kollarının bu kanatları harekete getirecek kadar güçlü olup olmadığını düşünmemişti. Nitekim, kollarını çırpmak için yaptığı ilk hareket boşa gitti ve tarihin bu ünlü bilim adamı, daha çok eser verecek bir yaşta, kendi denemesinin kurbanı olarak, kubbenin kurşunları üzerine düşerek öldü. (1010)

Hezarfen Ahmet Çelebi, Cevheri'den tam 526 yıl sonra, aynı denemeyi yapmaya karar verdi. Bu işe aklı erenler, daha önce yapılan denemeleri ve başarısızlıkları kendisine uzun uzun anlattılar ama, fikrinden caydıramadılar. Ahmet Çelebi Galata Kulesi'nden kendisini bırakacak ve hesabına göre, kanatlarını çırpa çırpa Boğaz'ı geçecekti.
Haber, bütün İstanbullularla birlikte sarayı da meraka düşürmüştü. Lodosun kuvvetle estiği bir gün Galata Kulesi'nden kendisini kaldırıp atmış ve herkesin gözü önünde uçmaya başlamıştır. Bu denemenin tek kaynağı olan Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde bu olayı şöyle anlatıyor:

"İptida, Okmeydan'ın minberi üzere, rüzgâr şiddetinden kartal kanatları ile sekiz, dokuz kere havada pervaz ederek talim etmiştir. Badehu Sultan Murad Han Sarayburnu'nda Sinan Paşa Köşkü'nden temaşa ederken, Galata Kulesi'nin taa zirve-i belâsından lodos rüzgârı ile uçarak, Üsküdar'da Doğancılar meydanına inmiştir. Sonra Murad Han, kendisine bir kese altın ihsan ederek: "Bu adam pek havf edilecek (korkulacak) bir ademdir. Her ne murad ederse, elinden geliyor. Böyle kimselerin bakası caiz değil," diye Gâzir'e nefyeylemiştir. Orada merhum oldu. (Evliya Çelebi Seyahatnamesi. C. 1, S. 670)

AHMET ÇELEBİ, CEZAYİR'E SÜRGÜN EDİLDİ

Hazarfen Ahmet Çelebi'nin bu denemeleri yaptığı 17'nci yüzyıl başlarında Avrupa, doğayı yenmek için çeşitli deneyler yapıyordu. Ahmet Çelebi, hem de başarı ile sonuçlanan bir deneyden sonra, bir kese altınla Cezayir'e sürgün edilmesi, yalnız kendisi için acı bir sonuç değil, Türk dünyası için de acı bir olaydır. Dünyada en büyük zafer, insanın doğaya karşı kazandığı zaferdir.

Hezarfen Ahmet Çelebi'den tam 154 yıl sonra Polonyalı bir esirin, kendi yaptığı balonu ile havalanıp İstanbul'dan kaçtığını görenler, veya bu kaçış hikâyesini mahalle kahvelerinde hayranlıkla birbirlerine anlatanlar "Gavur işi" diye başını sallarken, acaba kendilerinden birinin 154 yıl önce İstanbul'un üstünde uçtuğunu hatırladılar mı?.. Kimbilir!..

pegasus 11-28-2006 02:05 PM

HÜLAGU HAN
( 1217- 1265 )
Dedesi, Cengiz Han; babası Cengiz Han'ın en küçük oğlu Tuluy'dur.
1217'de doğdu.

Tarihe bu kadar çapraşık sıfatlarla girmiş hükümdar az bulunur. Onun için tarihler, "Kan dökücü, kıyıcı, amansızdır", derler. "Mülkün ihyası için büyük bayındırlık hareketlerine girmiş, şehirler kurmuş, kurulu olanları onarıp geliştirmiştir" derler. "İlme tutkundu, bilim adamlarını sever, onları arkalar, sarayında bilim sohbetleri düzenlerdi" derler. "Taa Bizans'tan astronomi bilginleri getirmiştir. Kendisi de astronomi üstünde geniş bilgisi olan bir hükümdardı" derler... Bu kadar birbirine zıt düşen işleri nefsinde toplamış bir başka hükümdar göstermek kolay değildir.

Ağabeysi Büyük Kağan Mönke, küçük kardeşi Hülâgû'yu 1254'de Bağdad'daki İslâm Halifesi ve Alamut'da yerleşen İsmailiye mezhebine karşı savaş vermek üzere İran'a gönderdi. Hülâgû, İran-Moğol devletinin, öteki adı ile, İlhanlılar'ın kurucusu oldu.

CENKLERDE BÜYÜK USTALIĞI VARDI

Hülagu, ağabeysi Mönke'nin yanında iyi yetişmiş, cenk oyunlarında ve yönetimde ustalığı ve becerikliliği ile tanınmıştı, işlerinde kusuru olanlara karşı insafsızdı. Yasayı bozanlar, kim olursa olsun kılıçtan geçirilirdi. Alamut Kalesi'ne yerleşen İsmailiye mezhebine bağlı insanlar, ne İslâm Halifesi'ni, ne Moğolları dinliyorlar, bir başlarına yaşıyorlardı. Saklandıkları kale çok sağlamdı ve kıyasıya dövüşmekte idiler.

Hülâgû, ilk iş olarak İsmailiyelilere saldırdı. Kaleyi kuşattı. Kale çevresindeki köyleri yakıp yıktı, yaşayanları kılıçtan geçirdi. Geçtiği yollardan, kan dereleri akıyordu. Alamut, uzun bir direnmeden sonra düştü. Ağabeysinin verdiği görevlerden biri yerine gelmiş ve İsmailiyeliler meselesi ortadan kalkmıştı.

