www.cakal.net Forumları YabadabaDuuuee  

Geri Git   www.cakal.net Forumları YabadabaDuuuee > Forum > Eskiler (Arşiv)

Eskiler (Arşiv) Eski konular

CevaplaCevapla
 
Konu Araçları Görünüm Modları
Old 12-10-2006, 01:18 AM   #1
GeCeLeR
Guest
 
Mesajlar: n/a
Üye No:
Cinsiyet :
Varsayılan Harry Potter Serisi

HARRY POTTER & FELSEFE TAŞI
BÖLÜM 1 - Sağ Kalan Çocuk
Privet Drive dört numarada oturan Mr ve Mrs Dursley, son derece normal olduklarını söylemekten gurur duyarlardı, sağ olun efendim. Garip ya da gizemli işlere bulaşacak son kişilerdi, böyle saçmalıklara kafa yormazlardı çünkü.
Mr Dursley matkap yapan Grunnings adlı bir şirketin yöneticisiydi. İri yarı, kalıplı bir adamdı, boynu yok gibiydi, ama koskoca bir bıyığı vardı. Mrs Dursley zayıftı, şansındı, olağanın iki katı uzunluğunda bir boynu vardı; bu da bahçe çitlerinin üstünden kafasını uzatıp komşuları gözetlemekte pek işine yarıyordu. Dudley adında küçük bir oğulları vardı Dursley'lerin, kendilerine bakılırsa dünyada ondan kusursuz bir çocuk bulunamazdı.
Dursley'ler istedikleri her şeye sahiptiler, ama bir gizleri vardı, biri kalkıp da bunu anlayacak diye ödleri kopardı. Potterların ortaya çıkarılmasına katlanabileceklerini hiç sanmıyorlardı. Mrs Potter, Mrs Dursley'nin kardeşiydi, ama birkaç yıldır görüşmemişlerdi; aslına bakılırsa, Mrs Dursley hiç kardeşi yokmuş gibi davranıyordu, çünkü kardeşi de, onun beş para etmez kocası da Dursley'lere hiç mi hiç benzemiyorlardı. Potter’lar sokakta boy gösterirse, komşuların ne diyeceğini düşünmek bile tüylerini ürpertiyordu. Potter'ların küçük bir oğullan olduğunu biliyorlardı, ama hiç görmemişlerdi onu. Bu oğlan da Potter'ları yanlarına yaklaştırmamak için bir başka geçerli nedendi; Dudley'nin öyle bir çocukla içli dışlı olmasını istemiyorlardı.
Mr ve Mrs Dursley, öykümüzün başladığı o kasvetli, kurşuni sah sabahı uyandıklarında, yakında bütün ülkeyi saracak garip, gizemli şeylerin habercisi olabilecek hiçbir şey yoktu bulutlu gökte. Mr Dursley, işe giderken taktığı en tatsız kravatı seçerken bir şarkı mırıldanıyor, Mrs Dursley de çığlıklar atan Dudleyi yüksek iskemlesine oturtmak için boğuşurken keyifli keyifli dedikodu ediyordu.
Hiçbiri, kahverengi bir baykuşun pencerenin önünden kanat çırparak geçtiğini fark etmedi.
Sekiz buçukta, Mr Dursley çantasını aldı, Mrs Dursley'nin yanağını şöyle bir gagaladı, Dudley'ye de bir hoşça kal öpücüğü vermeye çabaladı, ama ıskaladı, Dudley bir bunalım geçirmekteydi çünkü, mamasını duvara fırlatıyordu. Evden ayrılırken, "Küçük yumurcak," diye kıkırdadı Mr Dursley. Arabasına bindi, dört numaranın bahçesinden geri geri çıktı.
Garip bir şeyin ilk belirtisini fark etti sokağın köşesinde haritaya bakan bir kediyi. Mr Dursley, bir an ne gördüğünü kavrayamadı. Sonra, bakmak için başını arkaya çevirdi. Privet Drive'ın köşesinde bir tekir kedi duruyordu, ama görünürlerde harita filan yoktu. Zaten olacak iş miydi bu? Bir ışık oyunuydu olsa olsa. Kirpiklerini kırpıştırdı Mr Dursley, gözlerini kediye dikti. Kedi de ona dikti gözlerini. Mr Dursley köşeyi dönüp yolda ilerlerken boyuna kediye baktı dikiz aynasında. Şimdi de Privet Drive yazılı tabelayı okuyordu - hayır, tabelaya bakıyordu; kediler ne harita inceleyebilir, ne de tabela okuyabilirlerdi. Hafifçe silkindi Mr Dursley, kediyi kafasından çıkardı. Kente doğru ilerlerken o gün almayı umduğu büyük bir matkap siparişinden başka bir şey düşünmemeye koyuldu.
Ama kente girerken kafasındaki matkapların yerini başka bir şey alıverdi. Sabahın olağan trafik sıkışıklığında beklerken, çevrede garip giyimli bir sürü insan fark etti. Pelerinli insanlar. Mr Dursley, gençlerin sırtında görülen o tuhaf elbiseleri giyenlerden hiç hoşlanmazdı! Bu da saçma sapan yeni modalardan biriydi herhalde. Direksiyona vurmaya başladı parmaklarıyla, gözleri bu manyakların az ötede oluşturduğu bir topluluğa takıldı. Heyecanlı heyecanlı bir şeyler fısıldaşıyorlardı. Mr Dursley, bazılarının hiç de genç olmadığını görünce küplere bindi; işte şu adam kendisinden çok daha yaşlıydı, üstelik zümrüt yeşili bir pelerin atmıştı omuzlarına! Cesarete bak! Derken kafasına dank etti Mr Dursley'nin, bu olsa olsa uyduruk bir gösteriydi - bir şey için para topluyorlardı... evet, mutlaka öyleydi. Trafik açıldı, Mr Dursley birkaç dakika sonra Grunnings oto-parkındaydı, aklında matkaplar vardı sadece.
Mr Dursley dokuzuncu kattaki odasında sırtım pencereye vererek otururdu hep. Öyle yapmasa, o sabah aklını matkaplara vermesi biraz güç olacaktı. Baykuşların güpegündüz süzülerek geçtiğini görmedi, ama aşağıda, sokaktaki insanlar gördüler bunu, ağızlan açık, birbiri ardı sıra tepelerinde süzülen baykuşlara baktılar, onları parmaklarıyla gösterdiler. Çoğu geceleyin bile baykuş görmemişti. Ama Mr Dursley, son derece olağan, baykuşsuz bir sabah geçirdi. Beş ayrı kişiye bağırdı. Önemli birkaç telefon görüşmesi yaptı, biraz daha bağırdı. Öğle yemeğine kadar keyfi yerine gelmişti, bacaklarını çalıştırmak, sokağın karşısına yürüyüp fırından bir çörek almak istedi.
Pelerinli insanlar aklından bütün bütüne çıkmıştı ki, içlerinden bazılarına rastladı fırının orada. Yanlarından geçerken öfkeyle baktı. Nedenini bilmiyordu, ama tedirgin oluyordu onlardan. Bunlar da heyecanlı heyecanlı fısıldaşıyorlardı, ortalıkta bir tek para tası bile görünmüyordu. Elindeki kesekâğıdında koca bir çörekle dönüp yanlarından geçerken, konuşmalarından birkaç sözcük çalındı kulağına.
"Potter'lar, doğru, ben de öyle duydum -"
"- evet, oğullan, Harry -"
Kaskatı kesiliverdi Mr Dursley. Her yanını korku sardı. Bir şey söyleyecekmiş gibi, fısıldaşanlara baktı, ama vazgeçti.
Yolun karşısına geçti hızla, bürosuna koştu, sekreterine rahatsız edilmemesini söyledi, telefona sarıldı, evinin numarasını tam çevirmişti ki, kararını değiştirdi. Telefonu yerine bıraktı, bıyıklarını sıvazlayarak düşündü... hayır, düpedüz aptallık ediyordu. Potter öyle pek alışılmadık bir ad değildi ki. Harry diye oğulları olan Potter adında kim bilir kaç kişi vardı. Üstelik yeğeninin adının Harry olup olmadığından da emin değildi. Çocuğu görmemişti bile. Belki de Harvey'ydi. Ya da Harold. Mrs Dursley'yi telaşlandırmanın anlamı yoktu, kardeşinin adını söyleyince bile tedirgin olurdu karısı. Onu suçlamıyordu - kendisinin de öyle bir kardeşi olsaydı... ama ya o kişiler, o pelerinli insanlar...
O ikindi kafasını matkaplara veremedi, olanaksızdı bu, saat beşte binadan ayrılırken öylesine dalgındı ki, kapının tam önünde birine çarptı.
Sendeleyip az kalsın yere düşecek sıska ihtiyara, "Özür dilerim," diye homurdandı. Onun menekşe rengi bir pelerin giydiğini kavraması için birkaç saniye yetti Mr Dursley'ye. Adam bu çarpmaya pek aldırmışa benzemiyordu. Aksine, koca bir gülümseme yayıldı yüzüne, yoldan geçenleri dönüp baktıracak kadar ince bir sesle, "Özür dilemeyin, efendim," dedi, "bugün hiçbir şey keyfimi kaçıramaz! Sevinin, o Kim-Olduğunu-Bilir-sin-Sen sonunda gitti! Sizin gibi bir Muggle bile bunu, bu mutlu, mutlu günü kutlamalı!"
İhtiyar, Mr Dursley'yi karnına sarılıp kucakladı, sonra uzaklaştı.
Mr Dursley olduğu yerde kalakaldı. Bütün bütüne bir yabana tarafından kucaklanmıştı. Üstelik Muggle olarak nitelenmişti, artık ne demekse bu. İyice karışmıştı kafası. Arabasına koştu, eve yollandı, hayal gördüğünü umuyordu, daha önce hiç ummamıştı bunu, çünkü hayal gücü denilen şeye hiç inanmazdı.
Arabasını dört numaranın park yerine çekerken, ilk gördüğü -bu da hiç keyiflendirmedi onu- o sabah gözüne ilişen tekir kedi oldu. Bahçe duvarında oturuyordu şimdi. Aynı kedi olduğuna emindi; gözlerinin çevresinde aynı çizgiler vardı.
"Şişşşt!" diye bağırdı Mr Dursley.
Kedi kıpırdamadı. Sadece sert sert baktı ona. Mr Dursley, bunun olağan bir kedi davranışı olup olmadığını düşündü. Toparlanmaya çalışarak eve girdi. Karısına hâlâ bir şey söylememekte kararlıydı.
Mrs Dursley güzel, sıradan bir gün geçirmişti. Yemekte komşu kadının kızıyla sorunlarını, Dudley'nin de yeni bir sözcük ("olabilemez") öğrendiğini anlattı boyuna. Mr Dursley olağan davranmaya çalıştı. Dudley yatırıldıktan sonra salona gidip son akşam haberlerini yakaladı:
"Her yerdeki kuş meraklıları, ülkedeki bütün baykuşların bugün hiç alışılmadık şeyler yaptığını belirtmektedir. Baykuşlar genellikle geceleri avlanırlar, gün ışığında pek görülmezler, ama sabahtan beri bu kuşların her yöne uçuştuklarına yüzlerce kere tanık olunmuştur. Uzmanlar, baykuşların uyku alışkanlıklarını birdenbire neden değiştirdiklerini açıklayamamaktadırlar." Spiker sırıtmadan edemedi. "Son derece esrarengiz. Şimdi de Jim McGuffin'den hava raporu. Ne dersin, bu gece yine baykuş sağanağı olacak mı, Jim?"
"Eee, Ted," dedi hava tahmincisi, "onu bilemem, ama bugün garip davranışlarda bulunanlar sadece baykuşlar değildi. Kent, Yorkshire, Dundee gibi ayrı ayrı yerlerden arayan seyirciler, dün söylediğim yağmur yerine, kayan yıldızlar sağanağına tutulmuşlar! Şenlik Gecesi önümüzdeki hafta gerçi, ama belki de şimdiden kutluyorlardır! Ama bu gece kesinlikle yağmurlu olacak."
Mr Dursley koltuğunda donakalmıştı. Bütün İngiltere göklerinde kayan yıldızlar? Gün ışığında uçuşan baykuşlar? Her yerde pelerinli esrarengiz insanlar? Potter'lar hakkında fısıltılar, fısıltılar...
Mrs Dursley iki fincan çayla salona geldi. Yaran yoktu. Bir şeyler söylemeliydi karısına. Gergin gergin boğazını temizledi. "Şey Petunia, sevgilim son günlerde kardeşinden bir haber almadın, değil mi?"
Beklediği gibi, Mrs Dursley şaşkınlıkla, öfkeyle baktı. Ne de olsa, sanki onun bur kardeşi yokmuş gibi davranmaya alışıktılar.
Sertçe, "Hayır," dedi Mrs Dursley. "Niye?"
"Garip şeyler söylediler haberlerde," diye mırıldandı Mr Dursley. "Baykuşlar... kayan yıldızlar... şehirde de bir sürü tuhaf insan vardı bugün..."
Mrs Dursley sözünü kesti onun: "Yani?"
"Şey, düşündüm de... belki... bütün bunların... biliyorsun işte... onlarla bir ilgisi vardır."
Mrs Dursley kenetlenmiş dudaklarının arasından bir yudum çay aldı. Mr Dursley "Potter" adını işittiğini söyleyip söylememeyi düşündü. Bunu göze alamayacağına karar verdi. Sanki laf olsun diye soruyormuş gibi, "Oğulları," dedi, "şimdi aşağı yukarı Dudley'nin yaşındadır, öyle değil mi?"
Mrs Dursley, kaskatı, "Herhalde," dedi.
"Sahi, neydi adı? Howard'dı, değil mi?"
"Harry. Bana sorarsan, berbat, sıradan bir ad."
Ansızın yüreğine bir ağırlık çöktü Mr Dursley'nin, "Ha, sahi," dedi. "Evet, bence de öyle."
Yukarı yatmaya çıkarlarken bu konuda başka tek söz söylemedi. Mrs Dursley banyodayken, Mr Dursley yatak odasının penceresine uzandı, ön bahçeye baktı. Kedi hâlâ oradaydı. Sanki bir şey bekliyormuş gibi Privet Drive'a bakıyordu boyuna.
Hayal mi görüyordu yoksa? Bütün bunların Potter'larla bir ilgisi olabilir miydi? Eğer varsa... eğer o karıkocayla akrabalıkları ortaya çıkarsa - eh, buna da katlanamazdı doğrusu.
Yattılar. Mrs Dursley hemen uyudu, ama gözlerine uyku girmiyordu Mr Dursley'nin, kafası karmakarışıktı. Uykuya dalmadan önce, Potterların bu işle bir ilgileri olsa bile, ne kendisine ne de Mrs Dursley'ye yanaşamayacaklarını düşündü de rahatladı. Potter'lar onun da, Petunia'nın da kendileri için, kendilerine benzeyenler için ne düşündüklerini pekâlâ biliyorlardı... Bu olanlara onun da, Petunia'nın da bulaşması olanaksızdı. Esnedi, yan döndü. Kendilerini etkilemezdi bu...
Nasıl da yanılıyordu.
Mr Dursley tedirgin bir uykuya dalıyordu belki, ama dışarıda, duvarın üstündeki kedinin uykusu hiçmi hiç gelmemişti. Heykel gibi oturuyordu orada; gözlerini, hiç kırpmadan Privet Drive'ın uç köşesine dikmişti. Yan sokakta bir arabanın kapısı çarpıldığında da, tepesinden iki baykuş süzüldüğünde de titremedi bile. Hiç kıpırdamadan öylece durdu, gece yarısına kadar.
Kedinin baktığı köşede bir adam belirdi; öylesine ansızın, öylesine sessizce belirmişti ki, sanki yerden fışkırmış gibiydi. Kedinin kuyruğu titredi, gözleri kısıldı.
Böyle bir adamın benzeri Privet Drive'da daha önce hiç görülmemişti. Uzun boyluydu, zayıftı; saçının sakalının kırlarına bakılırsa çok yaşlıydı; saçı da sakalı da kemerine sıkıştıracak kadar uzundu. Uzun giysiler vardı üstünde, yerleri süpüren mor bir pelerin, uzun topuklu, tokalı çizmeler giymişti. Açık mavi gözleri, dar çerçeveli gözlüğünün arkasından ışıl ışıl parlıyordu; upuzun, kemerli burnu sanki en az iki kere kırılmışa benziyordu. Bu adamın adı Albus Dumbledore'du.
Albus Dumbledore, adından çizmelerine kadar hiçbir şeyinin hoş karşılanmadığı bir sokağa geldiğinin farkında değildi. Pelerinini karıştırmaktaydı boyuna, bir şey arıyordu. Ama gözetlendiğinin farkına vardı, başını kaldırdı ansızın, sokağın öteki ucundan kendisine gözlerini dikmiş kediye baktı. Nedense, kedinin varlığı onu pek eğlendirmişti. Kıkırdayarak, "Bilmeliydim bunu," diye mırıldandı.
Aradığı şeyi iç cebinde buldu. Gümüş bir çakmaktı bu. Kapağını açtı, havaya kaldırdı, çaktı. En yakındaki sokak lambası püf diye sönüverdi. Yine çaktı - bir sonraki lamba da karanlığa gömüldü. On iki kere çaktı Püfür'ü, sokakta sadece iki ışıltı kalıncaya kadar - kendisini gözetleyen kedinin gözleriydi bunlar. Şimdi pencereden kim bakarsa baksın, isterse boncuk gözlü Mrs Dursley, aşağıda kaldırımda neler olup bittiğini göremezdi. Dumbledore, Püfür'ü pelerininin iç cebine koydu; dört numaraya yollandı, duvara, kedinin yanına oturdu. Bakmadı ona, ama bir süre sonra konuştu.
"Sizi burada görmek ne güzel, Profesör McGonagall."
Tekire döndü gülümseyerek, ama kedi gitmişti. Tıpkı onun gözlerinin çevresindeki çizgileri andıran dört köşe bir gözlük takmış asıkça suratlı bir kadına gülümsediğini fark etti. Kadının da bir pelerin vardı sırtında, zümrüt yeşili bir pelerin. Siyah saçları sımsıkı toplanmıştı. Belirgin bir tedirginlik vardı üstünde.
"Ben olduğumu nereden anladınız?" diye sordu.
"Sevgili Profesör, hiçbir kedinin bu kadar kaskatı oturduğunu görmemiştim."
Profesör McGonagall, "Bütün gün siz de bir tuğla duvarın üstünde otursaydınız, siz de kaskatı kesilirdiniz," dedi.
"Bütün gün mü? Kutlamalara katılmadan mı? Ben buraya gelirken en az bir düzine şölene, eğlenceye rastladım."
Profesör McGonagall öfkeyle burnunu çekti.
Sabırsızca, "Evet, doğru, herkes kutluyor," dedi. "Biraz daha dikkatli olmaları gerekirdi, ama hayır -Muggle'lar bile bir şeyler döndüğünü fark ettiler. Haberlerinde verdiler." Başını Dursley'lerin karanlık salon pencerelerine çevirdi. "Duydum. Baykuş sürüleri... kayan yıldızlar... Eee, o kadar da aptal değiller. Nasıl olsa bir şeylerin farkına varacaklardı. Kent'te kayan yıldızlar - mutlaka Dedalus Diggle'dır. Hiç akıllanmadı."
Dumbledore, incelikle, "Onları suçlayamazsınız," dedi. "On bir yıldır pek bir şey kutladığımız yok."
Profesör McGonagall, "Biliyorum," dedi tedirgince. "Ama dağıtmamız için bir neden değil bu. İnsanlar düpedüz dikkatsizlik ediyorlar, sokaklara fırlamışlar güpegündüz, sırtlarında Muggle giysileri bile yok, boyuna dedikodu ediyorlar."
Dumbledore'a yan yan baktı sertçe, bir şey söylemesini bekliyor gibiydi, ama bir şey söylemedi Dumbledore, Profesör de devam etti: "Sonunda Kim-Olduğu-nu-Bilirsin-Sen'in kayıplara karıştığı gün, tam o gün Muggle'ların bizi öğrenmeleri ne de güzel ya. Gerçekten kayıplara karıştı mı dersiniz, Dumbledore?"
"Öyle görünüyor," dedi Dumbledore. "Sevinmemiz gerek. Limon şerbeti içer miydiniz?"
"Ne içer miydim?"
"Limon şerbeti. Muggle'ların bir çeşit tatlı içeceği. Hoşuma gidiyor."
Şimdi limon şerbetinin sırası olmadığım düşünen Profesör McGonagall, "Hayır, teşekkür ederim," dedi soğukça. "Söylediğim gibi, Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen gittiyse bile -"
"Sevgili Profesör, sizin gibi mantıklı biri onu gerçek adıyla anabilir, öyle değil mi? Bütün bu 'Kim-Olduğu-nu-Bilirsin-Sen' saçmalığı - on bir yıldır söylüyorum herkese, onu gerçek adıyla anın diye, Voldemort deyin." Profesör McGonagall ürktü, ama o sırada iki limon şerbeti açan Dumbledore farkına varma iı bunun. "Boyuna 'Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen' deyip durmanın ne anlamı var? Voldemort adından korkmak için bir neden göremiyorum."
Yarı bitkinlik, yarı hayranlıkla, "Sanıyorum, sizin için yok," dedi Profesör McGonagall. "Ama siz başkasınız. Herkes biliyor, Kim-Olduğunu-bilirsin-sen peki peki, Voldermort’un korktuğu tek kişi sizdiniz."
Dumbledore, "Beni şımartıyorsunuz," dedi usulca. "Voldemort'da benim hiç edinemeyeceğim güçler vardı."
"Bunun nedeni sizin o güçleri kullanmayacak kadar - şey - soylu olmanız."
"İyi ki karanlıktayız. Madam Pomfrey yeni kulaklıklarımı sevdiğini söylediğinden beri bu kadar kızarmamıştım."
Profesör McGonagall, Dumbledore'a şöyle bir baktı sertçe, "Uçuşan söylentilerin yanında baykuşların sözü bile edilmez," dedi. "Herkes ne diyor, biliyor musunuz? Niye kayıplara karışmış? Sonunda niye vazgeçmiş?"
Anlaşılan Profesör McGonagall konuşmanın en can alıcı noktasına gelmişti, bütün gün soğuk sert bir duvarda bekleyip durmasının gerçek nedeniydi bu, yoksa ne kedi ne de kadın olarak Dumbledore'a gözlerini böyle yırtıcı bakışlar fırlatarak dikemezdi şimdi. "Herkes" ne söylerse söylesin, Dumbledore bunların gerçek olduğunu belirtinceye kadar hiçbir şeye inanmayacağı apaçık ortadaydı. Ama o sırada bir başka limon şerbeti seçmekteydi Dumbledore, yanıt vermedi.
"Anlatılanlara göre," diye üsteledi Profesör McGonagall, "Voldemort dün gece Godric's Hollovv'da görülmüş. Potter'ları bulmaya gitmiş oraya. Söylentilere bakılırsa, Lily ile James Potter galiba - galiba ölmüşler "
Dumbledore başını önüne eğdi. Profesör McGonagall derin bir soluk aldı.
"Lily ile James... İnanamıyorum İnanmak istemedim buna... Ah, Albus..."
Dumbledore elini uzatıp omzuna vurdu onun Acılı bir sesle, "Biliyorum... Biliyorum..." dedi.
Konuşmayı sürdürürken Profesör McGonall’ın sesi titriyordu. "Hepsi bu kadar değil Potter'ların oğlunu, Harry'yi de öldürmeye kalkmış, kim-olduğunu-bilirsin-sen. Ama öldürememiş. O küçük çocuğu öldürememesinin Nedenini, nasılını kimse bilmiyor, ama söylentilere bakılırsa, Harry Potter'ı öldüremeyince Voldermorth’un gücü de yok oluvermiş - bu yüzden kayıplara karışmış işte."
Dumbledore kederle baş sallayarak onu onayladı.
Profesör McGonagall, "Acaba - acaba doğru mü?" diye kekeledi. "Bütün o yaptıklarından sonra... o kadar insanı öldürdükten sonra... küçük bir çocuğu öldüremez miydi? Akıl almayacak bir şey... böyle bir şeyi yapamaz mıydı... Tanrı aşkına, nasıl oldu da Harry sağ kaldı?"
"Sadece tahmin yürütebilirim," dedi. "Belki aslını hiç öğrenemeyeceğiz."
Profesör McGonagall bir dantel mendil çıkarıp gözlüğünün altından gözlerini kuruladı. Dumbledore da burnunu çekerek cebinden bir altın saat çıkardı, onu inceledi. Çok garip bir saatti bu. On iki yelkovanı vardı, ama hiç rakam yoktu üstünde; rakamlar yerine, çevresinde küçük gezegenler hareket ediyordu. Bunların herhalde bir anlamı vardı Dumbledore için, çünkü yeniden yerine koydu saati, "Hagrid gecikti," dedi. "Sahi, burada olacağımı sanırım o söylemiştir size, öyle değil mi?"
"Evet," dedi Profesör McGonagall. "O kadar yer dururken kalkıp neden buraya geldiğinizi sanırım anlatmayacaksınız bana."
"Harry'yi teyzesiyle eniştesine getirmeye geldim. Ailesinden sadece onlar kaldı şimdi."
Profesör McGonagall, ayağa fırlayıp dört numarayı göstererek, "Yani - burada oturan insanlardan mı söz ediyorsun yoksa?" diye bağırdı. "Dumbledore - bunu yapamazsın. Bütün gün onları gözetledim. Onlar kadar bize hiç mi hiç benzemeyen başka iki kişi yoktur. Bir de oğullan var - gördüm onu, şeker alsın diye çığlıklar atarak annesini sokak boyunca tekmeledi durdu. Harry Potter gelip burada mı oturacak!"
Dumbledore, kesin bir sesle, "Burası onun için en iyi yer," dedi. "Büyüyünce teyzesiyle eniştesi ona her şeyi anlatırlar. Onlara bir de mektup yazdım."
Profesör McGonagall, yeniden duvara oturarak, cılız bir sesle, "Mektup mu?" diye tekrarladı. "Gerçekten, Dumbledore, bütün bunları bir mektupla açıklayabileceğini mi sanıyorsun? Bu insanlar onu hiç anlamayacak! Ünlü olacak ileride - bir efsane olacak - gelecekte bugün Harry Potter Günü olarak anılırsa hiç şaşmam -Harry üstüne kitaplar yazılacak - dünyamızdaki bütün çocuklar onun adını öğrenecek!"
Dar çerçeveli gözlüğünün üstünden son derece ciddi bakarak, "Tastamam öyle," dedi Dumbledore. "Her çocuğun başını döndürebilir bu. Daha yürümeden, konuşmadan üne kavuşmak! Hiç hatırlamayacağı bir şey yüzünden ünlü olmak! Anlamıyor musunuz, böylesi çok daha iyi, hiç olmazsa anlayacağı zamana kadar bütün bunlardan uzak kalır."
Profesör McGonagall ağzını açtı, fikrini değiştirdi, yutkundu, sonra, "Evet - evet, haklısınız, elbette," dedi. "Ama çocuk nasıl geliyor buraya, Dumbledore?" Sanki Harry altında saklanıyormuş gibi onun pelerinine bir göz attı ansızın.
"Hagrid getiriyor onu."
"Hagrid'e böylesine önemli bir şey için güvenmek -akıllıca mı sizce?"
"Hagrid'e canımı bile emanet ederim," dedi Dumbledore.
Profesör McGonagall, hasetle, "Yüreği bizimle birliktedir, ben de biliyorum bunu," dedi, "ama dikkatsiz olduğunu da göz ardı edemezsiniz. Birazcık - neydi o?"
Çevrelerindeki sessizliği uzaklardan bir motor sesi bozmuştu. Sokağın iki başına bakarak bir taşıt ışığı aramaya başladılar, ses gittikçe yükseldi, kafalarını gökyüzüne çevirdikleri sırada gümbürtüye dönüştü - havadan koca bir motosiklet inip yola, tam önlerine kondu.
Motosiklet kocamandı gerçi, ama onu kullanan adamın yanında hiç kalıyordu. Sıradan bir adamın yaklaşık iki katı kadar uzun, en az beş katı kadar da şişmandı. Dudak uçuklatacak kadar iri ve yabaniydi - çalıya benzer siyah uzun saçlarıyla sakalı yüzünün büyük bölümünü örtüyordu, çöp bidonu kapakları büyüklüğünde elleri vardı, deri çizmeli ayakları yunus yavrularına benziyordu. Uçsuz bucaksız, kaslı kollarında battaniyeden bir bohça tutuyordu.
"Hagrid," dedi Dumbledore, rahatlamışa benziyordu. "Sonunda! O motosikleti nereden buldun?"
"Ödünç aldım, Profesör Dumbledore, efendim," dedi dev; konuşurken dikkatle motosikletten indi. "Genç Sirius Black ödünç verdi. Onu getirdim, efendim."
"Bir sorun çıkmadı, değil mi?"
"Hayır, efendim - ev neredeyse yerle bir olmuştu, ama Muggle'lar üşüşmeden onu çıkarmayı başardım. Bristol üstünde uçarken uykuya daldı."
Dumbledore ile Profesör McGonagall bohçaya eğildiler. İçinde, belli belirsiz, mışıl mışıl uyuyan bir bebek, bir oğlan çocuğu vardı. Alnındaki simsiyah saç buklesinin altında şimşeğe benzer garip biçimli bir kesik görülüyordu.
"Yoksa oraya mı?" diye fısıldadı Profesör McGonagall.
"Evet," dedi Dumbledore. "O iz yaşamı boyunca kalacak."
"Siz bu konuda bir şey yapamaz mıydınız, Dumbledore?"
"Yapabilecek olsaydım bile yapmazdım. İzler yararlı olabilir bazen. Benim sol dizimde de bir tane var, Londra Metrosunun kusursuz bir haritası. Neyse - ver onu bana, Hagrid - şu işi bitirelim."
Dumbledore, Harry'yi kollarına alıp Dursley'lerin evine yöneldi.
"Acaba - acaba ona hoşça kal diyebilir miyim, efendim?" diye sordu Hagrid.
Kocaman, kıllı kafasını Harry'nin üstüne eğdi, ona saçlı sakallı bir öpücük kondurdu. Sonra, birdenbire, yaralı bir köpek gibi ulumaya başladı.
"Şşş!" diye fısıldadı Profesör McGonagall. "Muggle'ları uyandıracaksın!"
Hagrid, "Ö-ö-özür dilerim," diye hıçkırdı; benekli, büyük bir mendil çıkarıp yüzünü içine gömdü. "Ama da-da-dayanamıyorum - Lily ile James öldüler - zavallı minik Harry de Muggle'larla yaşayacak -"
Profesör McGonagall, çekinerek koluna dokundu Hagrid'in, "Evet, evet, çok acı bir şey bu, ama kendini toparla, Hagrid, yoksa bizi fark ederler," diye fısıldadı; o orada Dumbledore alçak bahçe duvarını aşmış, ön kapıya varmıştı. Usulca eşiğe bıraktı Harry'yi, pelerininden bir mektup çıkarıp bohçaya tıkıştırdı, sonra da ötekilerin yanına döndü. Bir dakika boyunca üçü de orada durup küçük bohçaya baktılar; omuzları sarsılıyordu Hagrid'in, Profesör McGonagall öfkeyle gözlerini kırpıştırıyordu, Dumbledore'un gözlerinden fışkıran o parlak ışık ise bütün bütüne sönmüş gibiydi.
Sonunda, "Eh," dedi Dumbledore, "bu kadar. Artık burada işimiz yok. Gidip kutlamalara katılalım bari."
Boğuk mu boğuk bir sesle, "Yaa," dedi Hagrid. "Ben önce şu motosikletten kurtulayım. İyi geceler, Profesör McGonagall - Profesör Dumbledore, efendim."
Hagrid, sırılsıklam gözlerini ceketinin koluna silerek kendini motosiklete attı, motoru çalıştırdı; gürültüyle havalandı motosiklet, geceye karıştı.
Dumbledore, "Umarım yakında yine görüşürüz, Profesör McGonagall," dedi, onu başıyla selamladı. Profesör McGonagall da karşılık olarak burnunu çekti.
Dumbledore dönüp sokak boyunca yürümeye başladı. Köşeye varınca durdu, gümüş Püfür'ü çıkardı. Bir kere çaktı onu, on iki ışık topu sokak lambalarına yerleşti hemen, Privet Drive bir anda turuncu oluverdi; Dumbledore, sokağın öteki ucunda tekir bir kedinin süzülerek köşeyi döndüğünü gördü. Dört numaranın basamaklarında battaniyeden bohçayı da seçebiliyordu.
"Talihin açık olsun, Harry," diye mırıldandı. Topuklarının üstünde döndü, pelerininin bir hışırtısıyla yok oluverdi.
Bir meltem çıktı, mürekkep rengi göğün alanda sessizce, düzenli bir biçimde uzanan, şaşırtıcı şeylerin en son olabileceği bu sokağın, Privet Drive'in tertemiz çalılıklarını titretti. Harry Potter, uyanmadan, battaniyenin içinde bir yandan bir yana döndü. Minicik eliyle yanındaki mektubu kavramıştı; uykudaydı, özel biri olduğunu bilmiyordu, ünlü biri olduğunu bilmiyordu, birkaç saat sonra süt şişelerini koymak için kapıyı açacak olan Mrs Dursley’in çığlığıyla uyanacağını bilmiyordu, önündeki birkaç haftayı kuzeni Dudley tarafından itilip kakılarak, çimdiklenerek geçireceğini de bilmiyordu... Nereden bilsin, o anda ülke boyunca gizlice toplanıp kadeh kaldırıyordu insanlar, "Harry Potter'a," diyorlardı fısıltıyla, "sağ kalan çocuğa!"
  Alıntı ile Cevapla
Old 12-10-2006, 01:19 AM   #2
GeCeLeR
Guest
 
