www.cakal.net Forumları YabadabaDuuuee  

Geri Git   www.cakal.net Forumları YabadabaDuuuee > Forum > Eskiler (Arşiv)

Eskiler (Arşiv) Eski konular

CevaplaCevapla
 
Konu Araçları Görünüm Modları
Old 03-03-2006, 12:03 PM   #1
Bostandere
Forum Aşığı
 
Üyelik Tarihi: Dec 2005
Mesajlar: 4,764
Teşekkür Etme: 111
Thanked 1,308 Times in 803 Posts
Üye No: 4863
İtibar Gücü: 3038
Rep Puanı : 65437
Rep Derecesi : Bostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond repute
Cinsiyet :
Varsayılan OsmanlıTarihinde İlkler

* Osmanlıların ilk Beylik merkezleri ve bir bakıma ilk başkentleri Söğüt Kasabası dır. Daha sonra sırasıyla Yenişehir, Bursa, Edirne ve İstanbul başkent oldu.
* Osmanlı tarihinde ilk savaş,1284 yılında Bizans tekfurlarıyla yapılan Ermeni Beli savaşıdır.
* Osman Bey in ele geçirdiği ilk kale Kolca Hisar Kalesi dir (1285).
* Osman Bey in ilk askeri anlaşması 1306 yılında Ulubad Tekfuru ile yapılan anlaşmadır.
* İlk fethedilen ada, 1308 yılında alınan İmralı Adası dır.
* İlk barış anlaşması, 1330 yılında Orhan Gazi ile Bizans İmparatoru Üçüncü Andronikos arasında imzalanmıştır.
* "Rumeli" adı verilen Avrupa yakasında ilk ele geçirilen yer, Gelibolu da Orhan Gazi nin büyük oğlu Süleyman Paşa tarafından alınan Çimpe limanıdır.
* "Sikke" adı verilen ilk Osmanlı madeni parası Orhan Gazi adına 1327 yılında basılmıştır.
* İlk daimi ordu 1328 yılında Orhan Gazi Bey in emriyle kurulmuş olup bu orduya "Yaya" adı verilmiştir.
* Osmanlı tarihinde ilk şair padişah Fatih Sultan Mehmed in babası İkinci Murad dır.
* Osmanlı padişahlarından İstanbul u ilk kuşatan Yıldırım Bayezid dir (1391).
* Osmanlı tarihinde savaş meydanında şehid olan ilk (ve tek) padişah Birinci Murad dır (1389). (1. Kosovo Savaşı)
* İstanbul a defnedilen ilk padişah Fatih Sultan Mehmed dir.
* Fethin sembolü olan Ayasofya da ilk Cuma Namazı fetihten üç gün sonra 1 Haziran 1453 günü Akşemseddin tarafından kıldırılmış olup cemaat arasında Fatih ve O nun şanlı askerleri hazır bulunmuşlardır.
* Fatih Sultan Mehmed tarafından İstanbul a tayin edilen ilk vali Karıştıran Süleyman Bey dir.
* İlk İstanbul Kadısı Hızır Bey Çelebi olup; bugünkü Kadıköy semti O na tahsis edildiği için bu adı almıştır.
* Devşirmelerden olup da Sadrazamlık makamına yükselen ilk kişi, fetihten sonra Fatih Sultan Mehmed tarafından tayin edilen Mahmud Paşa dır.
* Önceleri Asya ve Avrupa da toprakları bulunan Osmanlı İmparatorluğu na ilk defa Afrika da toprak kazandıran padişah Mısır Fatihi Yavuz Sultan Selim dir.
* İstanbul da öldürülen ilk padişah, "Genç Osman" adıyla bilinen İkinci Osman dır.
* "Valide Sultan" adıyla anılan ilk padişah anası, İkinci Selim in hanımı ve Üçüncü Murad ın anası olan Nur Banu dur.
* Osmanlılarda ilk matbaa, Üçüncü Ahmed zamanında ve 1327 yılında faaliyete geçen İbrahim Müteferrika Matbaası dır.
* İlk vapur, İkinci Mahmud zamanında ve 1827 yılında satın alınmış olup halk arasında "Buğu gemisi" adıyla anılmıştır.
* İlk kıyafet kanunu 3 Mart 1829 yılında ve İkinci Mahmud zamanında yayınlanmıştır. Bu kanuna göre sarık ve cüppe ilmiye sınıfına ayrılmış olup devlet memurlarının fes, setre, pantolon ve kaput giymeleri kararlaştırılmıştır.
* İlk gazete yine İkinci Mahmud döneminde ve 1 Kasım 1831 Salı günü yayınlanan Takvim-i Vakayi dir.
* Osmanlı tarihinde ilk borçlanma Sultan Mecid döneminde ve 1855 yılında olmuştur. 28 Haziran Perşembe günü Londra da imzalanan anlaşma ile İngiltere ve Fransa dan beş milyon İngiliz altını borç alınmıştır.
* Türkiye de ilk telgraf da yine Sultan Mecid döneminde kurulmuş, 9 Eylül 1855 Pazar günü faaliyete geçmiştir.
* Avrupa seyahatine çıkan ilk ve tek Osmanlı Padişahı Sultan Aziz dir 21 Haziran 1867 tarihinde başlayan bu yolculuk 44 gün sürmüştür.
* Türkiye nin yurt dışında katıldığı ilk sergi 1851 yılında Londra da düzenlenen Tarım ve Sanayi Ürünleri Sergisi dir.
* Türkiye de ilk sergi ise 27 şubat 1863 tarihinde Sultan Ahmed Meydanı nda Sultan Abdülaziz in de katıldığı bir törenle açılan "Sergi-i Osmani" dir. Çeşitli el sanatları ile tarım ve sanayi ürünlerinin yer aldığı bu sergiye İmparatorluk sınırları içinde kalan ülkelerden olduğu gibi bazı Avrupa ülkelerinden de katılımlar oldu.
* İstanbul a ilk tünel yine Sultan Abdülaziz zamanında Fransız Mühendis Emile Gavand tarafından yapıldı ve bu tünel 17 Ocak 1874 günü hizmete girdi. Dünyanın üçüncü yeraltı treni olan bu tünel 575 metre uzunluğunda ve 7 metre genişliğindedir.
* Türkiye de Meşrutiyet in ilk ilanı, 23 Aralık 1876 (Sultan İkinci Abdülhamid).
* İlk olarak Sultan İkinci Abdülhamid döneminde açılan okullar: Mekteb-i Hukuk-i Şâhâne (Hukuk), Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne (Tıp), Mekteb-i Mülkiye-i Şâhâne (Siyasal Bilgiler), Mekteb-i Şâhâne Hendese-i Mülkiye (Teknik Üniversite), Halkalı Yüksek Ziraat Mektebi, Orman ve Madenler Mektebi.
* Haydarpaşa - İzmit - Ankara demiryolu ilk olarak 1888 yılında İkinci Abdülhamid in Almanya dan aldığı mâli destekle gerçekleştirildi. Ankara - Bağdat demiryolu hattının yapımına girişildi.
* İlk Boğaziçi Köprü Projesi de Sultan İkinci Abdülhamid döneminde yapıldı. 1900 yılında, Anadoluhisarı ile Rumeli Hisarı arasında bir köprü kurulması için Bosphorus Railroad Company adlı şirket çalışmalara başladı. Köprü üzerine demiryolu döşenmesi de planlanmıştı. Böylece, Avrupa dan kalkan bir tren Bağdat a kadar gidebilecekti. Ancak iç karışıklıklar ve Sultan Abdülhamid in tahttan indirilmesi o zaman için bu projenin gerçekleştirilmesine engel oldu.

__________________
__________________




Bostandere çevrimdışı   Alıntı ile Cevapla
Old 03-03-2006, 12:04 PM   #2
Bostandere
Forum Aşığı
 
Üyelik Tarihi: Dec 2005
Mesajlar: 4,764
Teşekkür Etme: 111
Thanked 1,308 Times in 803 Posts
Üye No: 4863
İtibar Gücü: 3038
Rep Puanı : 65437
Rep Derecesi : Bostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond repute
Cinsiyet :
Varsayılan Osmanli SaĞlik TeŞkİlati

Osmanlı Saglık Teşkilatı


GİRİŞ: OSMANLI SAĞLIK TEŞKİLATINDA TARİHİ ZEMİN

1. DARUŞŞİFA

1.1. OSMANLI’DAN ÖNCE ANADOLU’DA DARUŞŞİFALAR
1.2. OSMANLI DEVLETİNDE DARUŞŞİFALAR
1.3. OSMANLI DEVLETİNDE TIP EĞİTİMİ


2. OSMANLI DEVLETİNDE HASTALARIN TEDAVİSİ

2.1. OSMANLI DEVLETİNDE HEKİMBAŞILIK
2.2. BİMARHANELER
2.3. CÜZZAMHANELER
2.4. CERRAHHANELER
2.5. ECZAHANELER(DARU’L- EDVİYE)


3. OSMANLI DEVLETİNDE TIBBIN TARİHSEL GELİŞİMİ

4. ASKERİ TIP TARİHİ

SONUÇ:

BİBLİYOĞRAFYA:

OSMANLI SAĞLIK TEŞKİLATINDA TARİHİ ZEMİN

“Türk tarihi içinde sağlık hizmetlerini ve sağlık kurumlarını çok eski döneme ve bölgelere götürmek mümkündür. Orta Asya Türk boylarında hastaların tedavi edildikleri bilinmektedir. Bu dönemde hastalar önce diğer çadırlardan ayrı bir çadıra konulmakta iyi oluncaya kadar veya ölünceye kadar diğer insanlardan ayrı tutulmuşlardır. Bu hastaların tedavisini Kam denilen kişilerin yaptığı ve hasta çadırlarına yalnız u kişilerin girdiği anlaşılıyor. Bu çadırların hasta çadırları olduğunu anlatmak amacıyla bir mızrak veya bir bayrak da dikildiğini biliyoruz.”

İslam’ın doğuşuyla orta çağa hakim bir İslam kültürü ortaya çıkar ve bunun önde gelenlerinden birisi de sağlık teşkilatıdır. İslam Tarihinde ilk Darü’l Mezra Emevi Halifesi Velid tarafından H.86 M.706 Tarihinde Şam’da kurulmuştur. Yine Emevi’ler tarafından Fustat’da Zükakül Kanadül Bimaristanı yapılmıştır. Daha sonraki yıllarda Abbasiler döneminde halefler tarafından bir çok Bimaristan yapılmıştır. Mısır’da bir Türk devleti kuran Ahmed b. Tulun Kahire’de bir cami, iki hamam ve bir hastane tesis etmiştir.


I.DARUŞŞİFALAR

“Selçuklular döneminde hasta bakılan müesseseye genellikle şifahane veya Maristan denilmiştir. Bu arada Daruşşifa da hem Selçuklularda hem de Osmanlıda kullanılan bir terimdir. Farsça bir kelime olan Maristan: sıhhat yeri, Bimar ise sıhhatsiz anlamına gelir. Böylece zamanla Bimaristan sağlığı yok olmuş kişilerin yattığı yer yani Hastane anlamında kullanılmıştır.”

Bu darüşşifaların büyük bir kısmı vakıf Darüşşifalarıdır. Vakıf Darüşşifalarında ilmin kazanılması ve ilerletilmesi sağlanmış ve Hekimlik öğretimi de yapılmıştır.

Selçuklular ve Osmanlılar döneminde vakıf müessesesi sayesinde pek çok kuruluşun yüzyıllar boyu ayakta kalmasını sağlamıştır. Cami, Darüşşifa, Medrese vb. kurumları tanzim ettirerek bunu tescil ettirmiştir. Vakviyede tesisini bütün vasıfları sayılı, idare şartları kim veya kimler tarafından idare edileceği belirtilir, tesisin devamı için ona gelir kaynakları bağlanırdı. Böylece vakıf müessesesi toplumsal bir yardım ve hayır kurumu olma özelliğinin yanı sıra sıhhi müesseselerin de kaynak kurumları idiler.

XIII. Yüzyıllarda hükümdarların hükümdar ailesine mensup kadın ve erkeklerin büyük ve zengin devlet adamlarının zengin tacirlerin tesis ettikleri vakıflar sayesinde bir çok Darüşşifa, Medrese, Tekke, Sıbyan mektepleri açılmış böylece devlet büyük bir yükten kurtarılmıştır.






I.I. OSMANLI’DAN ÖNCE ANADOLU’DA DARÜŞŞİFALAR

“Bu günkü bilgilere göre Anadolu’da ilk sağlık kurumu Danişmendoğlu Mehmet (öl.1184) tarafından yaptırılan Niksar Darüşşifasıdır. (1170) Bunu (1206) tarihinde Kayseri’de yapılan Darüşşifa ve tıp merkezi izlemiştir. Anadolu Selçuklu Sultanı Kılıçarslan’ın oğlu Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev ile kız kardeşi Gevher Nesibe Sultan tarafından yaptırılmıştır. Bu Selçuklu sultanı Alaaddin Keykubat tarafından 1217’de inşa edilmiştir. Sivas Darüşşifası, Selçuklu Darüşşifalarını en büyüğüdür. 1768’e kadar aynı amaçla kullanılmıştır. Sivas Divriği Daruşşifası (1228) Kemaleddin Şadi Bey ve Aksaray Darüşşifaları (1219-1233) Çankırı Darüşşifası(1235) Akşehir Darüşşifası(1260) Kastamonu marsitanı (1272) Tokat Pervane Bey Darüşşifası (1275), Rahatoğullarının Sivas’da yaptırdıkları Darül- rahha (Düşkünler evi1288) ve yine ayrı yüzyılda kurulan Erzurum, Erzincan darüşşifası ve Mardin Maristanı ve Anadolu Selçuklu devletinin tarihe karıştığı 1308 yılında biten Amasya Darüşşifası izlemiştir.”