Bu defa, Bağdad üzerine yöneldi. Abbasi Halifesi Mutasım Billah'ın ordularını param parça etti. Bağdad'ı kuşattı. Halife, hiçbir çare kalmadığını görünce, Hülâgû'ya bir "Sultan" unvanı vererek işin içinden çıkmayı tasarladı. Halifeliğine güveniyordu. Hülâgû'ya, karargâhına gelip kendisini ziyaret edeceğini haber verdi. Hilafetin kudsiyetini göstermek için de Hz. Peygamber'in hırkasını sırtına giydi. Başına, ipekli bir sarık sardı. Oğullarını, Abbasi sülâlesine mensup ailesini yanına aldı. Bağdad'ın ileri gelenleri ve bilginlerini de haşmetli bir kafile halinde arkasına takıp büyük ve gösterişli bir törenle Hülâgû'nun ordugâhına gitti.

Hülâgû, bütün bu tantanalı alayı gülümseyerek seyrediyordu. Mutasım Billah çadırının önüne gelince, askerler bir anda üzerlerine çullandılar ve hepsini kılıçtan geçirdiler (1258). İslâm dünyasının en önemli kişileri böylece, görülmemiş bir biçimde yok oldular. Bundan sonra Abbasiler devri kapanmış ve Arap imparatorluğu bu suretle ortadan silinmiştir.

Mutasım Billah'ın yeğeni, bu törene dahil olmadığı için, kaçmaya muvaffak oldu. Bundan sonra Hilâfet, Mısır'da, devlet gücünden yoksun, sade bir "Din reisliği" olarak yaşamış ve Osmanlı Hükümdarı Yavuz Selim'in Mısır'ı ele geçirmesiyle Hilâfet, Osmanlılara intikal etmiştir.

Hülagu, daha sonra Suriye'ye geçerek Akdeniz'e kadar uzanan bütün toprakları ülkesine kattı. Böylece, Amu - Derya ve Kafkaslardan Akdeniz'e kadar geniş bir imparatorluk kurdu.

Gerek 50 gün süren Bağdad kuşatması sırasında gösterdiği kıyıcılık ve gerekse Halife Mutasım ve kendisiyle birlikte götürdüğü ailesine karşı giriştiği insanlık dışı katliam, Hülâgû'nun, İslâm dünyasında kan dökücü olarak anılmasına sebep olmuştur. Osmanlı şairi Nedim bile bir şiirinde;

"Tahammül mülkünü yıktın,
Helagü, Han mısın kâfir!
Bütün Dünyayı Yaktın,
Ateşi suzan mısın kâfir!"

diyerek İslâm dünyasının bu duygusuna tercümanlık eder.

HER ÇEŞİT BİLGİYE MERAKLI İDİ

Hülagu, Bağdad'ı aldıktan sonra, sarayına birçok bilginleri, şairleri, fikir adamlarını toplamış ve yeni bir uygarlık ateşi tutuşturmuştu. Kendisi de astronomi ve kimya ile uğraşıyordu. Her çeşit bilgiye meraklı idi. Merage'de bir rasathane yaptırdı. Bilginleri toplayarak ilim akademileri kurdu. Hastaneler açtı. Aladağ'da saraylar, Huy'da camiler inşa ettirdi.

Tebriz şehri, onun zamanında bir bilim merkezi haline dönüştü. Şöhreti o kadar yayıldı ki, Tebriz şehrine dünyanın uzak ülkelerinden, hatta Bizans'tan, astronomi, kozmografya ve kimya öğrenmek için öğrenciler geliyorlardı.

1265'de öldüğü zaman, sadece 48 yaşında idi. Kafası ile bir Rönesans adamı, kılıcı ile bir cellâttı. Ardında koskoca bir imparatorluk bırakarak tarih sayfalarına gömüldü.

pegasus 11-28-2006 02:06 PM

HÜSEYİN BAYKARA
( 1438- 1505 )
Kılıcı kaleminden, kalemi kılıcından keskin bir Türk sultanı...

Şair, sanatkâr, fikir adamı...

Şairleri, sanatkârları himaye eden, uygarlığı yüreğinde taşıyan bir hükümdar... Tanrı vergisi güzel konuşan, güzel yazan, güzel kılıç kullanan, güzel bir adam! Hüseyin Baykara'yı tarihçiler böyle anlatıyor...

Hüseyin Baykara, Timur'un, torununun torunudur... Hükümdar soyundan gelir... Annesi Firuze Bibî, Sultan Hüseyin'in, Kutluğ Sultan Begim'den olan kızıdır. Yani Hüseyin Baykara, hem ana tarafından, hem baba tarafından hükümdarlara bağlıdır, iki kat soyludur.

Babası, kendi haline mütevazi yaşayan bir prensti. Amcası Belh hükümdarı idi. Babanın, amcanın, kavgası olmadığı halde, Hüseyin Baykara'nın kavgası vardı. Timur Oğullarının iki imparatorluğundan biri olan, Horasan'ı, Herat padişahlığı ele geçirmeyi tasarlıyordu..

VARNA'DA DÜŞMAN ORDUSUNU YENDİ

Çocukluğu ve gençliği, Büyük Türk Şairi Ali Şir Nevaî ile birlikte geçmiştir. Çok yakın arkadaştılar. Hüseyin Baykara da Ali Şir Nevaî gibi şiirler yazıyordu. Yazdıklarını birbirlerine okuyorlar, tartışıyorlar ve gelecekte yapmayı tasarladıklarını birbirlerine anlatıyorlardı. Divanı vardır.