Mesajlar: n/a
Üye No:
Cinsiyet :
Varsayılan

BÖLÜM 2 - Yok Olan Çam

Dursley'lerin uyanıp da evlerinin önündeki basamaklarda yeğenlerini bulmalarından bu yana yaklaşık on yıl geçmişti, ama Privet Drive pek değişmemişti. Güneş yine o düzenli bahçelerde yükseliyor, Dursley'lerin sokak kapısındaki pirinç dört numarayı ışıl ışıl parlatıyordu; salonlarına süzülüyordu sonra; salon, Mr Dursley'nin baykuşlar üstüne o kara haberleri izlediği gece nasılsa, şimdi de öyle sayılırdı Aradan ne kadar zaman geçtiğini sadece şöminenin rafındaki fotoğraflar belirtiyordu. On yıl önce, değişik renklerde tostoparlak şapkalar giymiş kocaman, pembe bir deniz topunu gösteren sürüyle fotoğraf vardı orada - ama Dudley Dursley bebek değildi artık, şimdi fotoğraflarda iriyarı sarışın bir çocuk vardı, ilk bisikletine binerken, lunaparkta atlıkarıncada, babasıyla bilgisayar oyunu oynarken, annesi tarafından kucaklanmış öpülürken Artı evde bir başka çocuğun da yaşadığını gösteren hiç bir belirti yoktu odada.
Ama h"1" ivdi Harry Potter, o sırada uyukluyordu, uzun sürmeyecekti uykusu. Petunia Teyzesi uyanıktı, günün ilk gürültüsü de onun tiz sesiyle oluştu.
"Kalk! Kalksana! Hadi!"
Harry irkilerek uyandı. Teyzesi kapıyı tıklattı yine.
"Kalk!" diye bağırdı. Harry onun mutfağa doğru yürüdüğünü duydu, sonra da fırının üstüne konulan tavanın sesini. Dönüp sırtüstü yattı, gördüğü düşü hatırlamaya çalıştı. Çok güzel bir düştü. Uçan bir motosiklet vardı düşte. Sanki aynı düşü daha önce de görmüş gibi garip bir duyguya kapıldı.
Teyzesi kapının önüne geldi yine.
"Daha kalkmadın mı?" diye seslendi.
"Kalkıyorum," dedi Harry.
"Hadi, kıpırdan artık. Pastırmalara göz kulak ol. Sakın yakayım deme, Duddy'nin doğum gününde her şey kusursuz olmalı.
Harry homurdandı.
Teyzesi, "Ne dedin sen?" diye seslendi kapının arkasından.
"Hiçbir şey, hiçbir şey..."
Dudley'nin doğum günü - nasıl olmuştu da unutmuştu? Ağır ağır yataktan çıktı Harry, çorap aramaya koyuldu. Yatağının altında bir çift buldu, teklerden birinin üstündeki örümceği çekip aldıktan sonra ayaklarına geçirdi. Örümceklere alışıktı, merdivenin altındaki dolap örümceklerle doluydu çünkü, kendisi de orada yatıyordu.
Giyinince hole inip mutfağa geçti. Masa, Dudley'nin doğum günü armağanlarından görünmüyordu sanki. Anlaşılan, istediği o yeni bilgisayara kavuşmuştu Dudley, ikinci televizyonla yarış bisikleti de cabası. Dudley'nin neden bir yarış bisikleti istediğine akıl erdiremiyordu Harry, Dudley çok şişmandı çünkü, bedenini çalıştırmaktan da nefret ederdi - tabii bir başkasını yumruklamak dışında. Dudley'nin en sevdiği kum torbası Harry'ydi, ama kovalarken onu bir türlü yakalayamazdı. Görünüşünden pek belli değildi, ama Harry çok hızlıydı.
Belki de karanlık bir dolapta yaşamakla ilgisi vardı bunun, ama Harry yaşına göre çok uf aktı, çok da cılızdı. Dudley'nin eski elbiselerini giymek zorunda kaldığı için, olduğundan da ufak ve cılız gösteriyordu; Dudley ise ondan yaklaşık dört kat iriydi. İncecik bir yüzü vardı Harry’nin, kemikleri fırlamış dizleri, siyah saçları, yemyeşil gözleri vardı. Taktığı yusyuvarlak gözlük dünyanın seloteyp’iyle tutturulmuştu, Dudley yumruğu hep burnuna yapıştırırdı çünkü. Harry'nin görünüşünde hoşuna giden tek şey, alnındaki şimşek biçimindeki yara iziydi. Kendini bildi bileli vardı bu; hatırlıyordu, Petunia Teyze'ye sorduğu ilk soru, bu izin nasıl olduğuydu.
"Annenle babanın öldüğü otomobil kazasında," demişti teyzesi. "Başka soru sorma."
Soru sorma - Dursley'lerle huzur içinde yaşamanın ilk kuralı buydu.
Harry pastırmaları çevirirken mutfağa Venon Enişte girdi.
Günaydın yerine, "Saçlarını tarasana!" diye kükredi.
Vernon Enişte haftada ortalama bir kere gazetesinin tepesinden bakıp Harry'nin berbere gitmesi gerektiğini söylerdi. Harry saçlarını sınıf arkadaşlarının toplamından daha sık kestiriyordu, ama fark etmiyordu, saçları boyuna büyüyordu işte, fışkrırcasına.
Dudley annesiyle mutfağa geldiğinde Harry tavada yumurta yapmaktaydı. Vernon Enişte'ye çok benziyordu Dudley. Kocaman, pembe bir yüzü vardı; boynu yok gibiydi; gözleri ufacıktı, suluydu, maviydi; sarı saçları tostoparlak kafasına yapışıyordu. Petunia Teyze onun bir bebek meleğe benzediğini söylerdi hep - Harry ise peruk takmış bir domuza benzediğini söylerdi.
Harry pastırmalı yumurta tabaklarım masaya koydu, pek yer olmadığı için güç bir şeydi bu. Bu arada Dudley armağanlarını sayıyordu. Suratı asıldı.
Annesiyle babasına bakarak, "Otuz altı," dedi. "Geçen yıldan iki eksik."
"Şekerim, Marge Hala'nın armağanını saymadın; bak, burada, annenle babanın koca armağanının altında."
Dudley, kıpkırmızı kesilerek, "Peki, otuz yedi öyleyse," dedi. Dudley kasırgasının yaklaşmakta olduğunu sezen Harry, ne olur ne olmaz, belki Dudley masayı devirir diye, kurt gibi pastırmaya saldırdı.
Petunia Teyze de tehlikeyi sezinlemişti besbelli, çabucak, "Bugün çıkınca sana iki armağan daha alacağız," diye atıldı. "Buna ne dersin, kuşum? iki armağan daha. Oldu mu?"
Bir an düşündü Dudley. Çetin bir soruydu bu. Sonunda, ağır ağır, "Öyleyse," dedi, "otuz... otuz..."
"Otuz dokuz, bir tanem," dedi Petunia Teyze.
"Haa." İskemlesine çöktü Dudley, en yakındaki pakete uzandı. "İyi öyleyse."
Vernon Enişte kıkırdadı.
"Küçük yumurcak parasının karşılığını istiyor, tıpkı babası gibi. Yaşa, Dudley!" Dudley'nin saçlarını karıştırdı.
Telefon çaldı o anda, Petunia Teyze açmaya gitti, Harry'yle Vernon Enişte de Dudley'nin yarış bisikleti, sinema kamerası, uzaktan kumandalı uçak, on altı yeni bilgisayar oyunu ve video paketlerini açmasını seyrettiler. Dudley tam altın saat paketini açıyordu ki, Petunia Teyze döndü telefondan, hem öfkeli, hem endişeliydi.
"Haberler kötü, Vernon," dedi. "Mrs Figg'in bacağı kırılmış. Onu alamıyor." Başıyla Harry'yi işaret etti.
Dudley'nin ağzı dehşetle açıldı, ama Harry'nin yüreği hopladı. Dudley'nin her doğum gününde annesiyle babası onunla bir arkadaşını gezmeye götürürlerdi, lunaparka, hamburgerciye ya da sinemaya. Her yıl da, iki sokak ötede oturan o deli kocakarıyla, Mrs Figg'le kalırdı Harry. Nefret ederdi oradan. Bütün ev lahana kokardı; Mrs Figg de gelmiş geçmiş ne kadar kedisi varsa, hepsinin fotoğrafını gösterirdi.
"Ne olacak şimdi?" dedi Petunia Teyze, bu işi sanki o tasarlamış gibi, öfkeyle Harry'ye baktı. Harry, Mrs Figg'in bacağının kırılmasına üzülmesi gerektiğini düşünüyordu, ama kolay değildi bu; öyle ya, Tibbles'ı, Snowy'yi, Mr Paws'u, Tufty'yi koskoca bir yıl görmeyecekti.
Vernon Enişte, "Marge'ı arasak," diye önerdi.
"Saçmalama, Vernon, nefret ediyor o çocuktan."
Dursley'ler Harry'den hep böyle söz ederlerdi, sanki kendisi orada yokmuş gibi - ya da söylenenlerin zaten farkına varamayacak iğrenç bir şeymiş, bir sümüklüböcekmiş gibi.
"Ya şeye ne dersin?.. Neydi adı, arkadaşın Yvonne?
Petunia Teyze, "Majorca'da tatilde," diye kestirip attı.
Harry umutla, "Beni burada da bırakabilirsiniz," diye söze karıştı (bir değişiklik olur, televizyonda istediğini seyreder, belki de Dudley'nin bilgisayarını karıştırabilirdi).
Petunia Teyze sanki bir limon yutmuş gibi baktı.
Homurdandı: "Dönüp de evi alt üst olmuş bulalım diye mi?"
"Evi yıkmam," dedi Harry, ama dinleyen yoktu ki.
Petunia Teyze, ağır ağır, "Onu da hayvanat bahçesine götürebiliriz," dedi, "... arabada kalır..."
"Araba yepyeni, tek başına bırakamayız..."
Dudley bağıra bağıra ağlamaya başladı. Pek ağladığı yoktu aslında, bunu yıllar önce bırakmıştı, ama suratını buruşturup inlerse, annesinden ne isterse alabileceğini biliyordu.
"Agucuk gugucuğum, ağlama, anneciğin o çocuğun en güzel gününü berbat ekmesine izin vermeyecek!" diye bağırdı Petunia Teyze, Dudley'ye sarıldı.
Dudley, yapmacık hıçkırıklarla sarsılarak, "Onun...gelmesini... is-is-istemiyorum!" diye bağırdı. "Her şeyin tadını ka-kaçırıyor hep!" Annesinin kollan arasındaki boşluktan Harry'ye pis pis sırıttı.
Ama o sırada kapı çalındı - "Aman, Tanrım, geldiler!" dedi Petunia Teyze çılgıncasına - bir an sonra da Dudley'nin en iyi arkadaşı Piers Polkiss, annesiyle girdi. Sıska bir çocuktu Piers, suratı sıçana benziyordu. Dudley'nin yumrukladığı çocukların ellerini arkalarından o tutardı genellikle. Dudley yapmacık ağlamasını hemen kesti.
Harry yarım saat sonra Dursley'lerin arabasının arka koltuğunda Piers ve Dudley'yle birlikte ömründe ilk kere hayvanat bahçesine giderken şansına inanamıyordu. Teyzesiyle eniştesi başka bir çare bulamamışlardı, ama yola çıkmadan önce Vernon Enişte, Harry'yi bir kenara çekmişti.
Kocaman mosmor suratım Harry'nin yüzüne yaklaştırarak, "Seni uyarıyorum," demişti, "bak, çocuk, seni şimdiden uyarıyorum - bir numara yapmaya kalkarsan, herhangi bir şey yaparsan - Noel'e kadar o dolabın içinde kalırsın."
"Ben bir şey yapmayacağım ki," demişti Harry, "yeminle..."
Ama Vernon Enişte inanmamıştı ona. Zaten kimse inanmıyordu.
Sorun Harry'nin bulunduğu yerlerde garip şeyler olmasından kaynaklanıyordu, Dursley'lere bu olaylarda kendisinin parmağı olmadığını söylemek boşunaydı.
Bir keresinde, Harry'nin berbere gittiği gibi gelmesinden bıkan Petunia Teyze, mutfaktaki makası alıp saçlarını kesmiş, onu damdazlak bırakmıştı, "o korkunç izi örtmek için" perçemine dokunmamıştı sadece. Dudley, Harry'yi Öyle gömünce gülmekten kırılmıştı; Harry'nin de ertesi gün okulu düşünmekten gözüne uyku girmemişti, zaten o çuval gibi pantolonuyla, seloteypli gözlüğüyle dalga geçen geçeneydi. Ama ertesi sabah kalkınca saçlarını Petunia Teyze kırkmadan nasılsa, öyle bulmuştu. Saçlarımı o kadar çabuk nasıl çıktığını açıklamasına olanak yoktu, ne söylediyse dinletememiş, bir hafta dolap cezasına çarptırılmıştı.
Bir başka keresinde, Poturda Teyze ona Dudley'nin berbat mı berbat eski bir kazağını (turuncu benekli, kahverengi) giydirmeye çalışıyordu. Kafasından geçirmeye zorladıkça, kazak küçüldükçe küçülüyordu, sonunda el kadar bir kuklanın giyebileceği kadar oldu, ama Harry'ye uyması olanaksızdı. Petunia Teyze, kazağın yıkarken çektiğine karar verdi, Harry de cezalandırılmadığı için derin bir soluk aldı.
Öte yandan, okul mutfaklarının damında yakalandığı için başı adamakıllı derde girmişti. Dudley'nin çetesi her zamanki gibi onu kovalamaktaydı, Harry kendini birdenbire bacanın üstünde otururken buluvermişti, başkaları gibi o da şaşırmıştı buna. Dursley'ler, okul müdiresinden, Harry'nin damlara tırmandığını bildiren pek öfkeli bir mektup almışlardı. Harry'nin bütün yapmaya çalıştığı (kilitli dolap kapısının arkasından Vernon Enişte'ye bağırarak söylediği gibi) mutfakların önündeki çöp bidonlarının üstünden atlamaktı. Tam atlarken rüzgârın onu kaldırıp uçurduğunu düşünüyordu Harry.
Ama bugün hiçbir terslik olmayacaktı. Günü okul, dolap ya da Mrs Figgs'in lahana kokan salonu dışında bir yerde geçirmek, Dudley ve Piers'la birlikte olmaya değerdi.
Vernon Enişte, arabayı kullanırken Petunia Teyze'ye boyuna yakınıyordu. Her şeyden yakınmak hoşuna giderdi; işçiler, Harry, kurul, Harry, banka ve Harry en çok yakındığı konulardan birkaçıydı. Bu sabah motosikletlerden yakınıyordu.
Yanlarından bir motosiklet hızla geçerken, "... genç serseriler, deli gibi sürüyorlar," dedi.
Ansızın hatırladı Harry. "Düşümde bir motosiklet gördüm," dedi. "Uçuyordu."
Vernon Enişte az kalsın önündeki arabaya toslayacaktı. Arkaya dönerek Harry'ye bağırdı, suratı bıyıklı dev bir pancara dönmüştü: "MOTOSİKLETLER UÇMAZ!"
Dudley ile Piers kıkırdadılar.
"Biliyorum uçmadıklarını," dedi Harry. "Sadece bir düştü bu."
Keşke bir şey söylemeseydim diye geçirdi içinden. Dursley'leri onun soru sormasından daha çok sinirlendiren bir şey varsa, o da herhangi bir şeyin olağandışı davranışlarıyla ilgili konuşmasıydı; konu ister düş, ister çizgi film olsun, fark etmezdi - böylece onun sakıncalı düşüncelere kapılabileceğini düşünüyorlardı herhalde.
Pırıl pırıl bir cumartesiydi, hayvanat bahçesi ailelerle doluydu. Dursley'ler Dudley ile Piers'a kocaman çikolatalı dondurmalar aldılar kapıda; ama çabuk davranıp hemen uzaklaşamadılar oradan, satıcı kadın Harry'ye ne istediğini sorduğu için, ona da ucuzundan bir limonlu almak zorunda kaldılar. Pek de fena değilmiş diye düşündü Harry, bir yandan dondurmasını yalıyor, bir yandan da kafasını kaşıyan, inanılmaz derecede Dudley'ye benzeyen bir gorili seyrediyordu, bir de sarışın olsaydı tamamdı.
Harry'nin uzun süredir geçirdiği en güzel sabahtı bu. Öğle yemeğine doğru hayvanlardan sıkılmaya başlayan Dudley ile Piers yine keyfe gelip kendisini yumruklayabilirler diye, Dursley'lerin biraz ötesinde yürümeye özen gösteriyordu. Hayvanat bahçesinin lokantasında yediler yemeklerini, Dudley dondurması yeteri kadar büyük değil diye kıyameti kopardı, Vernon Enişte bir dondurma daha getirtti ona, Harry'nin de kendi dondurmasını yemesine izin verildi.
Harry bütün bunların hayra alamet olmadığını sonradan anlayacaktı.
Yemekten sonra sürüngenler bölümüne gittiler. Burası serindi, karanlıktı, duvarlar boyunca aydınlatılmış cam kafesler sıralanmıştı. Camların arkasında her çeşit kertenkele, her çeşit yılan tahta parçalarının, taşların üstünde sürünüyor, kayıyordu. Dudley ile Piers büyük zehirli kobralarla insanları sararak öldüren koca pitonları görmek istediler. Dudley oradaki en büyük yılanı hemen buldu. O kadar iriydi ki yılan, Vernon Enişte'nin arabasını iki kere sarar, onu ezerek çöp bidonuna çevirebilirdi - ama pek havasında değildi o sırada. Aslında, mışıl mışıl uyuyordu.
Dudley burnunu cama dayamış, gözlerini parıldayan kahverengi pullara dikmişti.
"Kımıldat şunu," diye uludu babasına. Vernon Enişte cama vurdu, ama yılan kılını bile kıpırdatmadı.
"Bir daha," diye buyurdu Dudley. Vernon Enişte parmaklarıyla bir daha tıklattı camı, ama yılan uyumayı sürdürdü.
Dudley, "Çok sıkıcı," diye inledi. Aradan uzaklaştı.
Harry cam kafese yanaşıp uzun uzun baktı yılana. Yılan da sıkıntıdan ölmüşse, hiç şaşırmazdı doğrusu -gün boyunca parmaklarıyla camı tıklatarak kendisini tedirgin eden ahmak insanlardan başka kimsesi yoktu ki. Bir dolabı yatak odası olarak kullanmaktan beterdi bu, orada tek ziyaretçi seni uyandırmak için kapıyı yumruklayan Petunia Teyze'ydi gerçi, ama hiç olmazsa evin içinde dolaşabilirdin.
Yılan boncuk gözlerini açtı ansızın. Usulca, çok usulca başını kaldırdı, gözleri Harry'nin gözlerinin hizasına gelinceye kadar.
Göz kırptı.
Harry gözlerini dikti ona. Sonra, bir bakan var mı diye çevresine göz attı. Bakan yoktu. O da yılana baktı sonra, göz kırptı.
Yılan kafasını Vernon Enişte'yle Dudley'ye doğru uzattı, sonra gözlerini tavana dikti. Yine Harry'ye baktı,sonra; bakışından ne dediği açıkça belliydi: "Hep aynı”
Harry, "Biliyorum," diye mırıldandı camın arkasından, yılanın kendisini işitip işitmediğini bilemiyordu. "Gerçekten pek tatsız olmalı."
Yılan coşkuyla kafasını salladı.
"Sahi, nereden geliyorsun sen?" diye sordu Harry.
Yılan kuyruğunu cam kafesin yanındaki küçük yazıya doğru uzattı. Harry baktı.
Boa Yılanı, Brezilya.
"Güzel miydi orası?"
Boa yılanı kuyruğuyla yazıyı gösterdi yine, Harry okudu: Bu örnek, hayvanat bahçesinde yetiştirilmiştir. "Haa, anladım - demek Brezilya'da hiç bulunmadın?"
Yılan başını iki yana sallarken, Harry'nin arkasında kopan bir çığlık ikisini de havalara sıçrattı. "DUDLEY! MR DURSLEY! GELİN BAKIN ŞU YILANA! NELER YAPIYOR, INANAMAYACAKSINIZI"
Dudley, yalpalaya yalpalaya, olanca hızıyla geldi.
Harry'nin kaburgalarına bir yumruk indirerek, "Çekil yoldan," dedi. Hazırlıksız yakalanmıştı Harry, beton zemine kapaklandı. Daha sonra olanlar o kadar hızlı oldu ki, kimse nasıl olduğunu bile anlayamadı - Piers ile Dudley camın önünde duruyorlardı, bir anda dehşet çığlıkları ata ak arkaya sıçradılar.
Harry doğrulup yutkundu; boa yılanının içinde bulunduğu cam kafes yok olmuştu. Dev yılan çözülmüş, yerde sürünüyordu - sürüngenler bölümündeki insanlar çığlıklar atarak kapılara doğru koşmaya başladılar.
Yılan hızla yanından geçerken, Harry onun alçak sesle fısıldadığını duydu: "Geliyorum, Brezilya... Sssağol, amigo."
Sürüngenler bölümünün bekçisi dehşet içindeydi.
"Ama cam," diyordu durmadan, "cam nereye gitti?"
Hayvanat bahçesinin yöneticisi kendi elleriyle demli, bol şekerli bir çay verdi Petunia Teyze'ye, özür üstüne özür diledi. Piers ile Dudley boyuna abuk sabuk şeyler söylüyorlardı. Harry'nin gördüğü kadarıyla, yılan onların yanından geçerken topuklarına şakayla karışık şöyle bir hamle etmişti, o kadar, ama Vernon Enişte'nin arabasına bindiklerinde, Dudley yılanın bacağını koparmak üzere saldırdığını söylüyor, Piers da kendisini boğmaya çalıştığına yemin ediyordu. Ama Harry açısından en kötüsü, Piers'ın biraz yatışınca, "Harry onunla konuşuyordu, öyle değil mi, Harry?" demesi oldu.
Vernon Enişte, Harry'ye yüklenmek için Piers evden sağ salim çıkıncaya kadar bekledi. Öylesine öfkeliydi ki, konuşamıyordu bile. "Git - dolap - kal - yemek yok," demeyi başardı, sonra da bir koltuğa yığıldı, Petunia Teyze koşup ona koca bir kadeh konyak getirmek zorunda kaldı.
Çok daha sonra Harry karanlık dolabında yatmış, keşke bir saatim olsaydı diye düşünüyordu. Saatin kaç olduğunu bilmiyordu, Dursley'lerin uyuyup uyumadıklarından da emin değildi. Onlar uyumadan önce mutfağa süzülüp bir şeyler atıştırmayı göze alamazdı.
Yaklaşık on yıldır yaşıyordu Dursley'lerle, on berbat yıl, kendini bildi bileli, bebekliğinden, annesiyle babasının bir araba kazasında öldüklerinden beri. Annesiyle babası ölürken arabada olduğunu hatırlamıyordu. Bazen, dolaptaki o uzun saatler boyunca kafasını zorlarsa, garip bir görüntü canlanıyordu: göz kamaştıran yeşil bir ışığın çakışı, alnını yakan bir acı. Herhalde araba kazasıydı bu, ama o yeşil ışığın nereden geldiğini kestiremiyordu. Annesiyle babasını ise hiç hatırlamıyordu. Teyzesiyle eniştesi söz etmezlerdi onlardan, kendisinin soru sorması ise yasaklanmıştı. Evde fotoğrafları da yoktu.
Daha küçükken, bilmediği bir akrabasının gelip kendisini götürmesini düşlerdi Harry, ama böyle bir şey hiç olmadı; tek ailesi Dursley'lerdi. Yine de, sokaktaki yabancıların onu tanıdığını düşünürdü (belki de umardı). Çok garip yabancılardı bunlar. Bir keresinde Petunia Teyze ve Dudley'yle alışverişteyken, mor silindir şapkalı ufak tefek bir adam selam vermişti ona. Petunia Teyze, adamı tanıyıp tanımadığını sormuştu öfkeyle, sonra da hiçbir şey almadan onları dükkândan çıkarmıştı. Bir keresinde de, tepeden tırnağa yeşiller içinde uçuk bir ihtiyar kadının teki otobüste neşeyle el sallamıştı. Geçen gün sokakta upuzun mor bir palto giymiş saçsız bir adam elini sıkmış, sonra da tek söz söylemeden uzaklaşmıştı. Bütün bu insanlardaki en garip özellik, Harry onlara daha yakından bakmak istediği an hemen yok olmalarıydı.
  Alıntı ile Cevapla
Old 12-10-2006, 01:19 AM   #3
GeCeLeR
Guest
 
