Tek Mesajı Görüntüle
Old 03-03-2006, 12:46 AM   #2
Bostandere
Forum Aşığı
 
Üyelik Tarihi: Dec 2005
Mesajlar: 4,764
Teşekkür Etme: 111
Thanked 1,308 Times in 803 Posts
Üye No: 4863
İtibar Gücü: 3034
Rep Puanı : 65437
Rep Derecesi : Bostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond repute
Cinsiyet :
Varsayılan

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI BAŞLARINDA

İSTANBUL’DA İHTİKÂR MESELESİ


Doç. Dr. Metin AYIŞIĞI

Türkiye, İkinci Dünya Savaşı'nın son safhalarına kadar tarafsızlığını korumak suretiyle büyük bir siyasî zafer kazanmıştı. Savaş süresince başta Cumhurbaşkanı İsmet İnönü olmak üzere, hükümet ve siyasî kadrolar Birinci Dünya Savaşı'nın o meşum trajedisinin tekrarlanmaması için olabildiğince tarafsız bir politika çizme gayreti içerisine girdiler. Bu konuda da kesinlikle bir taviz vermediler. Fakat Türkiye'nin iktisadi hayatını büyük ölçüde etkileyen bu büyük savaş, ülkede kalkınma hızı hemen tamamen durdurmuştur. Eldeki mevcut kaynaklar, dışarıdan gelecek herhangi bir tehlikeye karşı savunmak için silahlı kuvvetlerin ihtiyacına ayrılmıştır.

Savaş yılları Türkiye'yi çok büyük ekonomik zorluklar içine itmiştir. 18 Ocak 1940 tarihinde kabul edilen "Millî Korunma Kanunu" hükümete olağanüstü geniş yetkiler veriyordu. Askerî harcamalardaki artış ve hammadde temininde yaşanan büyük sıkıntılar yüzünden, 1939 yılında başlatılmış olan II. Beş Yıllık Kalkınma planı iptal edildi. Bu arada kısmî seferberliğin sürdürülmesi de tarım üretimini düşürmüştü. Diğer taraftan dış ticaretin genişlemesiyle, Türk ürünlerine büyük bir talep oluşmuştu. Bu mallar ticari fiyatlardan çok, stratejik fiyatlarla satılıyordu. Tüm bu gelişmeler, gittikçe artan devlet masrafları ve temel ihtiyaç maddelerinin kıtlığı önemli bir enflasyonist baskıya yol açtı.

Kalay stokları tamamiyle bittiği için fiyatlar 260 kuruştan 500 kuruşa fırlamıştı. Ham deri stoklarının fazla olması nedeniyle, mamul deri üzerinde çalışan fabrikalarda fazla stok karşısında faaliyetlerini yavaşlatmışlardı. Kösele ve genellikle mamul deri üzerindeki fiyat artışları, özellikle dışarıdan ham derinin getirilememesi ve imalatta gerekli olan kimyevi maddelerin yokluğuna veya fiyatların yükselmiş olmasına bağlanıyordu. Bunun üzerine hükümet, ham deri ve kimyevi madde ithalini sağlamak maksadıyla deri fabrikaları emrine 75 bin İngiliz liralık akredif imkânı verdi. Ayrıca mamul deriler üzerindeki gümrük resimleri geniş bir nisbet dahilinde indirilerek, deri sanayii ile kundura sanayii üzerindeki muamele vergisi de yeniden incelenecekti.

Aşırı fiyat artışları ev kiraları, temel ihtiyaç maddeleri ve kaynağı dışarıda olan maddelerde kendini gösteriyordu. Vurgunculuk hareketinin kaynağını yerli maddeler, özellikle gıda maddeleri teşkil ediyordu. Ancak bazı maddelerdeki aşırı fiyat artışının nedeni, halkın gereksiz yere o mala rağbet etmeseydi. Örneğin 45 kuruş olan kuyruk yağının kilosu 60 kuruşa kadar fırlamıştı.

Hatta ev kiraları bile bu olumsuz ortamdan nasibini almış, ev sahipleri kiraları haksız bir ölçüde arttırma yoluna gitmişlerdi. Ev kiralarının son gelişmeler nedeniyle özellikle Beyoğlu taraflarında ve kısmen de İstanbul tarafında yükselmişti. Ev kirasını arttırmak suretiyle ihtikâr yaparak Millî Korunma Kanununa muhalefetten ilk dava İstanbul'da 26 Nisan 1940 tarihinde Millî Korunma Kanununun 30. Ve 58. Maddelerine göre açılmıştı. Bu kanunun 38. Maddesi hükmüne uymayanlardan 10 liradan 100 liraya kadar ağır para cezası alınacaktı. Tekrarı halinde 20 liradan 200 liraya kadar ağır para cezası ile beraber üç günden bir aya kadar hapis cezası verilebilecekti.

Savaşın başladığı ilk günlerde piyasada her çeşit eşyaya karşı büyük bir talep olmuştu. Hatta bazı kimseler evlerine bir kaç aylık makarna, un almak gibi ilginç hareketlerde bulunmuşlardı. Fakat bu durum bir süre sonra normale dönmüştü. Ancak zaman zaman bazı kimseler ihtiyaçları olmadığı halde gereksiz yere fazla mal alıyorlardı. Cebinde biraz parası olan, filan mal pahalılaşıyor, yarın daha da artabilir düşüncesiyle mala hücum ediyordu. Örneğin o ana kadar hiç ticaretle meşgul olmamış bir vatandaş yüzlerce top kumaş satın alıyordu. Pek çok emlak sahibi, sarraf, emekli memur, doktor, müteahhit ve buna mümasil birçok kimse stoklamış olduğu deri, kâğıt, manifatura, makara, kalay, ve sair ithalat eşyasını alelacele satmak için yoğun çaba gösteriyordu. Elbette amacı kâr etmek olan bu davranış ahlaksızca bir tutumdu. Bu durumda tüccar sıfatını haiz olmayanlar mal alıp satamayacaktı.


Hükümetin İhtikâra Karşı Aldığı Önlemler


Hükümet, bazı maddeler üzerindeki yersiz fiyat yükselmelerine engel olmak için gerekirse, bu şekilde fiyatları yükseltilen maddelere narh koyma kararı bile almıştır. Ancak, halkın hiç bir şekilde sıkıntı çekmemesi için alınacak tedbirlerden önce, durumu etraflıca tetkik etmeyi, mevcut fiyatlarla, stok miktarlarını, saklanan mal olup olmadığını tesbit etmeyi uygun bulmuştur.