Ali Şir Nevaî, Hüseyin Baykara'nın cihangirlik hırsını dizginlemeye çalışmıştır. Nevaî, "En büyük sultanlık, söz sultanlığıdır." diyordu. Hüseyin Baykara, 23 yaşında idi... Saraylarda, konaklarda, şehrin bahçelerinde şiirden ve sanattan konuşmak onu doyurmuyordu. Büyük işler yapmak, büyük dedesi Timur gibi, büyük bir cihangirlik kurmak için sabırsızlanıyordu. Gözünü diktiği Herat padişahlığını ele geçirmek için, bu tahtta oturan, Sultan Yadigârı Muhammed Mirza ile çekişmeye başladı.

ORDUSU KÜÇÜK FAKAT DİSİPLİNLİ İDİ...

1461'de Harezm hükümdarı oldu. Herat Hükümdarı Sultan Muhammed Mirza üzerine ordusu ile yürüdü. (1469) Ordusu küçük, fakat disiplinliydi. Adamları Baykara'nın, gözünün içine bakıyorlardı. Savaşı kazandı ve Muhammet Mirza'nın ordusu dağılarak kendisi kaçtı. Böylece, Herat tahtına oturmuştu ama, bu saltanatı uzun sürmedi. Muhammed Mirza, yeniden topladığı bir ordu ile Hüseyin Baykara'nın üstüne yürüdü. Bu sefer talih, Muhammed Mirza'ya gülmüştü. Hüseyin Baykara'nın ordusunu yenilgiye uğratıp tekrar Herat tahtına oturdu.
Gözünü cihangirliğe dikmiş Hüseyin Baykara'yı bu yenilgi yıldırmadı. 8 ay içinde, güçle yapamayacağını hile ile nasıl başaracağını düşündü ve sadece, kendisine bağlı olduğundan kuşkusu olmadığı 800 adamıyla, bu seferHerat şehrine bir baskın yaptı. Herkes uykudaydı. O kadar ki, Sultan Sultan Muhammet Mirza bile yatağında, başına geleceklerden habersiz uyuyordu. Baykara'nın askerleri saraya girdiler ve Muhammed Mirza'yı yatağında bulup onu öldürdüler. Artık Herat sultanlığı, rakipsiz olarak Hüseyin Baykara'nın eline geçmişti.

1469'da, Harezm'i de bir defa daha ele geçirdikten sonra, iki imparatorluğu birleştirerek tek başına hükümran oldu. Fakat kavga yine de bitmemişti. Zaman zaman, Muhammed Mirza taraftarlarıyla cenklere girmiş, dövüştüğü kuvvetleri ezmiş, fakat sürekli bir barışa bir türlü ulaşamamıştı. Oysa Hüseyin Baykara'nın iki ülküsü vardı: Büyük bir imparatorluk kurmak. Sonra bu imparatorluğu sulh ve sükûn içinde yönetirken, yeni bir uygarlığın fışkırması için gereken sanat ve fikir hareketlerini sürekli olarak beslemek!

Ali Şir Nevaî, onun önce çocukluk arkadaşı, sonra, gençlik dostu, daha sonra da akıl hocalığını yapmıştır. Birçok kaynaklar, Ali Şir Nevaî'yi, Hüseyin Baykara'nın Veziri olarak gösterirler. Oysa Nevaî, gururlu bir insandı. Ve o günlerin töresince, vezir de olsa, kendisinden daha itibarlı aşiretlerin gerisinde durması gerektiğinden, buna razı değildi. Bu nedenle başvezirlik teklifini kabul etmedi. Sadece Hüseyin Baykara'nın dostluğunu ve musahipliğini yaptı. Ancak, o kadar yetkili ve sözü geçer bir kimseydi ki, Baykara sefere çıktığı zaman, Herat onun buyruğunda olurdu.

Nitekim, Hüseyin Baykara'nın sefere çıktığı bir sırada Herat'ta, Hoca Nizamüddin Bahtiyar Semanî isyan etti. Şehir, isyancıların eline geçmek üzere idi. Ali Şir Nevaî, hemen işe koyulup isyancıları bastırdı ve şehirde sükûnu kurdu. Hüseyin Baykara isyanı haber almış, fakat bastırıldığını öğrenmemişti. Şehre girmeye tereddüt ediyordu. Bu sırada, Ali Şir Nevaî'nin gönderdiği haberciler, Hüseyin Baykara'ya isyanın Ali Şir Nevaî tarafından bastarıldığını haber verdiler ve Hüseyin Baykara, arkadaşına sevgi ve minnet dolu şehre girdi. Fakat Ali Şir Nevaî hükümdarı karşılamak için yola çıkmaya hazırlanırken, kalp sektesinden ölmüştü.

Bu sevdiği en yakın arkadaşının ölümü, onu çok sarstı. Bizzat Baykara, Nevaî'nin sarayında matem merasimini yönetmiş ve bütün ileri gelenler, bu büyük Türk şairinin ölüm törenlerinde muhabbet hizmeti yapmışlardır.

