Tek Mesajı Görüntüle
Old 10-04-2005, 06:03 PM   #10
Misyoner
Guest
 
Misyoner Kullanıcısının Avatarı
 
Üyelik Tarihi: Sep 2005
Konum: düşünmeM lazıM
Yaş: 38
Mesajlar: 0
Teşekkür Etme: 30
Thanked 111 Times in 77 Posts
Üye No: 916
İtibar Gücü: 0
Rep Puanı : 5544
Rep Derecesi : Misyoner has a reputation beyond reputeMisyoner has a reputation beyond reputeMisyoner has a reputation beyond reputeMisyoner has a reputation beyond reputeMisyoner has a reputation beyond reputeMisyoner has a reputation beyond reputeMisyoner has a reputation beyond reputeMisyoner has a reputation beyond reputeMisyoner has a reputation beyond reputeMisyoner has a reputation beyond reputeMisyoner has a reputation beyond repute
Cinsiyet :
Varsayılan Ynt: EPİSTEMOLOJİ

4.1.9 Bilinç ve Kimlik

Bilgilenme alanında kavramlar, matematik alanında sayılara benzer bir fonksiyon gördüğünden; kavramlardan oluşan önermeler de, matematikteki eşitliklere benzer bir fonksiyon görürler: önermeler, kavramsal soyutlamaları, spesifik bir probleme uygular.
Ancak, bir önermenin bu fonksiyonu yapabilmesi için, onu oluşturan kavramların kesin tanımlara sahip olması gerekir. Eğer, matematik alanında, sayıların sabit, sağlam değerleri olmasaydı; eğer, o sayıları kullananların ruh halince belirlenen yaklaşıklıklar olsalardı; mesela, "5" sayısı, kullananın "işine geldiği biçimde" bazı hesaplarda altı-buçuk, bazılarında, üç-tam-bir-bölü-dört değeri taşıyabilseydi; matematik diye bir bilim olmazdı.
Ama, ne yazık ki; birçok insanın kavramları kullanışındaki tarz, budur; ve, onlara böyle öğretilmiştir.
Algısal somutluklara işaret eden birinci-düzey soyutlamaların daha üstüne çıkıldığında; çoğu insan, kavramları, sağlam tanımları olmayan, sarih bir anlamı bulunmayan, yani spesifik bazı şeylere işaret etmeyen gevşek yaklaşıklıklar olarak görür; onlar açısından, kavramın, algısal düzeye olan mesafesi büyüdükçe, içeriği de belirsizleşir. Anlamlarını kavramadan kelime öğrenme zihni alışkanlığıyla yola çıkmış olduklarından; daha yüksek soyutlamaları kavramaları imkansızlaşır; kavramsal gelişmeleri, sisli bir ortamdan, daha kalın sisli bir ortama geçmekten ibaret kalır; sonunda, kavramların hiyerarşik yapısı, zihinlerinde hepten dağılır ve realiteyle bütün bağ kopar; anlama kapasitelerini kaybettikçe, eğitimleri, bir ezberleme ve taklit süreci haline gelir. Bu süreç; rasgele ve bağlamdan kopuk verileri, tanımsız, anlaşılmaz, çelişkili terimlerle öğrencinin zihnine boca eden bazı modern öğretmenlerce, teşvik ve talep edilir.
Sonuçta öyle bir zihniyet ortaya çıkar ki: bu zihniyet, birinci-düzey soyutlamaları, yani fiziki varlıklara işaret eden kavramları, algılar olarak ele alır ve daha ileride hiçbir soyutlama yapamaz; yeni bilgiyi bütünleştiremez, kendi yaşantısında olanları kimliklendiremez. Kavramlaştırma sürecini, bilinçli terimlerle keşfetmemiş olan bu zihniyet; kavramlaştırmayı; aktif, sürekli, kendisi tarafından başlatılacak bir mekanizma olarak kullanamaz; dolayısiyle, gelişimi somutla sınırlı bir düzeyde takılır kalır: sadece verili olanla, o anın, o günün, o yılın ortaya çıkardığı şeylerle alışverişte bulunabilir; kendisini daima bir bilinmezlik alacakaranlığı içinde hisseder.