Nihayet "Men'i ihtikâr kanun teklifi" 1939 yılı Eylülü'nün son haftasında Bakanlar kuruluna getirildi.25 maddeden ibaret olacak olan kanun hükümleri satışa dahil tüm eşyaya şamildi. Buna göre, vurgunculuk bir komisyon aracılığı ile tesbit edilecek, kararlar ise mahkeme yoluyla verilecekti. Kararların süratle alınması için mahkeme, "cürm-ü meşhud" usulüne dayanılarak görülecekti. Kanun, savaş dolayısıyla meydana çıkan dünya ekonomik buhranına göre, ülkedeki dengeyi sağlamak için bazı kararlar almak yetkisini hükümete verecekti. Hükümet bu yetkiyi kullanarak, vurgunculuğu önlemek için gerekli kararnameleri çıkarabilecekti. Bu konuda hükümetin alacağı kararlara karşı koyanlar şiddetle cezalandırılacaklardı. Bu gibilerin mahkemeleri mahalli savcıların seçecekleri bir mahkeme tarafından yapılacak ve bu mahkeme münhasıren bu konuyla meşgul olarak davaların en kısa zamanda sonuçlanmasını sağlayacaktı. Kanunun yayınlanmasının ardında bütün müesseseler ellerindeki stokları bildiren birer beyanname vermeğe mecbur tutulacaklardı. Bu beyannamede malın cinsi, kaynağı, hangi tarihte alındığı ve maliyet fiyatıyla sigorta primi miktarları da gösterilmiş olacaktı. Yapılan incelemeler göre yalnız İstanbul'da bu şekilde beyanname vermesi gereken 60.000 firma vardı.

Bu arada İstanbul Polis Müdürlüğü, dünyadaki savaş durumundan istifade suretiyle vurgunculuk yapmaya kalkışan karaborsacıları takibe başlamıştı. Örneğin odun-kömür üzerine iş yapanlar, kış mevsiminin yaklaşmakta bulunmasını fırsat bilerek, mahrukat fiyatlarını bir miktar yükseltmişlerdi. Muhtemel bir vurgunculuk hareketini önleme konusunda gayet hassas davranan İstanbul Belediyesi, şehirdeki odun ve kömür stokları etrafında incelemelere başlamıştı. Yine de Belediye, şehirde odun, kömür karaborsacılığı yapılmasına meydan vermemek üzere gerekli önlemleri almağa devam ediyordu. Fiyatların daha fazla yükselmemesi için, gelişmelere göre narh konulması bile düşünülüyordu.

Avrupa'daki olağanüstü durum dolayısıyla İngiltere, Almanya ve Polonya'dan gelen sevkiyatın kesilmesi üzerine piyasada meydana gelen boşluğu doldurmak için hükümet, 16.000 ton Karabük koku getirmişti. Zonguldak Sömikok sevkiyatı düzenli olarak devam ettiğinden Mart 1940 sonuna kadar 22.000 ton kömür tamamen piyasaya arz edilmiş olacaktı. Bu da şehrin senelik kömür ihtiyaç miktarı olan 70 bin ton kok, mevsim sonuna kadar sağlanmış oluyordu.

İstanbul'da ikinci el olarak kömür satan komisyoncuların kömür fiyatları üzerinde ihtikâr yaptıkları ve piyasada buhrana yol açtıkları anlaşıldığından Belediye, her kaymakamlık bölgesinde perakende satış yapmak üzere birer depo açılmasına karar verdi. Belirlenen narh fiyatına, yalnız depolara kadar ihtiyar edilecek nakliye ücreti eklenerek, satış bu fiyat üzerinden yapılacaktı. Depo kirasını ve memur masraflarını Belediye üzerine almıştı.

İhtikârla mücadele eden komisyonlar, bir malın fiyatını incelemek için faturalara bakıyordu. Eğer bir ticarethane, faturada kaydedilen bir malın fiyatını arttırmış ise, ihtikâr hadisesi olarak kabul ediliyordu. Faturadaki malı normal bir kazançla satmışsa sorun yoktu. İhtikâr komisyonu, ihtikâr olaylarını faturalar üzerinden incelediği için, hiçbir tüccar açıkça malına zam yapmaya cesaret edemiyordu. Ayrıca hiçbir şekilde fatura da vermiyordu. Halbuki Millî Korunma Kanununun, 5 Mart 1940 tarihinde kabul edilen değişik 31. Maddesine göre fatura vermek mecburiyeti vardı.

Vurgunculukla daha iyi mücadele için, hayat pahalılığı ile mücadelede olduğu gibi devlet fabrikalarından yararlanılması da gündeme gelmişti. Bu fabrikalarda üretilen malların fiyatları piyasada emsali bulunan malların fiyatları için bir denge görevi yapacaktı. Devlet fabrikaları ürettiği mallarının piyasada yüksek fiyatla satılmasını önlemek için harekete geçmişti. Bu konuda bir şikayet söz konusu olursa, o firmaya bir daha mal verilmeyecekti. Vurgunculukla mücadele konusunda, devlet fabrikalarının ilk etapta fiyatlarını ilan etmeleri karar altına alınmıştı. Bu suretle devlet fabrikalarında yapılan maddeler üzerinde ve bunların benzerlerinde karaborsacılığa engel olunacaktı. Komisyon bu görevi yerine getirirken, iaşe kanunun 9. Maddesini de tatbik edebilecekti. Bu madde hükümleri gereğince, vurgunculuk yapanlar, düzenlenecek zabıt varakası üzerine 5 liradan 500 liraya kadar para cezası ve 24 saatten bir seneye kadar hapisle cezalandırılacaklar, yahut bu iki ceza birlikte verilebilecekti. Bu suçları işleyenlerin mahkemeleri sıkıyönetim olan yerlerde "divân-ı harpler" tarafından, olmayan yerlerde ceza mahkemeleri tarafından görülecekti.