Mesajlar: n/a
Üye No:
Cinsiyet :
Varsayılan

BÖLÜM 3 - Hiç Kimseden Mektuplar
Okulda kimsesi yoktu Harry'nin. Herkes, Dudley çetesinin çuval gibi eski elbiseler giyen, kırık gözlüklü şu tuhaf Harry Potter'dan hoşlanmadığını biliyor, kimse de Dudley çetesiyle ters düşmek istemiyordu.
Brezilyalı boa yılanının kaçışı, Harry'nin o güne kadarki en uzun cezaya çarptırılmasına yol açmıştı. Dolaptan yine çıkmasına izin verildiğinde, yaz tatili başlamış, Dudley yeni film kamerasını kırmış, uzaktan kumandalı uçağını parçalamış, yarış bisikletine bindiği ilk gün de Privet Drive'da koltuk değnekleriyle karşıdan karşıya geçen Mrs Figgs'e çarpmıştı.
Okulun sona erdiğine seviniyordu Harry, ama her gün hiç sektirmeden eve gelen Dudley çetesinden kurtulmak olanaksızdı. Piers da, Dennis de, Malcolm da, Gordon da iri ve ahmaktı, ama en irileri, en ahmakları Dudley olduğu için önder de oydu. Ötekiler, Dudley'nin en sevdiği spora, Harry-avına katılmaktan mutluluk duyuyorlardı.
İşte bu yüzden Harry çıkabildiği kadar çok çıkıyordu evden; dolaşıyor, bir umut ışığı olarak gördüğü tatil sonunu düşünüyordu. Eylül gelince ortaokula gidecekti, yaşamında ilk kere Dudley'yle olmayacaktı artık. Dudley, Vernon Enişte'nin eski okuluna, Smeltings'e yazılmıştı. Piers Polkiss de oraya gidecekti. Harry ise devlet okuluna, Stonewall High'a gidecekti. Bunun çok gülünç olduğunu düşünüyordu Dudley.
"Stonewall'da ilk gün adamın kafasını tuvalete sokuyorlar," dedi. "İstersen gel yukarı da bir deneyelim."
"İstemem, sağ ol," dedi Harry. "O zavallı tuvalete senin kafan kadar berbat bir şey girmemiştir - sokarsan içi bulanır." Sonra da, söylediklerini Dudley daha kavrayamadan tabanları yağladı.
Temmuzda bir gün, Petunia Teyze Smeltings forması almak için Dudley'yi Londra'ya götürdü, Harry'yi de Mrs Figgs'e bıraktı. Mrs Figgs her zamanki kadar kötü değildi. Anlaşıldığına göre, bacağını kedilerinden birine takılınca kırmıştı, bu yüzden de onlarla arayı bozmuştu. Harry'nin televizyon seyretmesine izin verdi, sanki birkaç yılın tadını taşıyan çikolatalı pastadan getirdi.
Dudley o akşam yeni formasını giyerek salonda aile için özel bir geçit töreni yaptı. Smeltingsli çocuklar, kestane kahverengisi frak, turuncu golf pantolonu, kayıkçı diye adlandırdıkları yassı hasır şapkalar giyerlerdi. Öğretmenler bakmadığı zaman birbirlerine vurmak için de başları topuzlu bastonlar taşırlardı. Daha sonraki yaşamları için iyi bir eğitimdi bu.
Vernon Enişte, yeni golf pantolonunun içindeki Dudley'ye bakarken, boğuk bir sesle, yaşamının en gurur duyduğu anım yaşadığını belirtti. Petunia Teyze gözyaşlarına boğuldu, karşısındakinin Tini Minicik Dudleycik olduğuna inanamadığını söyledi, ne kadar yakışıklıydı, ne kadar büyümüştü. Harry konuşmayı göze alamadı. Gülmemek için o kadar zorladı ki kendini, kaburga kemiklerimden ikisi herhalde çatlamıştır diye düşündü.
Harry ertesi sabah kahvaltı için gittiğinde mutfakta korkunç bir koku vardı. Koku, lavabonun içindeki madeni büyük bir leğenden geliyordu. Bakmaya gitti Harry. Leğen, gri bir suda yüzen, kirli paçavralara benzeyen şeylerle doluydu.
"Nedir bu?" diye sordu Petunia Teyze'ye. Soru sormaya kalktığı zaman teyzesinin dudakları nasıl kenetleniyorsa, yine öyle kenetlenmişti.
"Yeni okul forman," dedi Petunia Teyze.
Harry leğene baktı yine.
"Haa," dedi. "Bu kadar ıslatılması gerektiğini akıl edemedim."
"Saçmalama," diye patladı Petunia Teyze. "Dudley'nin eskilerini griye boyuyorum senin için. İşimi bitirince, ötekilerin formasına benzeyecek."
Bu konuda Harry'nin ciddi kuşkuları vardı, ama en iyisi tartışmamaktı. Masaya oturdu, Stonevvall High'da ilk gün neye benzeyeceğini düşünmeye koyuldu - buruşuk fil derisi giymiş gibi olacaktı herhalde.
Dudley ile Vernon Enişte, Harry'nin yeni formasından yayılan koku yüzünden burunlarını tutarak geldiler. Vernon Enişte, her zamanki gibi gazetesini açtı, Dudley de hep yanında taşıdığı Smeltings bastonunu masaya vurdu.
Mektup kutusunun açıldığını, paspasa mektupların düştüğünü duydular.
Vernon Enişte, gazetesinin arkasından, "Postayı getir, Dudley," dedi.
"Harry getirsin."
"Postayı getir, Harry."
"Dudley getirsin."
"Şuna Smeltings bastonunla bir vursana, Dudley."
Harry Smeltings bastonunu savuşturarak postayı almaya gitti. Üç şey duruyordu paspasta: Vernon Enişte'nin Wight adasında tatilini geçirmekte olan kız kardeşi Marge'dan bir kartpostal, faturaya benzer kahverengi bir zarf, bir de - Harry'ye bir mektup.
Harry mektubu aldı, gözlerini dikti ona, yüreği dev bir lastik bant gibi gerilmişti. Hiç kimse, yaşamı boyunca hiç, ama hiç kimse mektup yazmamıştı ona. Kim yazardı zaten? Arkadaşı da yoktu, başka akrabası da - üye olmadığı için, kitapları geri götürmesi konusunda kitaplıktan sert notlar da almıyordu. Ama işte, bir mektup vardı elinde, adres o kadar açıktı ki, bir yanlışlık söz konusu olamazdı:
Mr H. Potter
Merdiven altındaki Dolap
4 Privet Drive
Little Whinging
Surrey *
Sarımsı parşömenden yapılmış zarf kalındı, ağırdı, adres zümrüt yeşili mürekkeple yazılmıştı. Pul yoktu. Harry, elleri titreyerek zarfı çevirince mor balmumundan bir mühür gördü; bir arma - koca bir "H" harfinin çevresinde bir aslan, bir kartal, bir porsuk, bir de yılan.
Mutfaktan, "Hadisene, çocuk!" diye bağırdı Vernon Enişte. "Ne yapıyorsun, zarflarda bomba mı arıyorsun?" Kendi esprisine kıkırdadı.
Harry mutfağa döndü, mektuba bakıyordu hâlâ. Vernon Enişte'ye faturayla kartpostalı uzattı, oturup sarı zarfı ağır ağır açmaya koyuldu.
Vernon Enişte yırtarak açtı faturayı, nefretle homurdandı, kartpostalın arkasına baktı.
Petunia Teyze'ye, "Marge hastalanmış," diye bilgi verdi. "Tuhaf bir deniz kabuklusu yemiş..."
Dudley, "Baba!" diye seslendi ansızın. "Baba, Harry'nin elinde bir şey var!"
Harry, zarfla aynı ağırlıktaki parşömene yazılmış mektubunu açmak üzereydi ki, Vernon Enişte kâğıdı elinden kapıverdi.
Onu geri almaya çalışarak, "Benim o!" diye bağırdı Harry.
"Sana kim yazar ki?" diye burun kıvırdı Vernon Enişte, silkeleyerek tek eliyle açtı mektubu, okumaya başladı. Yüzü trafik ışıklarından daha hızlı bir biçimde kırmızıdan yeşile donuverdi. O kadarla da kalmadı. Birkaç saniye içinde bayatlamış yulaf ezmesinin gri beyazı oldu.
"P-P-Petunia!" diye kekeledi.
Dudley, okumak için mektubu kapmaya çalıştı, ama Vernon Enişte onu uzanamayacağı kadar yüksekte tutuyordu. Petunia Teyze merakla aldı mektubu, ilk satırı okudu. Bir an bayılacakmış gibi oldu. Elini boğazına götürüp hırıltılı bir ses çıkardı.
"Vernon! Aman Tanrım - Vernon!"
Gözlerini birbirlerine diktiler, Harry ile Dudley'nin odada olduklarını unutmuşlardı sanki. Dudley böyle hiçe sayılmaya alışık değildi. Smeltings bastonunu babasının kafasına tıklattı.
Yüksek sesle, "Mektubu okumak istiyorum," dedi.
Harry, "Asıl ben okumak istiyorum," dedi öfkeyle, "bana yazılmış çünkü."
Vernon Enişte, mektubu zarfına koyarak, "Dışarı, ikiniz de dışarı," diye hırıldadı.
Harry kıpırdamadı.
"MEKTUBUMU İSTİYORUM!" diye bağırdı.
Dudley, "Ben göreceğim!" diye buyurdu.
"DIŞARI!" diye kükredi Vernon Enişte, Harry ile Dudley'yi enselerinden tutup hole attı, mutfak kapısını da çarparak arkalarından kapadı. Harry ile Dudley, anahtar deliğinden kimin kulak kabartacağı konusunda korkunç, ama sessiz bir kavgaya tutuştular hemen; Dudley kazandı, Harry de, gözlüğü bir kulağından sarkmış, kapıyla yer arasındaki aralıktan içeriyi dinlemek için karnının üstüne uzandı.
Petunia Teyze, titrek bir sesle, "Vernon," diyordu, "şu adrese bak - nerede yattığını nasıl bilebilirler? Evi mi gözetliyorlar dersin?"
Vernon Enişte, aklı başından gitmiş, "Gözetliyorlardır - araştırıyorlardı - belki bizi izliyorlardır," diye mırıldandı.
"Ne yapmamız gerekiyor, Vernon? Yanıt verelim mi? Onlara yazıp istemediğimizi"
Harry, Vernon Enişte'nin parlak siyah ayakkabılarının mutfağı arşınladığım görebiliyordu.
Sonunda, "Hayır," dedi Vernon Enişte. "Hayır, umursamayacağız. Yanıt alamazlarsa... evet, en iyisi bu... hiçbir şey yapmayacağız..."
"Ama -"
"Böyle bir şey istemiyorum evde, Petunia! Onu aldığımızda yemin etmedik mi, böyle tehlikeli saçmalıklardan uzak duracağız diye?"
O akşam işten gelince, daha önce hiç yapmadığı bir şey yaptı Vernon Enişte; Harry'yi dolabında ziyaret etti.
Vernon Enişte, kapıdan bin güçlükle geçer geçmez, "Mektubum nerede?" dedi Harry. "Kim yazmış?"
"Hiç kimse. Yanlışlıkla sana yollanmış," diye kestirip attı Vernon Enişte. "Yaktım."
Harry öfkeyle, "Yanlışlık yoktu," dedi. "Benim dolabım bile yazılıydı üstünde."
"KES!" diye bağırdı Vernon Enişte, tavandan birkaç örümcek düştü. Derin derin soluk aldı, yüzüne bir gülücük yerleştirmeye çalıştı, herhalde çok acı duyuyordu bundan.
"Şey - evet, Harry - şu dolap. Teyzenle ben düşünüyorduk da... artık içine sığmayacak kadar büyüdün... Dudleynin ikinci yatak odasına taşınsan fena olmayacak."
"Neden?" dedi Harry.
Eniştesi, "Soru sorma!" diye kestirip attı. "Şu eşyalarını yukarı götür, hemen."
Dursley'lerin evinde dört yatak odası vardı: biri Vernon Enişte'yle Petunia Teyze'nin, biri konuklar (genellikle Vernon Enişte'nin kardeşi Marge) için, biri Dudley'nin yattığı, biri de Dudley'nin ilk yatak odasına sığmayan oyuncaklarını, eşyalarını koyduğu oda. Harry'nin, nesi var nesi yoksa dolaptan bu odaya taşıması için tek sefer yetti. Yatağa oturdu Harry, çevresine bakındı. Buradaki aşağı yukarı her şey kırılmıştı. Bir aylık kamera, Dudley'nin bir zamanlar komşu köpeği ezdiği küçük tankın üstündeydi; köşede ilk televizyonu duruyordu Dudley'nin, en sevdiği program yayınlanmayınca bir tekmeyle parçalamıştı onu; koca bir kuş kafesi vardı, Dudley içindeki papağanı okula götürüp bir havalı tüfekle değiş tokuş etmişti, tüfek raftaydı, ucu, Dudley üstüne oturduğu için, eğrilmişti. Öteki raflar kitap doluydu. Odada dokunulmamışa tek benzeyen şeyler onlardı.
Aşağıdan Dudley'nin annesine bağıran sesi geliyordu: "Onu orada istemiyorum... o oda bana gerekli... çıkarın onu..."
Harry iç çekip yatağa uzandı. Daha dün, burada olmak için neler vermezdi. Bugün ise burada olmaktansa, o mektupla dolabında olmayı yeğ tutardı.
Ertesi sabah kahvaltıda herkes oldukça sessizdi. Dudley şoktaydı. Çığlıklar atmış, babasına Smeltings bastonuyla vurmuş, kendini zorlayarak kusmuş, annesini tekmelemiş, kaplumbağasını seraya fırlatmış, ama odasını geri alamamıştı. Harry dün bu zamanlan düşünüyordu, keşke mektubu holde açmış olsaydı. Vernon Enişte ile Petunia Teyze düşünceli düşünceli birbirlerine göz atıyorlardı.
Posta geldiğinde, Harry'ye iyi davranmaya çalışan Vernon Enişte, mektupları almaya Dudley'yi yolladı. Holden geçerken Smeltings bastonunu her şeye indirdi Dudley. Sonra bağırdı: "Bir tane daha! Mr H. Potter, En Küçük Yatak Odası, 4 Privet Drive -"
Sanki boğazlanıyormuş gibi bir çığlık attı Vernon Enişte, yerinden fırlayıp hole koştu, Harry de peşinden. Vernon Enişte mektubu alabilmek için Dudley'le güreşip onu yere yatırmak zorunda kaldı, doğrusu biraz güç oldu bu, çünkü Harry de Vernon Enişte'nin arkasına dolanıp boğazına sarılmıştı. Bir dakika kadar süren, herkesin Smeltings bastonundan nasibini aldığı o kör-dövüşü sonunda, Vernon Enişte soluk soluğa doğruldu, elinde Harry'nin mektubu vardı.
Harry'ye, "Doğru dolaba - yani, yatak odana," diye gürledi. "Dudley - git - sadece git."
Harry yeni odasını arşınladı da arşınladı. Dolaptan taşındığını biliyordu birileri, ilk mektubu almadığını da biliyorlardı sanki. Öyleyse bir daha denerlerdi mutlaka. Bu keresinde başarıya ulaşılmalıydı artık. Bir plan yaptı.
Onarılmış çalar saat ertesi sabah altıda çaldı. Harry hemen kapattı onu, sessizce giyindi. Dursleyleri uyandırmamalıydı. Işıkların hiçbirini yakmadan aşağı süzüldü.
Postacıyı Privet Drive'ın köşesinde bekleyecek, dört numaranın mektuplarını alacaktı önce. Karanlık holde usulca ön kapıya doğru yürürken yüreği gümbürdüyordu.
"AAAAAHHHHH!"
Havaya sıçradı Harry - paspasta kocaman, yumuşak bir şeye basmıştı - canlı bir şeye!
Yukarıda ışıklar yandı, Harry o kocaman yumuşak şeyin eniştesinin yüzü olduğunu fark etti dehşetle. Vernon Enişte, sokak kapısının dibinde, bir uyku tulumunda yatıyordu - besbelli Harry'nin kafasından geçeni yapmasına engel olmak için. Yarım saat kadar bağırdı Harry'ye, sonra da gidip çay yapmasını söyledi. Harry, süngüsü düşük, mutfağa gitti, döndüğünde posta gelmişti, Vernon Enişte'nin kucağında duruyordu. Harry, yeşil mürekkeple yazılmış üç zarf gördü.
"Bana verin -" diye söze başladı, ama Vernon Enişte onun gözleri önünde mektupları yırttı, paramparça etti.
Vernon Enişte o gün işe gitmedi. Evde kalıp posta kutusunu çiviledi.
Ağzı çivi dolu, "Anlıyorsun ya," diye açıklama yaptı Petunia Teyze'ye, "mektupları yerine ulaştıramazlarsa, bu işten vazgeçerler."
"Bunun işe yarayacağını pek sanmıyorum, Vernon."
Vernon Enişte, "Bu insanların kafası garip biçimde çalışır, Petunia; sana bana benzemezler," dedi; bu arada, Petunia Teyze'nin getirdiği bir dilim meyveli pastayla çivi çakmaya çalışıyordu.
Cuma günü on iki mektup geldi Harry'ye. Posta kutusundan geçmedikleri için, kapının altından atılmış, kenarlanndan itilmiş, birkaçı da alt kattaki tuvaletin penceresinden tıkıştırılmıştı.
Vernon Enişte evde kaldı yine. Bütün mektupları yaktıktan sonra eline bir çekiç aldı, kimse dışarı çıkamasın diye ön kapıyı da, arka kapıyı da tahtalarla bir güzel çiviledi. Çalışırken "Tiptoe through the Tulips'i mırıldanıyor, en ufak bir gürültüde yerinden hopluyordu.
Cumartesi işler çığırından çıkmaya başladı. Harry'ye yazılmış yirmi dört mektup sızdı evin içine; bunlar, kıvrılarak, şaşkın sütçünün salon penceresinden Petunia Teyze'ye uzattığı iki düzme yumurtanın içlerine tek tek yerleştirilmişti Vernon Enişte postaneyle mandıraya zehir zemberek telefonlar edip dert anlatacak bir yetkili bulmaya çalışırken, Petunia Teyze mektupları mikserde bir güzel parçaladı.
Dudley, Harry'ye, "Seninle konuşmak için kim böyle yırtınır ki"' diye sordu şaşkınlıkla.
Pazar sabahı, Vernon Enişte kahvaltı masasına oturduğunda yorgun, biraz da hasta görünüyordu, ama mutluydu.
Gazetelerine marmelat bulaştırırken, mutluluk içinde, "Pazarları posta gelmez," diye hatırlattı ötekilere, "bugün kahrolası mektuplar yok -"
O anda bir şey vınlayarak indi mutfak bacasından, Vernon Enişte'nin ensesine kondu. Hemen arkasından, şömineden otuz kırk kadar mektup kurşun gibi yağdı. Dursley'ler kaçacak delik aradılar, ama Harry mektuplardan birini yakalamak için sıçradı -
"Dışarı! DIŞARI!"
Vernon Enişte, Harryy'i belinden kavrayıp hole attı. Petunia Teyze'yle Dudley de kollarım yüzlerine siper edip dışarı fırladıktan sonra Vernon Enişte kapıyı çarparak kapadı. Odaya hâlâ mektup yağdığı duyuluyordu dışarıdan; duvarlara, yere boyuna mektuplar çarpıyordu.
"Yetti artık," dedi Vernon Enişte, konuşurken sakin olmaya çalışıyor, ama bir yandan da bıyığını yoluyordu. "Hepiniz beş dakika içinde burada olacaksınız, derlenip toparlanın. Gidiyoruz. Bir iki elbise alın sadece. Tartışma istemiyorum!"
Yarım bıyıkla öylesine tehlikeli biri gibi duruyordu ki, kimse ağzını açmayı göze alamadı. On dakika sonra tahtalarla çivilenip kapatılmış kapıların dışında, arabadaydılar, otoyola ilerliyorlardı hızla. Dudley arka koltukta burnunu çekip duruyordu; televizyonunu, videosunu ve bilgisayarını spor çantasına tıkıştırırken babası onu görmüş, kendilerini beklettiği için de kafasına yumruğu indirmişti.
Uzaklaştılar. Uzaklaştıkça uzaklaştılar. Petunia Teyze bile nereye gittiklerini sormaya cesaret edemiyordu. Vernon Enişte arada bir direksiyonu kırıyor, bir sure ters yönde ilerliyordu.
Ne zaman bunu yapsa, "Savuştur şunları... savuştur şunları," diye mırıldanıyordu.
Bütün gün ne yemek ne içmek için durdular. Gece çöktüğünde Dudley ulumaktaydı artık. Kendim bildi bileli böyle berbat bir gün geçirmemişti. Karnı acıkmıştı, görmek istediği beş televizyon programını kaçırmıştı, üstelik bilgisayarında hiç uzaylı öldürmeden bu kadar uzun süre geçirmemişti.
Vernon Enişte, sonunda büyük bir kentin dışlarında kasvetli bir otelin önünde durdu. Dudley ile Harry nemli çarşaflan küf kokan çift yataklı bir odayı paylaştılar. Dudley horul horul uyudu, ama gözünü bile kırpmadı Harry, pencerenin kenarına oturup geçen arabaların ışıklarına baktı, uzun uzun düşündü...
Ertesi sabah kahvaltıda bayat mısır gevreğiyle kızarmış ekmek üstünde buz gibi konserve domates yediler. Tam kahvaltıyı bitirmişlerdi ki, otel sahibesi geldi masalarına.
"Özür dilerim, içinizde Mr H. Potter var mı? Bunlardan aşağı yukarı yüz tane geldi, hepsi resepsiyonda."
Bir mektup uzattı, yeşil mürekkeple yazılmış adresi okudular:
Mr H. Potter Oda 17 Railviezv Oteli Cokezvorth
Harry mektubu kapmak için uzandı, ama Vernon Enişte elini itti onun. Kadın şaşkınlıkla baktı.
Hemen ayağa fırladı Vernon Enişte, "Ben alırım onları," dedi, kadım izleyerek yemek odasından çıktı.
Saatler sonra, Petunia Teyze, çekinerek, "Eve gitsek daha iyi olmaz mı, sevgilim?" önerisinde bulundu, ama Vernon Enişte onu duymamışa benziyordu. Tam ne aradığını kimse bilmiyordu. Bir ormanın ortasına götürdü onları, çıktı, çevresine bakındı, başını salladı, arabaya girdi, yola koyuldular yine. Aynı şey sürülmüş bir tarlanın ortasında, bir asma köprünün yarısında, çok katlı bir otoparkın tepesinde de oldu.
O gün öğleden sonra, Petunia Teyze'ye, sıkıntılı sıkıntılı, "Babam çıldırdı, öyle değil mi?" diye sordu Dudley. Vernon Enişte arabayı kıyıya çekmiş, hepsini içeriye kilitlemiş, ortadan yok olmuştu.
Yağmur dindi. Koca koca damlalar düşüyordu arabanın üstüne. Dudley zırlamaya başladı.
"Bugün pazartesi," dedi annesine. "Akşama Büyük Humberto var. Televizyonlu bir yerde kalmak istiyorum."
Pazartesi. Bu bir şey hatırlattı Harry'ye. Bugün pazartesiyse -televizyondan ötürü gün saymakta güvenilir biriydi Dudley- yarın salıydı, Harry’nin on birinci doğum günü. Tabii pek de eğlenceli geçmezdi onun doğum günleri - geçen yıl armağan olarak Dursley'ler bir elbise askısıyla Vernon Enişte'nin bir çift eski çorabını vermişlerdi ona. Yine de insan her gün on birine basmazdı ki.
Vernon Enişte döndü, gülümsüyordu. İnce uzun bir paket vardı elinde, Petunia Teyze ne aldığını sorunca da yanıt vermedi.
"Uygun yeri bulduk!" dedi. "Hadi! Herkes dışarı!"
Arabanın dışı çok soğuktu. Vernon Enişte denize uzanan kocaman kaya gibi bir şeyi gösteriyordu. Kayanın tepesine de insanın hayal bile edemeyeceği kadar berbat bir baraka yerleştirilmişti. Orada televizyon olmadığı kesindi.
Vernon Enişte, neşeyle ellerini çırparak, "Bu gece fırtına çıkacakmış!" dedi. "Bu bey de incelik gösterip kayığını ödünç vermeye razı oldu."
Sallana sallana dişsiz bir ihtiyar geldi yanlarına, azıcık dalgasını geçermiş gibi sırıtarak, aşağılarda de-mir-grisi suda yalpalayıp duran eski bir kayığı gösterdi.
"Yetecek kadar erzak aldım," dedi Vernon Enişte, "hadi bakalım, doğru tekneye!"
Kayık buz gibiydi. Enselerinden soğuk köpükler ve yağmur giriyor, yüzlerine iliklere işleyen bir rüzgâr çarpıyordu. Kayaya vardıklarında aradan saatler geçmişti sanki, Vernon Enişte tökezleyip kayarak kırık dökük kulübeye götürdü onları.
İçerisi korkunçtu; yosun kokusu sarmıştı her yanı, rüzgâr tahta duvarlar arasındaki boşluklardan vızıldıyordu; şömine ıslaktı, boştu. Sadece iki oda vardı.
Vernon Enişte'nin erzakı çıka çıka adam başına birer paket gevrekle dört muz çıktı. Ateş yakmaya çalıştı Vernon Enişte, ama boş gevrek paketleri sadece tütüp büzülüverdi.
"Şimdi o mektuplar olmalıydı ki!" dedi neşeyle.
Keyfi pek yerindeydi. Besbelli, bu fırtınalı havada kimsenin kalkıp da oraya mektup getirebileceğini sanmıyordu. Harry de öyle düşünüyordu, ama hiç de hoşuna gitmiyordu bu.
Gece çöktü, beklenen fırtına patladı. Dev dalgaların köpükleri kulübenin duvarlarını sırılsıklam etti, azgın rüzgâr köhne pencereleri sarsmaya başladı. Petunia Teyze ikinci odada birkaç küflü battaniye bulmuştu, güvelerin kemirdiği kanepede Dudley'ye yatak yaptı. Vernon Enişte'yle yandaki eğri büğrü yatağa gittiler, Harry de yerin en yumuşak yerini bulup en ince, en eski battaniyenin altına büzülmeye bırakıldı.
Gece ilerledikçe fırtına da azıyor, kuduruyordu. Harry'nin gözü uyku tutmuyordu. Titriyordu Harry, yerine daha rahat yerleşmeye çalışıyordu; karnı da açlıktan gurulduyordu. Gece yarısına doğru başlayan gök gürültüleri, Dudley'nin horultusunu bastırdı. Dudley'nin kanepenin yanından sarkan tombul bileğindeki saatin ışıklı kadranı, on dakika sonra on bir yaşma basacağım söyledi Harry'ye. Yattığı yerde, doğum gününün tiktaklarla yaklaşmasını seyrederken, Dursley'lerin bunu hatırlayıp hatırlamayacaklarını düşündü Harry, bir de o mektupları yazanın şimdi nerede olduğunu.
Beş dakika sonra tamam. Dışarıda bir çatırtı duydu Harry. Çatı mı çöküyordu acaba? Çökse azıcık ısınırdı. Dört dakika kaldı. Belki de Privet Drive'daki ev mektuplarla dolmuştu, döndüklerinde ne yapar eder, birini yürütürdü.
Üç dakika kaldı. Kayaya böyle vuran, deniz miydi? Ya (iki dakika kaldı) o tuhaf gıcırtı da neydi öyle? Kaya parçalanıp denize mi gömülüyordu?
Bir dakika sonra on birine basacaktı. Otuz saniye... yirmi... on - dokuz - Dudley'yi uyandırsa mıydı acaba, keyfini kaçırmak için - üç - iki - bir -
BUMM.
Kulübe tepeden tırnağa sarsıldı, Harry doğrulup kapıya dikti gözlerini. Biri vardı dışarıda, girmek için kapıya vuruyordu.
  Alıntı ile Cevapla
Old 12-10-2006, 01:20 AM   #4
GeCeLeR
Guest
 