I.II. OSMANLI DEVLETİNDE DARÜŞŞİFA

“Selçuklu sağlık kurumlarının Osmanlı devrinde de halkın hizmetine açık tutulmuş ve bunlara ilaveler yapılmıştır. Osmanlılar aldıkları kentlerde bu eski örneklere uygunsağlık tesisleri kurmuşlardır. Bunların ilki 1399’da açılan Bursa’daki Yıldırım Darüşşifası, İstanbul’da Fatih Darüşşifası(1470) II. Bayezid (1514), Haseki Bimarhanesi (1539), Süleymaniye Darüşşifası ve tıp medresesi (1555) Toptaşı Bimarhanesi (1538) Atik Valide Darüşşifası(1583) Sultan Ahmed Daruşşifası (1616), XVIII. Yüzyılda Zeytinburnu Askeri Tıp Merkezi kurulduğu görülmektedir. Bunlar arasında Gümüşsuyu, Kuleli, Davutpaşa, Maltepe, Tophane, Levent çiftliği, Topçular, Cebehane, Mabeyn, Hassa askeri, Kumbarahane, Tersane, Tıphane, Ahırkapı, Rami, Bab-ı seraskeri, Trabya, Topbaşı, tıp hastaneleri sayılabilir. 1827 yılında şehzade başında Tulumbacılarbaşı Konağında tıphane ve cerrahhane açılmış Viyana’dan Dr. Bernard getirilerek bir hassa onun sayesinde Mekteb-i Tıbbıye-i Adliye-i Şahane kısa zamanda Avrupai bir şekil almıştır.”

I.III. OSMANLI DEVLETİNDE TIP EĞİTİMİ

Osmanlı devletinde tıp eğitimi, İslam geleneğine uyarak ve Anadolu Selçukluları’ndan devraldığı miras ile devam ediyordu. Tıp ile uğraşmak isteyen aday iyi bir medrese eğitimi görmüş olmalıydı. Aday usta ve hekimlerden bir veya bir kaçını hoca olarak seçiyor ve eğitimine giriyordu. Bu hocalar öğrencisini belli bir proğramla eğitiyor ve adaya teorik bilgilerin yanı sıra pratik bilgilerde veriyorlardı. Tıbbın hekim dükkanında oluyordu. Darüşşifalarda ayrıca tıp eğitimi alan kadrolu öğrenciler de bulunabiliyordu. Süleymaniye Tıp Medresesi gibi sadece tıp eğitimi veren medreseler de kurulmuştur. Ayrıca usta çırak usulüyle ve esnaf teşkilatı içinde yetişen tabipler de çoğunlukta idi.

“II. Mahmud zamanında 1827’de Tıphane-i Amire kurularak başına Dr. Bernard getirilmiştir. Önceki İtalyanca eğitim yapan bu kurumlar dr. Bernard ile Fransızca eğitime başlamış ve tıpta büyük ilerlemeler kaydedilmiştir.

1864 yılına kadar eğitim Fransızca yapılmış ancak 1864’te kurulan Mülki Tıbbiye’de başlayan Türkçe eğitim aynı askeri tıp okullarında da uygulanmış ve eğitim tamamen Türkçeleşmiştir.”

Osmanlı döneminde Tıblardaki eğitim hakkında kesin bir bilygiye sahip olmamakla beraber buralarda umumi medreselerde ve Daru’l Hadislerde uygulanan sistemden farklı bir uygulamanın olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Tabip daha ziyade uygulama gerektirmektedir. Bu bakımdan, bazı tabiblerin özel ders vermek, bazısının da özel muayene haneler açmak suretiyle Şakid (çırak) yetiştirdikleri görülmektedir.



II. OSMANLI DEVLETİ’NDE HASTALARIN TEDAVİSİ

“Osmanlı Darüşşifalarında hastalıklar çeşitlerine göre ayrılmış ve hastalığın çeşidine göre ayrı ayrı bölmelerde tedavi edilmiştir. Hastaların tedavisinde ilk önce öğrenci ve asistanlar muayene eder teşhis edemezse bu kez onları hekimbaşı muayene eder ve teşhis koyardı. Hastaların bu günkü gibi iki tür muayene yapılırdı. Önce hastalar baştan aşağı muayene edilirdi ve ilaçları Darü’l Edviye “Eczane” den alırlardı. İkinci guruptaki hastalar ise daruşşifada yatan hastalardır. Bunlar da yatarken tedavileri yapılmıştır. Bir diğer tedavi yöntemi ise ruh hastalarına uygulanan tedavi yöntemiydi. Bu tedavi müzik ve hafif şoklar “ Durgun suyun dalgalandırılması” gibi yöntemlerle uygulanmakta idi.”

II.I. HEKİMBAŞILIK

Öncelikle hükümdar ve ailesinin sağlığını korumak, bazen de devletin sağlık politikasını yürütmek için ihdas edilmiş hekimbaşılık, hemen her büyük devlet ve medeniyette görülebilen bir kurum olup Osmanlı devletinden önce de bir çok devlette görülmektedir.

“Hekimbaşılığın Osmanlı Devletinde ne zaman ihdisas edildiği konusunda değişik görüşler vardır. Osmanlı devleti sultanlarıyla hekimleri arasındaki ilk ilişkiler XV. Yüzyıldan itibaren tekip edilebilmektedir. Kaynaklar Çelebi Mehmed’in Karaman seferi sırasında Ankara’da Şeybi’nin tedavi ettiği ve daha sonra hekim başı olduğu söylenmekte ise de II. Beyazıd dönemine kadar hekimler sadece sarayda padişah veya ailesi hasta olunca gelirler. Hasta iyileşince gidiyordu. II. Beyazi ile beraber sarayda sürekli kalmışlar ve hekimbaşılık müessesesi oluşmuştur.”


“Hekimbaşılar başta hükümdar olmak üzere hükümdarın ailesinin sağlığını korumakla yükümlüydüler Bunun yanında padişahın yemeklerini tedavisinde kullanılacak ilaçların, güçlendirici macunların hazırlanmasına, nezaret eder; Nevruz’da çeşitli maddelerden hazırladığı Nevruziye’yi başta sultan olmak üzere devlet büyüklerine takdim ederdi. Sarayın ihtiyacı olan mum ve sabunlar onun formülüne göre imal edilir; saraydaki iki Eczane ve 5 Darüşşifa sayıları 25-30 arasında değişen cerrah, kehhal ve hekimlerin, düzenli çalışmalarını sağlardı. Muhtelif şehirlerdeki hastanelerde hekim tayin ve azilleri zaman zaman hükümdarın verdiği fermanla, İstanbul ve civarındaki yerleşim alanlarındaki yerli ve yabancı hekimlerin teftişi gerektiğinde onların imtihanı ve bu sınav sonucunda başarısızları meslekten men etme “muayenehane” dükkan sayısını azaltma yetkisine sahipti.””

XIX. yüzyılın ilk yarısında imparatorluğun askeri teşkilatı içinde gerekli ham madde alımı, ilaç imali ve gerekli yerlere dağıtımında en yetkili kişi idi.

II.II. BİMARHANELER

Türklerin İslamiyetken önceki dönemlerde ruh hastalıkları ve tedavilerine ilişkin uyguladıkları yöntemler ve kurumlar kesin olarak bilinmemektedir. Ancak eski Türk hayatında insana Verilen öneme ve aileye duyulan saygıya bakılarak, bir arada olmanın zorunluluğunda doğan yaşam mücadelesinin kazanılmasındaki direnç gereği ruhsal olarak da bazı çözümlemelerin yapılmış olduğunu var saymak hiç de yanlış olmasa gerek. Daha sonraki aşamalarda Uygurlarda hekimlik vardır ve akıl hastaları da tedavi edilmiştir. Türklerde akıl hastası “Deli” Allah’ın kızgınlığına uğramış bir zavallı değil, kutsal tarafları olan günahsız gerçek hastadır.

İslam II. Halife Hz. Ömer zamanında İskenderiye’yi aldıktan sonra Müslüman bilim adamları Romalılardan Bizanslılardan, Yunanistan’dan kovulan alimlerle temasta bulunmuşlardır. Bunlardan biri tek tanrı vardır dedikleri için sürülen Nestorien Papazlarıdrı. Bunlar maiyetleri ile birlikte İran’a sığınmışlardır. İran’ın Gundi Şapur Şehrinde bu papazlar o zaman Maristan diye adlandırılan bir müessese kurmuşlardır ve ilk hekimi kendileri olmuşlardır.

“Osmanlılar’da büyük camilerin yanlarında bir de şifa hane binaları dikkat çeker. Eskiden dahili ve harici hastalıklar evlerde ve diğer değişik mekanlarda tedavi edildiği için bu binalar doğrudan doğruya ruh hastalıkları içindir. Osmanlılar’ın ilk dönemlerinde şifa hane ve Bimar hane tabirleri akıl akıl hastalarına mahsusu tedavi yerleri için kullanılmıştır. Diğer hasta hanelere ise sıhhat, afiyet veya sağlık yurdu denmiştir. İlk Bimar hanenin Türkler tarafından kurulduğu ve daha sonradan Avrupa’ya geçtiği bilinmektedir.”

II.III. CÜZZAMHANELER

Osmanlı devletinde Türk tabipler cüzamın bulaşıcı olduğuna inanmamaktadır. Peygambere adfolunan hadise dayanılarak Aslandan kaçıldığı gibi miskinden de kaçınılmayı emir etmekteydi.

“Osmanlıların cüzamlıları tecrit Darüşşifa hastanelerde ayrı bölümler bağımsız olarak ayrı cüzzamhaneler yapılmıştır. Tedavisi o gün için mümkün olmayan bu hastaları herkesin arasında bulundurmamak bulaşmanın önünü almak için ve önemli bir koruma tedbir olarak yapılan bu müesseselerde miskinhane Miskinler Tekeşi de denilmiştir. Bu hastalığın en çok etkili olduğu yer Hindistandır. Osmanlı’da bu hastalığı çekenleri tecrit etmek, onların parmakları dökülmüş olan ellerini, kesik burunlu yüzlerini miskin ve tanbel yaşayışlarını halkın gözü önünden uzaklaştırmak ve aynı zamanda sirayetten korumak amacıyla bu kişiler tekkelerde barındırılmışlardır.”

II.IV. CERRAHHANELER

Cerrahi insanlık kadar eskidir. Tababetin bu bölümü harici travmalar, kırıklarla başlamıştır. Bunu içindeki tıp ilminden önce başladığı muhakkaktır. İnsanlar arsında savaşlar dolayısıyla yaralanmalar olunca bunlara bakım ve tedavisi işleri de önem kazanmıştır. İşte bu zamanlarda daha içi hastalıklarıyla ilgili geniş bir bilgi yoktur. Eski Mısır’da ölülerin mumyalanması, y,ne eski Thabeste harap olmuş duvarlar üzerinde cerrahiye ait modern akitlere benzeyen şekiller görülmüştür. Onlar bir cesedi 36 kısıma ayırmışlardır. Musevilerde sünnet ameliyatı iptidai aletlerle yapılmıştır. Yunanlılarda cerrahiye ait bilgilerin tamamını Mısırlılar’dan almışlardır. Ortaya çıkarılan cerrahiyle diğer tababet birdir. Ayrılmaları XII. Yüzyıldadır. Bu ayrımı ilk defa getirenler Müslüman tabiplerdir. Bu ilkler arasında Razi başta gelir. Ebu’l Kasım da cerrahiye önem vere ilk müellifler arasındadır.

“XIV. ve XV. Yüzyıllarda Osmanlı memleketleri içinde tababet sanatını icra edenler Hristiyan ve Yahudi teba idi. Bunların arasında iyi tabipler yanı sıra sahte tabiplerin de varlığı bilinmektedir. Bu önemli meslek Osmanlı hükümetince tespit edildikten sonra bunların ehil olup olmadıklarını hekimbaşı bir imtihanla tespit etmekte ve ehil olanlara ehliyet name vermekte, ehil olmayalar ise bu işten men edilmekte idiler. XV. Yüzyılda yetişmiş ünlü cerrahlardan biri de Edirneli Safai dir. Safai’nin bir de dükkanı bulunmaktadır. Tezkerelerde hakkında önemli açıklamalar vardır. Daruşşifalarda her birisinde iki cerrah bulunmakta istisna olarak çok azında bir veya üç olmaktadır.”

II.V. ECZAHANELER (DARU’L EDVİYE)

“Türk tıp tarihindeki eczane olgusunu iki gurupta incelemek gerekmektedir. Birincisi daruşşifaların bünyesindeki eczanelerin, ikinci olarak da daha sonraki dönemlerde gelişen, bağımsız olarak açılmış eczaneler idi. Daruşşifa kadrolarında her zaman için eczacılık yer almıştır. Vakfiyelerde genel olarak eczacılardan hekim dikkat edecektir. Daruşşifaya lazım olan ilaçları dışarıdan vekil hara satın alırdı. İçilecek ilaçları yapmaya macun, hap, vs. bunlara benzer ilaçları yapmaya hazır bir de eczacı bulunacaktı. Daruşşifalarda eczacılar genelde iki kişidir. Ayakta tedavi gören hastalara ilaçlar genelde ücretsiz verilmiştir.”