EKMEK MESELESİ :

Ocak ayı içinde unun çuvalı 605-675 kuruş arasında değişiyordu. Unun çuvalını 600 kuruştan veren Değirmenciler, maliyetlerinin arttığını iddia ederek, fırıncılara verdikleri unun fiyatını arttırmışlardı. Bu artışa nedenini de son aylarda İstanbul’a çuval gelmemesi ve değirmenlerdeki makine aksamı fiyatlarındaki artışa bağlıyorlardı. Belediye ise, bir çuval un için belirlediği 190 kuruşluk narhı biraz daha aşağı çekerek, ekmek fiyatlarında 30 paralık bir indirimi düşünüyordu. Belediyenin tüm kararlılığına karşın, Fırıncılar Cemiyeti, bir türlü ekmek imalat ücretlerinin indirilmesine yanaşmıyordu. Belediye ise, bir çuval un için belirlediği 190 kuruşluk narhı biraz daha aşağı çekerek, ekmek fiyatlarında 30 paralık bir indirimi düşünüyordu. Hatta imalat ücretlerini yeterli bulmadıkları gerekçesiyle 10 Haziran 1939 tarihinde biraraya gelen İstanbul fırıncıları, istedikleri ücretin kabul edilmemesi halinde bakkallara ekmek vermeyecekleri gibi, fırınları kapatma tehdidinde bile bulunmuşlardı. Bu açıklama gerek, Belediye gerek halk üzerinde ilgi uyandırmış, hatta telaşa neden olmuştu. Fırıncılara bakılırsa, maliyetin artmasının bir başka nedeni bakkallara verdikleri yüzde idi.

Bir başka konu da ekmeğin kalitesi idi. Fırıncılar, ekmekteki kalitesizliğin değirmencilerin kendilerine verdikleri kötü undan kaynaklandığını ifade ediyorlardı. Değirmenciler de, Toprak mahsulleri Ofisinin kendilerine yalnız yumuşak ve düşük kalitede buğday verdiklerini söylüyorlardı. Aslında, İstanbul ekmeğinde glüten, yani proteğin oranı 10 ve randıman derecesi 80 idi. Fakat halk 80 randımanlı esmer ekmeğe rağbet etmediğinden, fırıncılar genellikle 75-76 randımanlı un kullanıyorlardı. Bu konuda yapılan toplantı ve tartışmalara rağmen un fiyatlarında yükselme devam ediyordu. Ancak hükümet de, büyük fedakârlıklarla Toprak Mahsulleri Ofisi adına, İstanbul'da buğdayı piyasa fiyatından aşağı satıyordu. Devlet adına satılan buğdayın fiyatı, İstanbul'da ekmeğin 9.5 kuruşa satılmasına göre hesaplanmıştı. Bu fiyat değişmedikçe narhın da değişmemesi gerekiyordu. Halbuki değirmenciler un fiyatlarını yükseltmeye devam ediyorlardı. Böylece un fiyatlarının normal seviyesinin üstüne çıkmasına engel olunacak ve fırıncılara güçlükleri de çözümlenecekti. Zaten l9 Haziranda toplanan Belediye İktisat İstişare Kurulu, ekmekçilerin başvurularını değerlendirerek, narha esas olan bir çuval unun fiyatını 193 kuruştan l56 kuruşa indirmişti. Fırıncılar, Belediyenin belirlediği bu fiyata itiraz ettiler. Bu arada ekmeğin ucuzlatılması konusunda yeni teklifler de geliyordu. Örneğin İstanbul ekmeğinin 95 randımanlı undan yapılması teklif edildi. Fakat bu içi kepekle dolu, hazmı zor ekmeği şehirlinin yemeyeceği doğaldı. Fırıncıların hemen hepsi ise 70-74 randımanlı undan ekmek çıkarmağa devam ediyorlardı.


Belediyenin, Fırıncılarla Mücadele Etmeye Karar Vermesi

Yaşanan tüm bu gelişmelerin yanı sıra, halkın da fırıncılardan yana şikâyetleri vardı. Bu şikâyetler, ekmeğin iyi pişirilmemesi, kötü kalite undan yapılması üzerinde yoğunlaşıyordu. Nitekim 1939 yılı Temmuz ayı içinde 656 çuval n ve 315 ekmek numunesi alınmış, tahlil sonucu bu unlardan 28 i, ekmeklerden 89 u bozuk çıkmış, sorumlular ise cezalandırılmıştı. İşte imalat ücretlerinin yüksek olduğundan dert yanan fırıncıların, ekmeğin kalitesinde bir iyileştirmeye gitmemeleri üzerine Belediye, bu işin bazı semtlerde açılacak olan örnek fırınlarla yapılmasına karar verdi. Böylelikle hem rekabet ortamı doğacak, hem de ucuz ve kaliteli ekmek yenebilecekti. Kaldı ki Belediye bu kararında haksız değildi. Çünkü İstanbul'da günde 300 bin ve senede 110 milyon kilo, yani yuvarlak bir hesapla 10 milyon liralık ekmek yeniyordu. O sırada İstanbul'da 190 civarında fırın vardı. Bunların hemen hepsinde hamur yoğurma makinası varsa da, bu fırınların teşkilatı tam anlamıyla sıhhî değildi. Yani ekmeğin daha ucuz ve daha sağlıklı olabilmesi için her şeyden önce ekmek pişirme işinin modernize edilmesi gerekiyordu. İstanbul dağınık bir şehir olduğu için modern fırınlar, kenar mahallelerde fabrikalar ve uzak yerlerde satış şubeleri açmak uygun olabilirdi . Aslında Belediyenin ilk girişimi de modern fırınlar kurulmasına yönelikti. Bu duruma göre, İstanbul'un ekmek ihtiyacını karşılamak için o sırada 1.5 milyon lira sar etmek gerekiyordu. Ancak bu girişim ne derece sağlıklı ve tasarruflu olabilirdi, iyice değerlendirmek gerekiyordu. Gerçi rekabet nedeniyle, sermayece zayıflayan fırıncıların, bu iş için gerekli olan parayı kısa sürede bulmaları mümkün değildi. Ancak düzenli bir planla çalıştıkları takdirde bu paranın tamamı hemen lazım olmayacağı gibi kurulacak fabrikalar karşılık gösterilerek sağlanacak kredi ve Belediyenin yardımıyla sermaye konusunu da çözümleyebilirdi. Ancak muhtelif yerlerde ekmek fabrikaları kurulması için Belediyenin giriştiği teşebbüsler harp durumu nedeniyle ertelendi.

Daha çok yiyecek maddelerine halkın gösterdiği aşırı talebin ve tüccarların anlaşılmaz bir tutumla malını elde tutmak veya en yüksek fiyatla satmak düşüncesinin doğurduğu bu durum, halkın son gelişmelerde bir fevkaladelik olmadığını görerek, ihtiyaç fazlası alışverişi kesmesi fiyatlarda bir miktar düşüşe neden olmuştu. Ancak menşeleri yabancı olan ve daha çok o sırada savaş halinde olan ülkelerin malı olan maddelerin fiyatlarında doğal olarak bir yükselme vardı. Bu yükseliş ise ellerindeki stok miktarına göre değişiyordu.