Bu tür bir zihniyet için; yüksek kavramlar, karanlık içine nasılsa sızmış kimliği belirsiz ışınlar gibidir; bazan bunlardan bazılarını toplayıp rasgele kullanır; fakat, bunu yaparken, içinde adı konmamış bir suçluluk duygusu hisseder: karşılarına her an çıkıp "Nereden buldun bu kavramı? Ne anlama gelir?" diye hesap soracak bir epistemolojik Robin Hood beklentisinin kronik terörü altındadır.
Bu tür zihniyete sahip insanların kullandığı haliyle; kelimeler, kimliği belirli birimlere işaret etmek yerine; kimliklendirilmemiş duygulara, kabul edilmemiş motiflere, bilinçaltı dürtülere, tesadüfi çağrışımlara, ezberlenmiş seslere, ritüelleştirilmiş formüllere işaret eder. Dolayısiyle, (bilinçlilik kavramları, onların realitedeki içeriklerine işaret edilmeksizin teşkil edilemeyeceğinden) bu tür insanlar için içebakış alanı, henüz içerilerine doğru hiçbir kavramsal yolun açılmamış olduğu, bakir bir cangıldır. Düşünceyi duygudan, bilgilenmeyi değerlendirmeden, gözlemi hayalden ayırt edemezler; mevcudiyetle bilinç, nesneyle özne arasındaki ayrımın farkına varamazlar; hiçbir içsel durumlarının anlamını kimliklendiremezler; bütün hayatlarını, kendi kafataslarından başka bir yer olmayan bir hapishane içinde, bir hafif-suç mahpusunun ürkeklik duygusu içinde geçirdiklerinden, başlarını kaldırıp realiteye bakmaktan korkarlar, kendi bilinçlerinin esrarıyla felç olurlar.
Modern felsefe, kavramların anlamına, işte bu zihniyetlerin kriter olmasını istemektedir.
Felsefe sahnesinde, Linguistik Analiz ekolünün ortaya çıkmasında, acı bir ironi vardır. Bu ekolün doğduğu dönem, felsefenin en sefil dönemlerinden biridir. İnsanın kavramsal yeteneğine yapılan saldırı, Kant'tan beri şiddetlenmekte; insan zihni ile realite arasındaki yar, gittikçe genişlemektedir. Kavramların bilgilenmede gördüğü fonksiyon, akıl düşmanlarının icat ettiği çirkin aletlerle aşındırılmaktadır. Bunlardan biri olan "analitik-sentetik" sahte zıtlığı tartışması; dolambaçlı, iki tarafa çekilebilecek cümlelerin laf kalabalığı arasından şu dogmaya varır: "Mutlaka doğru olan bir önerme olgusal olamaz; ve, olgusal bir önerme mutlaka doğru olamaz." Kant'ın etkisinin doğurduğu galiz şüphecilik ve epistemolojik sinisizm; üniversitelerden sanata, bilime, endüstriye, siyasete doğru yayılmakta, bütün insanlık kültürünü doldurup, lisanı bozuşturmaktadır. Anlam ve tanım konusundaki objektif kriterleri tesis ederek lisanı kurtarma görevi başta olmak üzere; Kant ahırından etrafa yayılan tezekleri temizlemek için, Herkül'vari bir felsefi gayrete ihtiyaç vardı. Bu ihtiyacı sezmişcesine ortaya atılan Linguistik Analiz felsefe ekolü, kendisine lisanı "sarihleştirmek" amacını yakıştırmıştı; fakat, yapa yapa, şu sonuca vardığını ilan etti: "kavramların anlamı, averaj insanların zihinlerinde belirlenir; filozofların işi, halkın kelimeleri nasıl kullandığını gözlemlemek ve rapor etmektir."
Mini-Kantçılardan oluşan uzun geleneğin reductio ad absurdum'u (varabileceği saçma nokta olan) olan (pragmatistler ve pozitivistler gibi) filozoflar; kelimelerin, herhangi bir prensip ve standarttan muaf, keyfi sosyal ürünler olduğunu; kökeni veya amacı konusunda hiçbir araştırmaya konu olmayacak indirgenmez birinciller olduğunu; realite üzerinde nihai güce sahip gördükleri bu keyfi, sebepsiz, anlamsız seslerin kullanımını "sarihleştirirsek," bütün felsefi problemleri "fesh etmiş" olacağımızı öne sürdüler.
