Forum Kalfası
Üyelik Tarihi: Dec 2005
Konum: BeyCoast
Mesajlar: 7,003
Teşekkür Etme: 26
Thanked 333 Times in 269 Posts
Üye No: 4853
İtibar Gücü: 3002
Rep Puanı : 16800
Cinsiyet : Erkek
|
VI
Bir yapıtın yeri apayrıdır. Ozanları bir yana bırakalım: Belki de hiçbir şey böylesine bir güç bolluğu içinde yaratılmamıştır daha. “Dionysosca” kavramım en yüksek uygulanışını buldu burada; onunla ölçüşünce, insanoğlunun yaptığı öbür işlerin hepsi zavallıca, olağan şeyler olarak görünür. Bir Goethe, bir Shakespeare bu korkunç tutku içinde, bu yüksekliklerde bir an bile soluk alamazlardı; Dante Zerdüşt’ün yanında yalnızca bir inanandır, doğruyu kendi yaratan, dünyayı yöneten bir kafa bir yazgı değildir. Veda’ların ozanları rahiptirler, Zerdüşt’ün eline su bile dökemezler; doğruluğuna doğrudur ya, daha bir şey değildir bunlar, hiçbiri bu yapıtın apayrı yerini, içinde yaşadığı gökmavisi yalnızlığı belirtemezler. Ta bengiliğe dek şunu söylemeye hakkı vardır Zerdüşt’ün: “Çemberler çiziyorum çevreme, kutsal sığırlar; gitgide azalıyor benimle çıkanlar daha yüksek dağlara, –sıradağlar kuruyorum gitgide daha kutsal dağlardan.” Tüm büyük kişilerin düşünce gücünü, iyiliğini bir araya getirseniz gene de Zerdüşt’ün bir tek konuşmasını çıkaramazsınız. Bir sonsuz merdivendir O’nun üzerinde inip çıktığı; herkesten daha ötesini görmüş, daha ötesini istemiş, daha ötesini başarmıştır. Gelmiş geçmiş bu en olumlu düşüncenin her sözü gene de bir karşı durmadır; tüm karşıtlıkları içinde toplamış, onlardan en aşağı güçleri, en tatlı, en delice, en korkunç olan şey o bir tek çeşmeden ölümsüz bir güvenle akar. Yükseklik nedir, derinlik nedir, hiçbiri bilinemezdi Zerdüşt’ten önce, hele doğru hiç bilinmezdi. Doğrunun bu vahyinde bir tek yer yok ki, öncüleri bulunsun, en büyüklerden biri önceden sezmiş olsun. Ne bilgelik, ne ruhların derinliğine iniş, ne de konuşma sanatı diye bir şey vardı Zerdüşt’ten önce: En tanıdır, en günlük olan şey burada hiç duyulmamış nesnelerden söz ediyor. Tutkusundan tir tir titriyor deyiş; uzdillilik burada musiki olmuş; yıldırımlar savruluyor daha önce bilinmeyen geleceklere. Dilin kendi özüne, imgeye bu dönüşü yanında, şimdiye dek bilinen en büyük, en güçlü simgecilik bir çocuk oyuncağı kalır. –Zerdüşt nasıl da herkese iniyor, nasıl da biliyor gönül almayı! Üstelik hasımlarına, papazlara nasıl okşarcasına dokunuyor, onlarla birlikte acı çekiyor!– İnsan burada her an aşılmaktadır, “üstinsan” kavramı en büyük gerçek olmuştur burada, –şimdiye dek insanda büyük bilinen ne varsa, hepsi de sonsuz uçurumlar boyu aşağıda kalmıştır. Bu mutlu sessizlik, bu tüy gibi ayaklar, bir an eksik olmayan bu hayınlık, bu kabına sığmazlık, Zerdüşt’ün kişiliğini yapan başka ne varsa, hiçbiri büyüklüğün ayrılmaz parçası olarak düşünülmemiştir daha önce. Zerdüşt kendini işte bu yüzden, böyle geniş uzaylarda yaşayıp, en çelişik şeylere böylesine açık olduğu için, en yüksek varoluş biçimi saymaktadır; kendisini bunu nasıl tanımladığını duyunca, onu başka bir şeye benzetmekten vazgeçer artık insan.