Ayrıca devlet, vurgunculuğu önlemek için her türlü tedbirleri almağa, tüm kuvvetlerini kullanmağa yetkili olacaktı. Özellikle, gerekli olan durumlarda vurgunculuk yaptığı görülen ticari ve sınai şubeler devletleştirilebilecekti. Kanunun yayınlanmasının ardından bütün bu müesseseler ellerindeki stokları bildiren birer beyanname vermeğe mecbur tutulacaklardı. Bu beyannamede malın cinsi, kaynağı, hangi tarihte alındığı, nereden alındığı ve maliyet fiyatıyla sigorta primi miktarları gösterilmiş olacaktı. Ayrıca her müessese, elinde ne kadar mal bulunduğunu, bu malların kaynağını, alınış fiyatlarını, zaruri masraflarını, maliyetini ve halen satış fiyatını yazmağa mecbur tutulacaktı. Yapılan tespitlere göre, sadece İstanbul’da bu şekilde beyanname vermesi gereken 60.000 firma vardı.

İstanbul’da savaşın ilanından beri fiyatları kademeli olarak artan maddelerin en başında inşaat malzemeleri geliyordu. Bu malzemelerin başlıcasını cam ve camdan mamul eşyalar teşkil ediyordu. Bir kısım camcılar, büyük cam ticarethanelerinin kendilerine cam vermediğini, cam fiyatlarının % 25 oranında arttığını ileri sürerek, ilgili makamlara şikayette bulunmuşlardı. Bunun üzerine harekete geçen Ticaret Odası, bu gelişme hakkında büyük cam ithal eden firmalardan açıklama istedi. Bu arada cam ithal eden en büyük firmalardan biri olan "Albert Siyon" firması basına yapmış olduğu açıklamaya bakılırsa, bir taraftan sigorta harp rizikoları, diğer taraftan navlunların yükselişi yeni gelen ve yolda bulunan camların fiyatlarını yükselmişti." Piyasada cam eşya üzerinde karaborsa kelimesi ile ifade edilebilecek derecede fahiş bir yükselme vardı. Bilhassa aranılan ölçüde pencere ve kapı camı bulunamıyordu. Lüks camların fiyatı % 40-60 oranında yükselmişti. Pencere camındaki fiyat artış oranı % 10 civarındaydı. Evvelce 800-850 kuruşa satılan camların sandığı, şimdi 875-900 kuruşa satılıyordu. Daha önce 200-220 kuruşa satılmakta olan duble camlar, şimdi yine hemen aynı fiyatla satılmakla beraber, müşterinin istediği ebatta cam bulunmadığı takdirde büyük ebatta cam kesilmesinden doğan zararın miktarına göre bir fiyat farkı doğmaktaydı. O sırada piyasada duble cam az olması dolayısıyla % 15-30 oranında bir fark oluşuyordu. Ancak Avrupa’dan cam ithal edilmesi için girişimlerde bulunulması, kısa süre içinde piyasanın normale dönme umutlarını arttırıyordu. Fakat bir taraftan navlunların yükseltilmesi nedeniyle, yeni gelen ve yolda bulunan camların fiyatını yukarı çekmişti. Bu gidişle cam fiyatlarının tespiti ve hatta mümkünse, pencere camı gibi çok gerekli maddelere narh konulması gerekecekti. Bundan başka, inşaat malzemesi arasında bulunan demir ve her çeşit nalburiye malzemesi üzerinde de karaborsacılık yapıldığına dair pek çok şikayet vardı. Örneğin madenî eşyadan pirinç, piyasadan tamamen çekilmiş durumdaydı. Ellerinde kalay stoku bulunanlar, bunları faturasız sattıkları için, vurgunculuğu tespite imkan bulunamıyordu. Kalay fiyatlarındaki artış ise, % 400 ü geçiyordu. Çinko ve bakır fiyatları da yüksekti.

Komisyon, karaborsacılık yapanlara fiyatlarını derhal 1 Eylülden önceki fiyat seviyesine dönmeleri gerektiğini bildirdi. İkinci bir kontrol veya olayda ihtara gerek kalmadan kapama kararı verileceğini bildirdi, Yeni çıkarılan kanundan sonra, hiçbir firma kendiliğinden fiyatlara en ufak bir zam dahi yapamayacaktı. Zam ancak, zorunlu ve gerekçeli nedenlerle ilgili makamlar tarafından verilecek izinle olabilecekti. Stoklar için 1Eylül 1939 tarihinden evvelki fiyatların esas tutulacağı anlaşılıyordu. Bundan sonra gelen ve gelecek olan malların durumları maliyet ve masrafları ayrılacak, buna göre fiyat müsaadesi verilecekti.

Son bir ay içinde, birdenbire ortadan kaldırılan başlıca ihtiyaç maddeleri arasında kimyevi ve tıbbi ecza önemli bir yer tutuyordu. Ecza depolarında ve eczanelerde müsekkin ilaçlardan bazılarının mevcudu tükendiği iddia ediliyordu. Müstahzar ilalardan birçoğu ise ortadan kalkmıştı. Komisyonca, tıbbi ecza firmalarına, ellerindeki malları 31 Ağustos 1939 tarihindeki fiyatlar dışında bir fiyatla satamayacakları bildirilmiş ve kendilerinden stokları hakkında derhal bilgi vermeleri istenmişti.

İlaç vurgunculuğu üzerinde de önemle duran hükümet, sıkı bir tahkikata girişmişti. O sırada tıbbi ilaçlar en çok Almanya’dan geliyordu. Almanya’nın savaş durumunda olması nedeniyle bu maddeleri temininde büyük sıkıntı yaşanıyordu. Bunu tesbit eden vurguncular, ellerindeki bu gibi tıbbi malzemeyi piyasadan çekmişlerdi. Şimdiden eczanelerde aspirin tükenmişti. Almanya ve Fransa’dan gelen diğer ilalar da gülükle, o da mevcut fiyatlarının % 25-30 oranında fazlası ödenmek suretiyle ancak sağlanabiliyordu. Sağlık Bakanlığı müfettişleri, son zamanlarda ithal edilmiş olan tıbbi malzeme ile bunların satıldığı yerleri tesbit etmeğe başlamışlardı. Böylece hangi tüccarda ne kadar mal bulunduğu meydana çıkarılacaktı. Bu ilaçların fahiş fiyatla satılmasına kesinlikle izin verilmeyecekti. Hazırlanan yeni kanuna göre, karaborsacılık yapanlar 500 liradan 1500 liraya kadar ağır para cezasına çarptırılabileceklerdi.