Askeri hastanelerin çoğalmasıyla 1835’de, bir de askeri eczanelerin kurulduğunu görüyoruz. 1866’da Askeri Eczane-i Amire müdürlüğünden askeri hastanelere ve revirlerine gönderilen ihtiyaç listeleri gereğince bu müesseseler ilaçlarını temin ediyorlardı.

Sağlık sistemi içinde ecza ticareti de önemli bir yer tutmuştur. Eskiden ecza ticaretiyle uğraşanlar iki sınıftır. Birincisi Drogistler; toptancılar, ithalat ve ihracatı bunlar yaparlardı ve eczacılara satarlar. Ekseri eski han odalarında bazı haneleri vardır ve depolarında mallarını saklarlardı. Ecza ticaretiyle uğraşan diğer bir zümre de Aktarlardır. Akakir yani Droğ sattıklarından Aktar diye adlandırılmışlardır. Çıraklar usta tarafından yetiştirilirler, esnaf usulünce peştamal kuşattırılarak usta olurlardı.


III. OSMANLI’DA TIBBIN TARİHSEL GELİŞİMİ

XV. yüzyıl Bursa’nın başkent olup devletin gelişmesine paralel olarak darüşşifa ve tıp merkezleri de gelişmiştir.

Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’da yaptırmış olduğu Sahn-ı Seman Medreselerinde eğitimde ayrıca önemli olan külliye darüşşifa yapısı Karadeniz Medreseleri adıyla yer almakta idi. Ancak bu yapı günümüze kadar ulaşamamıştır.

“XVI. yüzyıl devletin gelişmesiyle ihtiyaca cevap vermesi için yeni külliyeler yapılmıştır. Özellikle Mimar Sinan’ın yapmış olduğu Şehzade külliyesi Edirne’de ki Selimiye Külliyesi ve yine İstanbul’da Süleymaniye Külliyesi önde gelir.”

Sultan III. Murat döneminde Osmanlı imparatorluğu ülkelerinde 59 hastanenin mevcut olduğunu Michel Baudiler 1663’de Paris’de neşr edilen “Histoire du Scrail Etdefa Cour” isimli eserinde zikr etmektedir.

“Osmanlı devletinde tedavi ve hayır kurumları olarak haneler her zaman önem taşımıştır. XVIII. Yüzyıl batılılaşma kapsamında, hastanelerin de ele alındığı görülmektedir. XIX. Yüzyılın başlangıcında Osmanlı imparatorluğunun artık devlet olarak hemen hemen bütün kurumlarında çözülme ve çöküş yaşanır. Hükümdarlık makamında bulunan IV. Mustafa döneminde de Osmanlı tıbbi ve sosyal yardım müesseseleri de felce uğramıştır. İşsizler ve dilenciler bu dönemdeki en büyük toplumsal yaradır. Bunun en büyük nedeni hiç şüphesiz devletin güçsüzlüğünden doğan otorite boşluğudur. Bu durumda saray bir ölçüde olsa durumu düzeltmek istemiş dilencileri ve sakatları ortadan kaldırmak için bunların şifahane ve tophanelere yerleştirilmesini kararlaştırmıştır.(1806) mevcut top haneler ve hastaneler alabildikleri kadar hasta, sakat ve dilenci almışlardır. Ancak bu tedbir de bir süre sonra işletilemez hale getirilmiştir.”

“Yine bu dönemde Tıbb-ı Cedidi medreselere sokma çabaları olmasına rağmen henüz tıpta yenileşme medreselerde yoktur. Teşrih “Anatomi” ilmi ancak çok eski bilgilerde yazılmış olan kitaplardan elde edinilmektedir. halbuki yeni Tababet akımı tamamen Teşrihe dayanmaktadır. Osmanlı’da ise bu dönemde bile Avrupa’dan gelen Tabiplere güvenilmektedir. Bu olumsuz durumdan yararlanan Rum hastaneleri büyük imtiyazlar ele geçirmişlerdir. Bu dönem Osmanlı için bir geçiş dönemi olmuştur yani batıya tıpta da geçiş yenilik yapılmaya başlanmıştır. II. Mahmut döneminde 1826’dan sonra birçok hastane yapılmıştır. Bunların çoğu askeri hastanedir.”

XX. Yüzyılda modern bir görünüm alarak Cumhuriyet döneminde sağlam bir kurum olarak geçiş yapmışlardır.



IV. ASKERİ TIP TARİHİ

Muharebe alanında başarılı olabilmek için lojistik desteğin önemini bilen Türkler, savaşa katılan askerlerin sağlığını da düşünmüşler ve ilk seyyar hastanenin kurulmasını gerçekleştirmişlerdir.

“Büyük Selçuklu sultanı Melik Şah (1072-1092) ordusunda 40 deve ile taşınan alet çadır ve malzemeden oluşan bir seyyar hastane teşkilatı oluşturmuş, bu hastane ordu nereye gitse onu belirli bir uzaklıktan ve arkadan takip ederek hasta ve yaralıları tedavi etmiştir.”

“Osmanlı devletinin dünyanın en güçlü piyade ordusu olarak kabul edilen bir ordunun sağlık işlerini nasıl yürüttüğü ile ilgili bir bilgi yoktur. Ancak muharip birliklerde “Esnafat-ı Askeriye” denilen yardımcı birlikler kurulmuş bu birlikten bazı askerlere de cerrahi müdahale yapabilecek şekilde yetiştirilmişlerdir. Maaşlı yeni çerilerin sıhhi ikmal ve bakımları bu günkü karşılığı tabur sayılabilecek yeniçeri ortalarında bulunan bir hekim ve bir cerrah ve bir Tımarcı ”Pansumancı” tarafından yapılmıştır. Bunlara “ yaya başı” da denilmiştir. Usta- çırak yöntemiyle yetiştirilmişlerdir. Savaşta ordu seyyar hastanelerinde çalışan hasta ve yaralıları tedavi eler ilaç ve merhem hazırlayanlar bu sınıfın askerleri olmuştur.”

Ordunun hekim ihtiyacında, önceleri Selçuklu dönemi Tıp medreselerinde yetişen veya Usta-Çırak yöntemi ile kendisini yetiştiren hekimlerden sağlanmıştır. 1399’da Bursa’da Yıldırım Bayezid Daruşşifasının amacı hem hasta tedavisi hem de ordu hizmeti için tabip yetiştirmek olmuştur.



SONUÇ:


Osmanlı devleti kuruluşunda Selçukludan kalan darüşşifaların geliştirmişler. Devletin yükselmesine paralel olarak da tıpta da ilerlemişlerdir. Osmanlı devletinde sağlık teşkilatı devlete yük olmadan vakıflar sayesinde yüzyıllar boyu devam etmiştir. İşlevini XV ve XVI. Yüzyıllar da çok iyi yerine getirmiş ve her zaman insanlığın yararına çalışan bu müesseseler Osmanlının zayıflamaya başladığı XVII yy dan itibaren ise bozulmaya yüz tutmuştur çünkü fen ve anatomi derslerinin kaldırılmasıyla pozitif bilimler okutulmamış ve bu kurumlar yara almaya başlamıştır. XIX. Yy da ise bu kurumların iyileştirilmesine yönelik bir çok çalışma sonucu bu kurumlarda iyileşme görülmüş Avrupai bir şekilde yenilenmesi ile iyice düzelmiş olan bu durumlar cumhuriyet Türkiye’sinde sağlam bir yapılanma içinde giderek devam etmiştir. Osmanlının çürümeye yüz tutan bu kurum Osmanlı’nın çöküşünden önce iyi bir yapılanma ile düzeltilmiştir.
__________________




Bostandere çevrimdışı   Alıntı ile Cevapla
Old 03-03-2006, 12:05 PM   #3
Bostandere
Forum Aşığı
 
Üyelik Tarihi: Dec 2005
Mesajlar: 4,764
Teşekkür Etme: 111
Thanked 1,308 Times in 803 Posts
Üye No: 4863
İtibar Gücü: 3038
Rep Puanı : 65437
Rep Derecesi : Bostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond repute
Cinsiyet :
Varsayılan osmanlı Borçları ve Duyun-ı Umumiye

OSMANLI BORÇLARI



GİRİŞ: OSMANLI EKONOMİSİNE GENEL BİR BAKIŞ


I.BÖLÜM: BORÇLANMA SEBEPLERİ

A) İÇ BOÇLANMA SEBEPLERİ

B)DIŞ BOÇLANMA SEBEPLERİ

1) KIRIM HARBİ

2) İLK DIŞ BOÇLANMA


II. BÖLÜM: DÜYUN-I UMUMİYE’NİN KURULUŞ VE İŞLEYİŞİ (MUHARREM KARARNAMESİ)


III. BÖLÜM: TBMM’NİN KURULMASI VE DÜYUN’I UMUMİYE İDARESİ

A: LOZAN KONFERANSI

B: PARİS KONFERANSI

C: DUYUN- UMUMİYE’NİN KALDIRILMASI





SONUÇ: GENEL DEĞERLENDİRME



KAYNAKÇA:


BİBLİYOGRAFYA:


GİRİŞ: OSMANLI EKONOMİSİNE GENEL BİR BAKIŞ

Osmanlı Devleti, kuruluşundan XVII. yy sonlarına kadar ekonomi alanında sürekli olarak gelişme kaydetmiştir. Osmanlı ekonomisinin temel yapı taşını toprağa dayalı tarım sistemi oluşturuyordu. Bu yapının düzenli bir şekilde işletilmesi de Tımar sistemine bağlı olarak sürdürülmüştür. Bu kurum, kuruluşundan XVII. yy sonlarına kadar sürekli olarak gelişmiş, buna bağlı olarak da Osmanlı Devleti’nin ekonomisi de gitgide büyüme ve gelişme kaydetmiştir. Ancak bu kurum XVII. yy’dan sonra bozulmaya başlamış, toprak düzeni içerisinde ayanların ortaya çıkması ve gönderilmesi gereken vergileri göndermemeleri, iltizam sisteminin ortaya çıkması gibi nedenlerden dolayı Osmanlı Devleti’nin ekonomik yapısında ilk zayıflamalar belirmeye başlamıştır. Tabi ekonomik yapıdaki bu zayıflamaları sadece bu sebeplere bağlanamaz. Bu sebepler arasında Osmanlı Devleti’nin XVII. yy’da başlayan ve XX yy’ın başlarına kadar devam eden uzun ve yorucu savaşları da gösterebiliriz.

“Osmanlı finans tarihinin en ilginç yönlerinde biri, dış borçlanmanın oldukça geç başlamış olmasıdır. Nitekim, tarihçilerin geleneksel olarak, gerileme dönemini 1699 Karlofça Antlaşması ile başlatmalarına karşın, dış borçlanma, Kırım Savaşı döneminde, yani XIX. yy ortalarında başlar. Osmanlı İmparatorluğu, eğer, tarihinin en zor yüz elli yılında dışardan borç alma mecburiyetinde kalmamışsa, bu başarılı bir şekilde içerden borçlanabilmesi sayesindedir.”


I. BORÇLANMA SEBEPLERİ

Osmanlı Devleti’ni borçlanmaya iten çeşitli sebepler vardır. Bu sebepleri iç ve dış sebepler olmak üzere ikiye ayırabiliriz. Bu sebepler yukarıda da bahsedildiği gibi devletin mali yapısı, savaşlardaki askeri harcamalar, toprak sisteminde ortaya çıkan bozulmalar yani toprakların belli bir bedel karşılığı kiraya verilmesi, ayanların ortaya çıkması olarak sayılabilir.

“Osmanlı piyasasında dolaşan ve kimi zaman sayı ve miktarı bilinmeyen kaimelerle, Gayr-i Müslimlerin borsa ve para oyunları da iç piyasadaki paranın kararsızlığı ile istikrarsızlığın meydana gelmesi, borçlanma sebeplerinin başka bir boyutunu göstermektedir. Ayrıca bir takım Osmanlı bürokratlarının siyasal düşünceleri ile Rusya’ya karşı Avrupa’yı devletin yanında ittifak yapabilme arzularını borçlanma yolu ile istemeleri de iç sebepler olarak gösterilebilir. Öte yandan Kırım Savaşı esnasında patlayan Avrupa tarzı tüketim, sadece mal ithali ile sınırlanmayıp kuklacı, canbaz, ressam, piyano, keman, ve Fransızca dersleri için gelen ve getirilen hocalar, azınlıkların kurduğu Avrupa tarzı okullar ve inşa edilen Avrupa yaşantısına elverişli meskenler vb. yabancı mal ve hizmet kullanımını gerektiren ödeme bilançosunu öyle bir hale getirmişti ki borçlanmadan başka çare kalmamıştı.”

Osmanlı Devleti’nin borçlanma sürecine girmesinin dış sebepleri de vardı. Avrupa’da meydana gelen Sanayi İnkılabı ile beraber Avrupa devletleri ürünlerini satabilecek pazar arayışlarına girmiştir. Avrupa tüccarlarına tanınan ayrıcalıklar Osmanlı tüccarlarını yabancılar karşısında rekabet edemez hale getirmiştir. Avrupa devletleri artan sermayeyi faiz oranı düşük olan Avrupa’da kullanmak yerine faiz oranı yüksek olan Osmanlı Devleti’ne vermişlerdir. Kapitalist ülkeler siyasi isteklerini Osmanlı Devleti üzerinde mali politikalarla gerçekleştirmek istemeleri de Osmanlı Devleti’nin dış borçlanma sebepleri olarak gösterilebilir.

