Yıllardır geçici bir durgunluk yaşanan Diyarbakır ve çevre illerde, birdenbire yer yerinden oynadı. Doğrusu, bölgeden birebir haber almıyorum.
Bilgim televizyon haberleri ve gazetelerle sınırlı ve doğrusunu isterseniz, fazla “güvenilir” bulduğumu da söyleyemiyorum. Özellikle televizyonlarımız, bu türden haberleri abartmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Aynı görüntüyü defalarca ve defalarca veriyorlar. Ve bunun sonucu olarak, 40 saniyelik bir çatışma, sanki dakikalarca sürmüş gibi görünüyor. Herhalde bu da, bir tür “habercilik” sayılıyor. Ancak ne denli kötü aktarılıyor olursa olsun, ortaya çıkan “durum”, çok üzüntü verici ve düşündürücü.
Yıllardan beri yazar, çizer ve konuşurum. Öcalan’ın yakalanması sonrasında, birbirine düşen ve bir anlamda “ruhunu teslim eden” PKK’yı, bizim yanlış politikalarımız yeniden canlandırdı. Neredeyse tüm gücünü yitirmiş olan Öcalan’a, kocaman bir ada ve sanıyorum yaklaşık 50 kişi tahsis edilince; çok uzaklardaki ‘hayranları’ ya da eski hayranları, “Bizim liderimiz neymiş be...” dediler. Ve biraz da güce olan hayranlıklarından ve korkularından ötürü, yeniden yücelttiler.
Böyle bir tercih yapanların gerekçeleri, “tam bir denetim sağlama endişesi” idi. Fakat sonunda nasıl bir denetim sağlandığını gördük. Adam her yerle haberleştiği gibi, sesi Danimarka’ya kadar uzanıyor. (Danimarka’nın tutumu da, apayrı bir edepsizlik ama neylersiniz...)
***
Bu son olaylarda, “başrollerde” on yaş civarında çocuklar görünüyor. Fakat bu görüntüye aldanmamak gerek. Bunların arkasında, bunları yönlendirenlerin bambaşka “profilleri” var. Ancak bu türden hareketleri abartmamak gerektiğine de inanıyorum.
Bölgede yaşayan kimi arkadaşlarım, geçtiğimiz dönemlerde, özellikle Kuzey Irak’taki gelişmelere bağlı olarak, bu türden gelişmeleri endişe verici biçimlerde anlatmışlar ve “sempatizan” sayılarının arttığını söylemişlerdi. Doğrusu bu türden endişelere katılmıyorum. Benim görebildiğim, “yoksul” ve büyük ölçüde “umutsuz” genç insanların, “bir çıkış arayışlarının” ortaya çıkardığı görüntüler. Aklı başında hiçbir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, bağımsız bir Kürdistan hayali içinde olamaz, bağımsız bir Kürdistan’ı Türkiye’ye tercih edemez. Hiçbir üretimi olmayan, iletişimi yetersiz, sadece ABD yardımıyla ayakta durabilen bir Kürdistan’ın, kime hayrı dokunabilir ki? Kaldı ki, bölge petrolünün kaymağını yemeyi umut ediyorlarsa, çok beklerler.
Ve her şey bir yana, Türkiye böyle bir gelişmeye göz yumar mı? Vallahi taş üstünde taş kalmaz...
***
Bu olayların yeniden başlamasının, değişik açıklamaları yapılabilir. Fakat hepsinden önemlisi, ABD’nin yıllardan beri dünyaya empoze etmek istediği (ve maalesef önemli ölçüde başardığı), “yeni dünya düzeni”nin etkisiyle ortaya çıkar bu durum.
Yeni dünya düzeninin, iki “ayağı” var. Bunlardan biri, “yeni liberalizm” adını verdikleri ve aslında çoktan tarihin çöp sepetine atılmış olan, “vahşi kapitalizm”den başka bir şey olmayan “ekonomik ayak.” Diğeri ise bizim gibi farklı etnik unsurlardan oluşan uluslar açısından çok sakıncalar içeren ve “yeni demokrasi” adını verdikleri “siyasal ayak.”
Bu yeni demokrasinin de üç “özelliği” olması isteniyor ya da “bekleniyor.” Bunlardan birincisi; bu demokrasi “yerel ağırlıklı” bir demokrasi olacak. İkincisi; bu demokrasi “yarı doğrudan” bir demokrasi olacak. Ve nihayet üçüncüsü ki; bizim için en büyük tehlikeyi bu içeriyor, bu demokraside “alt kimlikler ön plana çıkartılacak”...
Yeni dünya düzeninin önerdiği bu üç özellik üzerinde zaman zaman duracağız. Fakat şimdiden üçüncü özellik üzerinde, yani “alt kimliklerin ön plana çıkartılması” üzerinde kısaca durmak istiyorum.
Alt kimlik denildiği zaman, “önemsiz kimlik” anlaşılmamalıdır. Herkesin kendince önemsediği bir ya da birkaç kimlik olabilir. Örneğin kimileri için: “din kimliği” en önemli kimliktir. Ya da “mezhep kimliğini” en önemli kimlik olarak görürler. Kimileri için, “ırk kimliği” çok önemlidir. Saf bir ırk kalıp kalmadığını düşünmeden, kendini belli bir ırkın mensubu sayar ve çok önemserler.
Fakat bunlardan hiçbiri “üst kimlik” değildir. Zira üst kimliğin ölçüsü, insanların o kimliğe atfettikleri önem değildir. Üst kimliğin ölçüsü, o kimliğin “ortak bir kimlik” olmasıdır. Örneğin Türkiye’de “üst kimlik” denildiği zaman anlaşılması gereken iki kimlik vardır. Bunlardan biri “vatandaşlık”, öbürü de anadil ne olursa olsun “ortak resmi dil Türkçe”dir. (Zaten Türkiye’de Türk olmak demek, bu iki ortak kimliğe, yani bu üst kimliklere sahip olmak demektir).
Eğer yeni dünya düzeninin empoze etmek istediği “yeni demokrasiyi” benimseyecek olursak, özellikle “etnik” ve “dinsel-mezhepsel” kimlikler üzerinden siyaset yapılması gerekecektir. Bizim gibi bir ülkede bu türden bir siyaset yapılmasının ortaya çıkartacağı sorunları düşünmek bile istemiyorum.
Fakat bizler düşünmek istemesek de, kimileri bunu düşünüyor ve “arkalarında ABD olduktan sonra”, bunu yaşama geçirebileceklerini sanıyorlar.
Çok yazık...
Kaynak:
http://www.haber7.com/artikel.php?artikel_id=134072