Kelimelerin (kavramların) kapris yoluyla yaratıldığı öncülünden hareket eden Linguistik Analiz filozofları, seçilebilecek bir kaprisler demeti sunar: bireysel veya kollektif. Bunu şöyle ifade ederler: iki tür tanım vardır: "kabul edilmesi şart olarak ortaya konan" (stipülatif) tanım, her kişinin seçeceği herhangi bir şey olabilir; ve, "muhabirsel" tanım, popüler kullanımın ne olduğu konusundaki yoklamalardan elde edilir.
Linguistik analistlerin, muhabirler olarak sağlıklı haber verdikleri söylenebilir (!): Wittgenstein'ın, bir kavramın, "ailesel benzerlikler"in gevşekçe birbirine bağladığı bir şeyler yığınına işaret ettiğini öne süren teorisi, odaklanmışlıktan yoksun bir zihnin mükemmel bir tasviridir.
Felsefenin hali hazır durumu budur. Son onyıllarda, beşeri bilimlerden dışarı büyük bir "beyin-göçü" olmuş ve en parlak zihinler, fiziki bilimlere doğru kaçıp objektif bilgi arayışına girmiştir. Beşeri bilimlerde, büyük isimlerin veya başarıların bu sıralarda ortaya çıkamayışı olgusu, bunun bir sonucudur. Bu kaçışın sebebi, felsefenin bugünkü moda ekollerinin irrasyonelliğidir. Bu kaçış, ne yazık ki sonuçsuzdur: insanlara düşünmeyi öğreten fiziki bilimler değildir; düşünmeyi öğreten ve bütün bilimlerin epistemolojik kriterlerini ortaya koyan, felsefedir.
Felsefenin gücünü anlayıp onu tekrar devreye sokmak için: kavramların ve tanımların neden keyfi olamayacağını, keyfi olmasına neden izin verilemeyeceğini anlamak gerekir. Bunu tam anlamak için, insanın neden epistemoloji gibi bir bilime ihtiyacı olduğu anlaşılmalıdır.
İnsanın her düşüncesinde, her kanaatinde, her kararında, her seçiminde iki temel soru vardır: Ne(yi) biliyorum?; ve, Nasıl biliyorum? "Nasıl" sorusuna cevap veren epistemoloji, "Ne" sorusuna cevap veren özel bilimleri mümkün kılar.
Felsefe tarihinde, epistemolojik teoriler, -çok nadir bazı istisnalar dışında- kaçılması imkansız bu iki temel sorudan birinden veya ötekinden kaçma teşebbüslerinden ibaret oldu. İnsanlara, ya bilgi elde etmenin imkansız olduğu öğretildi (şüphecilik); ya da, bilginin, gayretsiz olarak elde edilebileceği öğretildi (mistisizm). Antagonistik gibi görünen bu iki tavır, aslında aynı temada iki çeşitlemedir; aynı kalp paranın iki yüzüdür: bu tema, rasyonel bilgilenme sürecinin ve realitenin mutlaklığının sorumluluğunu yüklenmekten kaçma teşebbüsüdür; bilincin, mevcudiyete karşı öncelik taşıdığını iddia etme teşebbüsüdür.
Her ne kadar, şüphecilik ve mistisizm, nihai olarak biribirleri yerine geçebilen nosyonlarsa da; yani, bir tanesinin egemenlik kazanması, daima ötekinin yeniden ortaya çıkışına yol açmaktaysa da; sahip oldukları iç çelişkinin şekli bakımından farklıdırlar. Bu iç çelişki, bu nosyonların kaynağındaki felsefi doktrin ile bu nosyonları ortaya attıran psikolojik motivasyon arasındadır. Felsefi olarak: mistik, genellikle bizatihici (vahyedilmiş) epistemoloji ekolünün savunucusudur; şüpheci ise, genellikle epistemolojik sübjektivizmin savunucusudur. Fakat, psikolojik olarak: mistik, kendi bilincinin, diğer bilinçlere göre üstünlüğünü iddia etmek için bizatihiciliği bir araç olarak kullanan bir sübjektivisttir; şüpheci ise, otomatik bir tabiat-üstü rehberlik bulma çabası başarısız kaldığından, başkalarının kollektif sübjektivizminde, buna ikame arayan küskün bir bizatihicidir. Özetle: mistik, epistemolojik bizatihiciliğin savunucusu olan bir psikolojik sübjektivisttir; şüpheci ise, epistemolojik sübjektivizmin savunucusu olan bir psikolojik bizatihicidir.