3 Ekim 1939 tarihinde Ticaret Müdürlüğü’nde yapılan toplantıda, tüccarlara satışlarını 31 Ağustos fiyatlarına göre devam ettirilmesi gereği bildirildi. Aynı zamanda vurgunculukla mücadeleyi de sağlayacak olan "İktisadî korunma kanunu projesi" Bakanlar Kurulundan geçerek Büyük Millet Meclisine sunulmuştu. Projenin cezai yaptırımlar bakımından karaborsacılık yaptıkları sabit olanlara 500 liradan 20.000 liraya kadar para cezası uygulanacağı, bu gibi şahısların firmalarının kapatılacağı belirtiliyordu. Bu kanunla Başbakanlığa bağlı bir de teşkilat kuruluyordu. Teşkilatın en önemli kolu İstanbul’da bulunacaktı.

Vurgunculukla mücadele için yapılan hazırlıklar arasında, bu gibilerin isimlerini içeren bir "kara liste" yayınlanması üzerinde de durulmuştu. Birçok ülke, bu tarz bir cezalandırmayla olumlu sonuçlar almıştı. 9 Ekim 1939 tarihinden itibaren fiilî kontrollerine başlayan "İhtikârla Mücadele Komisyonu", ellerinde beyanı verilmemiş stok mal bulunduran kurumlara kapama cezası vermeye başlamıştı. Bu kontroller kısa sürede piyasada etkisini göstermişti. Örneğin 9 Ekimden itibaren vurgunculukla mücadele komisyonu, toptan kahve satışını fiilen kontrol altına almıştı. Bu arada kahve ihtikârını önlemek için, Brezilya kahve şirketinden aldıkları kahveleri müşterilerine düzenli bir şekilde vermediği belirlenen veya yüksek fiyatlarla satış yaptıkları anlaşılan tüccarlar hakkında kanuni takibatta bulunulacak, bu gibilere kahve verilmesi men edilecekti. Bu tedbirler etkisini derhal göstermiş ve kahvenin kilosu 110 kuruşa kadar düşmüştür.


Millî Korunma Kanunu ( 18 Ocak 1940 )

Türkiye İkinci Dünya Savaşına katılmadığı halde savaşın kuvvetli etkilerini hissetmiştir. Her gün savaşa girme ihtimali karşısında uygulanan seferberlik, devlet için ağır masraflar yarattığı gibi, aktif nüfusun önemli bir kısmını üretimden çekmekle, çeşitli sektörlerde, özellikle de tarımda bir işgücü kıtlığına yol açarak üretimi aksatmıştır. Devlet artan masraflarını, vergiler yerine Merkez Bankasına başvurarak karşıladığından, para tedavülü çok genişlemiştir. İthalat hacmi indeksi 1938'de 100'den 1940'da 36 ya, 1941'de 29 a inmiş ve 1944'de 40 tutmuştur.

Bu şartlar altında izlenen ekonomik politika, büyümeyi ve gelişmeyi hızlandırma hedefinden çok, mal darlığını hafifletmek, fiyat artışlarını frenlemek, oluşmuş olan karaborsa ile mücadele etmek, halk sıkıntı çekerken bazı kimselerin aşırı kazançlar elde etmeleri şeklindeki sosyal adaletsizlikleri düzeltmek gibi hedeflere yönelmiştir. Devlet bu yüzden birtakım sert ve katı savaş ekonomisi tedbirlerine başvurmak zorunda kalmıştır. Bu tedbirlerin büyük kısmı 1940'ta çıkan ve 1942'de değişikliğe uğrayan "Millî Korunma Kanunu" dayandırılmıştır. Kanun, Bakanlar Kuruluna, kanunun birinci maddesinde sayılan durumlar ortaya çıktığı takdirde ekonomiyi düzenleyici nitelikte bazı yetki ve görevler vermektedir. Millî Korunma Kanununun birinci maddesinde belirtildiği üzere, "Umumî veya kısmî seferberlik", "Devletin bir harbe girme ihtimali" ve "Türkiye Cumhuriyeti'ni de alakalandıran yabancı devletler arasındaki harp hali" dir. Bu yetkilere dayanılarak örneğin çimento ve dokuma imalat imalat ve satışı denetim altına alınmıştır. Ancak yetkilerden bir kısmı kullanılamamış, kullanılanlardan bazıları da başarılı sonuçlar vermemiştir. Millî Korunma Kanunu, hükümete ekonomik hayatı düzenleyici çok geniş olanaklar sağlayan hükümleri içermektedir. Bu kanun ile üretim, dağıtım ve tüketim ilişkileri tümüyle devlet kontrolü altına alınmakta, gerektiğinde devlet, üretimi savsaklayan işletmelere el koyabilme yetkisine sahip olabilmektedir. Bu kanun ile dış ticaretini düzenlenmesi, kontrolü gibi müdahaleler de devlet kontrolüne bırakılmaktadır. Ayrıca hükümet, halkın ve Millî savunmanın ihtiyacı olan her çeşit maddeleri ve yardımcı malzemeleri değer fiyatının ödenmesi karşılığında el koyarak almağa, maksada göre dağıtmaya, satmaya ve ihtiyacı olan kurumlara kârsız vermeğe yetkiliydi.

Halbuki Toprak Mahsulleri Ofisi, hububat piyasasını devlet alımları ile düzenleyerek çiftçiyi korumak amacı ile kurulmuştur. Oysa, savaşın ilk yıllarında uygulama ters yönde olmuş ve buğday devletçe değerinden de düşük fiyatla satın alınmıştır. Ancak bu durum çiftçileri buğdaylarını devlete vermemeye sevketmiş ve karaborsa gelişmiştir. Aynı gelişme diğer maddelerde de yaşanmıştır. Bununla beraber 1942 Temmuzu'na kadar fiyat kontrolü devam ettirilmiştir. Tam olarak uygulanamamakla beraber hububat fiyatı politikası, yine de başarılı olmuş; hiç olmazsa devlet eliyle fert zengin etme sonucunu doğurmamıştır.