A) İÇ BORÇLANMA

“Esham, Arapça pay anlamına gelen “Sehim” kelimesinin çoğuludur. Osmanlı hukukunda miras ve miras ve vakıflarla ilgili metinlerde bu anlamda kullanılır. Bir mali terim olarak ise ilk kez, 1775 yılında I. Abdülhamit döneminde uygulamaya konularak 1840 yılında kağıt paranın kullanıma girmesine kadar devam eden belirli bir iç borçlanma sistemini ifade eder. Esham uygulaması, malikane sisteminin sınırlarına ulaşması ve bu yolla yeni kaynak yaratmanın mümkün olmaması, mevcut gelirlerin giderleri finanse edemeyeceğinin anlaşılması üzerine, 1775 yılından itibaren uygulamaya konuldu. Temelde bir iç borçlanma olup, mahiyeti itibariyle Osmanlı maliyesi için yeni ve orijinal bir uygulamayı ifade eder. Tıpkı malikane sisteminde olduğu gibi, esham uygulaması da bir savaş döneminde uygulamaya girer. Osmanlı İmparatorluğu’nun 1768’de Rusya’ya karşı giriştiği savaşın sonunda 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması’yla, Rusya’ya karşı ödenmesi kabul edilen yüklü tazminatın getirdiği sıkıntılı bir dönemde uygulamaya konuldu. Rusya’ya ödenecek tazminat 15.000 keseydi (7.5 milyon kuruş) ve üç yıl içerisinde eşit taksitlerle ödenecekti. Bu oran da o yıllardaki Osmanlı bütçesinin yarısına karşılık gelmekteydi. Gelirler giderleri karşılayacak düzeyde olamadığı gibi, yılda fazladan 2.5 milyon kuruşu tazminat taksiti olarak bulmak zorundaydı.”

Esham uygulaması ilk olarak 1775 yılında İstanbul Duhan Gümrüğü’nde uygulamaya başlanmıştır. Uygulanan esham sistemi toprakların malikane usulune göre verilmesinden çok daha karlı olmuştur. Osmanlı Devleti savaş masraflarını karşılamak ve ekonomik bunalımları atlatmak için kurmuş olduğu bu sistem Osmanlı ekonomisi için çok büyük gelirler sağlamıştır ancak gelen paraların yatırımlara dönüştürülmemesi ve savaşlar için harcanması esham uygulamasının gittikçe artmasına neden olmuştur.

“İç borçlanma sürecindeki bir sonraki aşamaya 1830’ların ikinci yarısında artan askeri harcamalar ve reform harcamaları ve reform girişimleri arasında pek çok devlet biriminin bütçe kaynakları tükenince, harcamaları sürdürebilmek için sergi adlı borç senetleri kullanmaya başlanmasıyla ulaşıldı. 1840 yılından itibaren de İstanbul yöresinde Kaime-i Muteber-i Nakdiye ya da kısaca Kaime olarak adlandırılan ve önceleri faiz geliri de sağlanan borç senetleri basılmaya başlandı. Faiz geliri sağlanan ancak çok yaygın tedavül görmeyen ilk kaimeleri bu günkü devlet bonoları ile kağıt para arasında bir eristürman olarak değerlendirmek gerekir. Daha sonraları faiz boyutu ortadan kalkınca kaimeler tama anlamıyla kağıt paraya dönüşmüştür.”

B) DIŞ BORÇLANMA

1) KIRIM HARBİ

Kırım harbinin çıkmasına neden olan sebeplerden biri Kudüs’teki kutsal yerler meselesdir. Hristiyan mezhepleri için öteden beri kutsal sayılan yerlerin koruyuculuğunu üstlenmek öteden beri büyük bir çekişmeye neden olmuştur. Uzun süreler Ruslar Ortodokslara, Fransızlar da Katoliklere destek vermişler ancak 1789 Fransız ihtilalinin çıkması nedeniyle Fransızlar bu iddialarından vazgeçmişlerdir. Ancak büyük devletlerin asıl amacı ses çıkarmadan Osmanlı devletini kendi aralarında paylaşmaktı.


“Prens Mençikof’un İstanbul’u terk etmeni müteakip Rus Hariciye nazırı bir mektup yazarak Mençikof tarafından hazırlanan takrir müsveddesinin değişiklik yapılmadan imza edilmesini, aksi takdirde Rus askerlerinin Prut nehrini geçerek Eflak ve Boğdan’da denilen Memleketeyn’i işgal edeceğini bildirdi. Ancak olumlu cevap alamadı. Bunun üzerine Rus ordusu savaş ilan etmeksizin Çar’ın emri doğrultusunda Prut nehrini geçerek Tuna’ya kadar bütün Eflak ve Boğdan’ı işgal etti.”

“Rusya’nın Akdeniz ticaretini ele geçirmesinden çekinen İngiltere ve Fransanın da kışırtmalarıyla başlayan Kırım Harbi (1853-1856) Osmanlı maliyesini daha da sarstı. Osmanlı yöneticileri, ordularıyla Osmanlı Devleti’ni destekleyen İngiltere ve Fransa’nın kredi açma konusundaki tekliflerini kabul ederek ilk dış borç antlaşmasını 24 Ağustos 1854 tarihinde imzaladılar. Böylece Osmanlı mali tarihinde dış borçlanma dönemi başlamış oldu.”

Osmanlı Devleti 17.yy’dan sonra sürekli savaşlara girmiştir. Bu durum mali bakımdan oldukça külfetli olmuştur. Devlet bu durumu iç borçlanmalar ile savaş masraflarını 19.yy’a kadar devam ettirebilmiştir. Ancak savaşların bitmek tükenmek bilmemesi, birçok cephede savaşılması Osmanlı Ekonomisini tam bir bunalım içerisine sokmuştur. Osmanlı devleti’nin bütçe açığındaki genişleme bütçe açıklarını iç borçlanmayla kapatılamaz bir hale getirmiştir. Devletin bu kötü ekonomik durumu yabancı elçilikler ve devlet adamları tarafından dikkatle takip edilmiştir ve Osmanlı devletinin dış borç alması için baskılar yapılmıştır.

“Gerek Osmanlı Devleti’nin nakit para ihtiyacının karşılanması, gerekse elçilerin borçlanma konusundaki baskılarının artması dış borçlanmayı hazırlıyordu. Nihayet 1854 kırım savaşı Osmanlı maliyesine indirilen son darbe olmuştu. Kırım savaşının getirdiği askeri harcamalar ve nakit paraya duyulan aşırı ihtiyaç Galata bankerlerinin hükümete vermekte olduğu kısa vadeli avansların çok üzerindeydi. Bu gelir-gider dengesindeki açık, Avrupa piyasalarındaki borçlanmayı zorluyordu.”


2) İLK DIŞ BORÇLANMA

“1854 yılındaki 5 milyon sterlinlik ilk dış borçlanmanın karşılığı olarak İngiltere ve Fransa Mısır’ın cizye vergisi geliri gösterilmişti. 1855’te ikinci bir 5 milyon daha borç alındı. Mısır cizye gelirleri dışında İzmir ve Suriye gümrüklerinin gelirleri de karşılık gösterildi. Sultan Abdülaziz devrinde beş dış borçlanma daha yapıldı. Osmanlı maliyesi borçlanmaya karşılık gösterdiği kaynaklardan geliri yerinde ve zamanında toplayamıyordu; faizler bile ödenemez hale gelmişti. 1875’te maliyenin iflasının ilan edilmesine ve 1881’de Muharrem Kararnamesi ile Duyun-u Umumiye, yani uluslar arası haciz idaresi kurulana kadar, borçlanma devlet giderlerini karşılamak için başvurulan bir yol oldu. 19. yy’ın koşullarında borçlanma ve borç verme bir yatırım ve kazanç alanıydı. Osmanlı borçlanmaları beynelmilel bir spekülasyon, kazanç ve komisyon alanı olmuştu. 19. y.y.ın sonunda demiryolu şirketlerine hattın geçeceği vilayetlerden kilometre garantisi karşılığı olarak o yerlerin aşar gelirleri verildi. Duyun-u Umumiye alacaklılar adına bu yerlerin aşar gelirlerini topluyordu. Nisan 1903’te Alman yatırımı olan Konya-Ereğli demiryolu hattı için Konya, Halep ve Urfa’nın aşarı karşılık gösterilmişti. Bu işlemi İngiltere ve Rusya protesto etti. Tamamen içişlerine ait bir mali işleme dış devletlerin müdahale gerekçesi Osmanlı Devleti’nin “alacaklısı devlet” olmaktı. Rusya bütün gelirlerin demiryollarına teminat akçesi olarak gösterilmesinden dolayı kendi alacağı savaş tazminatının tehlikeye düştüğünü ileri sürüyordu.”
“Osmanlı Devleti, 1854 yılında başlayan borçlanma batağı sürecine 1875 yılına kadar dayanabildi. Öyle ki 1874-1875 yılı bütçe geliri 25.104.928 lira iken, 5 yıla ait dış borç ödeme taksiti 13.200.000 liraya ulaşmıştı. Bu dış borç taksitinden başka iç borç taksitleri de bütçe üzerinde ayrı bir yük oluşturuyordu. Nihayet iç ve dış borç taksitlerini devlet ödeyemez hale gelince dönemin sadrazamı Mahmut Nedim Paşa bir tebliğ yayınladı. Bu tebliğde, hükümetin bütçe açığından dolayı borç ödemelerinde bir değişiklik yapıldığı belirtiliyordu. Faiz ve yıllık ödeme taksitlerinin yarısını para, kalan yarısını da yeni basılıp dağıtılacak %5 faizli hisse senetleriyle ödenmesi ön görülüyordu. Oysa bütçe buna da hazır değildi. Hükümet,1876 Mart ayında bütün ödemeleri durdurdu.”

1875 yılı yani Osmanlı devleti’nin ekonomisinin iflas etmiş olduğu zaman, büyük devletlerin giderek artan baskılarının da etkisiyle, kısa sürede Osmanlı rejimini krize, saray içerisinde işlenen cinayetlere ve Balkanlar’da büyük toprak kayıplarına götürmüştür.

“XIX. yy Osmanlı para ve maliye sistemi, Galata bankerlerinin güçlenmesine tanık olmuştur. Önceleri yeniçeri ileri gelenlerinin himayesinde bulunan bankerler Devletin sürekli denetimi altındaydılar. Galata bankerleri Tanzimat’la birlikte etkinliklerini arttırmışlardır. 1847-1852 arasında çalışan İstanbul Bankası ile Devletin dış ticari ilişkilerini yürütmüşlerdir. Bunlar iç ve dış borçlanmalarda aracılık etmişler, Osmanlıların ihraç ettikleri menkul kıymetlere iç ve dış pazarlar aramışla, devlete kredi temin etmişler ve daha sonra da Galata borsasını kurmuşlardır.(1862)”

“Galata Bankerleri’nin kurmuş oldukları İstanbul Tramvay Şirketi gibi özel şirketlerin tahvilleri de, Devlet tahvilleri yanında bu borsada işlem görmeye başlamıştır. Bu borsa bu gün şahit olduğumuz işlemlerin ve oyunların gerçekleştirildiği ortamı teşkil etmiş ve hatta 1875’lerde Avrupa borsacılarının faaliyet gösterdiği bir alan olmuştur. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı sırasında Galata Bankerleri Devlet’e kredi açmışlardır. Duyun-ı Umumiye idaresinin kuruluşuna kadar (1881) bu bankerlerin ve borsanın etkinliği devam etmiştir.”

Osmanlı Devleti’nin almış olduğu borçlar iyice çoğalmış ve alınan paraların faizleri bile ödenememiştir. Devlet’in artan borçlarını ödeyememesi, borçların bir bankalar kuruluna devredilmesinin istenmesi ve 1877-1878 Osmanlı-Rus harbinin gerçekleşmesi Osmanlı maliyesine oldukça büyük bir etki yapmıştı. Devletin itibarı sıfıra inmiş ve dış borçlanmada olan itibarını da kaybetmiştir. Bu durum artık Osmanlı devletinin mali bakımdan tam anlamıyla çöktüğünü göstermektedir.

Rusya ile yapılan Ayastefanos antlaşmasında talep edilen savaş tazminatı, Osmanlı Devleti’nden alacaklı olan Avrupalı devletleri telaşa düşürmüştür. Avrupalı alacaklılar bu antlaşmada Rusya’ya göre önce kendilerine öncelik tanınmasını istemişler hatta Osmanlı Devleti’nin ekonomik durumunun düzeltilmesini bile gündeme getirmişlerdir. Berlin Konferansı’nda yabancı devletlerin Osmanlı maliyesinin atanacak komisyonca yönetilmesi istemine karşı çıkılması üzerine Galata Bankerlerine başvurulmuştur.

“Rusum-u Sitte”: 1789 yılı sonarına doğru Galata Bankerleri bazı gelir kaynaklarının idaresini üstlenmeyi teklif ettiler. Gelirlerin hesaplanması 1879-1890 yılı verilerine göre ayarlanacaktı. Osmanlı hükümeti 22 Kasım 1880 tarihinde Osmanlı Bankası ve Galata Bankerlerinden oluşan sermayedar grubu ile sözleşme imzaladı. Buna göre Osmanlı Hükümeti, gümrük resimleri hariç tutulmak kaydı ile pul ve ispirto vergisinin, İstanbul ve civarındaki balık avı resminin; gümrük resimleri hariç İstanbul, Edirne, Bursa ve Samsun’a ait ipek öşürlerini bu sermayedarlar grubuna kiralamış oluyordu. Bunlara ilaveten tuz ve tütün tekellerinin idaresini de 10 yıllığına bu gruba devretmekteydi. Anlaşmaya konu teşkil eden gelir sayısı 6 olduğu için grubun kuracağı idare Rüsüm-u Sitte idaresi olarak anıldı.”