–en uzun merdiveni olan ruh, en derine inebilen, en geniş, en büyük ruh, kendi içinde en çok dolanıp gezebilen, yolunu en çok şaşırabilen,
o en zorunlu olan, seve seve atılan rastlantının içine, o varolan ruh, oluşu isteyen, varlıklı ruh, istemeyi ve açlığı isteyen,–
kendi kendinden kaçan, en geniş çevrelerde yakalayan kendini,
en bilge ruh, kulağına çılgınlığın en tatlı şeyler fısıldadığı,
kendini en çok seven, içinde tüm şeylerin ileriye ve geriye aktığı, alçaldığı, kabardığı–
Ama bu Dionysos kavramının ta kendisi işte. –Başka bir düşünüş yolu da oraya götürür bizi. Zerdüşt örneğindeki psikolojik sorun şudur: Şimdiye dek evet denen her şeye, duyulmamış ölçüde, sözle ve eylemle hayır diyen kimse, nasıl gene de yadsıyan bir düşüncenin tam tersi oluyor; yazgıların en ağırını, yıkımlı bir ödevi taşıyan düşünce, nasıl gene böyle hafif, böylesine az yersel oluyor –bir dansçıdır Zerdüşt–; gerçeği en kazısı yüreklilikle, en korkunç olarak gören, o “uçurum gibi derin” düşünceyi düşünen kimse, nasıl oluyor da varlığa, onun bengi dönüşüne karşı durmuyor, –tam tersine evrensel olumlayışın, “o sonsuz, sınırsız evet ve amin deyiş”in ta kendisidir… “Ta uçurumların dibine dek taşıyorum bu kutsayan evet-deyişi”… İşte gene vardık Dionysos’a.
VII
–Kendi kendine kalınca hangi dili konuşur böyle bir tin? Dithyrambos dilini. Bulucusu benim dithyrambos’un. Zedüşt’ün gün doğmadan önce kendi kendisiyle nasıl konuştuğunu bir dinleyin: Bu zümrütten mutluluğu, bu tanrısal sevecenliği şakıyan dil yoktur benden önce. Böyle bir Dionysos’un en derin yası bile gene dithyrambos olur; örnek olarak Gece Türküsü’nü veriyorum. –ışık ve güç bolluğu yüzünden, güneş gibi yaratılmış olmak yüzünden sevemeyişin o ölümsüz yakınmasını.
Gecedir: Yüksek sesle konuyor tüm fışkıran çeşmeler şimdi. Ve benim ruhum da bir çeşmedir fışkıran.
Gecedir: Yeni uyanıyor sevenlerin türküleri. Ve benim ruhum da bir sevenin türküsüdür.
Dinmeyen, dinme bilmez bir şey var içimde, ses olmak istiyor. İçimde sevgiye susamışlık var, sevginin dilini konuşuyor kendisi.
Işığım ben: Gece olaydım keşke! Ama budur işte benim yalnızlığım, çepeçevre ışıkla sarılmış olmam.
Ah, karanlık olaydım, gece olaydım! Nasıl emerdim ışığın memelerinden!
Üstelik kutsardım bir de sizleri, ışıl ışıl yıldızcıklar, ateşböceklerini göğün! O ışıktan armağanlarınızla mutlu olurdum.
Ama öz ışığımla yaşıyorum ben, gene ben içiyorum benden taşan alevleri.
Bilmiyorum almadaki mutluluk nedir; çoğu zaman bana öyle geldi ki, çalmak daha da büyük mutluluktur almaktan.
Budur benim yoksulluğum, elim durup dinlenmeden bağışlıyor; budur çekemediğim, bekleyen gözler görüyorum hep, özleyişin aydınlanmış *******ini.
Vay, bağışlayanların mutsuzluğu, vay! Güneşimin kararması! Vay susamaya susamış olmak! Vay açlıktan kıvranmak doymuşluğun içinde!
Gerçi benden alıyorlar: Ama elim ruhlarına dokunuyor mu daha? Bir uçurum vardır vermekle almak arasında, –ve en küçük uçurumdur en zor kapanan.
Bir açlık büyüyor güzelliğimden: Aydınlattıklarıma acı vermek istiyorum, soymak istiyorum bir şey bağışladıklarımı –hayınlığa böylesine susamışım ben.
Doluluğum böyle öç kuruyor, böyle bir kalleşlik sızıyor yalnızlığımdan.
Bağışlaya bağışlaya öldü bağışlamanın mutluluğu; kendi bolluğundan bezdi erdemim!
Durmadan bağışlayan için tehlike, utanmayı unutmaktır; hep dağıtan kimsenin elleri, yüreği nasır bağlar dağıtmaktan.
Gözüm yaşarmıyor artık yalvaranın utanması önünde; sertleşen elim artık duymuyor o dolu ellerin titreyişini.
Gözümde o yaş damlası nereye gitti, yüreğimde o belirsiz ürperiş? Vay, yapayalnızlığı tüm bağışlayanların! Vay, tüm ışıldayanların suskusu!
Issız uzayda nice güneş dönüyor: Karanlık ne varsa, hepsine konuşuyorlar ışıklarıyla –yalnız bana susuyorlar.