Bu dönemde alınan sert tedbirler arasında 11 Aralık 1942'de konan Varlık Vergisi de vardır. Savaş yıllarının ağır ekonomik koşullarından yararlanan bir kesimin de müthiş kazanç sağladığı su götürmez bir gerçektir. Özellikle karaborsa ve bazı olağanüstü yolların kullanılması sonucu belirli bir kesimin elindeki sermaye ile önemli bir düzeye ulaşmıştır. Savaş sırasında bu kesimler tarafından elde edilen kârlar öyle bir düzeye varmıştır ki, hükümet çok kısa bir sürede milyoner olanlardan "Varlık vergisi" adı altında bir vergi almaya çalışmıştır. Böyle bir vergi, iktisadi ve mali bir bunalım geçiren ülkede gelir toplama ve millî ekonomi üzerinde kontrol aracı olarak normal ve haklı görülebilirdi. Savaş yılları içinde, Millî savunma giderlerinde fert başına düşen payın giderek ağırlaşması, toplumun özelikle memur, işçi gibi sabit gelir gruplarını ezerken, büyük toprak sahipler, stokçu ve aracı guruplarda büyük servet artışlarına neden oldu. İstanbul'da tüccarlar, komisyoncular ve acentalar büyük servetler yapıyorlardı. Kısmen vergi kaçakçılığı, fakat daha çok vergi, narh ve tahsilat sisteminin yetersizliği nedeniyle bu servetler, büyük ölçüde vergilendirmenin ya da hükümet kontrolünün dışında kalıyordu. 11 Kasım 1942’de Meclis tarafından onaylanan Varlık Vergisi Kanunu, ertesi günü yürürlüğe girdi.

Diğer taraftan, savunma giderlerine çok defa devlet bütçeleri içinde % 50'nin üzerinde bir pay ayılmasına yeterince tatmin edici görülmüyordu. Savaşın ortaya çıkardığı bu zorunlu giderleri karşılamak için, olağan dışı vergi önlemlerine başvurmak gerekiyordu. Kaynak, harp zenginleri ve tarımsal üretime dayalı vergiler oldu. Bu vergilerden ilki "Varlık Vergisi" diğeri ise "Toprak Mahsulleri Vergisi" dir. Bir kerelik ve olağanüstü bir servet vergisi niteliğinde olan olan bu vergiden 465 milyon lira hasılat beklenirken uygulanmasının durdurulduğu 1944 yılına kadar ancak 311 milyon lira sağlanabilmiş ve bunun 221 milyonu İstanbul'dan toplanmıştır. Varlık vergisi uygulamalarda haksızlıklara yol açtığı gibi enflasyonu da yavaşlatamamıştır.

Kısa sürede zengin olanlar kendilerinden alınacak olan bu vergiden kaçmanın çeşitli yollarını bulduklarından dolayı, 15 Mart 1944'te kaldırılan "Varlık Vergisi Kanunu" ile alınabilen vergi tutarı hükümetin beklediğinin çok altında gerçekleşmiş, sonuçta savaşın acı faturasını yine Türk halkı ödemiştir.

10 Haziran 1939 tarihinde biraraya gelen İstanbul fırıncıları, imalat ücretlerini yeterli bulmadıkları gerekçesiyle bakkallara ekmek vermeyeceklerini söylediler. Bu açıklama gerek, Belediye gerek halk üzerinde ilgi uyandırmış, hatta telaşa neden olmuştu. Fırıncılara bakılırsa, maliyetin artmasının bir başka nedeni bakkallara verdikleri yüzde idi. Bir başka konu da ekmeğin kalitesi idi. Fırıncılar, ekmekteki kalitesizliğin değirmencilerin kendilerine verdikleri kötü undan kaynaklandığını ifade ediyorlardı. Değirmenciler de, Toprak mahsulleri Ofisinin kendilerine yalnız yumuşak ve düşük kalitede buğday verdiklerini söylüyorlardı. Bu konuda yapılan toplantı ve tartışmalara rağmen un fiyatlarında yükselme devam ediyordu. Ancak hükümet de, büyük fedakârlıklarla Toprak Mahsulleri Ofisi adına, İstanbul'da buğdayı piyasa fiyatından aşağı satıyordu. Devlet adına satılan buğdayın fiyatı, İstanbul'da ekmeğin 9.5 kuruşa satılmasına göre hesaplanmıştı. Bu fiyat değişmedikçe narhın da değişmemesi gerekiyordu. Halbuki değirmenciler un fiyatlarını yükseltmeye devam ediyorlardı. l9 Haziran 1939 itibariyle İstanbul'da ekmek halitasında kullanılan iki cins undan, birincisi 615, ikincisi 670 kuruştan satılıyordu. Böylece un fiyatlarının normal seviyesinin üstüne çıkmasına engel olunacak ve fırıncılara güçlükleri de çözümlenecekti. Bu arada ekmeğin ucuzlatılması konusunda yeni teklifler de geliyordu. Örneğin İstanbul ekmeğinin 95 randımanlı undan yapılması teklif edildi. Fakat bu içi kepekle dolu, hazmı zor ekmeği şehirlinin yemeyeceği doğaldı. Fırıncıların hemen hepsi ise 70-74 randımanlı undan ekmek çıkarmağa devam ediyorlardı. Belediye almış olduğu bir kararla tüm fırınların aynı çeşni ile ekmek yapmalarını zorunlu kıldı. Bundan sonra her sene Eylül ayında yeni çeşni tayini gerekecekti. Un çeşnileri de bundan sonra sadece dört büyük değirmende yapılarak fırınlara verilecekti. Bu suretle ekmek ve un cinsinde birlik sağlanmış olacaktı. Örneğin İstanbul ekmeğinin 95 randımanlı olması halinde hem fiyatının ucuzlayacağı, hem de glütenin artacağı şeklinde bir teklif de ileri sürülmüştü. Fakat içi kepekle dolu, hazmı zor, şehirlinin yemeyeceği bir ekmek çıkarmak anlamsız görüldüğünden bundan vazgeçilmişti. Halbuki, Birinci Dünya Savaşı yıllarında bile % 60 arpa ve % 40 buğdaydan yapılan ekmek çeşnisi 95 randımana çıkmamıştı. Ekmekçilerin un halitasının değirmenciler tarafından yapılmasını istemeleri, o vakte kadar fırıncılara atfedilen "bozuk ekmek" imal ediyorlar suçlamasından kurtulmak içindi. Çünkü bunların iddialarına göre, küçük fırınların yapmış oldukları ekmek, Belediyenin çeşnisine uygundu. Aslında çok fazla satış yapan büyük fırınlar, yüksek vasıflı un kullanmakta, bunu gören halk da küçük fırıncıları bozuk ekmek imal etmekle suçlamaktaydılar. Belediye ile fırıncılar arasında görüşmeler devam ederken, zabıta da denetimlerini sıklaştırıyordu. Örneğin etiketsiz ekmek çıkartan fırınlar şiddetle cezalandırılıyordu.