“Osmanlı Bankası’nın ve Galata Bankerleri’nin adı geçen gelirleri toplayıp işletmek ve kararnamede belirtilen iç borçları ödemek amacıyla kurmuş oldukları yönetime Rusum-u Sitte idaresi adı verilmiştir. Kararname gereği Osmanlı Hükümeti’nin iç borç toplamı 8.725.000 lira idi. Bu miktara 1 Kasım 1880’den itibaren yıllık %8 faiz eklenecekti. Avrupalı alacaklılar, 1879 kararnamesine ve kararname uyarınca kurulan Rusum-u Sitte idaresine çok sert tepkiler gösterdiler. Çünkü iç borçların ödenmesi ve belirtilen gelirlerin yönetiminin Osmanlı Bankası ve Galata Bankerleri’nin eline geçmesi Avrupalı tahvil sahiplerinin hazmedemeyeceği bir gelişmeydi. Öyle ki, Avrupalı tahvil sahiplerinin alacaklarını ne zaman ve hangi şartlarda alacakları iyice belirsizleşmişti. Dolayısıyla Osmanlı Devleti ve tahvil sahibi olan Avrupa finans çevresi mali sıkıntılarla karşı karşıya kalmıştı. Bunun üzerine Avrupalı tahvil sahipleri, Osmanlı Hükümeti ile iç borç alacaklıların arasında yapılan bu anlaşmanın uygulanmaması için çeşitli girişimlerde bulundular. Bu girişimler, kendileri açısından1880 yılında olumlu gelişmelere sebep oldu. Osmanlı Hükümeti, 3 ekim 1880 tarihinde bir genelge yayınlayarak alacaklıların kendilerinin seçtikleri birer üyeyi İstanbul’a temsilci olarak göndermelerini istiyordu. Osmanlı Hükümeti’nin bu yaklaşımı üzerine alacaklılar kendilerini temsil etmek için aralarından seçerek belirledikleri temsilcilerini İstanbul’a göndereceklerini Osmanlı Hükümeti’ne bildirmişlerdi.”

Osmanlı Devleti ile Avrupalı alacaklılar arasında yaşanan bu gelişmeler her iki tarafın kendi çıkarlarına uygun görülmekteydi. Avrupalı tahvil sahipleri, Rusum-u Sitte İdaresi ile Osmanlı Devleti’nin borç ödemelerindeki kaynakları kendi lehlerine çevirmeyi başarabilmişlerdi. Ellerindeki hisseleri nakit paraya çevirme, hatta Osmanlı Devleti’ne yine faizlerle para verme fırsatını ellerine geçirmişlerdi. Osmanlı Devleti ise Berlin Kongresi’nde alınan kararı yani uluslar arası mali heyetin kurulmasını önleyecekti. Osmanlı Devleti Avrupa’dan gelecek olan temsilcilerle kendi üyeleri arasında kurulacak komisyonda borçlar ve ödenme şekillerini görüşecekti.

“Yaklaşık dört ay süren çalışma ve görüşmeler sonucu taraflar ortak bir metin üzerinde anlaştılar. Bu metin hükümet tarafından bir kararname şekline getirildi. Kararname 20 Aralık 1881’de Padişah tarafından İrade-i Seniyye olarak yayınlanarak resmi bir nitelik kazanmış oldu. İrade-i Seniyye’nin yayın tarihi Hicri 28 Muharrem 1299 yılına rastladığından bu kararnameye Muharrem Kararnamesi denilmektedir.”


II. DUYUN-U UMUMİYE’NİN KURULUŞ VE İŞLEYİŞİ ( MUHARREM KARARNAMESİ )

“Hicri tarihle 28 Muharrem 1299’da imzalandığı için bu adı alan kararname , ödemesi çeşitli kanallarca garanti altına alınmış borçlarla Rusya’ya ödenecek 802.500.000 franklık savaş tazminatı dışında bütün Osmanlı borçlarını ki yaklaşık 250.000.000 Osmanlı lirasını içine almakta idi. Osmanlı Hükümeti kararnamenin 15. maddesi gereği alacaklıların menfaatlerini korumak üzere bir idare meclisi teşkil edilmesini (Duyun-u Umumiye-i Osmaniye Meclis-i İdaresi) kabul etmektedir. Merkezi İstanbul’da olan Meclis’e İngiliz ve Hollandalı alacaklıları temsilen İngiltere Bankası müdürünün veya alacaklı meclisinin seçeceği bir üye, Fransız alacaklıları temsilen Fransız bankaları sendikasının seçeceği bir üye, Alman ve Avusturyalı alacaklıları temsilen yine banka sendikalarının atayacakları birer üye girecektir. Mecliste Osmanlı alacaklılarını temsilen ve ödemede öncelikle tahvil sahiplerini temsilen Osmanlı Bankası’nın birer temsilcileri de bulunacaktı.”

Duyun-u Umumiye’de Osmanlı Devleti’nin el konulan gelir kaynakları şunlardır.

22 Aralık 1881’de feshedilen Rusum-u Sitte idaresine verilen gelirler.
Tütün ve tuzlalardan elde edilen gelirler.
İstanbul ve civarındaki balık avı vergileri ve ipekten alınan öşürler
Bulgaristan’dan elde edilen vergiler
Kıbrıs’tan Osmanlı Devleti’ne gelen gelirlerin fazlalıkları
Duyun-u Umumiye’den Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan’dan gelen vergiler.

“Duyun’u Umumiye idaresi’nin görevleri Muharrem Kararnamesi’nde belirtilmiştir. Kararname’de bu husus; “Duyun’u Umumiye İdaresinin esas vazifesi, idare altındaki ve taht-ı cibayetinde bulunan tekalif-i emiriyyeyi kabz etmek olup bunların sanai ve idaresiyle dahi iştigal etmesi cihetiyle memalik-i siyae-i şahanede bulunan alelumum mahalleri kendisi işletmektedir” şeklinde belirtilmiştir. Yani kararname gereği idare, kendisine verilen gelirlerin toplanması, tahsili, işletmesi ve tespit edilen plana göre alacaklıların borçlarının ödenmesinden sorumlu idi. Önemle vurgulamak gerekir ki, ödenmesi gereken sadece dış borçlar değildi, iç borç ödemesi de idare tarafından yapılacaktı. İdare, görevi gereği her yıl bir bütçe defteri tutmaktaydı. Bu defterde, iç ve dış düzenli borçlar, düzenli olmayan borçlar , esham-ı cedide ile devletçe teahhüt altında bulunan demiryolları teminatı bulunmaktaydı.”

“Osmanlı ülkesindeki beynelmilel haciz memuru Duyun-u Umumiye etkin bir mali örgütlenme kurmuştu. Bu kuruluşun modern bir bürokratik örgüt ve kayıt sistemiyle çalıştığı ve mali teknikleri uyguladığı biliniyor. Trajik olan husus, Osmanlı maliye örgütünün modern mali tekniklerle bu alacaklı kuruluş sayesinde yüzyüze gelmiş olmasıdır. Duyun-u Umumiye çağına uyum sağlayamayan Osmanlı maliye bürokrasisinin tersine gelirlerin kaynaklarını tesbitte ve toplamakta yeterli ve etkin bir biçimde çalışıyordu. 1880’lerden sonra yabancı yatırımların artmasında ve bunlarla ilgili mali işlemlerin düzgün yürümesinde Duyun-u Umumiye’nin payı vardır. Bu örgüt modern bir kuruluştu ve gelişmiş bir çalışma sistemine sahipti; ama yabancı bir mali kuruluştu ve Osmanlı ülkesinin iktisadi güç ve refahının gelişmesi için değil, temsilcisi olduğu alacaklıların ve yabancı yatırımcıların alacaklarının güvenliği için faaliyet göstermesi doğaldı. Duyun-u Umumiye hisseli kalkınma politikasını değil, alacakları sağlam kaynağa bağlama politikası izliyordu.”

Görünüşte Osmanlı ekonomisinin destekçisi olan Duyun-u Umumiye komisyonu gerçekte imparatorluğun mali haklarını sınırlayan,hükümdarlık haklarına gölge düşüren, ekonomiyi kıskacı altına alan bir komisyon idi. Batılı devletler kendi ülkelerinde yatırım yapmak yerine kazancı daha bol olan faizli paraları Osmanlı Devletine veriyorlardı. Ekonomik anlamda Osmanlı Devletini kıskaçları altına alarak devlet içinde kendi isteklerine uygun bir yönetim kurmuşlardır. Bu idarede Osmanlı Hükümeti kendi istediği memurları atama hakkına sahip değil idi. Ayrıca memurlar Osmanlı idaresi altında çalışıyor gibi gösterilmiş, devlet tarafından maaşları karşılanmış ve emekli ikramiyeleri dahi ödenmiştir. İlk başlarda sadece bazı vergileri toplama hakkına sahipken daha sonradan sanai ve ticaret yatırımlarına girmeye başlamaları ekonominin iflasına ve yabancı devletlerin egemenliği altına girilmesine neden olmuştur.

1914-1918 yılları arasında süren Birinci Dünya Savaşı esnasında bile Duyun-u Umumiye idaresi kendisine tahsis edilmiş olan gelirleri toplamaya devam etmiştir. Bu gelirleri Avrupalı tahvil sahibi sermayedarlara aktarmıştır. Ancak Birinci Dünya Harbi sırasında meydana gelen bloklaşmalar sebebi ile Osmanlı Devleti kendi safında yer almayan devletlere borçların ödenmemesi kararını almıştır. Zaten Muharrem Kararnamesinde savaşlarla ilgili herhangi bir anlaşma da yoktu.

“Birinci Dünya Savaşı bitiminde İdare’nin yapılanmasında değişiklikler olmuştu. Savaşta yenilen ülkelerin tahvil sahiplerinin İdare’de ki temsil hakları sona ermişti. Böylece Haziran 1918 Tarihli Versay Antlaşması’nın 258. maddesi gereği Alman tahvil sahiplerinin, 10 Eylül 1919 tarihli Saint-Jermen Antlaşması’nın 86. maddesi ile Avusturya-Macaristan tahvil sahiplerinin Duyun-u Umumiye İdaresi’ndeki temsilciliklerine resmen son verilmişti. Osmanlı tahvil sahipleri temsilcisi de 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevres Antlaşması’nın 246. maddesi gereği İdare’de ki temsilci haklarını kaybetmiş oluyordu. Böylece idare meclisi tamamen, itilaf devletleri tahvil sahipleri ve Osmanlı Bankası temsilcisi elinde kalmıştı. Bu süreçte idare, Birinci Dünya Savaşı’ndaki sürecin bir telafisi ya da intikamı olarak çalışmıştı. Artık Duyun-u Umumiye idaresi aracılığı ile Osmanlı Devleti üzerindeki emperyalist isteklerini hem daha kolay hem de resmi bir şekilde gerçekleştirme imkanı elde etmiş oluyordu. Ayrıca İngiliz, Fransız, ve İtalyan temsilciler kendilerinin bulunmadıkları dönemlerdeki İdare Meclisi’nin çalışmalarının ve bu dönemde alınan kararların meşru olmayacağını belirtmişlerdi. Fakat bu itirazları haklı olmadığından elde edecekleri bir şey yoktu. Zire Muharrem Kararnamesi’ne göre Meclisin çalışabilmesi için en az üç üye olması yeterliydi.”



III. TBMM’NİN KURULMASI VE DÜYUN’I UMUMİYE

1920 yılına gelindiğinde ulusal kurtuluş mücadelesi başlamış Osmanlı Hükümeti yanında Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi kurulmuştu. Duyun-u Umumiye idaresi bu durumda artık Ankara Hükümeti ile muhatap olmak zorunda kalmıştı. Duyun-u Umumiye idaresi artık Milli Hükümete bağlı olan alanlarda çalışabilecekti. Türkiye Büyük Millet Meclisi Duyun-u Umumiye idaresine verilmiş olan vergi koyma ve toplama hakkı alnındaki haklarını ellerinden almış, İstanbul Hükümeti ile yapılan antlaşmanın da tanınmadığını ilan etmiştir. Böylece Duyun-u Umumiye müdürlüğü Ankara’da kurulmuş ve memurlar bu müdürlüğe bağlanmış, idarenin kontrolü altındaki gelir kaynakları da Milli Hükümet’e geçmiştir.


A: LOZAN KONFERANSI

Milli Mücadele’nin başarı ile sonuçlanması sonucunda itilaf devletleri Yeni Türkiye devletini mecburen tanımak zorunda kalmıştır. Lozan Konferansı’nda Osmanlı borçları da gündeme gelmiştir. Konferansta Osmanlı borçları Yeni Türkiye Devleti ile görüşülmüştür. Yani TBMM. Muhatap olarak alınmıştır. Bu durum Osmanlı Hükümeti’ni yok saymak anlamına geliyordu. Türk Hükümeti konferansta Osmanlı Devleti’nden kendi hisselerine düşen borcu ödemeyi kabul ediyordu. Bu durumda Duyun-u Umumiye’nin Osmanlı Hükümeti’nde ki resmi sıfatı da sona ermiş oluyordu. Ancak Osmanlı Devleti’nin parçalanması ile ortaya çıkan devletler arasında para konusunda ki paylaştırmalar üzerinde anlaşılamaması nedeni ile Türkiye ile alacaklılar arasında ancak 1928’de uzlaşmaya varılabilmiştir.