Işıyanlara karşı budur düşmanlığı ışığın: Acımadan gider kendi yoluna.
Işıyanlara karşı katı yürekli, güneşlere karşı soğuk –böyle döner hep güneş.
Bir kasırga gibi döner güneşler yörüngeleri üzerinde.
Amansız istemlerine uyup giderler: Budur soğukluğu onların.
Yalnız sizler, ey karanlık, ey gecesel olanlar, siz ısınırsınız onların ışığında! Yalnız siz susuzluğunuzu dindirirsiniz, emersiniz ışığın memelerinden!
Ah, dört bir yanım buz; donmuş şeylere değmekten yanıyor elim! Ah, içimde susuzluk var, sizin susuzluğunuz için yanıp tutuşuyor.
Gecedir: Neden böyle ışığım ben! Geceye susamışlık! Yalnızlık!
Gecedir: Bir pınar gibi kaynıyor içimden isteğim, –konuşmak istiyorum.
Gecedir: Yüksek sesle konuşuyor tüm fışkıran çeşmeler şimdi. Ve benim ruhum da bir çeşmedir fışkıran.
Gecedir: Şimdi uyanıyor işte sevenlerin türküleri. Ve benim ruhum da bir sevenin türküsüdür. –
VIII
Böyle bir şey ne yazılmış, ne duyulmuş, ne de çekilmiştir: Bir tanrı, bir Dionysos çekebilir bu acıyı. Bu “ışık içinde güneş yalnızlığı” dithyrambos’una verilecek yanıt Ariadne[7] olurdu… Ama Ariadne kimdir, benden başka bilen mi var!... Bu tür bilmecelerin çözümünü bulamadı hiç kimse; burada bir bilmece olduğunu gördüklerinden de şüpheliyim. –Zerdüşt bir seferinde, ödevini –ki benim de ödevimdir– öyle bir kesinlikle belirtmiştir ki, yanlış anlayamaz artık hiç kimse: Geçmiştekileri de temize çıkarmaya, kurtarmaya dek varan bir olumlayıştır bu.
İnsanlar arasında, geleceğin kırık parçaları arasında gibi dolaşıyorum: O gördüğüm geleceğin.
Derdim günüm bu benim, kırık parça, bilmece, ürkünç rastlantı olan her şeyi toplamak, tek bir şey yaratmak.
Nasıl katlanırdım insan olmaya, aynı zamanda ozan, bilici, rastlantının kurtarıcısı olmasaydı inan?
Tüm geçmişi kurtarmak, “böyleydi” denilen her şeyi yeni baştan yaratmak “ben böyle isterdim” diye, –benim için bu olurdu ancak kurtuluş.
Zerdüşt başka bir yerde de, olabildiğince katı yüreklilikle, kendisi için “insan” ancak ne olabilir, bunu anlatıyor, –bir sevgi, hele acıma konusu değil hiç,– insandan o büyük tiksinmeyi de yenmiştir Zerdüşt: Onun gözünde insan biçimlenmemiş özdektir, yontucusunu bekleyen çirkin bir taştır.
Artık hiç istememek, artık değer biçmemek, artık hiç yaratmamak: Bu büyük yorgunluk benden ırak olsun hep!
Bilip tanırken bile, istemimin doğurtmaktan, oluştan aldığı tadı duyuyorum yalnızca; benim bilgim bir çocuk gibi arıksa, ondan doğurtma istemi olduğu içindir.
Bu istem tanrıdan, tanrılardan uzağa alıp götürdü beni: Yaratacak ne kalırdı, tanrılar… varolsaydı?
Ama beni hiç durmadan insana doğru çekti bu yanıp tutuşan yaratma isteğim; taşı böyle arar çekiç de.
Bilseniz, nasıl beni yontu uyuyor taşta benim için, o yontular yontusu! Ah, taşların en sertinde, en çirkininde mi uyumalıydı böyle!
Azgınca vuruyor şimdi çekicim, acımadan vuruyor onu tutsak eden taşa. Yongalar savruluyor: Varsın savrulsun!
Onu tamamlayacağım; bir bölge geldi göründü çünkü bana, –tüm şeylerin en eşsizi, en tüy gibisi göründü bana bir kez!
Gölge olup geldi bana üstinsanın güzelliği: Bundan böyle bana ne… tanrılardan!...
Bu koşuklar dolayısıyla sırası gelmişken, bir başka görüşü de belirtmek isterim: Çekicin sertliği, yoketmenin kendisinden alınan tad. Dionysosca bir ödev için gerekli başlıca koşullardandır. “Sert olun” buyruğu, tüm yaratanların sert olduğunu en büyük kesinlikle biliş, gerçek belirtisidir Dionysosca bir yaradılışın.
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır...
Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!!
|