Mesajlar: n/a
Üye No:
Cinsiyet :
Varsayılan

BÖLÜM 4 - Anahtarların Bekçisi

BUMM. Yine vurdular kapıya. Dudley sıçrayarak uyandı.
Şapşal şapşal, 'Top mu atıyorlar?" diye sordu.
Arkalarında bir çatırtı oldu, Vernon Enişte odaya daldı. Bir tüfek vardı elinde - getirdiği o ince uzun paketin içinde ne olduğunu da böylece öğrenmiş oldular.
"Kim var orada?" diye bağırdı. "Uyarıyorum seni -silahım var!"
Bir sessizlik oldu. Sonra -
KÜÜT!
Öylesine hızla vuruldu ki kapı, menteşelerinden sökülüp kulakları sağır edici bir gümbürtüyle yere düştü.
İnsan azmanı dev gibi biri duruyordu kapıda. Yüzü yeleye benzer uzun saçlarıyla, sarmaş dolaş sakalıyla neredeyse bütün bütüne örtülmüştü; o kadar saç sakalın arasından siyah böcekler gibi parıldayan gözleri görülebiliyordu sadece.
Dev bin güçlükle kulübeye girdi, eğilince bile kafası tavana değiyordu. Çömeldi, kapıyı alıp kolayca yerine taktı. Dışarıda fırtınanın sesi biraz kesilmişti. Dönüp odadakilere baktı teker teker.
"Şimdi bir fincan çay olaydı, ha? Bu yolculuk beni duman etti..."
Dudley'nin korkudan donakaldığı kanepeye doğru yürüdü.
"Toparlan azıcık, yağ tulumu," dedi yabancı.
Dudley inleyerek koştu, annesinin arkasına saklandı; annesi de, dehşet içinde çömelmiş, Vernon Enişte'nin arkasına geçmişti.
"Haa, işte Harry!" dedi dev.
Harry başını kaldırıp yırtıcı, yabani, karanlık yüzüne baktı onun, böceğe benzer gözlerin keyifle ışıdığını gördü.
"Seni son gördüğümde minicik bir bebektin," dedi dev. "Babana benziyorsun tıpkı, ama gözlerini annenden almışın."
Vernon Enişte hışırtıya benzer garip bir ses çıkardı.
"Hemen buradan gitmenizi istiyorum, efendim!" dedi. "Her şeyi kırıp döküyorsunuz!"
"Off, kapa çeneni, Dursley, koca muşmula," dedi dev. Kanepenin arkasına uzandı, tüfeği Vernon Enişte'nin elinden aldı, sanki lastikten yapılmış gibi kolayca büküverdi onu, odanın bir köşesine fırlatıp attı.
Vernon Enişte garip bir ses daha çıkardı, kuyruğuna basılmış bir fare gibi.
Sırtım Dursley'lere dönerek, "Neyse - Harry," dedi dev, "doğum günün kutlu olsun. Bir şey getirdim belki üstüne oturmuşumdur, ama nasıl olsa tadı değişmemiştir."
Siyah paltosunun iç cebinden hafifçe ezilmiş bir kutu çıkardı. Harry titreyen parmaklarla açtı onu. içinde kocaman, yapış yapış çikolatalı bir pasta vardı, üstüne de yeşil kremayla Mutlu Yıllar Harry yazılmıştı.
Harry başını kaldırıp deve baktı. Teşekkür ederim demek istiyordu, ama kelimeler boğazında bir yerlerde kayıplara karışmıştı sanki, onun yerine, "Sen kimsin?" dedi.
Dev kıkırdadı.
"Doğru, kendimi tanıtmadım. Ben Rubeus Hagrid. Hogwarts'ta Anahtarların ve Toprakların Bekçisi."
İnanılmaz büyüklükte elini uzattı, Harry'nin bütün kolunu sıktı.
Ellerini ovuşturarak, "Eh," dedi, "çaya gelmedi mi sıra? Şu anda çayın yerini başka bir şey tutamaz."
Büzüşmüş gevrek paketlerinin durduğu ocağa ilişti gözleri, burnunu çekerek homurdandı. Şömineye eğildi; ne yaptığını göremiyorlardı onun, ama bir saniye sonra geri çekildi dev, ocakta gürül gürül alevler yükseldi. Islak kulübeyi titrek bir ışık doldurdu; Harry, sanki sıcak bir banyoya girmiş gibi, tepeden tırnağa ısınıverdi.
Dev, ağırlığı altında ezilen kanepeye oturdu yeniden, paltosunun cebinden bin bir türlü şey çıkarmaya başladı: bakır bir güğüm, bir paket ezilmiş sosis, bir maşa, bir çaydanlık, kenarları kırık birkaç bardak, çay yapmaya başlamadan önce bir fırt çektiği kehribar rengi sıvıyla dolu bir şişe. Kısa sürede kulübe sosis cızırtısıyla, kokusuyla doldu. Kimse ağzını açmadı dev çalışırken, ama tombul, yağlı, hafifçe yanmış ilk altı sosisi maşayla alırken, Dudley şöyle bir kıpırdadı. Vernon Enişte, "Vereceği hiçbir şeye elini bile sürmeyeceksin, Dudley," dedi sert sert.
Dev belli belirsiz kıkırdadı.
"Zaten o pasta göbekli oğlun şişeceği kadar şişmiş, Dursley, kafanı takma."
Harry'ye uzattı sosisleri; Harry öylesine açtı ki, daha önce ağzına bu kadar lezzetli bir şey koymamış gibi geldi ona; yine de gözlerini devden ayıramıyordu. Sonunda baktı ki, kimsenin bir şey söylediği yok, "Özür dilerim, ama gerçekten kim olduğunuzu hâlâ bilmiyorum," dedi.
Dev, çaydan bir yudum alıp elinin tersiyle ağzını sildi.
"Hagrid de bana, herkes öyle der. Söyledimdi ya, Hogwarts Anahtarlarının Bekçisiyim. Hogwarts'ı biliyorsun elbet."
"Şey - hayır," dedi Harry.
Hagrid şaşakaldı.
Hemen, "Özür dilerim," dedi Harry.
"Özür mü dilersin?" diye kükredi Hagrid, gölgelere büzülmüş Dursley'lere dikti gözlerini. "Asıl onlar özür dilesin! Mektuplarının eline geçmediğini biliyordum, ama Hogwarts'ı bilmediğin aklımın ucundan bile geçmediydi! Annenle babanın her şeyi nerede öğrendiğini hiç düşünmedi miydin?"
"Nasıl her şeyi?" diye sordu Harry.
"NASIL HER ŞEYİ Mİ?" diye gürledi dev. "Dur bir dakika!"
Ayağa fırladı. O öfkeli haliyle bütün kulübeyi kaplamış gibiydi. Dursley'ler duvar dibine sinmişlerdi korkuyla.
Dev, "Yani siz şimdi," diye kükredi, "bu çocuğun -bu çocuğun! - hiçbir şey bilmediğini mi söylüyorsunuz - HİÇBİR ŞEY?"
Harry ipin ucunun biraz kaçtığını düşündü. Ne de olsa okula gidiyordu, notlan da hiç fena sayılmazdı.
"Birtakım şeyleri biliyorum," dedi. "Toplama çıkarma gibi şeyleri pekâlâ yapabilirim."
Ama Hagrid elini şöyle bir salladı havada, "Bizim dünyamız hakkında yani," dedi. "Senin dünyan. Benim dünyam. Ana-babanın dünyası."
"Ne dünyası?"
Hagrid patlamak üzereydi sanki.
"DURSLEY!" diye gürledi.
Bembeyaz kesilmiş Vernon Enişte, "Şey... mey" gibisinden bir şeyler mırıldandı. Harry'ye şaşkınlıkla baktı Hagrid.
"Ana babanı biliyorsundur elbet," dedi. "Ünlü kişiler onlar. Sen de ünlüsün."
"Ne? Annemle - annemle babam ünlü müydü yani?"
"Bildiğin yok... bildiğin yok..." Hagrid deli deli bakışlarını Harry'ye dikti, parmaklarını saçlarından geçirdi.
"Kim olduğunu bilmiyor musun?" dedi sonunda.
Vernon Enişte sesine kavuştu birdenbire.
"Dur!" diye buyurdu. "Dur bakalım efendi! Çocuğa bir şey söylemeni yasaklıyorum!"
Vernon Dursley'den daha yüreklisi bile, Hagrid'in kendisine bakışından tir tir titrerdi; Hagrid konuştuğunda, söylediğinin her hecesi öfkeyle zangırdıyordu.
"Demek hiç söylemediniz ona? Dumbledore'un bıraktığı mektupta yazılanları anlatmadınız? Oradaydım ben! Dumbledore'un bıraktığını kendi gözlerimle gördüm, Dursley! Demek bunca yıl ondan sakladınız?"
Harry, "Ne sakladılar benden?" diye sordu merakla.
Vernon Enişte, telaşla, "DUR! YASAKLIYORUM SANA!" diye bağırdı.
Petunia Teyze'nin korkudan nefesi tıkandı.
"Ne halt ederseniz edin, ikiniz de," dedi Hagrid. "Harry - sen bir büyücüsün."
Kulübeye sessizlik çöktü. Sadece uğuldayan rüzgârla denizin sesi duyuluyordu şimdi. Soluğunu tutarak, "Neyim?" dedi Harry.
Hagrid, artık daha da çöken, daha da inildeyen kanepeye oturarak, "Büyücüsün elbet," dedi, "azıcık eğitilirsen hem de kralı olursun. Öyle bir ana baba her çocuğa nasip olmaz! Eh, artık şu mektubunu okumanın vakti geldi."
Harry sarımsı zarfı almak için elini uzatabildi sonunda; üstünde zümrüt yeşili mürekkeple Mr H. Potter, Giriş Katı, Kayalar üstündeki Kulübe, Deniz yazılıydı. Mektubu çıkarıp okudu:
HOGWARTS CADILIK VE BÜYÜCÜLÜK OKULU
Müdür: Albus Dumbledore
'Merlin Nişanı, Büyük Usta, Yüksek Cadı, Baş Sihirbaz, Yüce Başbuğ, Uluslararası Büyücüler Konfed.
Sayın Mr Potter,
Hogvarts Cadılık ve Büyücülük Okulu'nda yerinizin ayrılmış olduğunu size bildirmekten mutluluk duymaktayız. Gerekli kitap ve gereçlerin listesi ilişikte sunulmuştur.
Ders yılı ı Eylülde başlamaktadır. Baykuşunuzu 31 Temmuz'dan önce göndermenizi dileriz.
Sevgilerimizle,
Minerva McGonagall Müdür Yardımcısı
Harry'nin kafasında havai fişekler gibi patlamaya başladı sorular; önce hangisini soracağına karar veremiyordu. Birkaç dakika sonra, kekeleyerek, "Ne demek bu, baykuşumu bekliyorlar ne demek?" diye sorabildi.
"Vay canına, şimdi aklıma geldi," diye bağırdı Hagrid, elini alnına öyle bir vurdu ki, bu vuruşla bir atlı arabayı devirebilirdi; paltosunun içindeki bir başka cepten bir baykuş -gerçek, canlı, azıcık perişan görünüşlü bir baykuş-, uzun bir tüy kalem, bir tabaka da parşömen kâğıdı çıkardı. Dili dişlerinin arasında, birkaç satır çizik-tirdi; Harry tepesinden bakarak tersten okudu:
Sayın Mr Dumbledore,
Harry'nin mektubu verildi. Yarın onu alacaklarını almaya götürüyorum. Hava felaket. Umarım iyisinizdir. Hagrid
Hagrid notu kıvırdı, baykuşun gagasına tutuşturdu, kapıya gidip fırtınaya attı baykuşu. Sonra dönüp sanki telefonla konuşmak gibi sıradan bir iş yapmışça-sına oturdu.
Harry ağzının bir karış açık olduğunu fark etti, hemen kapattı onu.
"Nerede kalmıştım?" dedi Hagrid, ama o anda Vernon Enişte, yüzü hâlâ kül rengi, şöminenin ışığına yaklaştı öfkeyle.
"Gitmiyor," dedi.
Hagrid homurdandı.
"Görelim bakalım, senin gibi şişko bir Muggle onu nasıl durduracakmış?" dedi.
Harry, ilgiyle, "Bir ne?" dedi.
"Bir Muggle," dedi Hagrid. "Onun gibi büyü-dışı insanlara öyle deriz biz. Sende de amma talih varmış ya, ömrümde gördüğüm en su katılmamış Muggle ailesinde büyümüşün."
Vernon Enişte, "Onu aldığımızda, bütün bu saçmalıklara son vereceğimize yemin etmiştik," dedi, "onu bundan sıyıracağımıza! Sihirbazlık denen şeyden!"
"Biliyordunuz öyleyse!" dedi Harry. "Sihirbaz olduğumu siz de biliyor muydunuz?"
Petunia Teyze, ansızın, "Biliyorduk!" diye bağırdı. "Biliyorduk*. Tabii biliyorduk! O hınzır kardeşim başka bir şey miydi yani! Sen ne olacaktın! O da bir mektup aldı böyle, sonra ortadan yok olup oraya gitti -okul dedikleri yere-, tatillerde geliyordu eve, cepleri kurbağa yavrularıyla dolu, çay fincanlarını fareye çeviriyordu. Onu olduğu gibi, garip bir yaratık olarak gören tek kişi bendim! Ama annemle babama sorarsanız, yere göğe koyamadıkları Lilydi o, ailede bir cadı olmasından gurur duyuyorlardı!"
Derin bir soluk almak için durdu, sonra içini boşaltmayı sürdürdü. Anlaşılan bütün bunları söylemek için yıllardır bekliyordu.
"Sonra Potter'la tanıştı okulda, kaçıp evlendiler, sen doğdun, biliyordum senin de onlar gibi olacağını, onlar gibi tuhaf, onlar gibi - anormal - sonra da, bağışla beni, gitti kendini havaya uçurttu, sen de başımıza kaldın!"
Harry bembeyaz kesilmişti. Bir şey söyleyecek gücü bulur bulmaz, "Havaya mı uçurttu?" dedi. "Araba kazasında öldüklerini söylemiştiniz bana!"
"ARABA KAZASI, HA?" diye kükredi Hagrid, Öylesine öfkeyle fırlamıştı ki yerinden, Dursley'ler köşelerine sindiler yine. "Lily'yle James Potter araba kazasında ölecek kişiler mi? Saçmalık bu! Palavra! Bizim dünyamızda herkes onu biliyor, ama daha Harry'nin kendi geçmişinden bile haberi yok!"
Harry, "Niye? Ne oldu?" diye sordu hemen.
Hagrid'in yüzündeki öfke silindi. Ansızın bir endişe aldı onun yerini.
Alçak, üzgün bir sesle, "Bunu beklemiyordum," dedi Hagrid. "Dumbledore söylediydi zaten, sana ulaşmak güç olacak dediydi, hiçbir şeycik de bilmediğini söylediydi. Ah, Harry, bunu dosdoğru anlatacak adam ben miyim, bilemiyorum - ama biri çıkıp anlatmalı -bir şey bilmeden de Hogwarts'a gidemezsin." Dursley'lere ters ters baktı.
"Eh, anlatacağım kadarını öğrenirsin hiç olmazsa -ama bak, her bir şeyi de anlatamam, koskoca bir esrar bu, bir kısmı..."
Oturdu, ateşe baktı birkaç saniye, sonra, "Sanırım," dedi, "her şey bir adamla başlıyor, ad. - olacak iş değil, adından haberin bile yok, dünyada herkes biliyor onu -" "Kimi?"
"Şey - mecbur kalmadıkça adını ağzıma almam. Kimse almaz." "Neden?"
"Hoppala! İnsanlar hâlâ korkuyor, Harry. Vay canına, amma zormuş bu. Neyse, bir büyücü vardı... sapıttı. Ama tam sapıttı. Daha da beter. Beterin beteri. Adı..."
Hagrid yutkundu, ama tek kelime çıkmadı ağzından.
Harry, "İstersen yaz," diye önerdi. "Yok - beceremem. Peki - Voldemort." Hagrid ürperdi. "Adını söyletme bir daha. Neyse, bu - bu büyücü, aşağı yukarı yirmi yıl oluyor, kendine yandaş aramaya koyuldu. Buldu da - kimi korkuyordu, kimi de onun gücünden bir parça kapmaya bakıyordu. Güçlüydü güçlü olmasına. Karanlık günler, Harry. Kime güveneceğini bilmiyordun, tanımadığın cadılara, büyücülere açılmayı göze alamıyordun... Korkunç şeyler oldu. Her şeyi ele geçiriyordu. Kimileri karşı k oydu elbet - onları da öldürdü. Canavarlık. Tek güvenilir yerlerden biri Hogwarts'tı. Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen'in korktuğu tek adam Dumbledore'du. Okulu ele geçirmeyi göze alamadı, o sırada göze alamadı diyelim
"Senin ana baban görüp göreceğin en esaslı büyücülerdendi. Hogwarts'ın en parlak öğrencileriydi onlar! İşin esrarı da burada zaten, Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen belki de bu yüzden onlara hiç mi hiç yanaşamadı... ikisinin de Dumbledore'a yakın olduğunu, Karanlık Van'la bir alışverişleri olmadığım biliyordu herhalde.
"Belki de onları kandırırım diye düşürdü... belki de yolundan çekilsinler istiyordu. Herkesin tek bildiği, on yıl önce Cadılar Bayramı'nda, senin de yaşadığın köye damlamasıydı. Bir yaşındaydın sen. Evinize geldi, sonra da - sonra da -"
Hagrid kirli mi kirli, leke içinde bir mendil çıkardı ansızın, sis düdüğüne benzer bir sesle sümkürdü.
"Özür dilerim," dedi. "Ama acı bir şey bu - ana babanı tanırım, onlardan iyisini bulamazdın dünyada -her neyse -
"Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen onları öldürdü. Sonra da -asıl esrar burada işte- seni de öldürmeye kalktı. Temiz iş yapmak istiyordu herhalde ya da adarı öldürmek hoşuna gidiyordu. Ama beceremedi. Alnındaki o izi hiç merak ettin mi? Sıradan bir kesik değil o. Güçlü bir kötülük dokundu muydu olur - ana babanın, evinizin bile icabına baktı - ama sana dokunamadı, bu yüzden ünlüsün, Harry. Birini öldürmeyi aklına koysun, o kimse sağ kalamazdı, bir tek sen yaşadın, zamanın en iyi cadılarını, büyücülerini öldürdü - McKinnon'ları, Bone'lan, Prewett'ları - sen ise bir bebektin daha, sağ kaldın."
Harry'nin kafası dayanılmaz acılar içindeydi şimdi. Hagrid'in anlattıkları sona ererken, o göz kamaştırıcı yeşil ışığın çaktığını gördü yine, daha önce hatırlamadığı kadar açık biçimde - bir şey daha hatırladı, kendini bildi bileli ilk kere - tiz, soğuk, zalim bir kahkahayı.
Hagrid üzüntüyle ona bakıyordu.
"O yıkık evden ben kendim çıkardım seni, Dumbledore'un buyruğuyla. Seni bu salaklara getirdim..."
"Hepsi palavra," dedi Vernon Enişte. Harry sıçradı, Dursley'lerin orada olduklarını unutmuştu sanki. Vernon Enişte cesaretini toplamışa benziyordu. Hagrid'e bakıyordu öfkeyle, yumruklarını sıkmıştı.
"Şimdi beni dinle, çocuk," diye homurdandı. "Sende garip bir şey olduğunu ben de kabul ediyorum, adamakıllı bir sopa bunun hakkından gelirdi belki - annenle baban için anlatılanlar ise... evet, acayip kişilerdi onlar, bunu yadsımanın bir anlamı yok, bana sorarsan, dünya onlar sız daha iyi - akıllarına eseni yaptılar, o garip büyücüler arasına karıştılar - tam da düşündüğüm gibi oldu, böyle karanlık bir sonla karşılaşacaklarını hep biliyordum -"
O anda kanepeden fırladı Hagrid, paltosunun içinden eski püskü pembe bir şemsiye çıkardı. Onu Vernon Enişte'ye kılıç gibi sallayarak, "Ayağım denk al, Dursley -" dedi, "ayağını denk al - tek laf daha edersen..."
Sakallı bir dev tarafından şemsiyeyle şişlenmeyi göze alamayan Vernon Enişte, cesaretini bir anda yitirdi yine. Duvar dibine sığınıp sustu.
Ağır ağır soluyarak, "Ha şöyle," dedi Hagrid, kanepeye oturdu; kanepe bu kere iyice çöktü artık.
Bu arada, sorulacak yüzlerce soru geliyordu Harry'nin aklına.
"Peki, Vol - özür dilerim - yani, Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen'e ne oldu?"
"Güzel soru. Harry. Yok oldu. Kayıplara karıştı. Seni öldürmek istediği gece. Sen de böylece daha ünlü oldun. Anlıyorsun ya, en büyük esrar bu... gittikçe güçleniyordu - niye çekip gitti?
"Rivayete bakılırsa, ölmüş. Bana sorarsan, palavranın daniskası. Ölecek kadar insanlık yoktu içinde. Bir rivayete bakılırsa da, hâlâ turp gibi, pusuya yatmış, ama ona da inanmıyorum. Yandaşları bize katıldılar yine. Kimileri sanki derin bir uykudan uyanmış gibi. Dönecek olaydı, öyle yapmazlardı.
"Çoğumuz yaşadığına inanıyoruz, ama gücü mücü kalmamış diyoruz. Artık bu işi götüremeyecek kadar zayıflamıştır. Sende bir şey var, Harry, onun sonunu da bu yazdı. Hiç hesaplamadığı bir şeyle karşılaştı o gece -neydi, bilmiyorum, kimse bilmiyor - ama seninle ilgili bir şey onun canına okudu."
Hagrid, gözlerinde parıldayan bir sıcaklıkla, saygıyla baktı Harry'ye; ama Harry, gurur duyup sevineceğine, bu işte korkunç bir yanlışlık olduğunu düşünüyordu. Büyücü mü? Kendisi mi? Nasıl büyücü olabilirdi ki? Bütün yaşamım Dudley'nin yumruklarına, Petunia Teyze ile Vernon Enişte'nin aşağılamalarına katlanarak geçirmişti; eğer bir büyücü olsaydı, kendisini dolaba her kapamaya kalkışlarında onlar da siğilli birer kurbağaya dönüşmezler miydi? Bir zamanlar dünyanın en büyük sihirbazını alt etmişti demek; peki, nasıl olmuş da Dudley onu boyuna top gibi tekmeleyip durmuştu?
"Hagrid," dedi usulca, "galiba bir yanlışlık yaptın.
Ben büyücü olamam."
Hagrid'in kıkırdadığını görünce şaşırdı.
"Büyücü değilsin, ha? Korktuğunda ya da öfkelendiğinde hiç mi olmadık şeylerin gerçekleşmesine yol açmadın?"
Ateşe baktı Harry. Şimdi düşünüyordu da... ne zaman teyzesiyle eniştesini çileden çıkaracak garip bir şey olduysa, Harry ya tedirgindi ya da öfkeli... Dudley çetesi tarafından kovalanırken, artık nasıl olduysa, kendini damda bulu vermişti... o gülünç tıraşla okula gitmeye utanırken saçları uzayıvermişti... hele Dudley son keresinde kendisine vurduğunda, öcünü almamış mıydı, hem de farkına bile varmadan? Onun üstüne bir boa yılanı salmamış mıydı?
Gülümseyerek Hagrid'e baktı, onun da sevgiyle ışıl ışıl gülümsediğini gördü.
"Gördün mü?" dedi Hagrid. "Harry Potter büyücü değil, ha? Bak bakalım, Hogwarts'ta bir anda nasıl üne kavuşacaksın."
Ama Vernon Enişte'nin kolay kolay teslim bayrağı çekmeye niyeti yoktu.
"Gitmiyor demedim mi sana?" diye tısladı. "Stone-wall High'a gidecek, gittiğine de şükredecek. O mektupları okudum, bir sürü ıvırzıvır gerekiyormuş - buyu kitapları, asalar -"
Hagrid, "Gitmek isterse, senin gibi koca bir Muggle onu durduramaz," diye kükredi. "Lily ile James Potter'ın oğullarının Hogwarts'a gitmesini engelleyeceksin ha! Kafayı üşütmüşün sen. Onun adı daha doğar doğmaz ezber edilmişti. Dünyanın en iyi cadılık ve büyücülük okuluna gidecek. Yedi yıl sonra kendi kendini bile tanıyamaz. Kendi akranlarıyla yaşayacak, o kadar da değişiklik olsun artık, Hogwarts'ın görüp göreceği en büyük Müdür yetiştirecek onu, Albus Dumbled-"
"ONA HOKKABAZLIK ÖĞRETMESİ İÇİN KAFADAN ÇATLAK SERSEM BİR İHTİYARA PARA MARA VEREMEM!" diye bağırdı Vernon Enişte.
Ama çok ileri gitmişti artık. Hagrid şemsiyesini kaptığı gibi onun kafasına indirdi. "SAKIN -" diye gürledi, "ALBUS - DUMBLEDORE - İÇİN - BENİM - YANIMDA - KÖTÜ - BİR - LAF - ETME!"
Şemsiyesini havada vınlatarak Dudley'ye doğru uzattı - eflatun bir ışık çaktı, hava fişeği gibi bir ses duyuldu, tiz bir ciyaklama, bir saniye sonra da Dudley oracıkta, ellerini tombul poposunda kenetlemiş, dans ediyor, bir yandan da acı içinde uluyordu. Sırtını onlara döndüğünde, pantolonundaki bir delikten fırlamış kıvırcık bir domuz kuyruğu gördü Harry.
Vernon Enişte kükredi. Petunia Teyze'yle Dudley'yi öteki odaya sürüklerken dehşet içinde son bir kere baktı Hagrid'e, kapıyı çarparak kapadı.
Şemsiyesine baktı Hagrid, sakalını sıvazladı.
Pişmanlıkla, "Keşke kendimi tutaydım," dedi, "ama olacağı varmış. Domuza çevirmek istediydim onu, ama zaten domuzun tekiydi, bana fazla bir iş düşmedi."
Çalı gibi kaşlarının altından Harry'ye bir göz attı.
"Aramızda kalsın; bunu Hogwarts'ta kimseye söylemezsen memnun olurum," dedi. "Doğrusunu istersen, benim - şey - büyü yapmamı istemiyorlar. Azıcık yapmama izin verdiler, seni izleyeyim, mektupları ulaştırayım diye - bu işi üstüme almayı da onun için istedim -"
Harry, "Büyü yapmana neden izin vermiyorlar?" diye sordu.
"Şey - ben de gittiydim Hogwarts'a, ama - ama, ne yalan söyleyeyim, kovuldum. Üçüncü yılımda. Asamı kırdılar, ortadan ikiye böldüler. Ama Dumbledore bekçi olarak tuttu beni. Büyük adam şu Dumbledore."
"Niye kovdular seni?"
Yüksek sesle, "Geç oldu artık, yarın çok işimiz var," dedi Hagrid. "Kente gitmemiz gerek, kitap filan alacağız."
Kalın siyah paltosunu çıkarıp Harry'ye fırlattı.
"Gir şunun altına," dedi. "Azıcık kıpraşırsa kafam takma, galiba ceplerden birinde bir çift sıçan olacak."
  Alıntı ile Cevapla
Old 12-10-2006, 01:21 AM   #5
GeCeLeR
Guest
 