B: PARİS KONFERANSI

Lozan Antlaşması’ndan sonra 1928 yılında toplanan Paris Komisyonu çeşitli ülkelere paylaştırılan Osmanlı borçlarını toplamakla görevli idi. Böyle bir borç komisyonunun kurulması da Duyun-u Umumiye İdaresi’nin işlevini kaybetmesi anlamına geliyordu.

“1928 anlaşmasına göre Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, Osmanlı genel borçlarından 1912 öncesi kısmının %62’sini, bu tarihten sonraki kısmının da %76’sını ödemeyi kabul etti. Böylece Osmanlı Devleti’nin 1854-1914 arasında yaptığı kırk iki dış borç anlaşmasından doğan 161.303.833 liralık borcun 107.528.461 liralık kısmını ödemeyi taahhüt etmiş oldu. Anlaşma gereğince bu borç doksan dokuz yılda ödenecekti. Eski Osmanlı Duyun-u Umumiye Meclisine benzer şekilde alacaklıları temsilen birer üyeden oluşan Duyun’u Umumiye Meclisi kurulacaktı. Kısaca Borçlar Meclisi denilen bu meclisin başkanlığını birer yıl süre ile Fransız ve İngiliz temsilcileri yapacaklardı.”

C: DUYUN-U UMUMİYE’NİN KALDIRILMASI

1929 yılında ortaya çıkan Dünya ekonomik bunalımı sonucu Türk Hükümeti kalan borçları o yıl içerisinde ödeyememiş, bu durum üzerine Türk Hükümeti ile Avrupalı alacaklılar arasında borçların taksiti ve ödenmesi hususunda yeniden bir düzenlenmeye gidilmiştir. En son şeklini alan bu boç ödeme şekli bu idarenin tamamen son bulmasına kadar devam etmiştir.

“1948 yılı sonlarına doğru Paris Duyun-u Umumiye Meclisini Türkiye’ye çağırdı. Gelen heyet ile 1949 yılı başlarında imzalanan bir protokol ile Paris Duyun-u Umumiye İdaresi’nin Türkiye’ye ait görevlerine son vermişti. Böylece Muharrem Kararnamesi ile kurulan Duyun-u Umumiye İdaresi resmen ortadan kalkmış oluyordu. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ise, Osmanlı borçlarından kendi payına düşen son kısmını 25 Mayıs 1954’te ödeyerek bu yükümlülükten kurtulmuştur.”


SONUÇ: GENEL DEĞERLENDİRME


Osmanlı Devleti siyasi ve ekonomik tarihi açısından önemli bir kurum olan Duyun-u Umumiye idaresi ekonomik alanda olduğu kadar siyasi alanda da Osmanlı Devletini büyük bir siyasi darboğaza itmiştir. Osmanlı Devlet yöneticileri XVII. Yüzyıldan itibaren borçlanmaya ihtiyaç duymuşlar ancak bu borçlanmaları genellikle içerden yapmışlardır. İç borçlanmayı ortalama yüz elli yıl gibi uzun bir süre devam ettirebilmilerdir. Ancak imparatorluğun uzun süren savaşları ekonomide büyük zararlara sebep olmuştur.1854 yılındaki Kırım Harbi ile Osmanlı ekonomisi artık gerekli masrafları içerdeki borçlanma ile sağlayamamış, dışardan borçlanmaya zorunlu hale gelmiştir. Bu durum Osmanlı Devleti’nin ekonomik alanda dışarıya bağımlı olması anlamına geliyordu. Zatan Avrupalı büyük devletlerin amacı Osmanlı Devleti’ne borç para vererek ekonomik alanda Osmanlı Devleti’ni kendilerine bağlamak istemişler bu sayede Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmaya uygun ortam hazırlamışlardır. Osmanlı Devleti dışardan borç para alarak nakit paranın devlete akışını kolaylaştırmış ve ekonomiye o dönem için rahat bir nefes aldırmış olsa da bu durumun devletin lehine bir durum olduğunu düşünemeyiz. Osmanlı Devleti toprakları içerisinde bulunan bu idarenin görevlilerinin bile çalışma hakkının yabancı devletlerin elinde olması devletin ekonomik alandaki hakları kadar siyasi haklarına da vurulan büyük bir darbe olmuştur. Osmanlı Devleti’nin almış olduğu bu borç açıkları yıkıldıktan sonra Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini 1954 yılına kadar yani kuruluşundan sonra otuz bir yıl dışarıya borçlu bırakmıştır. 1954 yılında borçların ödenmesi ile beraber tam bir asır önce alınmaya başlanan borçlanmalar sona ermiş oldu.










KAYNAKÇA




1. AYDIN, Veli, “Osmanlı Maliyesinde Bir İç Borçlanma örneği Olarak Esham Uygulaması”, Türkler, XIV, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, s.340-349.

2. KÜÇÜK, Cevdet, “Duyun-u Umumiye”,TDVİA, X,İstanbul 1994, s.58-62.

3. ÇİZAKÇA, Murat, “Osmanlı İmparatorluğu’nda İç Borçlanmanın Evrimi”, Osmanlı, III, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 1999, s.223-226.


4. KESKİNKILIÇ, Erdoğan, “Duyun-u Umumiye İdaresi”, Türkler, XIV, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, s.371-379.


5. Htpp:// www.google.com. Duyun-u Umumiye.

6. ÖZCAN, Besim, “ Kırım Savaşı”, Osmanlı, II, Yeni Türkiye Yayınları,Ankara 1999, s.97-110.


7. ÖZBİLGEN, Erol, “II. Abdülhamid” , Osmanlı Ansiklopedisi, VI, Ağaç Yayıncılık, İstanbul 1993, s.252-267.


8. TABAKOĞLU, Ahmet, “Yenileşme Dönemi Osmanlı Ekonomisi”, Genel Türk Tarihi, VII, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, s.609-652.
__________________




Bostandere çevrimdışı   Alıntı ile Cevapla
Old 03-03-2006, 12:06 PM   #4
Bostandere
Forum Aşığı
 
Üyelik Tarihi: Dec 2005
Mesajlar: 4,764
Teşekkür Etme: 111
Thanked 1,308 Times in 803 Posts
Üye No: 4863
İtibar Gücü: 3038
Rep Puanı : 65437
Rep Derecesi : Bostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond repute
Cinsiyet :
Varsayılan Bâb-i âli Baskını

İttihâd ve Terakkî cemiyetinin, hükümeti ele geçirmek için 23 Ocak 1913'de tertipledigi kanli baskin, ikinci Mesrûtiyet'in îlâninda ve 31 Mart Vak'asi'nda orduya dayanarak is basina gelen ittihâd ve Terakkî komitesi, asker ocagini siyâsete karistirarak bozmaya çalisti ve memleketi keyfî olarak idare ettiler. 16 Temmuz 1912 Sali gününe kadar bu keyfî idare devam etti. Sadrâzam Saîd Pasa, bu târihte halaskar zâbitân grubunun baskisiyla istifa edince, ittihâd ve Terakkî iktidardan düstü. Gazi Ahmed Muhtar Pasa baskanligindaki yeni hükümet is basina geldi. Balkan harbinin birbirini tâkib eden aci günlerinde, ancak üç ay sekiz gün kadar iktidarda kalabilen bu hükümetten sonra sadâret makamina Kâmil Pasa getirildi.

Ittihâd ve Terakkî komitesi, hem Gazi Ahmed Muhtar Pasa hem de Kâmil Pasa'nin iktidarlari zamaninda ihanete varan gizli faaliyetler yürüterek yeniden is basina gelmeye çalisti. Maksadina kavusabilmek için aklin alamiyacagi türlü hîle ve tuzaklara basvurdu, iktidarda bulunan hükümetlerin iyi niyet veya gafletinden istifâdeye çalisiyorlardi. Balkan harbinin aci günlerinde düsman ordularinin istanbul kapilarina dayandigi bir sirada, memleketin içinde bulundugu vahim duruma bakmaksizin, Kâmil Pasa hükümetini devirmek için çesitli entrikalar çevirerek, memleketi yeni badirelere sürüklediler.

Asker içinde bozgunculuk yapip, Anadolulu askerlere, Rumeli'nin kendi vatanlari olmadigindan bahisle hükümetin kendilerini bos yere kirdirdigi fikrini yaydilar.

Öte yandan Balkan savasinin neticeleri ne olursa olsun, büyük devletlerce sinir degisikligine müsâde edilemiyecegi, ordunun maglûb olmasindan dolayi devlete hiç bir zarar olmiyacagi propagandasini yaydilar. Halaskârân grubuna mensûb olmayan zabitlerden bir çoklarini elde ederek, ordudaki eski mensûblarini da siyâsi faaliyete sevk ettiler. Halaskârân grubunun reisi durumunda bulunan ve Kâmil Pasa kabinesinin harbiye naziri ve baskumandan vekili olan Nâzim Pasa'yi çesitli vâdlerle saflarina çektiler. Hattâ isbasina geldikleri takdirde kendisini sadrâzam yapacaklarina bile inandirdilar.

Hükümetin yapmak istedigi icrââti zamaninda haber alabilmek için istanbul'daki polis kadrosunun mühim bir kismina ittihâd ve Terakkî komitesinin adamlari yerlestirildi. Harbiye nâzin Nâzim Pasa, Pingâzi'den davet ederek getirttigi ittihâd ve Terakki komitesi üyeleri Enver Pasa'yi kolordu erkân-i harb reisligine (kolordu kurmay baskanligina) ve Cemâl Pasa'yi da menzil müfettisi umumîligine tâyin etti. Böylece istanbul'daki askeri kuvvetin mühim bir kismi ittihâd ve Terakki'nin kontrolüne girdi. Nâzim Pasa'nin bu faaliyetleri kabine içinde huzursuzluklara sebeb oldu. Sadrâzam Kâmil Pasa, Nâzim Pasa'nin bu faaliyetleri sebebiyle sadâretten istifa etmeyi ve kuracagi ikinci hükümete Nâzim Pasa'yi almamayi düsündü. Fakat Nâzim Pasa'dan çekindigi için bunu yapamadi.

Her gün yeni bir maceranin pesinde olan ittihâd ve Terakkî komitesi; Kâmil Pasa hükümetinin Edirne'yi Bulgarlara biraktigi seklinde dehsetli ve yikici bir propagandaya giristi. Orduyu ve halki mevcut hükümete karsi ayaklandirmaya diger taraftan da kirli emellerini gizlemeye çalisti.

Konunun asli ise söyleydi: Balkan savasi sonrasinda Balkan devletleriyle Londra sulh müzâkerelerinin neticelen mesine mâni olan Edirne ve adalar mes' elesinden dolayi, düvel-i muazzama veya düvel-i sitte denilen alti devletin istanbul elçileri Bâb-i âlî'ye müsterek bir nota vererek Edirne'nin Bulgaristan'a terk edilip Midye-Enez hattinin hudûd olarak kabul edilmesini ve adalarin geleceginin de Anadolu'nun emniyeti göz önünde bulundurulmak suretiyle kendilerine birakilmasini istediler. Bu iki sart kabul edilmedigi takdirde harbe devam edilecegini bildirdiler.

Kanli Bâb-i âlî baskinindan bir gün önce 22 Ocak 1913 günü, Dolmabahçe Sarayi'nin üst katindaki büyük salonda vükelâ (bakanlar), ayan meclisi, askerî ve mülkî erkândan meydâna gelen Sûrâ-yi umûmî toplandi. Mes'ele uzun uzadiya müzâkere edildikten sonra, devletin artik harbe devam edemiyecegini, Edirne'nin de Bulgaristan'a birakilmayip, tarafsiz ve serbest olmasini, ilgili devletlerin tasdikiyle Bâb-i âli'ce bir mutasarrif ve mesihat makamina bir kadi tâyin etmesini Meclis-i idare azasinin ahâli tarafindan yapilip, mahalli jandarma ve polis kuvvetleri teskil edilerek, maaslarin mahallî bütçeden karsilanmasini, bütçe açiklarinin Osmanli hazînesinden kapatilmasini, dînî ve millî günlerin eskiden oldugu gibi kutlanmasi kararlastirildi. Cevabî bir nota yazilmak üzere emir verildi.

Hazirlanacak nota metnini tedkîk için Meclis-i vükelâ 23 Ocak 1913 Persembe günü ögleden evvel toplandi. Bu toplantidan sonra ittihâd ve Terakkî komitesi, kamuoyuna karsi Kâmil Pasa kabînesinin Edirne'yi Bulgaristan'a terk ettigini yayip, bu iddia ve iftiraya dayanarak da Bâb-i âlî baskinina bir halk hareketi görünümü vermek için tesebbüse geçti. Hâlbuki hükümet Edirne'nin Bulgaristan'a terkini kabul etmedigi gibi, notayi da henüz göndermemisti.

Bâb-i âli'ye baskin düzenleyerek hükümeti ele geçirmeyi plânlayan ittihâd ve Terakki komitesi günlerce süren hazirligini gizlice tamamladi. Dâhiliye nazirinin haberi olmadan, Bâb-i âli'yi korumakla vazifeli muhafiz bölügü Cemâl Bey (Pasa) tarafindan yerinden alinarak baska yere götürüldü ve yerine acemi askerlerden derme çatma bir müfreze getirildi. Bu müfrezenin basmada bir Itihâdci zabit vazifelendirildi. Bildirilen gün ve saatte, Ittihâdci-larin fedaîler grubuna mensûb bâzi genç subaylarla, siviller, Bâb-i âlî civarinda yerlerini aldilar.