Hüseyin Baykara, Türk tarihinin en büyük hükümdarlarından biridir. Onun zamanında Herat 2 milyon nüfuslu, dünyanın en büyük şehri idi. Doğu Türk dünyasının en büyük uygarlık dönemi, onun zamanında yaşanmıştır. Ancak 1505'deki ölümü, Tarih felsefecilerinin "Timur Rönesansı" dedikleri uygarlığın sonu olmuştur.

bluekeys™ 11-28-2006 02:23 PM

HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR
(1864 – 1944)
Edebiyatımıza tebessümü taşıyan bir romancı... Kalemini neşter gibi kullanarak toplumun bozuk düzenini eleştiren ve gösteren yazar... Öğretmeyi, eğlendirmekten üstün tutan bir mizah ustası... Hiç evlenmemiş, fakat evliliğin kanunlarını yazmış yaman bir kalem...
Mizah türü romancılarımızın en büyüklerinden biri... Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864'de İstanbul'da doğdu. Mahmudiye Rüşdiyesi'ni ve Mülkiye Mektebi'ni okudu. Ayrıca, özel öğretmenlerden Fransızca dersler aldı. Çocukluğunda pek sağlıklı görünmüyordu. Hemen bütün gençlik hayatını aile içinde yaşadı ve kadınların hayatını izlemek fırsatını buldu. Gördüğünü değerlendirmesini biliyor ve mizah açısından eleştirmeğe bayılıyordu. Hemen bütün hayatı, Heybeliada'daki evinde geçmiştir.

TEK DRAMATİK ROMANI İFFETTİR
İlk tanıştığı edebiyatçı dostları arasında, ünlü gazeteci ve yazar Ahmet Mithat Efendi vardır. Hüseyin Rahmi, Ahmet Mithad Eendinin romanlarını, hikâyelerini okuyarak geliştiği için, onun etkisinde kalmış, sonra roman yazmaya başlayınca, tıpkı onun gibi romanı en heyecanlı yerde kesip, meselâ natüralizm gibi bir felsefî konuyu veya kalayın nasıl yapıldığını anlatarak okuyucusunu bilgi sahibi yapmaya çalışmıştır.

Nitekim ilk hikâyesinin yayınlanması da Ahmet Mithat Efendi’nin teşviki ve aracılığı ile oldu. "Ayna Yahut Şık" adlı uzun hikâyesi 1888'de yayınlandı ve Hüseyin Rahmi imzası, İstanbul'un edebiyat çevrelerince tanındı. İkdam gazetesi yayınlanmaya başlayınca, Hüseyin Rahmi bu gazeteye geçti ve hikâyelerini yayınlamaya başladı. Gerçekçi hikâyeler yazmaya çalışıyor, kolay okunabilmek için güldürmeyi ihmal etmiyor, okuyucuya yararlı olabilmek için, her fırsattan yararlanarak bilgi vermeğe özeniyordu.

Bu gerçekçilik kaygısında o kadar ileri gidecekti ki, açık-saçık yazdığı için daha sonraki yıllarda mahkemelere düşecekti. Fakat bu sıralarda, halk daha çok acıklı romanlara itibar ediyordu. Hüseyin Rahmi'ye, "Vecihi" gibi açıklı bir roman yazıp yazamayacağı sorulduğu zaman, yapabileceğini söyledi ve oturup yazdı: "iffet". Tek dramatik romanı budur ve bu romanla Hüseyin Rahmi bütün edebiyat dünyasında tanınmıştır.

Fakat Hüseyin Rahmi, acıklı roman yazmanın mizacına uygun olmadığını biliyordu. Yine eskisi gibi, güldürü dalına geçti ve "iffet"! yayınladıktan bir yıl sonra "Mürebbiye"yi yazdı. Bu roman daha tefrikası sırasında, geniş yankılar yaptı. Bu eserinde Hüseyin Rahmi, toplumun alafrangalık merakını eleştiriyor, çocuklarını Avrupa'dan gelme mürebbiyelerin eline bırakan ailelerin içine düştükleri yanlışlıkları sergiliyordu. Eser de yazarı da bir anda üne kavuştular. Daha o yıl (1918) roman filme alındı. Fakat Fransa büyükelçisi, filmin gösterilmesini uzun süre erteledi. Çünkü filmdeki mürebbiye bir Fransız kadını idi.

POLİTİKA ÎLE PEK ANLAŞAMADI
Bu ortalığı gürültüye boğan romandan sonra, Hüseyin Rahmi, daha dingin eserler verme yolunu tuttu; bu dönem içinde "Metres", "Nimetşinas", "Tesadüf" gibi, ötekilerine göre, derli toplu sayılacak romanlar yazdı. Meşrutiyet'in ilânı tarihi olan 1908'e kadar bir taraftan memuriyet yapıyor, bir taraftan romanlarını, hikâyelerini yazıyordu. Bu tarihte memuriyetten istifa etti ve kendisini büsbütün eserlerine, verdi.

II. Meşrutiyet döneminde "Boşboğaz" adıyla bir mizah dergişi çıkarmaya başladı. Dergisi iyi satılıyor, buraya bağladığı zamanlarının dışında yine romanlarını yazıyordu.

Bir ara Gürpınar'ı, Şehir Tiyatrosu'nun edebî heyetinde görüyoruz (1914). Aktör Kemal Küçük'ün ısrarına dayanamayarak bir oyun kaleme aldı: "Kadın Erkekleşince". Şehir Tiyatrosu'nda oynanan bu oyun, pek rağbet görmedi ve Hüseyin Rahmi bir daha oyun yazmayı denemedi.

Gürpınar, 5. devre B.M. Meclisi'ne İstanbul milletvekili olarak katıldı. Politika ile pek bağdaşamadı. Dört yıllık sürenin sonunda, bir daha namzetliği kabul etmeyerek, yeni baştan yazı hayatına döndü. Eserlerinin geliri ile geçinen seyrek insanlardan biridir. Basın hayatında 50 yılını doldurmuş yazarlar için yapılan jübileye de katıldı; sonra yaşlılık ve yalnızlık içinde Heybeliada'daki köşküne çekilip son günlerini yaşamaya başladı.