Mesajlar: n/a
Üye No:
Cinsiyet :
Varsayılan

BÖLÜM 5- Diagon Yolu

Harry ertesi sabah erkenden uyandı. Ortalığın aydınlandığını biliyordu, ama yine de gözlerini sımsıkı kapalı tuttu.
Kendi kendine, kesin bir biçimde, "Bir düştü bu," dedi. "Hagrid adında bir dev gördüm düşümde, geldi, büyücülük okuluna gideceğimi söyledi. Gözlerimi açınca kendimi evdeki dolapta bulacağım."
Bir şeye hızlı hızlı vurulduğunu duydu ansızın. Yüreği daralarak, "İşte Petunia Teyze, kapıya vuru-v ör," diye duşundu, yüreği sıkıştı. Ama gözlerini açmadı yine. Düş öyle güzeldi ki. Tak. Tak. Tak.
“Peki” diye mırıldandı. "Kalkıyorum." Doğruldu, doğrulur doğrulmaz da Hagrid'in ağır ÎMJÎO^U duştu u-.runden. Kulübe güneş içindeydi, fırtına dinmişti, Hagrid kırık kanepede uyumaktaydı, pencerede de bir baykuş vardı, gagasına bir gazete sıkıştırmış, pençesiyle cama vuruyordu.
Ayağa fırladı Harry, öylesine mutluydu ki, sanki içinde kocaman bir balon şişiyordu. Dosdoğru pencereye gidip camı açtı. Baykuş içeri süzüldü, gazeteyi hâlâ uyumakta olan Hagrid'in üstüne bıraktı. Yere kondu sonra, Hagrid'in paltosuna saldırdı.
"Yapma."
Baykuşu kovalamaya çalıştı Harry, ama baykuş öfkeyle gagasını gösterdi ona, paltoyu didiklemeyi sürdürdü.
Harry, yüksek sesle, "Hagrid!" dedi. "Bir baykuş var -"
Kanepeye doğru, "Parasını ver," diye homurdandı Hagrid.
"Ne?"
"Gazete getirdi ya, para istiyor. Ceplerime bak."
Hagrid'in paltosu ceplerden oluşmuştu sanki -anahtar desteleri, tüfek saçmaları, iplik yumakları, nane şekerleri, çay poşetleri... sonunda bir avuç garip görünümlü bozukluk çıkardı Harry.
Hagrid, uykulu uykulu, "Beş Knut ver ona," dedi.
"Knut mu?"
"O küçük bronzlardan."
Harry küçük bronz paralardan beş tane saydı, parayı koyabilsin diye, küçük deri bir kese bağlı bacağını uzattı baykuş. Sonra açık pencereden uçup gitti.
Hagrid yüksek sesle esnedi, doğrulup gerindi.
"En iyisi, biz yola düşelim, Harry, yapılacak çok iş var bugün, daha Londra'ya gidip okul malzemesi alacağız"
Harry büyücü paralarım evirip çeviriyor, onlara bakıyordu. Bir şey gelmişti aklına, gelir gelmez de içindeki balon püf diye sönüvermişti.
"Şey-Hagrid..."
Koca çizmelerini giymekte olan Hagrid, "Ha?" dedi.
"Hiç param yok - dün gece Vernon Enişteyi de duydun - okula gidip büyü öğrenmem için para vermeyecek."
Ayağa kalkıp kafasını kaşıyarak, "Merak etme," dedi Hagrid. "Ana baban sana bir şey bırakmadılar mı sanıyorsun?"
"Ama evleri yerle bir olduysa -"
"Altınlarını evde tutmuyorlardı ki, yavrum! İlk durağımız Gringotts, Büyücüler Bankası. Bir sosis alsana, daha soğuyup kaskatı olmamış - eh, ben de senin doğum günü pastandan bir lokma yiyeyim bari."
"Büyücülerin bankaları mı var?"
"Bir tek Gringotts. Cincüceler işletiyor."
Harry elindeki sosis parçasını yere düşürdü.
"Cincüceler mi?"
"Haa - benden söylemesi, soymaya heveslenmek için adamın fıttırması gerek. Cincücelere bulaşılmaz, Harry. Bir şeyi emanet etmek istiyorsan, Gringotts dünyanın en güvenli yeri - Hogwarts'ı saymazsak. Zaten Gringotts'a gidecektim. Dumbledore dediydi. Hogwarts'ın bir işi için." Şöyle bir kabardı Hagrid. "Önemli işleri bana yükler hep. Seni götürmek - Gringotts'tan birtakım şeyler almak - anlıyorsun ya, bana güvenir.
"Her şey hazır mı? Hadi öyleyse."
Harry kayaya kadar Hagrid’i izledi. Hava oldukça açıktı şimdi, deniz güneş ışığıyla parlıyordu. Vernon Enişte'nin tuttuğu kayık hâlâ oradaydı, fırtına yüzünden suyla dolmuştu.
Harry, çevrede bir başka kayık aranarak, "Nasıl geldin buraya?" diye sordu.
"Uçtum," dedi Hagrid.
"Uçtun mu?"
"Haa - sonra konuşuruz bunu. Şimdi yanımda sen varken büyü yapmama izin yok."
Kayığa bindiler, Harry Hagrid'e bakıyordu hâlâ, onun nasıl uçtuğunu gözünde canlandırmaya çalışıyordu.
Hagrid, çoğu zaman yaptığı gibi, Harry'ye yan gözle bakarak, "Şimdi kürek çekmek de ayıp olacak yani," dedi. "Ben tutup da - şey - işleri azıcık hızlandırsam, bundan Hogwarts'ta söz etmezsin, değil mi?"
Biraz daha büyü görme hevesine kapılan Harry, "Elbette etmem," dedi. Hagrid pembe şemsiyeyi çıkardı yine, ucayla kayığın kenarına iki kere vurdu, karaya doğru hızla ilerlemeye başladılar.
Harry, "Gringotts'u soymaya kalkışmak için adamın niye fıttırması gerek?" diye sordu.
"Büyüler - tılsımlar," dedi Hagrid, konuşurken gazetesini açtı. "Kasaları ejderhalar koruyormuş. Üstelik bir de yolu bulacaksın - Gringotts Londra'nın yüzlerce kilometre altında. Metronun taa altında. Orayı soyup malı götürsen bile çıkıncaya kadar açlıktan olursun."
Hagrid gazetesini, Gelecek Postası'nı okurken, Harry oturmuş düşünüyordu. Vernon Enişte insanların bu işi yaparken rahat bırakılmalarını söylerdi hep, ama hiç de kolay değildi bu, kendim bildi bileli, Harry'nin kafasında hiç bu kadar çok soru doğmamıştı.
Hagrid, sayfayı çevirerek, "Sihir Bakanlığı her zamanki gibi işleri karman çorman ediyor," dedi.
Harry kendini tutamadı artık, "Sihir Bakanlığı da mı var?" diye sordu.
"Elbet," dedi Hagrid. "Dumbledore'un Bakan olmasını istedilerdi, ama Hogwarts'ı bırakmak istemediği için, Bakanlık ihtiyar Cornelius Fudge'a kaldı. Gelmiş geçmiş en büyük beceriksiz. Her sabah baykuşlar salıyor Dumbledore'a, Öğüt istiyor."
"Peki ama Sihir Bakanlığı'nın görevi ne?" "Asıl görevi, ülkede cadıların, büyücülerin olduğunu Muggle'lardan gizlemek." "Neden?"
"Neden mi? Neden olacak, Harry, herkes sorunlarını çözmek için büyü peşinde koşar da ondan. Yok yok, biz bize kalalım, daha iyi."
O sırada usulca rıhtıma çarptı kayık. Hagrid gazetesini katladı, taş basamakları tırmanıp sokağa çıktılar.
Küçük kentte istasyona doğru yürürlerken, gelip geçenler gözlerini Hagrid'e dikiyorlardı. Harry suçlayamıyordu onları. Herkesten en az iki kat uzun olması bir yana, parkmetre gibi sıradan şeyleri göstererek, yüksek sesle, "Gördün mü şunu, Harry?" diyordu. "Muggle'lar da kafalarını nelere çalıştırıyor!"
Ona ayak uydurmak için koşmak zorunda kalan Harry, soluk soluğa, "Hagrid," dedi, "Gringotts'ta ejderhalar olduğunu mu söylemiştin?"
"Eee, rivayet öyle," dedi Hagrid. "Off, bir ejderham olmasını amma da isterdim."
"Ejderhan olmasını mı isterdin?"
"Çocukluğumdan beri - geldik işte."
İstasyona varmışlardı. Beş dakika sonra bir tren kalkacaktı Londra'ya. "Muggle parası" dediği şeye akıl erdiremeyen Hagrid, biletleri alsın diye banknotları Harry'ye verdi.
Herkes trende daha çok baktı onlara. Hagrid iki koltuk kaplıyordu; oturduğu yerde kanarya sarısı sirk çadırına benzer bir şey örmeye koyuldu.
İlmekleri sayarak, "Mektubun yanında mı?" diye sordu Harry'ye.
Harry cebinden parşömen zarfı çıkardı.
"İyi," dedi Hagrid. "Sana gereken şeylerin bir de listesi olacak."
Harry bir gece önce gözünden kaçmış ikinci bir kâğıdı açarak okudu:
HOGWARTS CADILIK VE BÜYÜCÜLÜK OKULU
Forma
Birinci sınıf öğrencileri için gerekli eşyalar:
ı. Üç takım düz iş cüppesi (siyah)
2. Sivri uçlu düz bir gündelik şapka (siyah)
3. Bir çift koruyucu eldiven (ejderha der isi ya da benzeri)
4. Kışlık bir pelerin (siyah, gümüş tokalı)