Hangi cepheden gelirse gelsin, hangi çeşitleme içinde sunulursa sunulsun, kaç cilt kitapla yapılırsa yapılsın, insanın akli yeteneğine yöneltilen saldırıların motifi, bir tek gizli öncüldür: bilinci, Kimlik Kanunu'ndan muaf tutma arzusu. Bir mistiğin alamet-i farikası: bilincin, başka herhangi bir mevcut-şey gibi bir kimliğe sahip olduğu (spesifik araçlar vasıtasıyla çalışan, spesifik bir tabiata sahip bir yetenek olduğu) olgusunun kabulüne karşı vahşi bir inatla direnmesidir. Medeniyetin ilerlemesi, büyü alanlarını birbiri ardından ortadan kaldırdıkça; mucizeye inananlar, son mevzilerinde, kimliğin, bilinci diskalifiye eden bir unsur olduğu görüşünü çılgınca savunmaya giriştiler.
Modern felsefenin neo-mistiklerinin, farkına varmadan kabul ettikleri zımni öncül: ancak gayrı-kabil-i-tasvir bir bilincin, realiteyle ilgili geçerli bilgi edinebileceği; "doğru" bilginin, sebepsiz olmak zorunda olduğu, yani herhangi bir bilgilenme aracı olmaksızın elde edilmek zorunda olduğu inancıdır.
Tek ayağı üzerinde dikilip göbek dansı yapan bir sirk fili gibi, Kant sisteminin bütün mekanizması da, sayfalar ve ciltler dolusu kıvırmaları esnasında bir tek noktaya istinat eder: insan bilgisi geçerli değildir; çünkü, bilinç kimliğe sahiptir. Kant'ın argümanları, asli çizgileriyle şuna indirgenebilir: insan, spesifik bir tabiata sahip olan bir bilinçle sınırlıdır; bu bilinç, realiteden ancak spesifik araçlar yoluyla haberdar olur; bunlar dışında, başka hiçbir araç kullanamaz; dolayısiyle, insan bilinci geçersizdir. İnsan, Kant'a göre adeta: gözleri olduğu için kördür; kulakları olduğu için sağırdır; bir bilince sahip olduğu için aldanmaktadır; algıladığı şeyler, onları algılıyor olması yüzünden mevcut değildir.
Bu inkar, sadece insan bilincinin değil, herhangi bir bilincin, hayvanların veya -varsayılıyorsa- Tanrı'nın bilincinin inkarıdır. (Kant gibi Tanrının mevcudiyetini varsayan bir insan için bu inkar, Tanrı'nın bilincinin veya mevcudiyetinin (kimliğinin) de, inkarı demektir; çünkü: ya, Tanrı, hiçbir araç kullanmaksızın haberdar olmaktadır; ki, bu durumda, hiçbir kimliğe sahip değil demektir; ya da, ancak bazı ilahi araçlar yoluyla haberdar olup, başka hiçbir araç kullanmamaktadır; ki, bu durumda, haberdarlığı, bilinci geçerli değildir.) Nasıl ki, Berkeley, "olmak, algılanmaktır" diyerek mevcudiyeti inkar etmekteyse; benzer şekilde, Kant, algılanmanın olmamak anlamına geldiğini ima ederek bilinci inkar etmektedir.
En eski türünden, Kant'la erişilen zirvesine kadar her tür mistisizm tarafından, insan bilincine, özellikle bilincin kavramsal yeteneğine yapılan saldırı; bir bilinç işlemi ile elde edilen bilginin, "işlenmiş bilgi" olduğu için, mutlaka sübjektif olacağı, realitenin olgularına tekabül edemeyeceği öncülünün, meydanı boş bulmasıyla başarı kazandı.