ONU ŞÖHRET YAPAN, ROMANLARINI MİZAHÎ KALEME ALMASIDIR
Hüseyin Rahmi Gürpınar, yalnız telif eser vermekle yetinmemiş, tercümeler de yapmıştır. Emil Garoriau'den "113 Numaralı Cüzdan". Yine aynı yazardan. "Bir Kadının intikamı", Poul de Kock'dan "Biçare Bakkal" bunlar arasındadır.

Tabiî, asıl şöhretini yapan romanlarıdır, İstanbul'un kenar mahalle halkını yerli dil ile romanlarında konuşturması, Batılaşma gayretleriyle düşülen gülünçlükleri neşterlemesi, bütün bunları, mizah dili ile anlatması, onun şöhretini kısa bir zamanda bütün Türkiye'ye yaydı. Romanları, birçok defalar basılmış, mahalle kahvelerinde bile okunan kitaplar arasına girmiştir.

54 telif eseri vardır. Bunlardan birkaçı bugün de yayınlanmamıştır ve müsvedde Halinde mirasçılarının elindedir. Bir devrin sosyal portresini çizmekteki ustalığı ile, yeri kolay doldurulamayacak bir romancımız, yazarımızdır. 1944 yılında sessiz sedasız yaşadığı Heybeliada'daki evinde öldü ve Heybeliada'ya gömüldü.

bluekeys™ 11-28-2006 02:24 PM

İBNİ SİNA
(980 – 1037)
Savaş kazanan, ülkeler fetheden önderlere "kahraman" diyoruz. Ya doğayı fetheden, onun sırlarını çözen, insanı doğa ile boğuşturan bilim adamlarına ne diyelim?... Asıl kahraman onlar değil mi?...

İşte İbni Sina, evren dediğimiz esrarlı âlemin büyülü sırlarını çözen, fikir ve metafizik yönleriyle doğayı keşfeden, insanın ve doğanın karanlığını, gerçeğin küçük güneşleri ile aydınlatan bir bilim adamını, dâhi, bir Türk kahramanıdır. Sanki beyninde bir radyum ışığı taşıyor, her eğildiği konuyu aydınlatıyor, her doğa bilmecesini anında çözüyordu. Onun kadar çok yönlü çalışan ve çalıştığı bütün alanlarda en üstün bilgi seviyesine ulaşan başka bir bilim adamı göstermek güçtür.

18 YASINA GELDİĞİNDE ÇAĞININ BÜTÜN BİLGİLERİNİ ÖĞRENMİŞTİ

Belhli olan ve sonradan Buhara'ya yerleşmiş bir ailenin çocuğudur. 980 yılında Afşan'da dünyaya geldi. 10 yaşında iken, Kur'an'ı bülbül gibi ezberlemiş, gerekli din bilgisini almıştı. 18 yaşına geldiği zaman çağının bütün bilgilerini öğrenmiş, onların üzerinde düşünmeye ve bilgi üretmeye başlamıştı, İbni Sina kendisi için şunları söylüyor:

"Öteki bilgiler arasında tıp da öğreniyor, nazarî bilgimi hastalar üzerindeki gözlemlerimle tamamlıyordum. Böylece aralıksız çalışmaya devam ettim. Geceleri de okumakla, yazmakla uğraşıyordum. Uyku bastıracak olsa bir bardak bir şey içerek açılıyor, yeniden çalışmaya koyuluyordum. Uykuda bile zihnim, okuduğum şeylerle meşgul oluyordu. Çoğu zaman, uyandığım zaman halledemediğim bazı şeylerin uyku sırasında halledilmiş olduğunu gördüm.

Bir ara, Aristoteles'in "Metafizik"ini incelemeye başladım. Bu kitabı belki kırk kere okuduğum halde anlayamadım, ümitsizliğe düştüm. Bir gün mezatta bir kitap satılıyordu. Beni tanıyan tellal bu kitabı almamı tavsiye etti. Bu, Farabî'nin uğraştığım halde anlayamadığım konu üzerinde yazılmış bir eseri idi. Kitabı aldım, eve dönünce hemen okumaya koyuldum. O vakte kadar anlayamadığım Aristotales'in kitabındaki fikirleri derhal kavradım. Buna son derece sevindim. Allah'a şükrederek secdeye kapandım; fakirlere sadaka dağıttım."

"Nazarî bilgimi, hastaların üzerindeki gözlemlerimle tamamlıyorum" diyen İbni Sina o mertebe iyi bir doktordu ki, kimsenin iyi edemediği Buhara Emiri Nuh İbni Mansur'u tedavi etti ve iyileştirdi. Bunun üzerine Emîr, İbni Sina'yı kütüphane müdürlüğüne tayin etti ve burada İbni Sina bulabildiği bütün kitapları okuyarak düşüncesini iyice genişletti ve geliştirdi.
Emir öldükten sonra Buhara'dan ayrıldı ve büyük bilgin Birûni'nin yaşadığı Harzem'e giderek orada bu büyük bilgin ile birlikte çalıştı, iki bilgi denizi Harzem'de birbirine karışarak büyüdüler. Fakat fikirlerinden ötürü takibata uğradı. Bilgisinin enginliği yüzünden kıskançlıklarla boğuştu, İran'da şehirden şehire göç etmek zorunda kaldı. Ama bütün bu dalgalanmalar içinde durmadan okudu, durmadan yazdı... Bütün kurduğu teorileri deneyden geçirmiştir. İbni Sina'nın 10. yüzyılın başında kullandığı deneylerden teoriye geçmek metodunu batı dünyası ancak 16. yüzyılda kullanmaya başlayacak ve çağımız uygarlığını bu metodun getirdiği bilgilerle kuracaktır.