Belediyenin ekmek fabrikası kurmaya karar vermesi üzerine bazı yabancı firmalar hükümete teklifte bulundular. Hükümetle bazı temaslarda bulunan Belediye yetkilileri, bu tekliflere pek sıcak bakmamaktaydı. Ancak böyle bir ekmek fabrikası kurulduğu takdirde, şehrin her tarafında aynı çeşit ve çeşnide, aynı derecede pişkin ve lezzetli ekmek yemek kabil olacaktı. Şehirde günde sarf olunan ekmek miktarı takribi olarak 282.000 adet civarındaydı. Ancak bu miktara francala, çavdar ekmeği, galeta, simit gibi ekmek yerini tutan gıda maddeleri dahil değildi. Ayvansaray, Hasköy, Kasımpaşa ve Balat'ta bulunan dört değirmen şehrin ihtiyacı olan unun öğütülmesine fevkalade kâfi geliyordu.

Ancak 23 Aralık 1939 tarihinde toplanan Belediye Narh Komisyonu bu kere fırıncıların talep etmiş olduğu 10 paralık zammı kabul etti. Böylece bunan sonra ekmek 10, francala yine eskisi gibi 14.5 kuruşa satılacaktı. Ancak ekmek fiyatlarının devamlı olarak yükselmesinin önüne geçilmesi, Toprak mahsulleri Ofisinin, buğdayı daha ucuza vermesiyle mümkün olacaktı. Yapılan bu zamma rağmen, ekmeği fahiş fiyatla satan bu dükkanlar geçici olarak kapatıldı. Bu arada Kaymakamlar, bölgelerinde ekmek satan bakkal dükkanlarıyla, tablakârları kontrolden geçirecek, ekmeği belirlenen narhın üzerinde bir fiyatla satılmasına engel olacaktı. Daimî Encümen tarafından kabul olunan ekmek çeşnisinin uygulanmasına da 29 Nisan 1940 tarihinden itibaren başlandı.

Manifatura malzemesinde görülen fiyat artışını spekülasyon olarak niteleyen Ticaret Bakanlığı, bunun önüne geçmek için bazı önlemler almaya başlamıştı. Bu tedbirlerin başında ithalatçılarının piyasadan mal toplayarak depo etmesi ve bankalardan "avans sür marşandiz" (ticaret emtiası üzerine avans) yapmalarının engellenmesi geliyordu. Dışarıdan ithal edilen manifatura eşyasının piyasada muvazenesini sağlayabilmek için Sümer Bank fabrikaları ürünlerinin de fiyatlarının yükselmemeleri esas olduğuna göre, Bakanlık, bunu sağlayıcı tedbirleri de alarak ilgililere tebligat yapmıştı. Bu durum karşısında Sümerbank fabrikaları, tesbit edilen fiyat esası üzerinden azami randımanlarla çalışacaklar ; savaştan önceki fiyata göre % 5-10 arasındaki fiyat zammı suretiyle elde edilen yeni fiyatlar, önümüzdeki pamuk rekoltesi şartlarının tayinine kadar aynı kalacaktı. Bundan fazla ihtiyacımız, ihrac edeceğimiz pamuklarımız karşılığı olarak muhtelif memleketlerden temin olunacak ve piyasa mevcudu daima talebin üstünde tutulacaktı.

Bir maddenin kıymet fiyatının daima o maddenin arz ve talebine bağlı olduğu bir gerçektir. Revaçta olan herhangi bir maddenin mevcudu azalır veya çoğalırsa o maddenin fiyatı yükselir veya düşer. Bu değişmez kural iktisadi hayatın ezeli sonucudur. Bu bakımdan iktisadi sebep ve amillere dayanmayan fiyat artışlarını önlemek kamunun menfaatleri adına elzemdir. Halbuki Belediye kanunun, Belediye vazifelerini izah eden 15, maddesinin 23. Fıkrası Belediyelere, temel ihtiyaç maddelerine azami fiyat koymak ve ihtikâra engel olmak için bunları alıp, satmak ve stok yapmak yetkisini veriyordu. Kanunun bu maddesinden anlaşılıyor ki Belediye, hayatı ucuzlatmak için fiilen piyasaya müdahale edecek ve bu ihtiyaç maddelerini alıp satabilecekti. Fakat diğer taraftan Belediye, muhasebe ve arttırma, eksiltme kanunlarındaki hükümlerden hariç olarak muamele yapamamak mecburiyetindeydi. Bu nedenle, temel ihtiyaç maddelerinde ihtikâra tesadüf edildiği zaman stok yaparak makul bir fiyat ile satmak konusunda birçok yasal güçlüklerle karşılaşıyordu. Örneğin beğenilmeyen(idhar) mal, halka bir esnaf gibi değil, müzayede, münakaşa esaslarına göre satmak zorundadır ki bu, verilen yetkinin fiilen tatbikine imkân vermiyordu. İşte gıda maddelerinin yükselmesi karşısında Belediyenin piyasaya nazım olacak şekilde müdahale etmemesi sırf bu sebepten ileri geliyordu.

Bunun dışında Devlet, yine Millî Korunma Kanunu gereğince, benzin, lastik, kâğıt, çimento ve demir gibi maddelerin dağıtımını da ele almış ve milyoner yaratma politikasına bu yoldan da hizmet etmiştir. Ne var ki, bu fiyat kontrolü birçok malı piyasadan çekip, karaborsayı geliştirince, 1942'de Başbakan olan Şükrü Saraçoğlu Kabinesi bu kontrolü gevşetmiştir. Siyaset dilinde "% 25 kararı" adı olarak geçen karar alınarak, hububat fiyatları geniş ölçüde serbest bırakılmıştır. Bunun üzerine buğday fiyatları çok büyük bir hızla yükselmiş ve daha önce yapılan stoklar erimiştir. Diğer maddelerde de büyük fiyat artışları olmuştur. Örneğin zeytinyağı fiyatları 85 kuruştan 350 kuruşa çıkmış ve 85 kuruştan stok edilen 16 bin ton zeytinyağı bir sürü tüccarı milyoner etmiştir.