Bu öncülün fiili anlamı üzerinde hiçbir hataya düşmemek gerekir: bu isyan, sadece bilinçli olmaya karşı değil, yaşıyor olmaya karşı yapılmış bir isyandır. (Bu, kimliğe karşı isyanın, mevcudiyete karşı isyan olduğuna dair bir örnektir. Bir şey olmamak arzusu, var olmamak arzusudur.)
Bütün bilgiler, -ister duyumsal, ister algısal, isterse kavramsal düzeyde olsun- işlenmiş bilgidir. "İşlenmemiş" bir bilgi, -eğer olabilseydi- bilgilenme araçları olmaksızın elde edilmiş bir bilgi olurdu. Bilinçlilik, pasif değil, aktif bir durumdur. Hem; yaşayan bir organizmanın her ihtiyacının tatmini, -ister hava, ister besin, isterse bilgi olsun- bir işleme eylemi gerektirir.
İnsan bedeni, yediği besini işlemek zorunda olduğu için, doğru beslenmenin objektif kurallarının keşfedilemeyeceğini; "doğru beslenme"nin, gayrı-kabil-i-tasvir bir maddenin, bir sindirim sisteminin katılımı olmaksızın absorbe edilmesinden ibaret olduğunu; fakat, insan, kendini "doğru olarak besleme" kapasitesinden yoksun olduğundan, beslenmenin keyfe bağlı sübjektif bir mesele olduğunu; insanın zehirli mantarlar yemesini yasaklayan şeyin, toplumsal (sosyal) konvansiyonlar olduğunu; (hiç değilse şimdilik) kimse iddia edememektedir.
Tabiatın, insana, (kavramları nasıl teşkil edeceğini otomatikman söylemiyor oluşu gibi) ne yemesi gerektiğini otomatik olarak söylemiyor oluşu yüzünden; insanın, yemenin doğru ve yanlış yolları olduğu konusundaki bilgisini terk etmesi gerektiğini (veya, tabiat-üstü bir kuvvetin verdiği reçetedeki beslenme kanunlarına bağlı kalmak suretiyle, objektif bilgiye "güvenmek" zorunda kalmayacağı zamanların rahatına geri dönmesi gerektiğini) kimse söyleyememektedir.
İnsanın kaya yerine ekmek yemesinin tamamen bir "kullanışlılık" meselesinden ibaret olduğunu kimse söyleyememektedir.
İnsan bilincine de, onun bedenine gösterildiği kadar bir bilgilenmesel saygının (aynı objektifliğin) gösterilmesinin zamanı gelmiştir.
Objektiflik, şu olguların anlaşılmasıyla başlar: insan (bilinci ve diğer bütün hususiyetleri dahil olmak üzere), spesifik bir varlıktır ve buna göre davranmalıdır; Kimlik Kanunu'ndan, ne alışverişte bulunduğu evren içinde, ne de kendi bilincinin işleyişi içinde kaçmaya imkan yoktur: evren hakkında bilgi elde etmek için, bilinci kullanmanın doğru yöntemlerini keşfetmelidir; başta bilgilenme yönteminin bütün işlemlerinde olmak üzere, insanın hiçbir faaliyetinde, keyfiliğe hiçbir yer yoktur; nasıl ki, fiziki aletlerinin yapımında, objektif kriterlerle yönlendirilmesi gerektiğini öğrenmişse; aynı şekilde, bilgilenmesinin aletleri olan kavramlarının teşkilinde de, objektif kriterlerle yönlendirilmesi gerektiğini öğrenmelidir.
"Tabiata kumanda etmek, ancak ona itaat etmekle mümkündür" prensibinin kavranması, insanın fiziki mevcudiyetini nasıl özgürleştirmişse; tabiatı anlamak, ancak ona itaat etmekle mümkündür prensibinin kavranması (bilgilenmenin kanunlarının türetileceği kaynağın, mevcudiyetin tabiatı ile bilgilenme yeteneğinin tabiatından (kimliğinden) başka bir yer olmadığının kavranması), insan bilincini özgürleştirecektir.
Misyoner çevrimdışı   Alıntı ile Cevapla