ESERLERİNİN ÇOĞUNU ARAPÇA YAZMIŞTI

İbni Sina'nın 100'den fazla eseri olduğu söylenir. Bazıları, zaman içinde kaybolmuş olsa da en önemlileri ve belli - başlıları bugün elimizdedir. Eserlerini Arapça yazıyordu. Yalnız iki tanesi, Farsça’dır. Eserlerinin çoğu tıbba, fiziğe, astronomiye ve felsefeye dairdir. Büyük ansiklopedik eseri "Aş -Şifa" ve bunun özetlenmişi olan "An - Necat" en ünlülerindendir ve dünya tıp tarihinin en büyük eserleri arasındadır. Batının 19. yüzyılda bir tesadüfle fark ettiği insan vücudunda kanın "küçük deveranını", İbni Sina, 10. yüzyılda biliyordu.

İnsan hekimliğinin bütün yasalarını bir bir deney ve gözlemlerine dayanarak yazdığı "El-Kanun fi’t-tıp" adlı eseri, Latince’ye çevrilmiş, daha sonra Fransızca, Almanca ve İngilizce çevirileri 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Batının hemen bütün üniversitelerince ders kitabı olarak okutulmuştur. Bugün de Paris Tıp Akademisi salonlarında İbni Sina'nın heykeli en saygın yerinde durmaya devam ediyor.

İbni Sina, felsefede tıpkı Farabî gibi başlamış, fakat daha sonra ondan ayrılarak Yunan felsefesi ile İslâm Kelâm'ını uzlaştırmaya çalışmıştır. Bu ilginç deneme, daha sonraki yüzyıllarda sürdürülmüş olsaydı hem doğuda bir felsefe geleneği kurulmuş ve gelişmiş olacak, hem de Batı felsefesi "insan gerçeği" üzerine daha sağlam oturmuş olacaktı. Nitekim 18. yüzyıla kadar Batının hemen bütün filozoflarını etkilemiştir.

YAZDIĞI IKI ROMANLA DÜNYANIN İLK ROMANCISI ŞEREFİNİ KAZANMIŞTI

Dünyada ilk felsefî roman denemesi, İbni Sina tarafından yapılmış ve yazdığı iki romanla, dünyanın ilk romancısı şerefini kazanmıştır. Eserleri Lâtince, İbranice, Süryanice'den başlayarak giderek bütün dünya dillerine bir çok defalar çevrilmiş ve yayınlanmıştır. Batı bu büyük Türk bilginini "Avicenne" (Avisen) adı ile tanır. Türkçemize de bir çok eseri çevrilmiştir. Bu büyük fikir ve bilim kahramanının 1000. ölüm yıldönümüne, Türk fikir ve bilim adamlarının şimdiden hazırlandıklarını düşünmek tatlı bir umuttur.

bluekeys™ 11-28-2006 02:24 PM

İBRAHİM MÜTEFERRİKA
( 1674- 1745 )
İbrahim Müteferrika Macar, yani Hun Türklerindendir. Avusturya savaşı sırasında Türklere tutsak olmuş, sonra Müslüman olarak İbrahim adını almıştır.

1674'de Doğu Macaristan'ın Klojvar kasabasında doğdu. Ailesi fakirdi. Protestan papazı olmak istiyordu. Bu sebeple rahipler okuluna verildi. 18 yaşında iken, Türk akıncılarının eline geçti ve tutsak edilerek İstanbul'a getirildi (1695).Türkler arasında geçirdiği üç yıl zarfında İslâmiyeti inceledi ve Müslüman olmaya karar verdi. Çünkü İslâmiyeti kabul eden Hıristiyanlar, tutsaklıktan kurtuluyorlardı.

İbrahim adını aldı. Osmanlı Devleti, geçimi zayıf veya korunacak kişilere, Müteferrika'dan aylık bağlardı. Yeni Müslüman olan İbrahim'e de Dergâh-i Ali müteferrikasından aylık bağlandı ve burada bir hizmet gördüğü için adı, İbrahim Müteferrika olarak tanınmıştır.

«RİSALE-İ İSLAMİYE» ADLI BİR ESER YAZDI

Türkçeyi, kısa bir zamanda öğrendi.Türkleri, Müslümanları seviyor, onlarla iyi geçiniyor ve anlaşıyordu. İslâmiyeti o derece benimsemişti ki, 1711 yılında, "Risale-i İslâmiye" adlı bir eser yazdı. Yeni Müslüman olmuş bir kimsenin, İslâmiyeti, risale yazacak ölçüde öğrenmesi ve bilmesi, dikkatlerin üzerinde toplanmasına yol açtı. Nitekim bu risalesini takdim ettiği, o zamanki Sadaret Kaymakamı İbrahim Paşa, kendisini himayesine kabul etti.

Şehit Ali Paşa'nın sadareti sırasında, kendisine önemli bir dış görev verilmiş ve Avusturya'ya bir mesajla gönderilerek, Venedik'le olan savaşta Avusturya'nın tarafsız kalması istenmiştir. Bu önemli görevi yerine getiren İbrahim Müteferrika, Sadrazamın mektubunu Prens Öjen'e vermiş ve aldığı cevabı da Sadrazam Ali Paşa'ya getirmiştir.

Avusturya savaşı sırasında Macaristan'dan kaçan Macar soyluları ile beraberinde getirdikleri arkadaşlarına İbrahim Müteferrika tercümanlık yapmış ve Fransa'dan getirtilerek Macaristan kralı ilân edilen Rakoçi'ye de bu arada hizmet etmiştir.