S o n u ç :


Alınan tüm önlemlere karşı hükümet, silah altına alınan yaklaşık 1 milyon askeri beslemek ve kent merkezlerinin gıda ve giyim gibi temel mal ihtiyaçlarını karşılamakta ciddi güçlüklerle karşılaşmıştır. Ardarda yayınlanan kararnamelere adeta meydan okurcasına hızlanan karaborsa ve ihtikâr süreci, hükümetin sıkıntılarını arttırıyordu. Bir yandan temel tüketim mallarında ciddi yokluklar içinde kalan geniş halk yığınları sefalete itilirken, diğer yanda büyük vurgunların vurulması, yönetici kadronun bazı kesimlerinin tacirler ve büyük toprak ağalarına karşı tavır almalarına yol açmıştır.

Ne var ki, bu dönemi sadece burjuvazi ile yüksek bürokrasinin ve siyasa kadroların nemalarının paylaştıkları, başıboş vurgun yılları olarak değerlendirmek de yanlıştır. Tek parti rejiminin yönetici kadrolarının bir kanadı, savaş yıllarını, bir yandan haksız kazançlara set vuracak etkin devlet müdahalelerini yerleştirmek, öte yandan ekonomik ve kültürel alanda bazı kalıcı reformlara yönelmek için bir fırsat olarak kullanmaya da teşebbüs etmiştir.

Türkiye II. Dünya Savaşı'na fiilen katılmamasına rağmen, savaş ekonomisinin ağır koşullarını tümüyle yaşamıştır. Özellikle yetişkin nüfusun büyük çoğunluğunun askere alınması, doğal olarak tarımsal üretimde büyük düşüşlere yol açmıştır. 1930’lu yılların politikaları sonucu esasen bir hayli daralmış olan ithalat iki yıl içerisinde yarı yarıya düşmüştür. Savaş yıllarında buğday üretiminde % 50’ye yaklaşan bir gerileme meydana gelmiştir. Savaş öncesinde başlayan planlama çalışmaları ve sınaî yatırım programları, savunma harcamalarının bütçeye hakim olması yüzünden tümüyle ertelenmiştir. Bunlar, savaş yıllarının bir iktisadî gerileme dönemi olmasına yol açan nesnel etkenlerdir. Bu zor dönemde hemen pek çok madde karaborsaya düşmüştür. Özellikle zaruri ihtiyaç maddelerinden olan un, yağ ve şekerde bu durum had safhaya varmıştır. Bunun yanısıra ilaç, odun-kömür, kırtasiye, inşaat, marangoz ve terzi malzemeleri ile kahve, cam, kalay, kimyevî maddelerde de yaygın bir şekilde stokçuluk ve karaborsa oluşmuştur. İlaç konusunda vurgunculuk öyle boyutlara ulaşmıştır ki, eczanelerde aspirin bile kalmamış, akla gelebilecek hemen her tür mal vurguncuların ilgi alanına girmiştir.

Savaş yıllarının ağır ekonomik koşullarından yararlanmak isteyen bir kesimin de müthiş kazanç sağladığı tartışılmaz bir gerçektir. Kaynakları dışarıda olan maddelerin bir kısmının stokları çok az olmakla beraber her madde üzerinde vurgunculuk yapıldığı, Stokların ise gizlenmeye çalışıldığı açıktı. Özellikle karaborsa ve stokçuluk gibi yolların kullanılmasıyla, tacirler, simsarlar ve acentalar büyük servetler yapmışlardır.

Sonuçta tüm bu olumsuz koşullardan etkilenen kesim yine halk yığınları olmuştur. Üretim artışı ve enflasyonun önlenmesi sağlanamadığından, bu olumsuzluğun ortaya çıkardığı sonuçların hafifletilmesi yoluna gidilerek lokal önlemler alınmasına gidilmiştir. Yine de, "Büyük savaşlarda zafer, cephe gerisinde cepheyi tutabilen milletlere aittir."özdeyişi bir kere daha tecelli etmiş ve Türkiye bu savaştan insan ve mal kaybına uğramadan çıkmasını bilebilmiştir.

Örneğin savaş yıllarında Türkiye'yi yöneten Dr. Refik Saydam Hükümeti, sorunu katı fiyat denetimleri ve tarım ürünlerine düşük fiyatlarla el koyma yöntemleri ile çözmeyi denemiştir. Nitekim Ocak 1940'ta çıkarılan "Millî Korunma Kanunu" bu yaklaşımın ana aracı olacaktır. Buna rağmen piyasa denetimine gidilen her alanda karaborsanın ve rüşvetin önüne kolayca geçilememiştir.





KAYNAKÇA

Akşam (Gazete)
: 1 Ocak-31 Aralık 1939

BAYDAR, Ertuğrul
: İkinci Dünya Savaşı İçinde Türk Bütçeleri, Maliye Bakanlığı Tet. Kur. Yay., Ankara 1978

Boratav, Korkut
: Türkiye İktisat Tarihi (1908-1985), 4. Baskı, İstanbul 1993, s. 63

Cumhuriyet (Gazete)
: 1 Ocak 1939 - 30 Mayıs 1940

Düstur
: Üçüncü Tertip. c.20-21, Ankara 1939

LEWIS, Bernard
: Modern Türkiye'nin Doğuşu, Ankara 1970, s. 287

ÖKTE, Faik
: Varlık Vergisi Faciası,İstanbul 1951

Taner Timur
: Türk Devrimi ve Sonrası, İmge Yay., Ankara 1993

TEZEL, Yahya
: Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, Tarih Vakfı Yurt Yay., Üçüncü Baskı, İstanbul 1994

TUNCER, Memduh, M. Fethi Arıemre, Rifat Akşit,
: Millî Korunma Mevzuatı, Şerh ve İzahı, Yıldız Matbaası, Ankara 1955

YAŞA, Memduh
: Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ekonomisi, 1923-1978, Akbank Kültür Yay., İstanbul 1980

YENER, Sami
: İhtikârla Mücadele Kararı Hakkında Tavsiyeler, İstanbul 1944,

Son Posta (Gazete)
: 1 0cak - 31 Aralık 1939


Bu makale Ekim 1997 tarihinde, Genel Kurmay ATASE Başkanlığı tarafından düzenlenen Altıncı Askerî Tarih Semineri’ nde bildiri olarak sunulmuştur
__________________




Bostandere çevrimdışı   Alıntı ile Cevapla