Meclis-i vükelânin (bakanlar kurulu) Bâb-i âlî'de toplanti hâlinde bulundugu sirada, o yillarda Ittihâdcilarin umûmî merkezi durumunda olan ve simdiki Cumhuriyet gazetesinin bulundugu meshur kirmizi konak ve bu binanin hemen karsisindaki Menzil müfettisliginde toplanan Itti-hâdcilar, Talat Bey'in emriyle Sapancali Hakki'nin götürdügü, "Her sey hazir" haberinden sonra harekete geçerek, en önde Enver Bey bir ata binmis, onun etrafinda da iki yüze yakin fedaisi olmak üzere yola düstüler.

Ellerinde küçük bayraklar olan baskincilar Cagaloglu tarafindan, "Yasasin Enver Bey, Yasasin Millet" bagirtilariyla Bâb-i ali'ye yürüdüler. Talat Bey, daha önce gelerek bir kaç zabit ile beraber içeri girmisti. Enver'le birlikte olan çeteciler güruhu binek tasina geldigi zaman, Ittihâdcilar tarafindan degistirilen, sözde koruma görevlisi müfreze, basindaki zabitle birlikte ortaya çiktiysa da Enver atindan inip merdivenlerden çikmaya basladi ve zabiti çagirarak kisa bir emir verdi. Zabit, askerlerini alip Bâb-i âlî'nin arka tarafindaki Naili Mescid önünde silâh çattirdi ve hiç bir seye karismadi. Bu bosluktan istifâde eden Enver'le adamlari içeri daldilar. Baskinin kanli safhalari dis sofada cereyan etti. Hepsi silâhli olan baskincilar, gürültüyle sofaya girdikleri sirada kendilerine silâh çeken sadâret yaveri Nafiz Bey'le, harbiye nezâreti yaverlerinden Kibrisli Tevfik Bey'i, sadâret dâiresi kapisinda duran iki nöbetçi neferi ve isimleri bilinmeyen diger alti kisiyi vurup öldürdüler. Kendilerinden de cemiyet murahhaslarindan ve eski mülâzimlardan Mustafa Necip Bey isminde biri öldürüldü. Dis sofada on kisiyi öldüren çeteciler, baslarinda Talat ve Enver oldugu hâlde iç sofaya daldilar.

Baskin hâdisesinin basladigi sirada pâdisâhin bâzi irâdelerini teblig için saraydan gelen mâbeyn baskâtibi Ali Fuad Bey'le görüsmek üzere, sadrâzam Kâmil Pasa Meclis-i vükelânin bulundugu salondan kalkip sadâret odasina geçmisti. Bu sirada gürültüleri duyan gafil ve magrur harbiye nâzin ve baskumandan vekili Nâzim Pasa yerinden firlayip ne oldugunu anlamak için sofaya çikti. Bu sirada kendilerini engellemek isteyen sivil polis komiseri Celâl Efendi'yi de öldüren çeteciler sofada harbiyenâzin Nâzim Pasa ile karsilastilar. Kendisini sadâret vadiyle aldatan komitacilari ellerinde tabancalarla gören Nâzim Pasa, kendisine siyâsetle ugrasmayacagi hakkinda sahsî ve askerî namusu üzerine söz vermis olan Enver'le yanindakilere; "Siz beni aldattiniz. Bana verdiginiz söz bu muydu?" diyerek karsi çikmak istedi. Tam o sirada isabet eden bir kursunla devrilip az sonra öldü.

Silâh seslerini duyan seyhülislâm Cemâleddîn Efendi, odunluga saklanmis, Vükelânin çogu da Anadolu ve Bagdâd demiryollari müdîr-i umûmisi Huguenin'le diger bir-iki ecnebinin bulundugu odalara siginmislardi. Yalniz dâhiliye nâzin Resîd Bey'le, evkaf naziri Ziya ve bahriye nazir vekili Ferik Rüstem pasalar Meclis-i vükelâ salonunda kalmislardi. Talat ve Enver beyler sadâret odasina dalip 83-84 yaslarinda bulunan ihtiyar sadrâzam Kâmil Pasa'ya istifa etmesini söylediler. Kâmil Pasa harp vaziyetinin vehâmetinden ve devletin mâruz kaldigi tehlikelerden bahs ederek nasîhat vermek istediyse de, mütemadiyen sözünü kesen Talat'in sert bir sesle; "istifa istifa..." diye bagirip çagirmasi üzerine kalemi aldi ve; "Cihet-i askeriyyeden vuku bulan teklif üzerine" kaydiyla bir istifaname yazdi. Zorbalarin israr ve tehdidi üzerine bu ibarenin basina; "Ahâli ve" kelimelerini de ilâve etmek zorunda kaldi.

O sirada disari çikan bir kaç tabancali çeteci Bâb-i âlî'nin önünde biriken 40-50 kisilik meraklilar toplulugunun arasindan geçip karsi kösede bulunan eski Ma'zûlîn kiraathanesine giderek içeridekileri; "Ulan tu! Ne duruyorsunuz! Vatan gidiyor, din gidiyor, alçaklar" diye zorla disari çikardilar. Sonra da tekbir getirmeye basladilar. Tam o sirada Enver Bey istifa kagidi elinde oldugu hâlde binek tasinda göründü. Halka sükût isareti verdikten sonra, kabînenin istifa ettigini kendisinin simdi saraya gidip, pâdisâha durumu arz edecegini ve yeni kabînenin Mahmûd Sevket veya izzet pasalardan biri tarafindan kurulmasinin muhtemel oldugunu söyledi. Seyhülislâm Cemâleddîn Efendi' nin otomobiline binerek Dolmabahçe'ye hareket etti.

Bu sirada ittihâd ve Terakkî komitesinin meshur hatîbi Ömer Naci sag elindeki kocaman tabancayi sallayarak, sol eliyle de dizlerini yumruklayarak binek tasinin üzerinde belirdi; "Edirne gidiyor, din gidiyor, vatan gidiyor" diye bagirarak halkin isyani süsünü verebilmek için etrafina kalabalik toplamaya çalisti. O sirada binek tasinin üstündeki cümle kapisinin sag tarafinda Ziya Gökalp ve Talat Bey göründüler. Ziya Gökalp; "Edirne'yi düsmana veren kabineyi millet devirdi" diyerek Talat Bey'le karsilikli konusup gülüstüler. Bu arada gözden kaybolan Talat Bey, bir müddet sonra gelip bütün vilâyetlere dâhiliye nazir vekili imzasiyla; "Kâmil Pasa kabinesinin Edirne ile adalari düsmana verdigi için millet tarafindan iskat yâni düsürüldügünü" belirten bir telgraf çektigini bildirdi. Bir müddet sonra Enver ve basmâbeynci Hâlid Hursîd Bey saraydan dönerek; Mahmûd Sevket Pasa'nin sadrazamliga, Erkân-i harbiye-i umûmiye reisi izzet Pasa'nin da baskumandan vekilligine tâyin edildigini binek tasindan halka ilân etti ve; "Pâdisâhim çok yasa!" dedi. Oraya toplanan kalabalik da ayni sözü tekrarlayip; "Ah Mahmûd Sevket Pasa, Edirne'mizi kurtar!" diye bagirdilar.

Tutuklu olarak bulunan sadrâzam Kâmil Pasa ve seyhülislâm Cemâleddîn Efendi haricindeki diger vükelâ (bakanlar) serbest birakildilar. Kâmil Pasa ve Cemâleddîn Efendi de geceleyin serbest birakilip evlerine gönderildiler.

Bâb-i âlî baskinindan sonra, devletin gelecegi tekrar ittihâd ve Terakkî çetesinin eline geçti, örfî idare (siki yönetim) ilân edilip ittihâd ve Terakkiye muhalif olan kimseler Bekir Aga bölügü denilen askerî tevkifhaneye (tutuk evine) gönderildiler. Sultan ikinci Abdülhamîd Han'a müstebid hükümdar, kizil sultân diyen ve onun basina sansür uyguladigini iddia eden ittihâd ve Terakki mensuplari, muhaliflerini tutuklamakla kalmayip, basina sansür koydular, kurduklari daragaçlarinda, nice vatanperver ve masum kimseyi bir bahaneyle îdâm ettiler. Hafiye teskilâti ve istanbul muhafizligi denilen askerî ve siyâsî emniyet teskilâtiyla, bir tedhis ve terör idaresi ve müdhis bir komite hâkimiyeti kurdular. Kâmil Pasa ile seyhülislâm Cemâleddîn Efendi, dâhiliye nâzin Resîd, mâliye naziri Abdurrahmân, muharrir Ali Kemâl ve Doktor Rizâ Nur beyler yurt disina sürüldüler.

Ittihâd ve Terakkî çetesi tarafindan iktidara getirilen Mahmûd Sevket Pasa hükümeti, Kâmil Pasa hükümetinin kabul etmedigi sartlari kabul ederek, bütün Rumeli kit'asiyla beraber Edirne'yi düsmana terk etti ve adalarin gelecegini de ilgili devletlere birakti.
__________________




Bostandere çevrimdışı   Alıntı ile Cevapla
Old 03-03-2006, 12:07 PM   #5
Bostandere
Forum Aşığı
 
Üyelik Tarihi: Dec 2005
Mesajlar: 4,764
Teşekkür Etme: 111
Thanked 1,308 Times in 803 Posts
Üye No: 4863
İtibar Gücü: 3038
Rep Puanı : 65437
Rep Derecesi : Bostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond repute
Cinsiyet :
Varsayılan Padişah gömleklerinin şifresi çözülemedi !