İSTANBUL'DA KİTAP BASACAK MATBAANIN OLMAMASINA ÜZÜLÜYORDU

İbrahim Müteferrika, devletin kendisine verdiği hizmetleri sadakatle ve ehliyetle yaparken, İstanbul'da kitap basacak bir Türk matbaasının bulunmamasından çok üzülüyordu. Azınlıklar kendileri için, kendi dillerinde baskı yapan matbaalar kurmuşlar ve harıl harıl kitap basıyorlardı. Fakat Türklerin matbaa kurmasına, bazı softalarla, el yazısı ile kitap üreten birtakım kimseler karşı çıkıyor, bu yüzden matbaa bir türlü kurulamıyordu.

Yirmisekiz Çelebi, Fransa'ya büyükelçi olarak atandığı zaman, oğlu Sait Efendi'yi yanına kethüda olarak almıştı. Sonradan sadrazamlığa kadar yükselecek olan bu genç Sait Efendi, Paris'te zamanlarını çok faydalı bir şekilde geçirmiş ve bu arada matbaaları, buralarda basılan kitapları ve bu kitapların ucuzluğunu görüp hayran kalmıştı. İstanbul'a döndüğü zaman, İbrahim Müteferrika ile görüştü ve ayni şeyleri düşündüklerini gördüler. Böylece ikisi, Damat İbrahim Paşa'ya müracaat ederek bir matbaa kurulmasına izin verilmesini istemeye karar verdiler.

Dilekçeyi, İbrahim Müteferrika hazırladı ve dilekçeye "Vesiletüt - tıbaa" adlı yine İbrahim Müteferrika tarafından kaleme alınmış bir gerekçe iliştirdiler. Sadrazam İbrahim Paşa, yeniliklere açıktı ve Türkiye'de matbaanın kurulmasını istiyordu. Sait Efendi ile, İbrahim Müteferrika'nın teklifini hoş karşılamakla kalmadı, kendilerine maddî yardımda da bulunacağını vaad etti.

Damat İbrahim Paşa'nın yardımları ile, gerekli harfler ısmarlandı, gerekli makineler getirildi ve bütün bunlar, İbrahim Müteferrika'nın oturduğu eve taşındı. 1727 Temmuzunda her şey hazırdı, matbaa çalışmaya başlayabilirdi. Fakat, bu işten zarar görecek olan müstensihler (kopyacı) ve bazı softalar, Sadrazamın bu işe önayak olduğunu bildikleri için, aleyhinde atıp tutmaya başladılar. Özellikle, dini bütün bir devlet adamı olmadığını, olsa matbaa gibi bir gavur icadı ile kitap basmaya izin vermeyeceğini söyler-gezer oldular...

MATBAA 16ARALIK1727'DE ÇALIŞMAYA BAŞLADI

İbrahim Paşa, olup bitenleri izliyordu. Şeyhülislâm'dan bu konuda bir fetva istedi. Şeyhülislâm, uyanık bir din adamı idi. Hem ulemayı tatmin etmek, hem Sadrazamı bu yenilik hareketinden alıkoymamak için, şartlı bir fetva verdi. Matbaa, dinî kitapları basamayacak, fakat lügat gibi, kimya, fizik, astronomi gibi ilimlere ait kitapları basabilecekti.

Matbaa, 16 Aralık 1727'de çalışmaya başladı. İlk eser, büyük ve kıymetli bir lügat idi: "Van Kulu" 1000 sayı basılmıştır. 1729'da baskısı tamamlanmış ve satışa sunulmuştur.

İbrahim Müteferrika bir yandan matbaa işlerini yürütüyor ve bir yandan da müteferrika görevine devam ediyordu. Bu arada Yalova'da bir kâğıt fabrikasının kurulmasına da ön ayak oldu. Fakat bu fabrikanın işler hale geldiğini göremeden 1745'de öldü. Mezarı, Okmeydanı’dadır.

bluekeys™ 11-28-2006 02:24 PM

İKİNCİ MURAT
(1404- 1451 )
Babası Çelebi Sultan Mehmet, 1421 yılında Edirne'de ölünce, 6. Osmanlı padişahı olarak tahta çıktı. 1404 yılında doğan Murat Han'ın annesi, Dulkadiroğlu'nun kızı
Emine Hatun'dur.

Küçüklüğü Amasya'da geçmiştir. Babası onun iyi yetişmesi için gerekli özeni göstermişti. İyi ok atar, iyi ata biner, şiir söyler, savaş oyunlarını severdi. Amasya'dan Bursa'ya gelip tahta çıktığı zaman, sadece 18 yaşında idi. Hükümdarlığının ilk yılları, beylikler arasındaki mücadeleleri ve şehzadelerin çıkardığı huzursuzlukları bastırmakla geçmiştir. Bütün bu gailelerin altında, Bizans parmağı vardı. Onun için 1422'de 50 gün süreyle İstanbul'u kuşattı, fakat bir başarı elde edemeden kuşatmayı kaldırdı. Çünkü Bizans imparatoru, Murat'ın küçük kardeşi Mustafa'yı isyana teşvik etti, Karaman ve Germiyan beyleri de kendisini destekleyince, II. Murat, Mihaloğlu komutasındaki bir orduyu üzerlerine yolladı. Bursa civarında isyancılar darmadağın edildiler. Mihaloğlu, İznik'i de alarak, İsfendiyar beyliğini Osmanlı’ya bağladı. Bizans, Selanik'i vererek bir anlaşma yapmak istedi. Murat Bey kabul etmedi.