Bütün öğrencilerin elbiselerinde adlan yazılı künyeler alacaktır.
Ders Kitapları
Bütün öğrenciler aşağıda belirlileri kitaplardan birer
tane edinecektir:
ı. Sınıflar için Temel Büyüler Kitabı (Miranda Goshavvk)
Sihir Tarihi (Bathilda Bagshot)
Sihir Kuramı (Adalbert VVaffling)
Biçim Değiştirme için İlk Adım (Emerle Switch)
Bin Bir Büyülü Ot ve Mantar (Phyllida Spore)
Sihirli Yiyecek ve içecekler (Arsenius Jigger)
Olağandışı Yaratıklar ve Yaşadıkları Yerler (Newt
Scamander)
Karanlık Güçler: Kendini Savunma El Kitabı (Quentin Trimble)
Öteki Gereçler
1 asa
1 kazan (kalaylı, orta boy)
1 takım cam ya da kristal şişe
1 teleskop
1 takım pirinç ölçek
Öğrenciler bir baykuş YA DA bir kedi YA DA bir kurbağa getirebilirler.
VELÎLERİN DİKKATİNE. BİRİNCİ SINIF ÖĞRENCİLERİNİN SÜPÜRGELERİNİ KULLANMALARI YASAKTIR.
Harry, şaşkınlıkla, "Bütün bunları Londra'da bulabilir miyiz?" diye sordu.
"Gideceğin yeri biliyorsan, elbet," dedi Hagrid.
Harry Londra'ya hiç gitmemişti. Hagrid yolu biliyor gibiydi, ama daha önce hep alışılmadık biçimlerde yolculuk ettiği de apaçık ortadaydı. Metroda turnikeye sıkıştı, trene binince de koltukların küçüklüğünden, çok ağır gittiklerinden yakındı.
Kırık dökük bir yürüyen merdivenden çıkıp da kendilerini iki yanı mağazalar sıralı cıvıl cıvıl bir yola attıklarında, "Muggle'lar büyüsüz nasıl beceriyorlar, aklım ermiyor," dedi.
Öylesine iriydi ki Hagrid, kalabalığı kolayca yarıyordu; Harry'nin bütün yaptığı, onun hemen arkasından yürümekti. Kitapçıların, müzik mağazalarının, hamburger büfelerinin, sinemaların önünden geçtiler, ama hiçbir yerde büyülü asalar satıldığına dair bir belirti yoktu. Sıradan insanlarla dolu sıradan bir sokaktı bu. Kilometrelerce aşağıda büyücülerin altın yığınları gömülü müydü gerçekten? Büyü kitapları, süpürgeler satan dükkânlar var mıydı? Yoksa bütün bunlar Dursley'lerin başlarının altından çıkan koca bir şaka mıydı? Harry, Dursley'lerin gülmekle uzaktan yakından ilgileri olmadığını bilmeseydi öyle düşünürdü belki, yine de Hagrid'in anlattıkları da pek inanılacak gibi değildi. Ama Harry ister istemez ona güveniyordu.
Hagrid, durarak, "İşte," dedi. "Çatlak Kazan. Ünlü bir yerdir."
Ufacık, köhne bir meyhaneydi burası. Hagrid eliyle göstermeseydi, Harry farkına bile varmayacaktı onun. Hızla gelip geçenler meyhaneye bakmıyorlardı bile. Bir yanındaki büyük kitapçıdan öteki yanındaki plakçıya kayıyordu gözleri, Çatlak Kazan'ı sanki hiç görmüyorlardı. Garip bir duygu uyandı Harry n u içinde, sanki meyhaneyi sadece Hagrid'le kendisi görmekteydi. Daha bu duygusunu dile getiremeden, Harıid onu içeriye sürükledi.
Ünlü bir yer için çok karanlıktı Çatlak Kazan, dökülüyordu. Bir köşede üç beş yaşlı kadın oturmuş, beyazşarap içiyordu. İçlerinden biri upuzun tir pipo tüttürmekteydi. Silindir şapkalı ufak tefek bir adam, saçları iyice dökülmüş, yapış yapış bir cevize benzeyen yaşlı barmenle konuşuyordu. İçeri girdiklerinde mırıltılar durdu. Herkes Hagrid'i tanıyor gibiydi; el sallayıp gülümsediler ona; barmen, bir kadehe uzanarak. “Her zamankinden mi, Hagrid?" dedi.
Hagrid, koca elini Harry'nin sırtına vurup onu sendeleterek, "İçemem, Tom," dedi. "Hogwarts görevi başındayım."
Gözlerini Harry'ye dikerek, "Yoksa," dedi barmen, "sakın bu-bu-?"
Çatlak Kazan derin bir sessizliğe gömüldü birden-bire.
Yaşlı barmen, "Vay canına!" diye fısıldadı. "Harry Potter... ne büyük bir onur."
Tezgâhın arkasından fırladı, gözleri yaşlı, Harry'nin yanma koşup elini yakaladı.
"Hoş döndünüz, M- Potter, hoş döndünüz."
Harry ne diyeceğini bilemedi. Herkes ona bakıyordu. Pipolu kadın, söndüğünün farkında bile olmadan, piposunu püfleyip duruyordu. Işıl ışıldı Hagrid.
Derken, iskemle gıcırtıları yükseldi, Harry kendini Çatlak Kazan'da herkesle tokalaşırken buldu.
"Ben Doris Crockford, Mr Potter, sonunda sizi gördüğüme inanamıyorum.'
"Öyle mutluyum ki, Mr Potter, öyle mutluyum ki!"
"Hep elinizi sıkmak istemişimdir - kalbim duracak!"
"Nasıl sevindim, anlatamam, Mr Potter. Adım Diggle. Dedalus Diggle."
"Sizi daha önce görmüştüm!" dedi Harry; Dedalus Diggle heyecandan silindir şapkasını düşürdü. "Bir mağazada bana selam vermiştiniz."
Çevresindekilere bakarak, "Hatırlıyor!" diye bağırdı Dedalus Diggle. "Duydunuz mu? Beni hatırlıyor!"
Harry herkesle tokalaştı da tokalaştı - Doris Crockford tokalaştıktan sonra hep sıraya giriyordu yine.
Soluk yüzlü bir delikanlı, tedirgin, yaklaştı. Gözlerinden biri seğiriyordu.
"Profesör Quirreil!" dedi Hagrid. "Harry Profesör Quirrell Hogvvarts'taki öğretmenlerinden biri."
Harry'nin eline yapışarak, "P-P-Potter," diye kekeledi Profesör Quirrell, "si-sizi ta-tanıdığıma ne kadar se-sevindim, anlatamam."
"Ne tür büyü öğretiyorsunuz, Profesör Quirrell?
"Ka-Ka-Karanlık Sanatlara Karşı Sa-Savunma," diye mırıldandı Profesör Quirrell, şimdi bu konu üstünde durmak istemiyordu sanki. "Si-sizin için ge-gerekmez, ha, P-P-Potter?" Tedirgin tedirgin güldü. "Ma-malze-menizi alacaksınız herhalde? Be-ben de vampirler üs-üstüne bir ki-kitap almaya geldim." Vampir sözünden bile tüyleri ürpermişe benziyordu.
Ötekiler, Profesör Quirrei'nin Harry'yi esir almasına izin vermediler. Hepsinden kurtulmak ise yaklaşık on dakika sürdü. Sonunda, Hagrid bütün o gürültüde sesini duyurabildi.
"Gitmemiz gerek - alacak çok şey var. Hadi, Harry."
Doris Crockford Harry'nin elini son kere sıktı, öne düştü Hagrid, tezgâhın arkasından geçip, içinde bir çöp tenekesiyle ayrık otlarından başka bir şey olmayan, duvarlarla çevrili küçük bir avluya çıktılar.
Hagrid, Harry'ye sırıttı.
"Söylemedim miydi sana? Nasıl ünlü olduğunu söyledimdi. Seni görünce Profesör Quirrell'm bile eli ayağı tutuldu - laf aramızda, hep zangır zangır titrer."
"Hep tedirgin midir böyle?"
"Haa, elbet. Zavallıcık. Parlak zekâ. Kitaplardan çalışıp öğrenirken iyiydi, bir şeyi yoktu, ne zaman ki bir yıl izin alıp uygulamaya geçti... Kara Orman'da vampirlerle karşılaşmış, öyle diyorlar, cadalozun tekiyle de başı derde girmiş - ondan sonra eskisi gibi olamadı artık. Öğrencilerinden korkar, kendi öğrettiği dersten bile korkar - haydaa, nerede benim şemsiyem?"
Vampirler? Cadalozlar? Kafası karmakarışık olmuştu Harry'nin, o arada Hagrid çöp tenekesinin yanındaki duvarda tuğlaları saymaya koyulmuştu.
"Üç yukarı... iki sağa... " diye mırıldandı. "Tamam, çekil biraz, Harry."
Şemsiyesinin ucuyla duvara üç kere vurdu.
Dokunduğu tuğla şöyle bir titredi - oynadı - küçük bir delik belirdi ortasında - delik büyüdü, büyüdü - bir saniye sonra Hagrid'in bile geçebileceği kemerli bir geçitteydiler. Geçit, kıvrıla kıvrıla uzayıp gözden yok olan taş döşeli bir sokağa açılıyordu.
"Diagon Yolu'na hoş geldin," dedi Hagrid.
Harry'nin şaşkınlığı karşısında sırıttı. Kemerin altından geçtiler. Harry kafasını çevirip arkasına baktı hemen, delik bir anda kapanmış, kemer yine sapasağlam bir duvar oluvermişti.
En yakın dükkânın önündeki kazanlar gün ışığında pırıl pırıl parlıyordu. Üstlerindeki tabelada Kazanlar -Her Boy - Bakır, Pirinç, Kalay, Gümüş - Otomatik Karıştırmak - Katlanır yazılıydı.
"Bir tane alacağız sana," dedi Hagrid. "Ama önce parayı almamız gerek."
Keşke sekiz gözüm daha olsaydı diye düşünüyordu Harry. Sokakta yürürken başını her yana çeviriyor, bir anda her şeyi görmeye çalışıyordu: dükkânları, önlerindeki eşyaları, alışveriş eden insanları. Tombul bir kadının yanından geçtiler; kadın aktarın önünde başını iki yana sallayarak söyleniyordu: "Ejderha ciğeri, gramı on yedi Sickle, çıldırmış bunlar..."
Üstünde Bin Bir Çeşit Baykuş Dükkânı - Yırtıcı, Uysal, Boz, Kahverengi, Karbeyazı Baykuşlar yazan karanlık bir dükkândan belli belirsiz baykuş ötüşleri geliyordu. Harry'nin yaşıtı birkaç çocuk, burunlarını süpürgelerin sergilendiği bir vitrine yapıştırmışlardı. Harry, içlerinden birinin, "Bak," dediğini duydu, "yeni Nimbus İki Bin - bundan hızlısı yok -" Cübbe satılan, teleskop satılan, Harry'nin daha önce hiç görmediği garip gümüş gereçler satılan dükkânlar, yarasa dalaklarıyla, yılanbalığı gözleriyle dolu fıçıların, cilt cilt kitap yığınlarının, tüy kalemlerin, parşömen rulolarının, iksir şişelerinin, ay kürelerinin sergilendiği vitrinler...
"Gringotts," dedi Hagrid.
Öteki küçük dükkânların tepesinde yükselen karbe-yazı bir binaya gelmişlerdi. Pırıl pırıl tunç kapıların önünde, sırmalı kız üniformasıyla bir -
"Evet, bir ciddice bu," dedi Hagrid; beyaz taş merdiveni çıktılar sessizce. Cincüce, Harry'den bir kanş daha kısaydı. Esmer bir yüzü, zeki bakışları, sivri bir sakalı vardı; parmaklarıyla ayaklarının çok uzun olduğunu fark etti Harry. İçeri girerlerken, cincüce eğilerek selam verdi, ikinci bir kapının önündeydiler şimdi, bu kapı gümüştendi, üstünde şunlar yazılıydı:
Gir bakalım, yabancı, ama dikkat et, sakın Kendini koyverip de hırsa kapılmayasın, Alın teri dökmeden köşe dönme hevesi Canına okur sonra, bak bizden söylemesi, Senin olmayan bir şey yürüteceksen unut Aklını başına al, sonra da kendini tut, Hırsızlığa kalkarsan, bir daha düşün yine, Başka şeyler bulursun çil altınlar yerine.
"Söylediğim gibi, burayı soymaya kalkanın fıttır-ması gerek," dedi Hagrid.
Gümüş kapının önünde bir çift cincüce eğilerek selamladı onları; uçsuz bucaksız mermer bir salona girdiler. Yüz kadar cincüce daha uzun mu uzun bir bankın arkasındaki yüksek taburelere oturmuş, kocaman hesap defterlerine bir şeyler yazıyor, pirinç terazilerde para tartıyor, merceklerle değerli taşlar inceliyordu. Salondan dışarı açılan sayılamayacak kadar çok kapı vardı daha, başka cincüceler de o kapılardan insani, "a yol gösteriyordu. Hagrid'le Harry banka yaklaştılar.
Hagrid, o anda iş yapmayan bir cincüceye, "Günaydın," dedi. "Mr Harry Potter'ın kasasından biraz para almaya geldik."
"Anahtarı yanınızda mı, efendim?"
"Buralarda bir yerde olacak," dedi Hagrid, ceplerini bankın üstüne boşaltmaya başladı, cincücenin hesap defterinin üstüne bir avuç yapış yapış köpek bisküvisi yayıldı. Burnunu kırıştırdı cincüce. Harry, sağlarındaki cincücenin herbiri kor büyüklüğünde bir yığın yakutu tartmasını seyrediyordu.
Sonunda, "Buldum," dedi Hagrid, küçücük bir altın anahtar gösterdi.
Cincüce anahtarı inceledi.
"Tamam görünüyor."
Hagrid, göğsünü şişirip böbürlenerek, "Profesör Dumbledore'dan da bir mektup getirdim," dedi. "Yedi yüz on üçüncü kasadaki Ne-Olduğunu-Bilirsin-Sen'le ilgili."
Cincüce mektubu dikkatle okudu.
Sonra onu Hagrid'e uzatarak, "Peki," dedi. "Biri sizi iki kasaya da götürecek. Griphook!"
Griphook bir başka cincüceydi. Hagrid köpek bisküvilerini ceplerine doldurdu yine, Griphook'un arkasında, salondan dışarı açılan kapılardan birine yöneldiler.
Harry, "Yedi yüz on üçüncü kasadaki Ne-Olduğu-nu-Bilirsin-Sen nedir?" diye sordu.
Hagrid, gizemli bir biçimde, "Söyleyemem," dedi. "Çok gizli. Hogwarts işi. Dumbledore bana güvendi. Söylersem görevimi kötüye kullanmış olurum."
Griphook onlara kapıyı açtı. Yine mermerle karşılaşacağını sanıyordu Harry, şaşırdı. Meşalelerin aydınlattığı daracık taş bir koridordaydılar. Dimdik aşağı iniyordu koridor, yerde incecik raylar vardı. Islık çaldı Griphook, raylar üstünde gıcırdayarak küçük bir araba geldi hemen. Arabaya bindiler -Hagrid biraz zorluk çekti gerçi- ve yola koyuldular.
Önce bulmacaya benzeyen dönemeçli geçitlerden ilerlediler. Harry unutmamaya çalıştı, sol, sağ, sağ, sol, orta çatal, sağ, sol, ama olanaksızdı bu. Zangırdayan araba yolu biliyor gibiydi, çünkü Griphook onu yönetmiyordu.
Harry'nin gözleri, çarpan soğuk hava yüzünden sızlıyordu; ama faltaşı gibi açık tuttu onları. Bir keresinde geçidin sonunda alevlerin yükseldiğini gördü sanki, bunun bir ejderha olup olmadığım anlamak için hemen arkasına döndü, ama geç kalmıştı - yerde ve tavanda kocaman sarkıtlar, dikitler bulunan bir yeraltı gölünden geçerek daha da derinlere daldılar.
Arabanın gürültüsünde sesini duyurmaya çalışarak, "Aklım ermiyor," dedi, "sarkıtla dikit arasındaki fark ne?"
"Sarkıtta 's' harfi var ya," dedi Hagrid. "Şimdi soru sorma bana. Galiba kusacağım."
Sahiden de yemyeşil olmuştu, araba sonunda geçit duvarındaki bir kapının yanında durduğunda, hemen fırladı Hagrid, dizlerinin titremesini önlemek için duvara yaslandı.
Griphook kapının kilidini açtı. İçeriden çıkan yeşil bir duman sardı ortalığı; dağılınca şaşkınlıktan yutkundu Harry. İçeride altın para kümeleri vardı. Gümüş tepecikleri. Küçük bronz Knutlardan oluşmuş tepecikler.
"Hepsi senin," diye gülümsedi Hagrid.
Hepsi Harry'nin - inanılacak gibi değildi. Durs-ley'ler bunu bilmiyorlardı anlaşılan, bilselerdi, göz açıp kapayıncaya kadar hepsine el koyarlardı. Boyuna yakınmazlar mıydı, Harry kendilerine ne kadar tuzluya patlıyor diye? Demek bu arada, Londra'nın taa derinlerine gömülü küçük bir servetin de sahibiydi.
Hagrid, Harry'nin torbaya biraz para koymasına yardımcı oldu.
"Altınlar Galleon," diye açıkladı. "On yedi gümüş Sickle bir Galleon eder, yirmi dokuz Knut da bir Sickle eder, o kadar basit. Tamam, o kadarı birkaç döneme yeter, gerisi burada kalsın, güven içinde." Griphook'a döndü. "Şimdi de yedi yüz on üç numaralı kasa, lütfen, biraz daha ağır gidebilir miyiz?"
Griphook, "Sadece tek hız var," dedi.
Gittikçe hızlanarak daha da derinlere iniyorlardı şimdi. Keskin dönemeçlerden geçtikçe hava söğüdü da söğüdü. Tangır tungur bir yeraltı çukurunu aştılar, Harry kenardan eğilip aşağıdaki karanlık çukurda ne olduğunu anlamaya çalıştı, ama Hagrid homurdanarak ensesine yapıştığı gibi çekti onu.
Yedi yüz on üçüncü kasanın anahtar deliği yoktu.
Griphook, kasılarak, "Geri durun," dedi. Uzun parmaklarından biriyle kapıyı okşadı; kapı eriyip gitti.
"Bunu Gringotts cincücelerinin dışında biri yapmaya kalkarsa, kapı onu emerek içeri çeker," dedi Griphook. "Oradan çıkamaz artık."
Harry, "İçeride biri var mı yok mu diye sık sık bakıyor musunuz?" diye sordu.
Griphook, pis sayılabilecek bir sırıtmayla, "Yaklaşık on yılda bir," dedi.
Harry, en sıkı önlemlerle korunan bu kasanın içinde olağanüstü bir şey olduğuna inanıyordu, eşsiz mücevherleri görmek için merakla eğildi - kasa, ilk bakışta boşmuş gibi geldi ona. Sonra kahverengi kâğıda sarılmış pis bir paket gördü yerde. Hagrid paketi alıp paltosunun içine koydu. Onun ne olduğunu öğrenmeye can atıyordu Harry, ama sormayı göze alamadı.
"Hadi bakalım," dedi Hagrid, "doğru cehennem arabasına - yolda da bir şey sorma bana, ağzımı açma-sam iyi olacak."
Çılgınca bir araba yolculuğundan sonra Grin-gotts'un önündeydiler yine, gün ışığından gözleri kamaşıyordu. Harry'nin bir torba parası vardı şimdi. Sevinçten nerelere koşacağını bilmiyordu. Kaç Galleon kaç para eder, bilmesi gerekmiyordu, hiç bu kadar parası olmamıştı - Dudley'nin bile ömür boyu kazandığından daha çoktu bu.
Hagrid, başıyla Madam Malkin'in Her Duruma Göre Cüppeleri’ni göstererek, "Şimdi bir forma alalım sana," dedi. "Bak, Harry, ben Çatlak Kazan'da bir tek atmaya tüysem kızmazsın ya? Şu Gringotts arabaları perişan ediyor beni." Hâlâ keyifsiz görünüyordu, Harry de Madam Malkin'in dükkânına tek başına girdi, tedirgindi.
Madam Malkin eflatunlar içinde, kısa boylu, güler yüzlü bir cadıydı.
Harry daha ağzını açarken, "Hogvvarts mı, güzelim?" dedi. "Her boydan var burada - şu anda bir delikanlıya da veriyoruz."
Dükkânın arkasında, bir taburenin üstünde solgun, sivri yüzlü bir çocuk duruyordu, bir başka cadı da onun uzun siyah cüppesini iğneliyordu. Madam Mal-kin onun yanındaki bir başka tabureye çıkardı Harry'yi, kafasından bir cüppe geçirip etek boyunu ayarlamak için iğnelemeye koyuldu.
"Merhaba," dedi çocuk, "sen de mi Hogwarts'a?"
"Evet," dedi Harry.
Çocuk, "Babam yanda kitap alıyor, annem de sokağın başındaki asalara bakıyor," dedi. Kelimeleri uzatarak bezgin bezgin konuşuyordu. "Sonra onları yarış süpürgeleri bakmaya götüreceğim. Birinci sınıftakilerin neden kendi süpürgeleri olmasın, anlamıyorum. Bir tane alsın diye babamı zorlarım, sonra da bir yolunu bulur, onu gizlice sokarım okula."
Harry hemen Dudleyi hatırladı.
Çocuk, "Senin kendi süpürgen var mı?" diye devam etti.
"Hayır," dedi Harry.
"Hiç Quidditch oynadın mı?"
Harry, "Hayır," dedi yine, Quidditch de neyin nesiydi acaba?
"Ben oynadım - Babam takıma seçilmezsem bunun düpedüz cinayet olacağını söylüyor. Bence de öyle. Hangi binada kalacağını biliyor musun?"
Her dakika daha da afallayan Harry, "Hayır," dedi.
"Zaten oraya gidinceye kadar kimse bilemez bunu, öyle değil mi, ama ben Slytherin'de kalacağımı biliyorum, bütün ailem orada kalmış - bir de Hufflepuff ta kaldığım düşünsene - tek dakika durmaz, hemen ayrılırdım. Sen olsan ayrılmaz miydin?"
"Hmm," dedi Harry, keşke daha ilginç bir şey söyleyebilseydim diye düşündü.
Çocuk, vitrini işaret ederek, "Hey, şu adama bak!" dedi ansızın. Hagrid duruyordu orada, Harry'ye sırıtıyor, içeri neden giremediğini belirtmek için de elindeki iki kocaman dondurma külahını gösteriyordu.
"O, Hagrid," dedi Harry, çocuğun bilmediği bir şeyi bildiğine seviniyordu. "Hogwarts'ta çalışıyor."
"Haa," dedi çocuk, "adını duymuştum. Bir çeşit uşak, değil mi?"
"Bekçi," dedi Harry. Her saniye daha az hoşlanıyordu çocuktan.
"Evet, öyle. Yabani biriymiş - okul bahçesinde bir kulübede yaşıyormuş, arada bir sarhoş olur, büyü yapmaya kalkar, yatağını ateşe verirmiş."
Harry, "Bence pırıl pırıl biri," dedi soğukça.
Çocuk, burun kıvırarak, "Öyle mi?" dedi. "Neden seninle birlikte? Annen baban nerede?"
Harry, "Öldüler," dedi kısaca. Çocukla bu konulara girmek istemiyordu.
"Özür dilerim," dedi çocuk, sesi pek de özür diler gibi çıkmıyordu. "Ama onlar da bizdendiler, değil mi?"
"Büyücüydüler, bunu soruyorsan eğer."
"Ötekileri aramıza almamalılar, öyle değil mi? Aynı değiliz, bizim gibi yetiştirilmemiş onlar. Düşünsene sen, bazıları mektup alıncaya kadar Hogvvarts'ın adını bile duymamış. Köklü büyücü ailelerin çocuklarını almalılar sadece. Sahi, senin soyadın ne?"
Harrynin yanıt vermesine fırsat kalmadan, "Tamam, güzelim," dedi Madam Malkin; Harry de, konuşmayı yarıda kestiği için özür dilemeye bile gerek görmeden tabureden atladı.
"Eh," dedi suratsız çocuk, "Hogwarts'ta görüşürüz herhalde."
Harry, Hagrid'in aldığı dondurmayı (çikolatalı, böğürtlenli, üstü fındıklı) yerken pek konuşmadı.
"Nen var?" dedi Hagrid.
Harry düpedüz yalan söyledi: "Yok bir şey." Parşömenle tüy kalem almak için durdular. Harry, yazdıkça rengi değişen bir şişe mürekkep bulduğu için keyiflenir gibi oldu. Dükkândan çıkarlarken, "Hagrid, Quidditch nedir?" diye sordu.
"Vay canına, Harry, ne kadar az şey bildiğini boyuna unutuyorum - daha Quidditch'ten bile haberin yok!"
"Keyfimi iyice kaçırma," dedi Harry. Madam Malkin'de rastladığı solgun yüzlü çocuğu anlattı Hagrid'e.
"- Muggle ailelerin çocukları okula alınmamalıymış -"
"Sen Muggle bir aileden gelmiyorsun ki. Senin kim olduğunu bileydi - ana babası büyücüyse eğer, senin adını ezber ederek büyümüştür - Çatlak Kazan'da da gördün. Her neyse, aklı mı erer onun, benim bildiğim büyücülerin en esaslılarından bazıları bile Muggle ailelerden gelme - ananı düşün! Bir de ananın kardeşine bak!"
" Quidditch nedir peki?"
"Spor. Büyücü sporu. Şey gibi - Muggle'lar dünyasının futbolu gibi bir şey - herkes bayılır Quidditch'e -havada oynanır, uçan süpürgeler üstünde, dört top vardır - kuralları anlatmak uzun iş şimdi."
"Peki, Slytherin'le Hufflepuff nedir?"
"Okul binaları. Dört tane var. Herkes Hufflepuff m beş para etmediğini söyler, ama -"
Harry, üzüntüyle, "Ben herhalde Hufflepuff tayım," dedi.
Hagrid, sır verir gibi, "Slytherin olacağına Hufflepuff olsun," dedi. "Sapıtan cadılar, büyücüler içinde Slytherin'de bulunmamış tek kimse yok. Biri de Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen' di."
"Vol- özür dilerim - Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen Hogwarts'ta mıydı?"
"Yıllar yıllar önce," dedi Hagrid.
Flourish ve Blotts adlı bir dükkâna girip Harry'nin ders kitaplarını aldılar, raflar tavana kadar kitaplarla doluydu, deri ciltli, kaldırım taşı büyüklüğünde kitaplarla, ipek kapaklı, posta pulu kadar minik kitaplarla, garip simgelerle dolu kitaplarla, bazı kitapların içi ise bomboştu. Hiçbir şey okumayan Dudley bile bayılırdı bunlara. Hagrid, Harry'yi sürükleyerek, Profesör Vindictus Viridian'ın Lanetler ve Karşı-Lanetler (Arkadaşlarınızı Büyüleyin, Düşmanlarınızı En Yeni Öç Yöntemleriyle Çatlaan: Saç Dökülmesi, Bacak Titremesi, Dil Tutulması, daha neler neler) kitabından zorla uzaklaştırdı.
"Dudley'yi nasıl çatlatabilirim, onu bulmaya çalışıyordum."
"Fena fikir değil, ama özel durumlar dışında Mugg-le'lar dünyasında büyü kullanmak yasaktır," dedi Hag-rid. "Hem zaten daha beceremezsin, o düzeye gelinceye kadar çok çalışman, çok şey öğrenmen gerek."
Hagrid, Harry'nin altın bir kazan almasına da izin vermedi ("Listede kalaylı diyor"), ama güzel bir takım iksir ölçeğiyle açılır kapanır pirinç bir teleskop aldılar. Aktara gittiler sonra, dükkân o kadar etkileyiciydi ki, insan o berbat çürük yumurta ve lahana kokusunu bile duymuyordu. Yerde yapış yapış fıçılar vardı; duvarlara otlarla, kurutulmuş köklerle, parlak tozlarla dolu kavanozlar sıralanmıştı; tavandan hayvan dişleriyle kıvrık pençeler dizili ipler sarkıyordu. Hagrid tezgâhın arkasındaki adamdan Harry için bazı temel iksir malzemeleri isterken, Harry de tanesi yirmi bir Galleon'a satılan gümüş tek boynuzlu at boynuzlarını, minicik, parlak siyah böcek gözlerini (kepçesi beş Knut) inceliyordu.
Aktardan çıkınca Harry'nin listesine bir daha baktı
Hagrid.
"Bir tek asa kaldı - haa, sahi, daha doğum günü armağanını almadım.'"'
Harry kıpkırmızı kesildiğini fark etti.
"Bir şey alman gerekmez -"
"Ben de biliyorum, gerekmez. Bak, ne diyeceğim. Hayvanını ben alayım. Kurbağa olmaz, kurbağaların modası geceli yıllar oldu, herkes makaraya alır seni - kediler desen, hoşuma gitmez, beni aksırtırlar. Bir baykuş alayım sana. Bütün çocuklar baykuş ister, çok da işe yararlar, postacılıktın tut da her bir işi yaparlar."
Yirmi dakika sonra, hışırtılarla, kanat çırpışlarıyla, mücevher parlaklığında gözlerle dolu o karanlık Bin Bir Çeşit Baykuş Dükkâr.ı'ndan çıkıyorlardı. Harry'nin elinde büyük bir kafes, kafesin içinde de başını kanadının altına sokmuş, uyuklayan çok güzel kar beyazı bir baykuş vardı. Tıpkı Profesör Quirrell gibi kekeleyerek teşekkür üstüne teşekkür etti Hagrid'e.
Hagrid, "Teşekküre değmez," dedi boğuk bir sesle. "Dursley'ler herhalde pek bir şey vermemişlerdir sana. Sadece Ollivander'ler kaldı şimdi - asa satılan tek yer orası, sana da en iyi asayı almalıyız."
Büyülü asa... Harry en çok bunu istiyordu.
Son dükkân daracıktı, külüstür mü külüstürdü. Kapının üstünde yaldızlı harflerle Ollivander'ler: Kusursuz Asa Yapımcıları - Kuruluşu: Î.Ö< 382 yazılıydı. Tozlu vitrindeki solmuş mor yastıkta bir tek asa duruyordu.
İçeri girerlerken dükkânın derinliklerinde bir çıngırak çaldı. Ufacık bir yerdi burası; bomboştu, ince bacaklı bir iskemleden başka bir şey yoktu. Hagrid de ona oturup beklemeye koyuldu. Harry, çok katı kuralları olan bir kitaplığa girmiş gibi bir duyguya kapıldı; aklına yeni gelen bazı soruları sormak yerine tavana kadar dizilmiş dar kutulara bakmayı yeğledi. Her nedense, ensesi kaşınıyordu. Buradaki toz ve sessizlik gizli bir büyüye karışmış gibiydi.
"İyi günler," dedi yumuşak bir ses. Harry sıçradı.
Hagrid de sıçramıştı herhalde, büyük bir çatırtı kopmuştu çünkü, o da ince bacaklı iskemleden hemen kalkmıştı.
Dükkânın loşluğunda ay gibi parıldayan kocaman, soluk gözleriyle yaşlı bir adam duruyordu karşılarında. Harry, çekinerek, "Merhaba," dedi. "Evet," dedi adam. "evet, evet. Sizi yakında göreceğimi biliyordum. Harry Potter." Soru değildi bu. "Gözleriniz annenizin gözlerine çekmiş. Daha dün gibi geliyor, o da buradaydı, ilk asasını almaya gelmişti. Yirmi altı santim uzunluğunda, incecik, söğütten yapılmış. Tılsım için çok uygun bir asa."
Mr Ollivander daha da yaklaştı Harry'ye. Keşke gözlerini kırpsa diye düşündü Harry. O gümüş rengi gözler insanı ürpertiyordu.
"Ama babanız maun bir asa beğenmişti. Yirmi dokuz santim. Esnek. Biraz daha güçlü, biçim değiştirmek için birebir. Evet, babanız onu seçmişti - aslına bakarsanız, asa büyücüyü seçer tabii."
Mr Ollivander o kadar yaklaşmıştı ki, Harry'yle burun buruna gelmişlerdi neredeyse. Harry, o sisli gözlerde kendi yansımasını görüyordu. "Demek burası..." Mr Ollivander, uzun, beyaz parmağıyla Harry'nin
alnındaki şimşek izine dokundu.
"Yazık," dedi usulca, "bunu yapan asayı da ben satmıştım. Otuz dört santim. Porsuk. Güçlü bir asa, çok güçlü, yanlış ellere geçerse... Eğer o asanın dünyada ne gibi işlerde kullanılacağını kestirebilseydim..."
Başını iki yana salladı, derken Hagrid'i gördü, Harry de bir oh çekti.
"Rubeus! Rubeus Hagrid! Seni yeniden görmek ne güzel... Meşe, kırk buçuk santim, oldukça esnek, öyle değil miydi?"
"Evet, efendim, öyleydi," dedi Hagrid.
"Güzel asaydı doğrusu. Ama seni kovduklarında ortasından kırdılar, değil mi?" dedi Mr Ollivander, birdenbire sertleşmişti.
Ayaklannı sallayarak, "Şey - evet, kırdılar," dedi Hagrid. Sonra coşkuyla, "Ama parçaları hâlâ bende," diye ekledi.
Mr Ollivander, azarlarcasına, "Kullanmıyorsun ya?" dedi.
Hagrid, "Hayır, efendim," dedi hemen. Harry, onun konuşurken pembe şemsiyesine sımsıkı yapıştığını fark ermişti.
Mr Ollivander, Hagrid'e dik dik bakarak, "Hmmm," dedi. "Eh - Mr Potter. Bir bakalım." Üstü gümüş çizgili uzun bir mezura çıkardı cebinden. "Asa kolunuz hangisi?"
"Şey - ben sağ elimi kullanırım," dedi Harry.
"Uzatın kolunuzu. Tamam." Harr^nin omuzundan parmağına, bileğinden dirseğine, omuzundan ayak ucuna, dizinden koltuk altına ölçüsünü aldı. Sonra da kafasının çevresini ölçtü. Ölçü alırken, "Her Ollivander asasında güçlü bir büyü özü vardır, Mr Potter," dedi. "Biz tek boynuzlu at kulan, anka telekleri, ejderha yü-reği tellerini kullanırız. Ollivander asaları hiç birbirine benzemez, tek boynuzlu atların, ejderhaların, ankalarm birbirlerine benzemedikleri gibi. Tebii başka büyücü asalarından aynı sonucu alamazsınız '
Harry birdenbire fark etti: Burun deliklerinin arasını ölçen mezura bu işi kendi kendine yapıyordu. Mr Ollivander rafları karıştırıyor, kutular indiriyordu.
"Yeter," dedi, mezura da gevşeyerek yere yığılıver-di. “Peki öyleyse, Mr Potter. Şunu deneyin. Kayınağacı ve ejderha yüreği tellerinden. Yirmi üç santim. Güzel ve esnek. Tutup şöyle bir sallayın.”
Harry asayı aldı ve (bu işi aptalca bularak) havada salladı, ama Mr Ollivander hemen kaptı.
"Akçaağaç ve anka teleği. On sekiz santim. Vızıldar. Deneyin-"
Harry denemeye kalktı - ama daha havaya kaldırırın Mr Ollivander asayı çekti aldı.
(avı, ha ı - bunu alın, abanoz ve tek boynuzlu a,. Yirmibeş DU v * ^ santim esnek. Hadi, hadi, dene.”
Harry dene un u . . .j uv Mr Ollivander'in ne beklediğini Harry rru hıx" b* ~n ordu Oe.ıediği asalar yığını ince bacaklı ıskeou -i > oûvudükre Duyuyordu Mr Ollivander asa çıkardıkça artıyordu.
' Tr müşteri ha"* Merak , Mr Ollivander erdr en bulaca - oak^-n şjino -eve. ned^r ol--' ^ • jı bı* kar-^u. - dikeri, defno ve parmaklarında. Başının üstüne kaldırdı onu, tozlu havada vınlatarak indirdi; asanın ucundan hava fişekleri gibi kırmızı, altın rengi kıvılcımlar fışkırdı, duvarlarda oynaşan ışıklar belirdi. Hagrid sevinç çığlıkları atarak el çırptı; Mr Ollivander, "Ah, bravo!" diye bağırdı. "Evet, tamam, ah, çok güzel. Vay, vay, vay... ne tuhaf... ne kadar tuhaf..."
Harry'nin asasını kutusuna koydu yine, kahverengi kâğıda sardı; bir yandan da, 'Tuhaf... tuhaf..." diye mırıldanıyordu.
"Özür dilerim," dedi Harry, "nedir tuhaf olan?"
Mr Ollivander soluk bakışlarım Harry'ye dikti.
"Sattığım her asayı hatırlarım, Mr Potter. Tek tek hepsini. Teleği asanızda olan anka, bir başka telek daha vermişti - bir tek telek. Kaderinize bu asanın düşmesi çok tuhaf, çünkü sizde o izi bırakan bunun kardeşiydi."
Harry yutkundu.
"Evet, otuz dört santim. Porsuk. Böyle şeylerin olması gerçekten tuhaf. Unutmayın, asa büyücüyü seçer... Sizden büyük işler beklememiz gerektiğini düşünüyorum, Mr Potter... Ne de olsa, Adı Anılmaması Gereken Kişi büyük işler başarmıştı - korkunç, evet, ama büyük işler."
Harry ürperdi. Mr Ollivander'den pek de hoşlandığını sanmıyordu. Asa için yedi altın Galleon verdi, Mr Ollivander de yerlere kadar eğilerek onları geçirdi.
Akşam güneşi iyice alçalmıştı gökte, Harry ile Hagrid Diagon Yolu'ndan indiler; duvardan, sonra da artık boşalmış Çatlak Kazan'dan geçtiler. Yolda yürürlerken hiç konuşmadı Harry; metroda herkesin kendilerine nasıl şaşkınlıkla baktıklarını bile fark etmedi; elleri garip paketlerle doluydu, üstüne üstlük bir de uyuklayan baykuş vardı Harry'nin kucağında. Yürüyen merdivenden Paddington İstasyonu'na çıktılar; Harry, ancak Hagrid omzuna vurduğunda anladı nerede olduklarını.
“Tren kalkmadan iki lokma bir şey yemeye vaktimiz var” dedi Hagrid.
Harry'ye bir hamburger aldı, yemek için plastik koltuklara oturdular. Harry boyuna çevresine bakıyordu. Her şey nedense garip görünmeye başlamıştı.
"iyisin ya, Harry? Pek sessiz duruyorsun," dedi Hagrid.
Harry anlatabileceğini pek sanmıyordu. Yaşamının en güzel doğum gününü geçirmişti - yine de - hamburgerini kemirerek uygun sözleri bulmaya çalıştı.
"Herkes özel biri olduğumu düşünüyor," dedi sonunda. "Çatlak Kazan'dakiler, Profesör Quirrell, Mr Ollivander... ama büyü konusunda hiçbir şey bilmiyorum. Nasıl büyük şeyler bekleyebilirler benden? Ünlüyüm, neden ünlü olduğumu da bilmiyorum. Vol - özür dilerim - annemle babamın öldüğü gece neler oldu, hiç hatırlamıyorum."
Hagrid masadan eğildi. O yabani saçlarının, kaşlarının arkasında sımsıcak bir gülümseme vardı.
"Merak etme, Harry. Kısa zamanda öğrenirsin. Herkes Hogwarts'ta işe sıfırdan başlar, takma kafanı. Kendin ol, yeter. Biliyorum, kolay değil bu. Öne çıkarıldın, çetin iş. Ama Hogvvarts'ta çok güzel vakit geçireceksin - ben geçirdim - aslına bakarsan, hâlâ geçiriyorum."
Hagrid, Harry'yi trene bindirdi. Tren Dursley'lere götürecekti onu. Eline de bir zarf tutuşturdu.
"Hogwarts'a biletin," dedi. "Eylülün ilk günü -King's Cross - hepsi bilette yazılı. Dursley'lerle bir sorunun olursa, baykuşunla hemen bir mektup yolla, beni nerede bulacağını bilir... Yakında görüşürüz, Harry."
Tren istasyondan ayrıldı. Harry, gözden yok oluncaya kadar bakmak istedi Hagrid'e; koltuğundan kalkıp burnunu pencereye dayadı, gözlerini kırpıştırdı, Hagrid gitmişti.

BÖLÜM 5- Diagon Yolu

Harry ertesi sabah erkenden uyandı. Ortalığın aydınlandığını biliyordu, ama yine de gözlerini sımsıkı kapalı tuttu.
Kendi kendine, kesin bir biçimde, "Bir düştü bu," dedi. "Hagrid adında bir dev gördüm düşümde, geldi, büyücülük okuluna gideceğimi söyledi. Gözlerimi açınca kendimi evdeki dolapta bulacağım."
Bir şeye hızlı hızlı vurulduğunu duydu ansızın. Yüreği daralarak, "İşte Petunia Teyze, kapıya vuru-v ör," diye duşundu, yüreği sıkıştı. Ama gözlerini açmadı yine. Düş öyle güzeldi ki. Tak. Tak. Tak.
“Peki” diye mırıldandı. "Kalkıyorum." Doğruldu, doğrulur doğrulmaz da Hagrid'in ağır ÎMJÎO^U duştu u-.runden. Kulübe güneş içindeydi, fırtına dinmişti, Hagrid kırık kanepede uyumaktaydı, pencerede de bir baykuş vardı, gagasına bir gazete sıkıştırmış, pençesiyle cama vuruyordu.
Ayağa fırladı Harry, öylesine mutluydu ki, sanki içinde kocaman bir balon şişiyordu. Dosdoğru pencereye gidip camı açtı. Baykuş içeri süzüldü, gazeteyi hâlâ uyumakta olan Hagrid'in üstüne bıraktı. Yere kondu sonra, Hagrid'in paltosuna saldırdı.
"Yapma."
Baykuşu kovalamaya çalıştı Harry, ama baykuş öfkeyle gagasını gösterdi ona, paltoyu didiklemeyi sürdürdü.
Harry, yüksek sesle, "Hagrid!" dedi. "Bir baykuş var -"
Kanepeye doğru, "Parasını ver," diye homurdandı Hagrid.
"Ne?"
"Gazete getirdi ya, para istiyor. Ceplerime bak."
Hagrid'in paltosu ceplerden oluşmuştu sanki -anahtar desteleri, tüfek saçmaları, iplik yumakları, nane şekerleri, çay poşetleri... sonunda bir avuç garip görünümlü bozukluk çıkardı Harry.
Hagrid, uykulu uykulu, "Beş Knut ver ona," dedi.
"Knut mu?"
"O küçük bronzlardan."
Harry küçük bronz paralardan beş tane saydı, parayı koyabilsin diye, küçük deri bir kese bağlı bacağını uzattı baykuş. Sonra açık pencereden uçup gitti.
Hagrid yüksek sesle esnedi, doğrulup gerindi.
"En iyisi, biz yola düşelim, Harry, yapılacak çok iş var bugün, daha Londra'ya gidip okul malzemesi alacağız"
Harry büyücü paralarım evirip çeviriyor, onlara bakıyordu. Bir şey gelmişti aklına, gelir gelmez de içindeki balon püf diye sönüvermişti.
"Şey-Hagrid..."
Koca çizmelerini giymekte olan Hagrid, "Ha?" dedi.
"Hiç param yok - dün gece Vernon Enişteyi de duydun - okula gidip büyü öğrenmem için para vermeyecek."
Ayağa kalkıp kafasını kaşıyarak, "Merak etme," dedi Hagrid. "Ana baban sana bir şey bırakmadılar mı sanıyorsun?"
"Ama evleri yerle bir olduysa -"
"Altınlarını evde tutmuyorlardı ki, yavrum! İlk durağımız Gringotts, Büyücüler Bankası. Bir sosis alsana, daha soğuyup kaskatı olmamış - eh, ben de senin doğum günü pastandan bir lokma yiyeyim bari."
"Büyücülerin bankaları mı var?"
"Bir tek Gringotts. Cincüceler işletiyor."
Harry elindeki sosis parçasını yere düşürdü.
"Cincüceler mi?"
"Haa - benden söylemesi, soymaya heveslenmek için adamın fıttırması gerek. Cincücelere bulaşılmaz, Harry. Bir şeyi emanet etmek istiyorsan, Gringotts dünyanın en güvenli yeri - Hogwarts'ı saymazsak. Zaten Gringotts'a gidecektim. Dumbledore dediydi. Hogwarts'ın bir işi için." Şöyle bir kabardı Hagrid. "Önemli işleri bana yükler hep. Seni götürmek - Gringotts'tan birtakım şeyler almak - anlıyorsun ya, bana güvenir.
"Her şey hazır mı? Hadi öyleyse."
Harry kayaya kadar Hagrid’i izledi. Hava oldukça açıktı şimdi, deniz güneş ışığıyla parlıyordu. Vernon Enişte'nin tuttuğu kayık hâlâ oradaydı, fırtına yüzünden suyla dolmuştu.
Harry, çevrede bir başka kayık aranarak, "Nasıl geldin buraya?" diye sordu.
"Uçtum," dedi Hagrid.
"Uçtun mu?"
"Haa - sonra konuşuruz bunu. Şimdi yanımda sen varken büyü yapmama izin yok."
Kayığa bindiler, Harry Hagrid'e bakıyordu hâlâ, onun nasıl uçtuğunu gözünde canlandırmaya çalışıyordu.
Hagrid, çoğu zaman yaptığı gibi, Harry'ye yan gözle bakarak, "Şimdi kürek çekmek de ayıp olacak yani," dedi. "Ben tutup da - şey - işleri azıcık hızlandırsam, bundan Hogwarts'ta söz etmezsin, değil mi?"
Biraz daha büyü görme hevesine kapılan Harry, "Elbette etmem," dedi. Hagrid pembe şemsiyeyi çıkardı yine, ucayla kayığın kenarına iki kere vurdu, karaya doğru hızla ilerlemeye başladılar.
Harry, "Gringotts'u soymaya kalkışmak için adamın niye fıttırması gerek?" diye sordu.
"Büyüler - tılsımlar," dedi Hagrid, konuşurken gazetesini açtı. "Kasaları ejderhalar koruyormuş. Üstelik bir de yolu bulacaksın - Gringotts Londra'nın yüzlerce kilometre altında. Metronun taa altında. Orayı soyup malı götürsen bile çıkıncaya kadar açlıktan olursun."
Hagrid gazetesini, Gelecek Postası'nı okurken, Harry oturmuş düşünüyordu. Vernon Enişte insanların bu işi yaparken rahat bırakılmalarını söylerdi hep, ama hiç de kolay değildi bu, kendim bildi bileli, Harry'nin kafasında hiç bu kadar çok soru doğmamıştı.
Hagrid, sayfayı çevirerek, "Sihir Bakanlığı her zamanki gibi işleri karman çorman ediyor," dedi.
Harry kendini tutamadı artık, "Sihir Bakanlığı da mı var?" diye sordu.
"Elbet," dedi Hagrid. "Dumbledore'un Bakan olmasını istedilerdi, ama Hogwarts'ı bırakmak istemediği için, Bakanlık ihtiyar Cornelius Fudge'a kaldı. Gelmiş geçmiş en büyük beceriksiz. Her sabah baykuşlar salıyor Dumbledore'a, Öğüt istiyor."
"Peki ama Sihir Bakanlığı'nın görevi ne?" "Asıl görevi, ülkede cadıların, büyücülerin olduğunu Muggle'lardan gizlemek." "Neden?"
"Neden mi? Neden olacak, Harry, herkes sorunlarını çözmek için büyü peşinde koşar da ondan. Yok yok, biz bize kalalım, daha iyi."
O sırada usulca rıhtıma çarptı kayık. Hagrid gazetesini katladı, taş basamakları tırmanıp sokağa çıktılar.
Küçük kentte istasyona doğru yürürlerken, gelip geçenler gözlerini Hagrid'e dikiyorlardı. Harry suçlayamıyordu onları. Herkesten en az iki kat uzun olması bir yana, parkmetre gibi sıradan şeyleri göstererek, yüksek sesle, "Gördün mü şunu, Harry?" diyordu. "Muggle'lar da kafalarını nelere çalıştırıyor!"
Ona ayak uydurmak için koşmak zorunda kalan Harry, soluk soluğa, "Hagrid," dedi, "Gringotts'ta ejderhalar olduğunu mu söylemiştin?"
"Eee, rivayet öyle," dedi Hagrid. "Off, bir ejderham olmasını amma da isterdim."
"Ejderhan olmasını mı isterdin?"
"Çocukluğumdan beri - geldik işte."
İstasyona varmışlardı. Beş dakika sonra bir tren kalkacaktı Londra'ya. "Muggle parası" dediği şeye akıl erdiremeyen Hagrid, biletleri alsın diye banknotları Harry'ye verdi.
Herkes trende daha çok baktı onlara. Hagrid iki koltuk kaplıyordu; oturduğu yerde kanarya sarısı sirk çadırına benzer bir şey örmeye koyuldu.
İlmekleri sayarak, "Mektubun yanında mı?" diye sordu Harry'ye.
Harry cebinden parşömen zarfı çıkardı.
"İyi," dedi Hagrid. "Sana gereken şeylerin bir de listesi olacak."
Harry bir gece önce gözünden kaçmış ikinci bir kâğıdı açarak okudu:
HOGWARTS CADILIK VE BÜYÜCÜLÜK OKULU
Forma
Birinci sınıf öğrencileri için gerekli eşyalar:
ı. Üç takım düz iş cüppesi (siyah)
2. Sivri uçlu düz bir gündelik şapka (siyah)
3. Bir çift koruyucu eldiven (ejderha der isi ya da benzeri)
4. Kışlık bir pelerin (siyah, gümüş tokalı)