Osmanlı sultanlarının ayet, hadis ve sembollerle süslü her biri üç-dört yılda dokunan ‘tılsımlı gömlekler’inin sırrı hâlâ çözülemiyor. Uzmanlar, gömleklere işlenen şifrelerin Osmanlı tarihine ışık tutacağına inanıyor. Osmanlı padişahlarının savaşta galip gelmek, nazardan korunmak ve şifa bulmak için giyindikleri tılsımlı gömleklerin üzerindeki harf ve rakamların işaret ettiği anlam şimdilik bir sır.
Üstelik çözülemeyen yalnızca şifreler değil, kumaşların nasıl olup da 8 bin çözgü ipiyle dokunduğu da anlaşılabilmiş değil.
Gömleklerin şifresini ve dokuma tekniğinde kullanılan formülü bulmak ise merak tatmininden daha öte bir anlam taşıyor. Amaç, ‘altın oran’ı Türk tekstilinin hizmetinde kullanmak.Tılsımlı sultan gömlekleri, ayet ve duaları tespit eden bir alim, işe başlamak için ‘eşref saati’ni hesaplayan müneccim ve sonunda gömleği bezeyen nakkaşların ortak ürünü. Kumaşlar çoğunlukla o zamanki adıyla Tonguzlu olan Denizli’den getiriliyor saraya. Denizli’nin kaliteli pamuğundan dokunan bezler, iç giyimi olarak tasarlanan tılsımlı gömlekler için bire bir. Hattatların kağıdı terbiye etmek için kullandığı aharlama yöntemiyle yazıya elverişli hale getirilen kumaşlar nakkaşlar atölyesinde işlenmiş. Bir gömlek üzerinde 3-4 yıl uğraşan hattatlar için meçhul kahramanlar yakıştırması yerinde olur; çünkü gömleklerin pek azında kimin tarafından yapıldığı yazılı.
1978 yılından bu yana Topkapı Sarayı Müzesi’nde Osmanlı tekstili ve padişah giysileri üzerine çalışan Doç. Dr. Hülya Tezcan, tılsımlı gömlekleri grafik sanatının zirvesi olarak tanımlıyor. Gömleklerin üzerine celi, sülüs, kufi yazıyla işlenen ayetler ve dualar kare, yıldız gibi geometrik şekillerin ya da Kadem-i Saadet, Süleyman Mührü, Zülfikâr, lale gibi anlamlı motiflerin içine yazılmış. 15-20. yüzyıl arasında hazırlanan padişah giysilerini içeren saray koleksiyonunda Peygamber Efendimizin nübüvvet mührü, Hilye-i Şerif ve O’nun için yazılan Kaside-i Bürde’yle bezenmiş dört gömlek yer alıyor. Ancak diğer gömlekler üzerinde de yine Peygamberimize ait Kadem-i Saadet ve Nalın-ı Saadet motifleri kullanılmış.
Tılsımlı gömlekler üzerinde sıkça yer alan iki motif ise Hz. Ali’nin ucu çatallı kılıcı ‘Zülfikâr’ ve çoğunlukla Musevi inancıyla bağdaştırılan Süleyman Mührü. Hülya Tezcan, gömleklerde Süleyman Mührü’nün saltanatın ebediyetini temsilen kullanıldığını ve Allah, Hz. Muhammed ve Hz. Ali isimlerinin çoğunlukla bir arada anıldığını tespit etmiş. Koleksiyonun en eski tarihli gömleği Şehzade Cem’e ait. Üzerinde 1477-1480 yılları arasında yapıldığına dair bir not bulunan gömlek ihtimal ki, 18 Temmuz 1482’de Anamur açıklarında şövalyelerin gemisine binerek Rodos’a hareket eden Cem Sultan’ın üzerindeydi. Talihsiz şehzade, saltanat yarışından galip çıkması için giydiği tılsımlı gömleğe rağmen Rodos’ta esir alındı. Cem’in gömleği şimdi Topkapı Sarayı koleksiyonunda. Ancak Viyana kuşatmasında bozguna uğrayan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın gömleğinin hâlâ Viyana’da bir manastırda olduğu tahmin ediliyor.
Hülya Tezcan, Osmanlı tarihinin tılsımlı gömlekler üzerinden okunabileceğini söylüyor. Nitekim 2. Selim’e Hürrem Sultan tarafından diktirilen gömlek yalnızca Selim ve Bayezıd arasındaki taht mücadelesini değil, Rüstem Paşa’nın entrikalarıyla boğdurulan Şehzade Mustafa’nın hazin sonunu da anlatır. Sultan 3. Murat’a ait gömlekte ise Konya Mevlevihanesi’ni kuran Şeyh Sinaneddin Dede’nin padişahlarla kurduğu iletişimi görmek mümkün. Sinaneddin Dede sadece gömleği yapan kişi değil, doğu seferine çıkarken elini öpüp hatırını soran Yavuz Sultan Selim’e; “Seferden zaferle döneceksin; benim senden tek isteğim dergâha etmendir.” diyen ilginç bir kişilik.
Yavuz hakikaten savaştan zaferle dönüyor ve Konya Mevlevihanesi’ni yapmaya başlıyor. Yavuz’dan sonra Kanuni ve 2. Selim dönemlerini de gören Şeyh Sınaneddin Dede’nin ömrünün son demlerinde 3. Murat’a hediye ettiği tılsımlı gömlek saraya bir teşekkür babında. Yine aynı sultana ait gömleklerden biri ‘Oğlum, aslanım.’ diye başlayan kitabesiyle diğerlerinden ayrılıyor. Oğluna pek düşkün olan Nur Banu Sultan’ın hazırlattığı gömleğin amacı gözü Safiye Sultan’dan başkasını görmeyen 3. Murat’ın başka evlilikler yapması. Nur Banu Sultan tahtı vârissiz bırakmamak için girdiği bu gömlekli mücadeleden zaferle çıkıyor ve 3. Murat ardında 19 erkek 20 küsur kız çocuğu bırakarak bu dünyadan ayrılıyor. Ancak erkek çocukların sonraki taht kavgalarında öldürülmesi Nur Banu Sultan’ın çalışmalarının boşa gittiği şeklinde yorumlanabilir.
Allahım sevgimi kulun Mustafa’nın gönlüne ver!
Tılsımlı gömlekler sadece padişahlar ve şehzadeler için yapılmamış. Saray çevresine yakın paşalardan özellikle makam hırsı olanlar da kendileri için gömlek hazırlatmışlar. Onlardan biri Moralı Hasan Paşa, gömleğinin üzerine şöyle yazdırmış: “Allahım senden sevgimi, muhabbetimi kulun Mustafa’nın gönlüne vermeni dilerim. Nasıl vahyini sevgilin Muhammed’in kalbine ilham etmişsen ruhumla Sultan Mustafa’nın ruhunu uzlaştır.” Gömleğin yakasındaki küçük karelerde ise “Ey herşeyi kolaylaştıran Allahım, Hasan Paşa’nın muradını da kolaylaştır.” yazıyor. Hasan Paşa’nın muradı nedir, sadrazam olmak.
Hülya Tezcan bu gömlekten hareketle yaptığı araştırmada, paşanın çok hırslı bir adam olduğu ve sadrazam olabilmek için padişahları canından bezdirdiği bilgisine ulaşmış. Moralı Hasan Paşa sonunda muradına ulaşıp sadrazam olabilmiş. Saltanat kavgalarının uzağındaki halk da tılsımlı gömleklerden payına düşeni almış. Dönemin tarikat dergahlarında, sarılıktan, akrep sokmasından korunmaya yönelik hazırlanan gömlekler arasında kadınları eşlerine şirin gösteren gömlekler de var. İç gömleklerden günümüze ulaşanlar, üzerlerindeki leke hatta yaka kirleriyle duruyor; çünkü bu gömleklerin yıkanması mümkün değil.
Bir de hiç kullanılmadan kaldırılan gömlekler var koleksiyonda. Tezcan, “Sarayda her şeyin bol bol yedeği vardır. Elimizde yüzlerce giyilmemiş bebek elbisesi var.” diyor. İpeğin nadir kullanıldığı bu alanda tılsımlı takke ve takma yakalar da var. Takma yakayla ilgili bir açıklamaya rastlamayan Hülya Tezcan, kendince bir çıkarımda bulunuyor: “Yaka, sultanların törenlerde giydiği kaftanın yaka kesimine benziyor. Üzerindeki iplik izlerine bakılırsa kötülüklerden korunma niyetiyle kaftanın içine monte edildiği söylenebilir.”
Gömlekler şimdi koruma altında; sergilenmek için özel izinle saraydan çıkarılabiliyorlar; ancak kimi zaman hiç hesapta olmayan çok daha özel istekler olabiliyor. Tezcan, Osmanlı Hanedanı’ndan ismini açıklamadığı bir kadının şifa bulmak için tılsımlı gömleklerden birini giyerek bir müddet beklediğini ve sonra teşekkür ederek ayrıldığını söylüyor. Hülya Tezcan yaklaşık 30 yıldır gömlekler arasında yaşasa da tılsımlarını çözmeye hiç çalışmamış. “Bir şifre var, bu açık; ama o rakamları ve harfleri çözmek uzmanlık gerektirir. Kaldı ki, giysilerin üzerindeki gubarî hatla yazılan Arapça metinler bile daha okunmadı. Gömleklerin hem dokuması hem de deseni itibariyle gerçek bir sanat eseri olduğunu kabul etmeliyiz. Dokuma üzerine çalışanlar da 8 bin çözgü teliyle dokunan Gülistanî Kemha tekniğini henüz çözemediler.” Hülya Tezcan’ın hazırladığı Padişah Giysileri kitabı önümüzdeki günlerde Kültür Bakanlığı tarafından yayımlanacak.
Şifreyi çözmek Türk tekstiline yeni bir açılım getirecek
Türkiye’de tılsımlı gömlekler üzerindeki şifreyi çözmeye çalışan tek isim Mehlika Orakçıoğlu. Bilinen tek isim demek daha doğru; çünkü gömleklere ulaşma hususunda Hülya Tezcan’la bağlantıya geçmiş başka biri yok. 1998’den bu yana “Türk Tekstilindeki Kültürel Etkiler” başlıklı doktora tezi üzerinde çalışan Orakçıoğlu, şu günlerde 2. Selim’in gömleğini inceliyor. Şimdilik gömleğin ön yüzündeki küçük karelere yerleştirilen rakamlarla Fetih Sûresi’nin kodlandığını keşfetmiş. Tezini Londra’daki bir üniversite’de hazırlayan Mehlika Hanım, İngiliz danışmanlarının kendisini bu alana yönlendirdiğini ve asıl niyetlerinin gömlekler üzerindeki kodlama sistemini çözerek günümüz tekstiline yeni bir açılım kazandırmak olduğunu söylüyor: “Bu konu, dışarıda daha çok ilgi topluyor. Harvard Üniversitesi bütün imkanlarını ücretsiz olarak seferber etti mesela. Sonunda neye ulaşacağımı bilmiyorum. Kodlama sistemini günümüze uyarlamayı başaramasam bile bu tez bitirilmeyi hak ediyor. Fakat çözebilirsem yeni tekstil tasarımları oluşturmak zor olmayacaktır.”
Osmanlı tekstilini incelerken siyaset, ekonomi ve tarihten yararlanmak gerektiğini söyleyen Orakçıoğlu, tılsımlı gömlekler üzerinde dörde yakın formül kullanıldığını tespit etmiş. Uzun yazılar yerine rakamlar ve harfler tercih etmek sınırlı zemini verimli kullanmayı sağlıyor. Ancak altta, gündelik hayatta pratik olma felsefesi yatıyor. Nitekim Osmanlı döneminde tüccarların uzun cümleler yerine kelimelerin sayısal değerleriyle anlaştığı biliniyor. Gömlekler üzerindeki geometrik desenler ve kodlanan rakamlar bir matematik dehasına da işaret ediyor. Prof. Dr. İsmail Yakıt’ın Türk İslam Kültürü’nde Ebced Hesabı ve Tarih Düşürme (Ötüken Yayınları) adlı kitabından faydalanan Orakçıoğlu, Mimar Sinan’ın da eserlerinde ebced hesabı kullandığını hatırlatıyor.
Mehlika Orakçıoğlu sadece bir gömlek üzerinde çalışıyor. İncelenmeyi bekleyen onlarca tılsımlı gömlek olduğu hesaba katılırsa gömleklerin dilinin çözülmesinin hayli vakit alacağı söylenebilir. Fakat onun halihazırda çözdüğü bir figür var. Yavuz Sultan Selim’in kaftanı üzerindeki desenleri inceleyerek ‘ellerini gökyüzüne açmış yakaran insan figürü’ne ulaşan Orakçıoğlu, yurtdışında bu kaftan üzerine üç konferans vermiş. Sanatkârın desenler arasına ustaca gizlediği figür, kutsal hazineleri İstanbul’a taşıyan ve ilk Osmanlı Halifesi unvanını alan Yavuz’un İslamî esasların koruyucusu olduğunu simgeliyor. Mehlika Hanım’a göre, görsel bir illüzyon halinde kimi zaman açıkça görünüp kimi zaman da desenler arasında yiten figürü doğrudan Yavuz Selim’e atfetmek de mümkün. Çünkü taç kullanan tek Osmanlı Padişahı Yavuz.
Aksiyon dergisi, Ülkü Özel Akagündüz'ün bir yazısından alıntıdır.
__________________




Bostandere çevrimdışı   Alıntı ile Cevapla
Old 03-04-2006, 04:53 AM   #6
๏๒รєรรเ๏ภ
Forum Aşığı
 
๏๒รєรรเ๏ภ Kullanıcısının Avatarı
 
Üyelik Tarihi: Jan 2006
Yaş: 43
Mesajlar: 4,575
Teşekkür Etme: 337
Thanked 1,629 Times in 455 Posts
Üye No: 6517
İtibar Gücü: 3260
Rep Puanı : 91747
Rep Derecesi : ๏๒รєรรเ๏ภ has a reputation beyond repute๏๒รєรรเ๏ภ has a reputation beyond repute๏๒รєรรเ๏ภ has a reputation beyond repute๏๒รєรรเ๏ภ has a reputation beyond repute๏๒รєรรเ๏ภ has a reputation beyond repute๏๒รєรรเ๏ภ has a reputation beyond repute๏๒รєรรเ๏ภ has a reputation beyond repute๏๒รєรรเ๏ภ has a reputation beyond repute๏๒รєรรเ๏ภ has a reputation beyond repute๏๒รєรรเ๏ภ has a reputation beyond repute๏๒รєรรเ๏ภ has a reputation beyond repute
Cinsiyet :
Varsayılan

eline sağlık walla
__________________
SÖMÜRÜCÜ OLMAYALIM BAKTIĞIMIZ KONULARA TEŞEKKÜR ETMEDEN YORUM YAPMADAN GEÇMEYELİM NETİCEDE EMEK SARF EDİLMİŞTİR. EMEĞE SAYGI DUYALIM...

LÜTFEN
๏๒รєรรเ๏ภ çevrimdışı   Alıntı ile Cevapla
Old 03-10-2006, 01:31 AM   #7
CollαтєяαL™
Forum Aşığı
 
CollαтєяαL™ Kullanıcısının Avatarı
 
Üyelik Tarihi: Oct 2005
Yaş: 40
Mesajlar: 4,030
Teşekkür Etme: 202
Thanked 922 Times in 234 Posts
Üye No: 3160
İtibar Gücü: 3282
Rep Puanı : 103395
Rep Derecesi : CollαтєяαL™ has a reputation beyond reputeCollαтєяαL™ has a reputation beyond reputeCollαтєяαL™ has a reputation beyond reputeCollαтєяαL™ has a reputation beyond reputeCollαтєяαL™ has a reputation beyond reputeCollαтєяαL™ has a reputation beyond reputeCollαтєяαL™ has a reputation beyond reputeCollαтєяαL™ has a reputation beyond reputeCollαтєяαL™ has a reputation beyond reputeCollαтєяαL™ has a reputation beyond reputeCollαтєяαL™ has a reputation beyond repute
Cinsiyet :
Varsayılan

saol dostum...
CollαтєяαL™ çevrimdışı   Alıntı ile Cevapla
CevaplaCevapla


Konuyu Görüntüleyen Aktif Kullanıcılar: 1 (0 üye ve 1 misafir)
 

Yayınlama Kuralları
Yeni konu açamazsınız
Cevap gönderemezsiniz
Eklenti ekleyemezsiniz
Mesajlarınızı düzenleyemezsiniz

Kodlama is Açık
Smilies are Açık
[IMG] code is Açık
HTML code is Kapalı


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Türk Edebiyatında İlkler yuko_can Eskiler (Arşiv) 1 03-04-2007 01:34 PM
FenerbahÇe İlkler Enler Ve Teklerİ... Alexdesouza'dan Özel Yapim!!! alexdesouza20.07 Eskiler (Arşiv) 0 01-19-2007 09:33 PM
Sporda İlkler. Bostandere Eskiler (Arşiv) 0 03-16-2006 12:23 PM

Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 06:47 PM

Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11   Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.