«YILDIRIM BEYAZIT'IN OĞLUDUR»

Batıda Eflak Beyi ile Macarlar anlaşıyordu. Bunun üzerine Murat, Bizansla, her
yıl 300.000 akçe vergi vermek, Marmara, Ege ve Karadeniz kıyılarında Timuroğulları'ndan ele geçirilen toprakları Osmanlı'ya bırakmak üzere anlaşma yaptı. Venediklilerin desteğinde Osmanlıları uğraştıran Cüneyt Bey'in üstüne Hamza Bey'i gönderdi ve bu yılan hikâyesine dönen işi bitirdi.

Fakat Cüneyt Bey'in ortadan kaldırılması, Venediklilerle, Osmanlılar arasında bir savaşın başlangıcı oldu. Venedikliler, "Yıldırım Beyazıt'ın oğludur" iddiası ile birini çıkarıp onu desteklediler. Ve Osmanlıları bölmeye çalıştılar.

Arnavutluk, araziye tımar sisteminin uygulanması yüzünden, Venediklilerin arkalaması ile isyan etti. Selanik işgal edildi. Herat Hükümdarı Şahruh, Anadolu'ya yönelmişken, vazgeçti ve Murat Bey bu gaileyi savaşsız ortadan kaldırdı. 1430'da.Selânik yeniden alındı. 1438'de Macaristan'a girildi. Ertesi yıl, Sırbistan Krallığı'nın başkenti Semendere, Türk kuvvetlerine boyun eğdi.

Doğu'daki ve Batı'daki devlet gailelerini birer, birer ortadan kaldıran Murat, Osmanlı Devleti'nin geleceğini garanti altına alacak bazı ıslahatlara el attı. Bu arada, başta Çandarlı ailesi olmak üzere, bazı ailelerin büyük servetler topladıklarını ve birkaç ailenin birleşmesi ile, hanedanın bile değiştirilebileceği tehlikesini fark etti ve ikta sistemini tesis ederek beylerin ellerinde toplanan servet gücünü zayıflatmayı düşündü. Fakat bu fikir, bütün beyleri, Murat Han'ın aleyhinde birleştirdi. Fikrini uygulamaktan vazgeçerek ortalığı yatıştırabildi.

5. SALIP ORDUSUNU DÜZENLEDİLER

Almanya İmparatoru ile Macar Kralı tekrar birleşmişler ve Osmanlı'nın üstüne yürümek kararını almışlardı. Murat bu kuvvetleri, Evrenosoğlu Ishak Bey'in yönetimindeki bir ordu ile karşıladı. Öyle bir bozguna uğradılar ki, Alman imparatoru kaçarken yolda kederinden öldü. Macaristan'la da Segedin Barış Anlaşması imzalandı. (2 Temmuz 1444).

II. Murat, bundan sonra tahtını 11 yaşındaki oğlu II. Mehmet'e bırakarak Manisa'ya çekildi. Fakat genç bir padişahın tecrübesizliğinden yararlanmak isteyen Almanlar, Macarlar ve diğer devletler, 5. Salip Ordusu'nu düzenlediler. Bu orduyu genç padişah yönetemezdi. Murat'ın tekrar yerine dönmesi istendi. Murat önceleri direndi, fakat oğlu, ordunun başına geçmesinde direnince kabul etti ve düşman ordusunu Varna'da yok etti. Tekrar, Bursa'da
istirahat etmeye çekilmişse de, saray ileri gelenlerinin ısrarı ve Yeniçerilerin . ayaklanması sebebi ile tekrar Edirne’ye döndü ve oğlu II. Mehmet'le birlikte Arnavutluk seferine çıktı.

Avrupalılar, Papa'nın da teşviki ile yeni bir Haçlı ordusu düzenlediler. Murat, yanına oğlunu alarak bu Haçlı ordusunu, Kosova sahrasında karşıladı. Tarihe İkinci Kosova Savaşı adıyla geçen bu meydan savaşında Salip Ordusu bir kere daha yenildi ve kılıçtan geçirildi (1448).

Kosoya Savaşı’ndan sonra Turhan Bey emrinde Eflak'a giren Türk akıncıları, birçok kasabaları yağmaladı ve birçok şehirleri Osmanlı sınırına kattı. II. Murat 1451 yılında pek genç yaşta iken öldü.

İYİ EĞİTİM GÖRMÜŞTÜ

İkinci Murat, Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarını 880.000 kilometrekareye çıkarmış, imar ve sanat hareketlerini beslemiştir. Kendisi de iyi bir şair idi. Türkçe ile yazıyor, Arap, Fars kelimelerini kullanmıyordu:

"Varalım bir iki gün zikredelim Mevlayı.
Bize ısmarladılar mı şu yalan dünyayı."

Mercimek Ahmet'e Farsça'dan yaptığı tercümeleri açık seçik Türkçe ile yapmasını buyurmuş ve çevirilerini izlemiştir. Edirne'de ve Bursa'da birçok imar hamleleri yapmıştır. Sadeliğin hâkim olmasına çalıştı. Vasiyetnamesinde oğluna şunları söylüyordu:

"Öldüğüm zaman beni Bursa'ya, oğlum Alaeddin'in yanına gömünüz. Mezarımın üstüne büyük hükümdarlar için yapılan bir türbe yaptırmayınız. Vücudumu doğrudan doğruya toprağa gömünüz ki, Cenab-ı Hakk’ın rahmetine işaret eden yağmur, üstüme yağsın. Mezarımın etrafına dört duvar ve çevresine, hafızların oturmaları için yerler yaptırınız. Etrafıma çocuklarımdan, akrabalarımdan kimseyi gömmeyiniz. Bursa'da ölmezsem, cenazemi bu şehre getiriniz. Bu iş perşembe günü olsun ki, defin cuma günü yapılsın..."
Vasiyeti yerine getirilmiştir.


Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 11:31 AM

Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11   Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.