Bütün öğrencilerin elbiselerinde adlan yazılı künyeler alacaktır.
Ders Kitapları
Bütün öğrenciler aşağıda belirlileri kitaplardan birer
tane edinecektir:
ı. Sınıflar için Temel Büyüler Kitabı (Miranda Goshavvk)
Sihir Tarihi (Bathilda Bagshot)
Sihir Kuramı (Adalbert VVaffling)
Biçim Değiştirme için İlk Adım (Emerle Switch)
Bin Bir Büyülü Ot ve Mantar (Phyllida Spore)
Sihirli Yiyecek ve içecekler (Arsenius Jigger)
Olağandışı Yaratıklar ve Yaşadıkları Yerler (Newt
Scamander)
Karanlık Güçler: Kendini Savunma El Kitabı (Quentin Trimble)
Öteki Gereçler
1 asa
1 kazan (kalaylı, orta boy)
1 takım cam ya da kristal şişe
1 teleskop
1 takım pirinç ölçek
Öğrenciler bir baykuş YA DA bir kedi YA DA bir kurbağa getirebilirler.
VELÎLERİN DİKKATİNE. BİRİNCİ SINIF ÖĞRENCİLERİNİN SÜPÜRGELERİNİ KULLANMALARI YASAKTIR.
Harry, şaşkınlıkla, "Bütün bunları Londra'da bulabilir miyiz?" diye sordu.
"Gideceğin yeri biliyorsan, elbet," dedi Hagrid.
Harry Londra'ya hiç gitmemişti. Hagrid yolu biliyor gibiydi, ama daha önce hep alışılmadık biçimlerde yolculuk ettiği de apaçık ortadaydı. Metroda turnikeye sıkıştı, trene binince de koltukların küçüklüğünden, çok ağır gittiklerinden yakındı.
Kırık dökük bir yürüyen merdivenden çıkıp da kendilerini iki yanı mağazalar sıralı cıvıl cıvıl bir yola attıklarında, "Muggle'lar büyüsüz nasıl beceriyorlar, aklım ermiyor," dedi.
Öylesine iriydi ki Hagrid, kalabalığı kolayca yarıyordu; Harry'nin bütün yaptığı, onun hemen arkasından yürümekti. Kitapçıların, müzik mağazalarının, hamburger büfelerinin, sinemaların önünden geçtiler, ama hiçbir yerde büyülü asalar satıldığına dair bir belirti yoktu. Sıradan insanlarla dolu sıradan bir sokaktı bu. Kilometrelerce aşağıda büyücülerin altın yığınları gömülü müydü gerçekten? Büyü kitapları, süpürgeler satan dükkânlar var mıydı? Yoksa bütün bunlar Dursley'lerin başlarının altından çıkan koca bir şaka mıydı? Harry, Dursley'lerin gülmekle uzaktan yakından ilgileri olmadığını bilmeseydi öyle düşünürdü belki, yine de Hagrid'in anlattıkları da pek inanılacak gibi değildi. Ama Harry ister istemez ona güveniyordu.
Hagrid, durarak, "İşte," dedi. "Çatlak Kazan. Ünlü bir yerdir."
Ufacık, köhne bir meyhaneydi burası. Hagrid eliyle göstermeseydi, Harry farkına bile varmayacaktı onun. Hızla gelip geçenler meyhaneye bakmıyorlardı bile. Bir yanındaki büyük kitapçıdan öteki yanındaki plakçıya kayıyordu gözleri, Çatlak Kazan'ı sanki hiç görmüyorlardı. Garip bir duygu uyandı Harry n u içinde, sanki meyhaneyi sadece Hagrid'le kendisi görmekteydi. Daha bu duygusunu dile getiremeden, Harıid onu içeriye sürükledi.
Ünlü bir yer için çok karanlıktı Çatlak Kazan, dökülüyordu. Bir köşede üç beş yaşlı kadın oturmuş, beyazşarap içiyordu. İçlerinden biri upuzun tir pipo tüttürmekteydi. Silindir şapkalı ufak tefek bir adam, saçları iyice dökülmüş, yapış yapış bir cevize benzeyen yaşlı barmenle konuşuyordu. İçeri girdiklerinde mırıltılar durdu. Herkes Hagrid'i tanıyor gibiydi; el sallayıp gülümsediler ona; barmen, bir kadehe uzanarak. “Her zamankinden mi, Hagrid?" dedi.
Hagrid, koca elini Harry'nin sırtına vurup onu sendeleterek, "İçemem, Tom," dedi. "Hogwarts görevi başındayım."
Gözlerini Harry'ye dikerek, "Yoksa," dedi barmen, "sakın bu-bu-?"
Çatlak Kazan derin bir sessizliğe gömüldü birden-bire.
Yaşlı barmen, "Vay canına!" diye fısıldadı. "Harry Potter... ne büyük bir onur."
Tezgâhın arkasından fırladı, gözleri yaşlı, Harry'nin yanma koşup elini yakaladı.
"Hoş döndünüz, M- Potter, hoş döndünüz."
Harry ne diyeceğini bilemedi. Herkes ona bakıyordu. Pipolu kadın, söndüğünün farkında bile olmadan, piposunu püfleyip duruyordu. Işıl ışıldı Hagrid.
Derken, iskemle gıcırtıları yükseldi, Harry kendini Çatlak Kazan'da herkesle tokalaşırken buldu.
"Ben Doris Crockford, Mr Potter, sonunda sizi gördüğüme inanamıyorum.'
"Öyle mutluyum ki, Mr Potter, öyle mutluyum ki!"
"Hep elinizi sıkmak istemişimdir - kalbim duracak!"
"Nasıl sevindim, anlatamam, Mr Potter. Adım Diggle. Dedalus Diggle."
"Sizi daha önce görmüştüm!" dedi Harry; Dedalus Diggle heyecandan silindir şapkasını düşürdü. "Bir mağazada bana selam vermiştiniz."
Çevresindekilere bakarak, "Hatırlıyor!" diye bağırdı Dedalus Diggle. "Duydunuz mu? Beni hatırlıyor!"
Harry herkesle tokalaştı da tokalaştı - Doris Crockford tokalaştıktan sonra hep sıraya giriyordu yine.
Soluk yüzlü bir delikanlı, tedirgin, yaklaştı. Gözlerinden biri seğiriyordu.
"Profesör Quirreil!" dedi Hagrid. "Harry Profesör Quirrell Hogvvarts'taki öğretmenlerinden biri."
Harry'nin eline yapışarak, "P-P-Potter," diye kekeledi Profesör Quirrell, "si-sizi ta-tanıdığıma ne kadar se-sevindim, anlatamam."
"Ne tür büyü öğretiyorsunuz, Profesör Quirrell?
"Ka-Ka-Karanlık Sanatlara Karşı Sa-Savunma," diye mırıldandı Profesör Quirrell, şimdi bu konu üstünde durmak istemiyordu sanki. "Si-sizin için ge-gerekmez, ha, P-P-Potter?" Tedirgin tedirgin güldü. "Ma-malze-menizi alacaksınız herhalde? Be-ben de vampirler üs-üstüne bir ki-kitap almaya geldim." Vampir sözünden bile tüyleri ürpermişe benziyordu.
Ötekiler, Profesör Quirrei'nin Harry'yi esir almasına izin vermediler. Hepsinden kurtulmak ise yaklaşık on dakika sürdü. Sonunda, Hagrid bütün o gürültüde sesini duyurabildi.
"Gitmemiz gerek - alacak çok şey var. Hadi, Harry."
Doris Crockford Harry'nin elini son kere sıktı, öne düştü Hagrid, tezgâhın arkasından geçip, içinde bir çöp tenekesiyle ayrık otlarından başka bir şey olmayan, duvarlarla çevrili küçük bir avluya çıktılar.
Hagrid, Harry'ye sırıttı.
"Söylemedim miydi sana? Nasıl ünlü olduğunu söyledimdi. Seni görünce Profesör Quirrell'm bile eli ayağı tutuldu - laf aramızda, hep zangır zangır titrer."
"Hep tedirgin midir böyle?"
"Haa, elbet. Zavallıcık. Parlak zekâ. Kitaplardan çalışıp öğrenirken iyiydi, bir şeyi yoktu, ne zaman ki bir yıl izin alıp uygulamaya geçti... Kara Orman'da vampirlerle karşılaşmış, öyle diyorlar, cadalozun tekiyle de başı derde girmiş - ondan sonra eskisi gibi olamadı artık. Öğrencilerinden korkar, kendi öğrettiği dersten bile korkar - haydaa, nerede benim şemsiyem?"
Vampirler? Cadalozlar? Kafası karmakarışık olmuştu Harry'nin, o arada Hagrid çöp tenekesinin yanındaki duvarda tuğlaları saymaya koyulmuştu.
"Üç yukarı... iki sağa... " diye mırıldandı. "Tamam, çekil biraz, Harry."
Şemsiyesinin ucuyla duvara üç kere vurdu.
Dokunduğu tuğla şöyle bir titredi - oynadı - küçük bir delik belirdi ortasında - delik büyüdü, büyüdü - bir saniye sonra Hagrid'in bile geçebileceği kemerli bir geçitteydiler. Geçit, kıvrıla kıvrıla uzayıp gözden yok olan taş döşeli bir sokağa açılıyordu.
"Diagon Yolu'na hoş geldin," dedi Hagrid.
Harry'nin şaşkınlığı karşısında sırıttı. Kemerin altından geçtiler. Harry kafasını çevirip arkasına baktı hemen, delik bir anda kapanmış, kemer yine sapasağlam bir duvar oluvermişti.
En yakın dükkânın önündeki kazanlar gün ışığında pırıl pırıl parlıyordu. Üstlerindeki tabelada Kazanlar -Her Boy - Bakır, Pirinç, Kalay, Gümüş - Otomatik Karıştırmak - Katlanır yazılıydı.
"Bir tane alacağız sana," dedi Hagrid. "Ama önce parayı almamız gerek."
Keşke sekiz gözüm daha olsaydı diye düşünüyordu Harry. Sokakta yürürken başını her yana çeviriyor, bir anda her şeyi görmeye çalışıyordu: dükkânları, önlerindeki eşyaları, alışveriş eden insanları. Tombul bir kadının yanından geçtiler; kadın aktarın önünde başını iki yana sallayarak söyleniyordu: "Ejderha ciğeri, gramı on yedi Sickle, çıldırmış bunlar..."
Üstünde Bin Bir Çeşit Baykuş Dükkânı - Yırtıcı, Uysal, Boz, Kahverengi, Karbeyazı Baykuşlar yazan karanlık bir dükkândan belli belirsiz baykuş ötüşleri geliyordu. Harry'nin yaşıtı birkaç çocuk, burunlarını süpürgelerin sergilendiği bir vitrine yapıştırmışlardı. Harry, içlerinden birinin, "Bak," dediğini duydu, "yeni Nimbus İki Bin - bundan hızlısı yok -" Cübbe satılan, teleskop satılan, Harry'nin daha önce hiç görmediği garip gümüş gereçler satılan dükkânlar, yarasa dalaklarıyla, yılanbalığı gözleriyle dolu fıçıların, cilt cilt kitap yığınlarının, tüy kalemlerin, parşömen rulolarının, iksir şişelerinin, ay kürelerinin sergilendiği vitrinler...
"Gringotts," dedi Hagrid.
Öteki küçük dükkânların tepesinde yükselen karbe-yazı bir binaya gelmişlerdi. Pırıl pırıl tunç kapıların önünde, sırmalı kız üniformasıyla bir -
"Evet, bir ciddice bu," dedi Hagrid; beyaz taş merdiveni çıktılar sessizce. Cincüce, Harry'den bir kanş daha kısaydı. Esmer bir yüzü, zeki bakışları, sivri bir sakalı vardı; parmaklarıyla ayaklarının çok uzun olduğunu fark etti Harry. İçeri girerlerken, cincüce eğilerek selam verdi, ikinci bir kapının önündeydiler şimdi, bu kapı gümüştendi, üstünde şunlar yazılıydı:
Gir bakalım, yabancı, ama dikkat et, sakın Kendini koyverip de hırsa kapılmayasın, Alın teri dökmeden köşe dönme hevesi Canına okur sonra, bak bizden söylemesi, Senin olmayan bir şey yürüteceksen unut Aklını başına al, sonra da kendini tut, Hırsızlığa kalkarsan, bir daha düşün yine, Başka şeyler bulursun çil altınlar yerine.
"Söylediğim gibi, burayı soymaya kalkanın fıttır-ması gerek," dedi Hagrid.
Gümüş kapının önünde bir çift cincüce eğilerek selamladı onları; uçsuz bucaksız mermer bir salona girdiler. Yüz kadar cincüce daha uzun mu uzun bir bankın arkasındaki yüksek taburelere oturmuş, kocaman hesap defterlerine bir şeyler yazıyor, pirinç terazilerde para tartıyor, merceklerle değerli taşlar inceliyordu. Salondan dışarı açılan sayılamayacak kadar çok kapı vardı daha, başka cincüceler de o kapılardan insani, "a yol gösteriyordu. Hagrid'le Harry banka yaklaştılar.
Hagrid, o anda iş yapmayan bir cincüceye, "Günaydın," dedi. "Mr Harry Potter'ın kasasından biraz para almaya geldik."
"Anahtarı yanınızda mı, efendim?"
"Buralarda bir yerde olacak," dedi Hagrid, ceplerini bankın üstüne boşaltmaya başladı, cincücenin hesap defterinin üstüne bir avuç yapış yapış köpek bisküvisi yayıldı. Burnunu kırıştırdı cincüce. Harry, sağlarındaki cincücenin herbiri kor büyüklüğünde bir yığın yakutu tartmasını seyrediyordu.
Sonunda, "Buldum," dedi Hagrid, küçücük bir altın anahtar gösterdi.
Cincüce anahtarı inceledi.
"Tamam görünüyor."
Hagrid, göğsünü şişirip böbürlenerek, "Profesör Dumbledore'dan da bir mektup getirdim," dedi. "Yedi yüz on üçüncü kasadaki Ne-Olduğunu-Bilirsin-Sen'le ilgili."
Cincüce mektubu dikkatle okudu.
Sonra onu Hagrid'e uzatarak, "Peki," dedi. "Biri sizi iki kasaya da götürecek. Griphook!"
Griphook bir başka cincüceydi. Hagrid köpek bisküvilerini ceplerine doldurdu yine, Griphook'un arkasında, salondan dışarı açılan kapılardan birine yöneldiler.
Harry, "Yedi yüz on üçüncü kasadaki Ne-Olduğu-nu-Bilirsin-Sen nedir?" diye sordu.
Hagrid, gizemli bir biçimde, "Söyleyemem," dedi. "Çok gizli. Hogwarts işi. Dumbledore bana güvendi. Söylersem görevimi kötüye kullanmış olurum."
Griphook onlara kapıyı açtı. Yine mermerle karşılaşacağını sanıyordu Harry, şaşırdı. Meşalelerin aydınlattığı daracık taş bir koridordaydılar. Dimdik aşağı iniyordu koridor, yerde incecik raylar vardı. Islık çaldı Griphook, raylar üstünde gıcırdayarak küçük bir araba geldi hemen. Arabaya bindiler -Hagrid biraz zorluk çekti gerçi- ve yola koyuldular.
Önce bulmacaya benzeyen dönemeçli geçitlerden ilerlediler. Harry unutmamaya çalıştı, sol, sağ, sağ, sol, orta çatal, sağ, sol, ama olanaksızdı bu. Zangırdayan araba yolu biliyor gibiydi, çünkü Griphook onu yönetmiyordu.
Harry'nin gözleri, çarpan soğuk hava yüzünden sızlıyordu; ama faltaşı gibi açık tuttu onları. Bir keresinde geçidin sonunda alevlerin yükseldiğini gördü sanki, bunun bir ejderha olup olmadığım anlamak için hemen arkasına döndü, ama geç kalmıştı - yerde ve tavanda kocaman sarkıtlar, dikitler bulunan bir yeraltı gölünden geçerek daha da derinlere daldılar.
Arabanın gürültüsünde sesini duyurmaya çalışarak, "Aklım ermiyor," dedi, "sarkıtla dikit arasındaki fark ne?"
"Sarkıtta 's' harfi var ya," dedi Hagrid. "Şimdi soru sorma bana. Galiba kusacağım."
Sahiden de yemyeşil olmuştu, araba sonunda geçit duvarındaki bir kapının yanında durduğunda, hemen fırladı Hagrid, dizlerinin titremesini önlemek için duvara yaslandı.
Griphook kapının kilidini açtı. İçeriden çıkan yeşil bir duman sardı ortalığı; dağılınca şaşkınlıktan yutkundu Harry. İçeride altın para kümeleri vardı. Gümüş tepecikleri. Küçük bronz Knutlardan oluşmuş tepecikler.
"Hepsi senin," diye gülümsedi Hagrid.
Hepsi Harry'nin - inanılacak gibi değildi. Durs-ley'ler bunu bilmiyorlardı anlaşılan, bilselerdi, göz açıp kapayıncaya kadar hepsine el koyarlardı. Boyuna yakınmazlar mıydı, Harry kendilerine ne kadar tuzluya patlıyor diye? Demek bu arada, Londra'nın taa derinlerine gömülü küçük bir servetin de sahibiydi.
Hagrid, Harry'nin torbaya biraz para koymasına yardımcı oldu.
"Altınlar Galleon," diye açıkladı. "On yedi gümüş Sickle bir Galleon eder, yirmi dokuz Knut da bir Sickle eder, o kadar basit. Tamam, o kadarı birkaç döneme yeter, gerisi burada kalsın, güven içinde." Griphook'a döndü. "Şimdi de yedi yüz on üç numaralı kasa, lütfen, biraz daha ağır gidebilir miyiz?"
Griphook, "Sadece tek hız var," dedi.
Gittikçe hızlanarak daha da derinlere iniyorlardı şimdi. Keskin dönemeçlerden geçtikçe hava söğüdü da söğüdü. Tangır tungur bir yeraltı çukurunu aştılar, Harry kenardan eğilip aşağıdaki karanlık çukurda ne olduğunu anlamaya çalıştı, ama Hagrid homurdanarak ensesine yapıştığı gibi çekti onu.
Yedi yüz on üçüncü kasanın anahtar deliği yoktu.
Griphook, kasılarak, "Geri durun," dedi. Uzun parmaklarından biriyle kapıyı okşadı; kapı eriyip gitti.
"Bunu Gringotts cincücelerinin dışında biri yapmaya kalkarsa, kapı onu emerek içeri çeker," dedi Griphook. "Oradan çıkamaz artık."
Harry, "İçeride biri var mı yok mu diye sık sık bakıyor musunuz?" diye sordu.
Griphook, pis sayılabilecek bir sırıtmayla, "Yaklaşık on yılda bir," dedi.
Harry, en sıkı önlemlerle korunan bu kasanın içinde olağanüstü bir şey olduğuna inanıyordu, eşsiz mücevherleri görmek için merakla eğildi - kasa, ilk bakışta boşmuş gibi geldi ona. Sonra kahverengi kâğıda sarılmış pis bir paket gördü yerde. Hagrid paketi alıp paltosunun içine koydu. Onun ne olduğunu öğrenmeye can atıyordu Harry, ama sormayı göze alamadı.
"Hadi bakalım," dedi Hagrid, "doğru cehennem arabasına - yolda da bir şey sorma bana, ağzımı açma-sam iyi olacak."
Çılgınca bir araba yolculuğundan sonra Grin-gotts'un önündeydiler yine, gün ışığından gözleri kamaşıyordu. Harry'nin bir torba parası vardı şimdi. Sevinçten nerelere koşacağını bilmiyordu. Kaç Galleon kaç para eder, bilmesi gerekmiyordu, hiç bu kadar parası olmamıştı - Dudley'nin bile ömür boyu kazandığından daha çoktu bu.
Hagrid, başıyla Madam Malkin'in Her Duruma Göre Cüppeleri’ni göstererek, "Şimdi bir forma alalım sana," dedi. "Bak, Harry, ben Çatlak Kazan'da bir tek atmaya tüysem kızmazsın ya? Şu Gringotts arabaları perişan ediyor beni." Hâlâ keyifsiz görünüyordu, Harry de Madam Malkin'in dükkânına tek başına girdi, tedirgindi.
Madam Malkin eflatunlar içinde, kısa boylu, güler yüzlü bir cadıydı.
Harry daha ağzını açarken, "Hogvvarts mı, güzelim?" dedi. "Her boydan var burada - şu anda bir delikanlıya da veriyoruz."
Dükkânın arkasında, bir taburenin üstünde solgun, sivri yüzlü bir çocuk duruyordu, bir başka cadı da onun uzun siyah cüppesini iğneliyordu. Madam Mal-kin onun yanındaki bir başka tabureye çıkardı Harry'yi, kafasından bir cüppe geçirip etek boyunu ayarlamak için iğnelemeye koyuldu.
"Merhaba," dedi çocuk, "sen de mi Hogwarts'a?"
"Evet," dedi Harry.
Çocuk, "Babam yanda kitap alıyor, annem de sokağın başındaki asalara bakıyor," dedi. Kelimeleri uzatarak bezgin bezgin konuşuyordu. "Sonra onları yarış süpürgeleri bakmaya götüreceğim. Birinci sınıftakilerin neden kendi süpürgeleri olmasın, anlamıyorum. Bir tane alsın diye babamı zorlarım, sonra da bir yolunu bulur, onu gizlice sokarım okula."
Harry hemen Dudleyi hatırladı.
Çocuk, "Senin kendi süpürgen var mı?" diye devam etti.
"Hayır," dedi Harry.
"Hiç Quidditch oynadın mı?"
Harry, "Hayır," dedi yine, Quidditch de neyin nesiydi acaba?
"Ben oynadım - Babam takıma seçilmezsem bunun düpedüz cinayet olacağını söylüyor. Bence de öyle. Hangi binada kalacağını biliyor musun?"
Her dakika daha da afallayan Harry, "Hayır," dedi.
"Zaten oraya gidinceye kadar kimse bilemez bunu, öyle değil mi, ama ben Slytherin'de kalacağımı biliyorum, bütün ailem orada kalmış - bir de Hufflepuff ta kaldığım düşünsene - tek dakika durmaz, hemen ayrılırdım. Sen olsan ayrılmaz miydin?"
"Hmm," dedi Harry, keşke daha ilginç bir şey söyleyebilseydim diye düşündü.
Çocuk, vitrini işaret ederek, "Hey, şu adama bak!" dedi ansızın. Hagrid duruyordu orada, Harry'ye sırıtıyor, içeri neden giremediğini belirtmek için de elindeki iki kocaman dondurma külahını gösteriyordu.
"O, Hagrid," dedi Harry, çocuğun bilmediği bir şeyi bildiğine seviniyordu. "Hogwarts'ta çalışıyor."
"Haa," dedi çocuk, "adını duymuştum. Bir çeşit uşak, değil mi?"
"Bekçi," dedi Harry. Her saniye daha az hoşlanıyordu çocuktan.
"Evet, öyle. Yabani biriymiş - okul bahçesinde bir kulübede yaşıyormuş, arada bir sarhoş olur, büyü yapmaya kalkar, yatağını ateşe verirmiş."
Harry, "Bence pırıl pırıl biri," dedi soğukça.
Çocuk, burun kıvırarak, "Öyle mi?" dedi. "Neden seninle birlikte? Annen baban nerede?"
Harry, "Öldüler," dedi kısaca. Çocukla bu konulara girmek istemiyordu.
"Özür dilerim," dedi çocuk, sesi pek de özür diler gibi çıkmıyordu. "Ama onlar da bizdendiler, değil mi?"
"Büyücüydüler, bunu soruyorsan eğer."
"Ötekileri aramıza almamalılar, öyle değil mi? Aynı değiliz, bizim gibi yetiştirilmemiş onlar. Düşünsene sen, bazıları mektup alıncaya kadar Hogvvarts'ın adını bile duymamış. Köklü büyücü ailelerin çocuklarını almalılar sadece. Sahi, senin soyadın ne?"
Harrynin yanıt vermesine fırsat kalmadan, "Tamam, güzelim," dedi Madam Malkin; Harry de, konuşmayı yarıda kestiği için özür dilemeye bile gerek görmeden tabureden atladı.
"Eh," dedi suratsız çocuk, "Hogwarts'ta görüşürüz herhalde."
Harry, Hagrid'in aldığı dondurmayı (çikolatalı, böğürtlenli, üstü fındıklı) yerken pek konuşmadı.
"Nen var?" dedi Hagrid.
Harry düpedüz yalan söyledi: "Yok bir şey." Parşömenle tüy kalem almak için durdular. Harry, yazdıkça rengi değişen bir şişe mürekkep bulduğu için keyiflenir gibi oldu. Dükkândan çıkarlarken, "Hagrid, Quidditch nedir?" diye sordu.
"Vay canına, Harry, ne kadar az şey bildiğini boyuna unutuyorum - daha Quidditch'ten bile haberin yok!"
"Keyfimi iyice kaçırma," dedi Harry. Madam Malkin'de rastladığı solgun yüzlü çocuğu anlattı Hagrid'e.
"- Muggle ailelerin çocukları okula alınmamalıymış -"
"Sen Muggle bir aileden gelmiyorsun ki. Senin kim olduğunu bileydi - ana babası büyücüyse eğer, senin adını ezber ederek büyümüştür - Çatlak Kazan'da da gördün. Her neyse, aklı mı erer onun, benim bildiğim büyücülerin en esaslılarından bazıları bile Muggle ailelerden gelme - ananı düşün! Bir de ananın kardeşine bak!"
" Quidditch nedir peki?"
"Spor. Büyücü sporu. Şey gibi - Muggle'lar dünyasının futbolu gibi bir şey - herkes bayılır Quidditch'e -havada oynanır, uçan süpürgeler üstünde, dört top vardır - kuralları anlatmak uzun iş şimdi."
"Peki, Slytherin'le Hufflepuff nedir?"
"Okul binaları. Dört tane var. Herkes Hufflepuff m beş para etmediğini söyler, ama -"
Harry, üzüntüyle, "Ben herhalde Hufflepuff tayım," dedi.
Hagrid, sır verir gibi, "Slytherin olacağına Hufflepuff olsun," dedi. "Sapıtan cadılar, büyücüler içinde Slytherin'de bulunmamış tek kimse yok. Biri de Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen' di."
"Vol- özür dilerim - Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen Hogwarts'ta mıydı?"
"Yıllar yıllar önce," dedi Hagrid.
Flourish ve Blotts adlı bir dükkâna girip Harry'nin ders kitaplarını aldılar, raflar tavana kadar kitaplarla doluydu, deri ciltli, kaldırım taşı büyüklüğünde kitaplarla, ipek kapaklı, posta pulu kadar minik kitaplarla, garip simgelerle dolu kitaplarla, bazı kitapların içi ise bomboştu. Hiçbir şey okumayan Dudley bile bayılırdı bunlara. Hagrid, Harry'yi sürükleyerek, Profesör Vindictus Viridian'ın Lanetler ve Karşı-Lanetler (Arkadaşlarınızı Büyüleyin, Düşmanlarınızı En Yeni Öç Yöntemleriyle Çatlaan: Saç Dökülmesi, Bacak Titremesi, Dil Tutulması, daha neler neler) kitabından zorla uzaklaştırdı.
"Dudley'yi nasıl çatlatabilirim, onu bulmaya çalışıyordum."
"Fena fikir değil, ama özel durumlar dışında Mugg-le'lar dünyasında büyü kullanmak yasaktır," dedi Hag-rid. "Hem zaten daha beceremezsin, o düzeye gelinceye kadar çok çalışman, çok şey öğrenmen gerek."
Hagrid, Harry'nin altın bir kazan almasına da izin vermedi ("Listede kalaylı diyor"), ama güzel bir takım iksir ölçeğiyle açılır kapanır pirinç bir teleskop aldılar. Aktara gittiler sonra, dükkân o kadar etkileyiciydi ki, insan o berbat çürük yumurta ve lahana kokusunu bile duymuyordu. Yerde yapış yapış fıçılar vardı; duvarlara otlarla, kurutulmuş köklerle, parlak tozlarla dolu kavanozlar sıralanmıştı; tavandan hayvan dişleriyle kıvrık pençeler dizili ipler sarkıyordu. Hagrid tezgâhın arkasındaki adamdan Harry için bazı temel iksir malzemeleri isterken, Harry de tanesi yirmi bir Galleon'a satılan gümüş tek boynuzlu at boynuzlarını, minicik, parlak siyah böcek gözlerini (kepçesi beş Knut) inceliyordu.
Aktardan çıkınca Harry'nin listesine bir daha baktı
Hagrid.
"Bir tek asa kaldı - haa, sahi, daha doğum günü armağanını almadım.'"'
Harry kıpkırmızı kesildiğini fark etti.
"Bir şey alman gerekmez -"
"Ben de biliyorum, gerekmez. Bak, ne diyeceğim. Hayvanını ben alayım. Kurbağa olmaz, kurbağaların modası geceli yıllar oldu, herkes makaraya alır seni - kediler desen, hoşuma gitmez, beni aksırtırlar. Bir baykuş alayım sana. Bütün çocuklar baykuş ister, çok da işe yararlar, postacılıktın tut da her bir işi yaparlar."
Yirmi dakika sonra, hışırtılarla, kanat çırpışlarıyla, mücevher parlaklığında gözlerle dolu o karanlık Bin Bir Çeşit Baykuş Dükkâr.ı'ndan çıkıyorlardı. Harry'nin elinde büyük bir kafes, kafesin içinde de başını kanadının altına sokmuş, uyuklayan çok güzel kar beyazı bir baykuş vardı. Tıpkı Profesör Quirrell gibi kekeleyerek teşekkür üstüne teşekkür etti Hagrid'e.
Hagrid, "Teşekküre değmez," dedi boğuk bir sesle. "Dursley'ler herhalde pek bir şey vermemişlerdir sana. Sadece Ollivander'ler kaldı şimdi - asa satılan tek yer orası, sana da en iyi asayı almalıyız."
Büyülü asa... Harry en çok bunu istiyordu.
Son dükkân daracıktı, külüstür mü külüstürdü. Kapının üstünde yaldızlı harflerle Ollivander'ler: Kusursuz Asa Yapımcıları - Kuruluşu: Î.Ö< 382 yazılıydı. Tozlu vitrindeki solmuş mor yastıkta bir tek asa duruyordu.
İçeri girerlerken dükkânın derinliklerinde bir çıngırak çaldı. Ufacık bir yerdi burası; bomboştu, ince bacaklı bir iskemleden başka bir şey yoktu. Hagrid de ona oturup beklemeye koyuldu. Harry, çok katı kuralları olan bir kitaplığa girmiş gibi bir duyguya kapıldı; aklına yeni gelen bazı soruları sormak yerine tavana kadar dizilmiş dar kutulara bakmayı yeğledi. Her nedense, ensesi kaşınıyordu. Buradaki toz ve sessizlik gizli bir büyüye karışmış gibiydi.
"İyi günler," dedi yumuşak bir ses. Harry sıçradı.
Hagrid de sıçramıştı herhalde, büyük bir çatırtı kopmuştu çünkü, o da ince bacaklı iskemleden hemen kalkmıştı.
Dükkânın loşluğunda ay gibi parıldayan kocaman, soluk gözleriyle yaşlı bir adam duruyordu karşılarında. Harry, çekinerek, "Merhaba," dedi. "Evet," dedi adam. "evet, evet. Sizi yakında göreceğimi biliyordum. Harry Potter." Soru değildi bu. "Gözleriniz annenizin gözlerine çekmiş. Daha dün gibi geliyor, o da buradaydı, ilk asasını almaya gelmişti. Yirmi altı santim uzunluğunda, incecik, söğütten yapılmış. Tılsım için çok uygun bir asa."
Mr Ollivander daha da yaklaştı Harry'ye. Keşke gözlerini kırpsa diye düşündü Harry. O gümüş rengi gözler insanı ürpertiyordu.
"Ama babanız maun bir asa beğenmişti. Yirmi dokuz santim. Esnek. Biraz daha güçlü, biçim değiştirmek için birebir. Evet, babanız onu seçmişti - aslına bakarsanız, asa büyücüyü seçer tabii."
Mr Ollivander o kadar yaklaşmıştı ki, Harry'yle burun buruna gelmişlerdi neredeyse. Harry, o sisli gözlerde kendi yansımasını görüyordu. "Demek burası..." Mr Ollivander, uzun, beyaz parmağıyla Harry'nin
alnındaki şimşek izine dokundu.
"Yazık," dedi usulca, "bunu yapan asayı da ben satmıştım. Otuz dört santim. Porsuk. Güçlü bir asa, çok güçlü, yanlış ellere geçerse... Eğer o asanın dünyada ne gibi işlerde kullanılacağını kestirebilseydim..."
Başını iki yana salladı, derken Hagrid'i gördü, Harry de bir oh çekti.
"Rubeus! Rubeus Hagrid! Seni yeniden görmek ne güzel... Meşe, kırk buçuk santim, oldukça esnek, öyle değil miydi?"
"Evet, efendim, öyleydi," dedi Hagrid.
"Güzel asaydı doğrusu. Ama seni kovduklarında ortasından kırdılar, değil mi?" dedi Mr Ollivander, birdenbire sertleşmişti.
Ayaklannı sallayarak, "Şey - evet, kırdılar," dedi Hagrid. Sonra coşkuyla, "Ama parçaları hâlâ bende," diye ekledi.
Mr Ollivander, azarlarcasına, "Kullanmıyorsun ya?" dedi.
Hagrid, "Hayır, efendim," dedi hemen. Harry, onun konuşurken pembe şemsiyesine sımsıkı yapıştığını fark ermişti.
Mr Ollivander, Hagrid'e dik dik bakarak, "Hmmm," dedi. "Eh - Mr Potter. Bir bakalım." Üstü gümüş çizgili uzun bir mezura çıkardı cebinden. "Asa kolunuz hangisi?"
"Şey - ben sağ elimi kullanırım," dedi Harry.
"Uzatın kolunuzu. Tamam." Harr^nin omuzundan parmağına, bileğinden dirseğine, omuzundan ayak ucuna, dizinden koltuk altına ölçüsünü aldı. Sonra da kafasının çevresini ölçtü. Ölçü alırken, "Her Ollivander asasında güçlü bir büyü özü vardır, Mr Potter," dedi. "Biz tek boynuzlu at kulan, anka telekleri, ejderha yü-reği tellerini kullanırız. Ollivander asaları hiç birbirine benzemez, tek boynuzlu atların, ejderhaların, ankalarm birbirlerine benzemedikleri gibi. Tebii başka büyücü asalarından aynı sonucu alamazsınız '
Harry birdenbire fark etti: Burun deliklerinin arasını ölçen mezura bu işi kendi kendine yapıyordu. Mr Ollivander rafları karıştırıyor, kutular indiriyordu.
"Yeter," dedi, mezura da gevşeyerek yere yığılıver-di. “Peki öyleyse, Mr Potter. Şunu deneyin. Kayınağacı ve ejderha yüreği tellerinden. Yirmi üç santim. Güzel ve esnek. Tutup şöyle bir sallayın.”
Harry asayı aldı ve (bu işi aptalca bularak) havada salladı, ama Mr Ollivander hemen kaptı.
"Akçaağaç ve anka teleği. On sekiz santim. Vızıldar. Deneyin-"
Harry denemeye kalktı - ama daha havaya kaldırırın Mr Ollivander asayı çekti aldı.
(avı, ha ı - bunu alın, abanoz ve tek boynuzlu a,. Yirmibeş DU v * ^ santim esnek. Hadi, hadi, dene.”
Harry dene un u . . .j uv Mr Ollivander'in ne beklediğini Harry rru hıx" b* ~n ordu Oe.ıediği asalar yığını ince bacaklı ıskeou -i > oûvudükre Duyuyordu Mr Ollivander asa çıkardıkça artıyordu.
' Tr müşteri ha"* Merak , Mr Ollivander erdr en bulaca - oak^-n şjino -eve. ned^r ol--' ^ • jı bı* kar-^u. - dikeri, defno ve parmaklarında. Başının üstüne kaldırdı onu, tozlu havada vınlatarak indirdi; asanın ucundan hava fişekleri gibi kırmızı, altın rengi kıvılcımlar fışkırdı, duvarlarda oynaşan ışıklar belirdi. Hagrid sevinç çığlıkları atarak el çırptı; Mr Ollivander, "Ah, bravo!" diye bağırdı. "Evet, tamam, ah, çok güzel. Vay, vay, vay... ne tuhaf... ne kadar tuhaf..."
Harry'nin asasını kutusuna koydu yine, kahverengi kâğıda sardı; bir yandan da, 'Tuhaf... tuhaf..." diye mırıldanıyordu.
"Özür dilerim," dedi Harry, "nedir tuhaf olan?"
Mr Ollivander soluk bakışlarım Harry'ye dikti.
"Sattığım her asayı hatırlarım, Mr Potter. Tek tek hepsini. Teleği asanızda olan anka, bir başka telek daha vermişti - bir tek telek. Kaderinize bu asanın düşmesi çok tuhaf, çünkü sizde o izi bırakan bunun kardeşiydi."
Harry yutkundu.
"Evet, otuz dört santim. Porsuk. Böyle şeylerin olması gerçekten tuhaf. Unutmayın, asa büyücüyü seçer... Sizden büyük işler beklememiz gerektiğini düşünüyorum, Mr Potter... Ne de olsa, Adı Anılmaması Gereken Kişi büyük işler başarmıştı - korkunç, evet, ama büyük işler."
Harry ürperdi. Mr Ollivander'den pek de hoşlandığını sanmıyordu. Asa için yedi altın Galleon verdi, Mr Ollivander de yerlere kadar eğilerek onları geçirdi.
Akşam güneşi iyice alçalmıştı gökte, Harry ile Hagrid Diagon Yolu'ndan indiler; duvardan, sonra da artık boşalmış Çatlak Kazan'dan geçtiler. Yolda yürürlerken hiç konuşmadı Harry; metroda herkesin kendilerine nasıl şaşkınlıkla baktıklarını bile fark etmedi; elleri garip paketlerle doluydu, üstüne üstlük bir de uyuklayan baykuş vardı Harry'nin kucağında. Yürüyen merdivenden Paddington İstasyonu'na çıktılar; Harry, ancak Hagrid omzuna vurduğunda anladı nerede olduklarını.
“Tren kalkmadan iki lokma bir şey yemeye vaktimiz var” dedi Hagrid.
Harry'ye bir hamburger aldı, yemek için plastik koltuklara oturdular. Harry boyuna çevresine bakıyordu. Her şey nedense garip görünmeye başlamıştı.
"iyisin ya, Harry? Pek sessiz duruyorsun," dedi Hagrid.
Harry anlatabileceğini pek sanmıyordu. Yaşamının en güzel doğum gününü geçirmişti - yine de - hamburgerini kemirerek uygun sözleri bulmaya çalıştı.
"Herkes özel biri olduğumu düşünüyor," dedi sonunda. "Çatlak Kazan'dakiler, Profesör Quirrell, Mr Ollivander... ama büyü konusunda hiçbir şey bilmiyorum. Nasıl büyük şeyler bekleyebilirler benden? Ünlüyüm, neden ünlü olduğumu da bilmiyorum. Vol - özür dilerim - annemle babamın öldüğü gece neler oldu, hiç hatırlamıyorum."
Hagrid masadan eğildi. O yabani saçlarının, kaşlarının arkasında sımsıcak bir gülümseme vardı.
"Merak etme, Harry. Kısa zamanda öğrenirsin. Herkes Hogwarts'ta işe sıfırdan başlar, takma kafanı. Kendin ol, yeter. Biliyorum, kolay değil bu. Öne çıkarıldın, çetin iş. Ama Hogvvarts'ta çok güzel vakit geçireceksin - ben geçirdim - aslına bakarsan, hâlâ geçiriyorum."
Hagrid, Harry'yi trene bindirdi. Tren Dursley'lere götürecekti onu. Eline de bir zarf tutuşturdu.
"Hogwarts'a biletin," dedi. "Eylülün ilk günü -King's Cross - hepsi bilette yazılı. Dursley'lerle bir sorunun olursa, baykuşunla hemen bir mektup yolla, beni nerede bulacağını bilir... Yakında görüşürüz, Harry."
Tren istasyondan ayrıldı. Harry, gözden yok oluncaya kadar bakmak istedi Hagrid'e; koltuğundan kalkıp burnunu pencereye dayadı, gözlerini kırpıştırdı, Hagrid gitmişti.

  Alıntı ile Cevapla
Old 12-10-2006, 01:26 AM   #6
GeCeLeR
Guest
 
Mesajlar: n/a
Üye No:
Cinsiyet :
Varsayılan

]BÖLÜM 6 - Peron Dokuz Üç Çeyrek'ten Yolculuk

Harry'nin Dursley'lerle son ayı pek de keyifli geçmedi. Doğru, Dudley öyle korkuyordu ki Harry'den, onunla aynı odada kalmayı göze alamıyordu; Petunia Teyze ile Vernon Enişte de onu dolaba kapatmıyor, bir şey yapmaya zorlamıyor, ona bağırmıyordu - aslına bakılırsa, ağızlarını bile açmıyorlardı. Yarı korku, yarı öfkeyle, Harry'nin oturduğu koltukta sanki kimse yokmuş gibi boş boş bakıyorlardı. Birçok açıdan bir gelişmeydi bu, ama bir süre sonra sıkıcı olmaya başladı.
Pek çıkmadığı odasında Harry'ye yeni baykuşu arkadaşlık ediyordu. Harry, Hedvvig diyordu ona, Sihir Tarihi'nde bulduğu bir addı bu. Ders kitapları çok ilginçti. Yatağında sırtüstü yatıp gece yarılarına kadar onları okuyordu, bu arada Hedvvig açık pencereden dilediği gibi uçup gidiyor, canı isteyince de dönüyordu. Petunia Teyze'nin odayı süpürmeye gelmemesi de büyük şanstı doğrusu, çünkü Hedvvig ölü fare getiriyordu boyuna. Harry her gece uykuya dalmadan önce, duvara astığı kâğıtta bir günün daha üstünü çiziyor, l Eylül'e ne kadar kaldığını hesaplıyordu.
Ağustosun son günü, ertesi gün King's Cross İstasyonu'na gitme konusunu teyzesiyle eniştesine açmayı düşündü, salona indi; Dursley'ler televizyonda bir yarışma programı seyrediyorlardı. Orada olduğunu belirtmek için boğazını temizledi; Dudley çığlık atarak odadan kaçtı.
"Şey - Vernon Enişte?"
Vernon Enişte seyrettiği programa homurdandı.
"Şey - yarın King's Cross'ta olmam gerekiyor -Hogvvarts'a gitmek için."
Vernon Enişte bir daha homurdandı.
"Acaba siz beni götürebilir misiniz?"
Homurdanma. Harry, bunun evet anlamına geldiğini çıkardı.
"Teşekkür ederim."
Tam odasına çıkacaktı ki, Vernon Enişte konuştu.
"Büyücüler okuluna da trenle mi gidilirmiş! Uçan halıları güveler mi yemiş yoksa?"
Harry bir şey söylemedi.
"Neredeymiş bu okul?"
"Bilmiyorum," dedi Harry, daha önce hiç aklına gelmemişti bu. Cebinden Hagrid'in verdiği bileti çıkardı.
"Saat on birde Peron Dokuz Üç Çeyrek'ten kalkan trene bineceğim," dedi.
Teyzesiyle eniştesi gözlerini ona diktiler.
"Peron kaç?"
"Dokuz üç çeyrek."
"Saçmalama," dedi Vernon Enişte, "Peron Dokuz Üç Çeyrek diye bir şey olamaz."
"Bilette öyle yazıyor."
"Kudurmuş bunlar," dedi Vernon Enişte, "hepsi sapıtmış. Sen de anlayacaksın bunu. Gör de bak. Peki, King's Cross'a götürürüz seni. Yarın Londra'ya gideceğiz zaten, yoksa kılımı bile kıpırdatmazdım."
Harry, bir dostluk bağı kurmaya çalışarak, "Neden gidiyorsunuz Londra'ya?" diye sordu.
Vernon Enişte, "Dudleyi hastaneye götürüyoruz," dedi. "Smeltings'e gitmeden önce kuyruğunun alınması gerek."
Harry ertesi sabah beşte uyandı; öylesine heyecanlı, öylesine tedirgindi ki, bir daha uyuyamadı. Kalkıp kot pantolonunu giydi, istasyona büyücü cüppesiyle gitmek istemiyordu çünkü - üstünü trende değiştirirdi. Gerekli her şey tamam mı diye Hogvvarts listesini bir daha inceledi, Hedvvig'i kafesine kapattı, sonra odada bir aşağı bir yukarı dolaşarak Dursley'lerin kalkmasını beklemeye başladı. İki saat sonra, Harry'nin büyük, ağır sandığı Dursley'lerin arabasına yüklenmiş, Petunia Teyze, Dudley'yi Harry'nin yanına oturtmuş, yola koyulmuşlardı.
On buçukta King's Cross'a vardılar. Vernon Enişte sandığı bir el arabasına yükledi, Harry'yle birlikte istasyona girdi. Harry'nin daha önce hiç tanık olmadığı bir incelikti bu; sonunda Vernon Enişte peronların önünde, suratında pis bir sırıtışla durdu.
"Eh, geldik işte, çocuk. Dokuz numaralı peron - on numaralı peron. Senin peron ikisinin arasında bir yerlerde olmalı, ama daha yapıp bitirememişler anlaşılan."
Haklı sayılırdı tabii. Peronların birinin başında kocaman bir plastik dokuz, yanındakinin başında da yine kocaman plastik bir on vardı; aralannda hiçbir şey yoktu.
Vernon Enişte, daha da pis bir sırıtışla, "Sana iyi dersler," dedi. Başka tek kelime söylemeden çekip gitti. Harry arkasına bakınca Dursley'lerin uzaklaştıklarını gördü. Üçü de gülüyordu. Harry'nin ağzı kurudu birden. Ne yapacaktı şimdi? Hedwig yüzünden, gelen geçen gülerek ona bakıyordu. En iyisi, birine sormaktı.
Oradan geçen bir görevliyi durdurdu, ama Peron Dokuz Üç Ceyrek'i sormaya cesaret edemedi. Hogwarts'ın adını bile duymamıştı görevli, Harry ülkenin hangi bölgesinde olduğunu bile söyleyemeyince, görevli onun kendisini işlettiğini sandı. Umutlan kırılıyordu Harry'nin, saat on birde kalkacak treni sordu, ama görevli böyle bir tren olmadığını söyledi. Sonra da söylene söylene çekti gitti. Harry paniğe kapılmamaya çalışıyordu şimdi. Gelen trenlerin belirtildiği tabelanın üstündeki büyük saate bakılırsa, Hogwarts'a gidecek trene binmesi için sadece on dakikası kalmıştı; ne yapacağını bilemiyordu; istasyonun ortasında, kaldıramayacağı ağırlıkta bir sandıkla, bir yığın büyücü parasıyla, bir de koca bir baykuşla kalakalmış tı.
Hagrid, yapması gereken bir şeyi söylemeyi unutmuştu herhalde, Diagon Yolu'nun başındaki duvarın soldan üçüncü tuğlasına vurmak gibi bir şeyi. Acaba asasını çıkarıp dokuzuncu peronla onuncu peron arasındaki bilet gişesine birkaç kere vursa mıydı?
Tam o sırada arkasından birkaç kişi geçti, birtakım sözler geldi Harry'nin kulağına.
"- Muggle'larla dolu tabii -"
Harry hızla döndü. Tombul bir kadındı bu, hepsi de kızıl saçlı dört oğlanla konuşuyordu. Çocukların dördünde de, Harry'ninkine benzer birer sandık, birer de baykuş vardı.
Yüreği gümbür gümbür atarak, el arabasıyla onların peşine düştü Harry. Durdular, o da durdu - ne söylediklerini işitecek kadar yakınlarında.
Çocukların annesi, "Peronun numarası kaç?" diye sordu.
"Dokuz üç çeyrek," dedi küçük bir kız, o da kızıl saçlıydı, kadının elini tutmuştu. "Anneciğim, ben de gidebilir miyim?"
"Sen daha çok küçüksün, Ginny, uslu dur. Hadi, Percy, önce sen git."
Çocukların en büyüğü, dokuz ve on numaralı peronlara doğru yürüdü. Harry, bir şey kaçırmayayım diye, gözünü bile kırpmadan onu izledi - çocuk tam iki peronu ayıran bölmeye vardığında aralarına kalabalık bir turist topluluğu girdi; son sırt çantası çekilip ortalık açılınca, Harry çocuğun ortalarda olmadığını gördü.
Tombul kadın, "Sıra sende, Fred," dedi.
"Fred değilim ben, George'um," dedi çocuk. "Bir de kalkmış, annemiz olduğunu söylüyorsun! Daha adımı bile bilmiyorsun!"
"Özür dilerim, George."
"Şaka ediyordum, ben Fred'im," dedi çocuk, o da gitti. İkiz kardeşi çabuk olmasını seslendi arkasından; o da kardeşini dinledi anlaşılan, çünkü bir saniye içinde yok olmuştu - ama nasıl becermişti bunu?
Şimdi hızlı hızlı üçüncü kardeş yürüyordu bölmeye doğru - tam oraya varmıştı ki, o da ansızın kayıplara karıştı.
Başka çıkar yol kalmamıştı.
Harry, "Özür dilerim," dedi tombul kadına.
"Merhaba, yavrum," dedi kadın. "Hogvvarts'a ilk gidişin mi? Ron da yeni."
Oğullarının sonuncusunu, en küçüklerini gösterdi. Uzun boylu, zayıf, leylek bacaklı, çilli, sivri burunlu bir çocuktu bu, elleriyle ayakları kocamandı.
"Evet" dedi Harry. "Bir şey soracaktım - ben - ben bilmiyorum -"
Kadın, "Perona nasıl gideceğini mi?" dedi gülümseyerek; Harry baş salladı.
"Kolay," dedi kadın. "Bütün yapacağın, dokuzuncuyla onuncu peronları ayıran bölmeye yürümek. Dosdoğru git, durma, bölmeye çarparım diye de korkma, bu çok önemli. Heyecanını bastıramıyorsan, koşar adım git. Hadi, Ron'dan önce seni yollayalım."
"Peki," dedi Harry.
El arabasını iterek çevirdi, bölmeye baktı. Pek sağlam görünüyordu.
Yürümeye başladı. Dokuzuncu, onuncu peronlara koşuşturanlar, onu iterek yol açtılar kendilerine. Harry adımlarını hızlandırdı. Bilet gişesine toslayacak, başı derde girecekti - el arabasını iterek koşuyordu şimdi -bölme yaklaşıyor, yaklaşıyordu - duramıyordu da - el arabası denetimden çıkmıştı - bir adım kalmıştı bölmeye - çarptı çarpacaktı - gözlerini yumdu -
Çarpmadı... koşmayı sürdürdü... gözlerini açtı.
İnsanlarla dolu bir peronda kırmızı bir buharlı tren bekliyordu. Tepelerindeki tabelada Hogwarts Ekspresi, kalkış saati: 11 yazıyordu. Harry arkasına baktı, bilet gişesinin yerinde Peron Dokuz Üç Çeyrek yazılı demir işlemeli bir kemer vardı. Başarmıştı.
Lokomotiften yayılan duman kalabalığı sarmıştı, ayaklarının dibinde her renkten kediler koşuyordu. Baykuşlar, ağır sandıkların takırtıları, gıcırtıları arasında birbirlerini selamlıyordu.
İlk birkaç vagon öğrencilerle dolmuştu şimdiden, bazıları pencereden sarkmış, aileleriyle konuşuyor, bazıları da yer kavgası ediyordu. Harry boş bir yer bulabilmek için el arabasını iterek peron boyunca ilerledi. Yuvarlak yüzlü bir çocuğun yanından geçti; çocuk, "Yine kurbağamı kaybettim, nine," diyordu.
Harry, yaşlı kadının, "Ah, Neville," diye iç çektiğini duydu.
Perçemli bir çocuğun çevresini küçük bir kalabalık sarmıştı.
"Bir bakalım, Lee, ne olursun."
Çocuk kolunun altındaki kutunun kapağını açtı, içindeki şey uzun, kıllı bacağını uzatınca, herkes çığlıklar attı, haykırdı.
Harry kalabalığı yararak ilerledi, trenin arkalarında boş bir kompartıman buldu sonunda. Önce Hedwnig'i koydu içeriye, sonra da sandığını ite kaka tren kapısına götürdü. Bir ucundan tutarak kaldırmaya çalıştı, basamağa koyacaktı, ama beceremedi, iki kere ayağının üstüne düşürdü.
"Yardım ister misin?" Bölmede arkasından gittiği kızıl saçlı ikizlerden biriydi bu.
"Evet, lütfen," diye soludu Harry.
"Hey, Fred! Gel de yardım et!"
İkizlerin yardımıyla, Harry'nin sandığı trene çıkarılıp kompartımanın bir köşesine konuldu.
Gözlerine düşen terli saçlarını arkaya iterek, "Sağo-lun," dedi Harry.
İkizlerden biri, ansızın, Harry'nin alnındaki izi göstererek, "Nedir bu?" diye sordu.
Öteki ikiz, "Vay canına!" dedi. "Yoksa sen -?"
"Evet, o," dedi ikizlerden ilki. Harry'ye döndü: "Öyle değil mi?"
"Ne öyle değil mi?" diye sordu Harry.
İkizler, bi; ağızdan, "Harry Potter!" diye haykırdılar.
"Haa, o mu," dedi Harry. "Yani - evet - ben oyum."
İki çocuk da hayranlıkla gözlerini diktiler ona, Harry kıpkırmızı kesildi. Neyse ki, trenin açık kapısından bir ses geldi de, o sıkıntılı durumdan kurtuldu.
"Fred? George? Orada mısınız?"
"Geliyoruz, anne."
İkizler Harry'ye son bir kez göz atarak trenden atladılar.
Pencerenin yanına oturdu Harry, kendini yarı gizleyerek perondaki kızıl saçlı aileyi gözetledi, neler konuşulduğuna kulak kabarttı. Anneleri mendilini çıkarmıştı.
"Ron, burnunda bir şey var."
Çocukların en küçüğü geri çekilmeye çalıştı, ama annesi yakaladı onu, burnunun ucunu silmeye başladı.
"Anne - bırak." Silkinerek kurtuldu.
İkizlerden biri, "Aaah, bastıbacak Ronnie'nin burnunda bir şey mi var?" dedi.
"Kes sesini," dedi Ron.
Anneleri, "Percy nerede?" dedi.
"Şimdi geliyor."
Çocukların en büyüğü belirdi. Dalgalı siyah Hogwarts cüppesini geçirmişti sırtına; Harry cüppenin göğsünde, üstünde SB harfleri yazık, pırıl pırıl gümüş bir rozet gördü.
"Fazla kalamam, anne," dedi Percy. "Öndeyim, Sınıf Başkanlarına ayrılmış iki kompartıman var -"
İkizlerden biri, son derece şaşırmış gibi, "Sınıf Başkanı mısın sen?" dedi. "Bilmiyorduk, daha önce söyleseydin ya."
"Bir dakika," dedi öteki ikiz, "galiba bu konuda bir şeyler söylemişti. Bir kere -"
"Ya da iki kere -"
"Bir dakika -"
"Yaz boyunca -"
"Eeh, kesin artık," dedi Sınıf Başkanı Percy.
İkizlerden biri, "Nasıl oluyor da, yeni bir cüppe alınıyor ona?" dedi.
Keyifle, "O, Sınıf Başkanı çünkü," dedi anneleri. "Peki, canım, güzel bir ders yılı dilerim sana - oraya varınca bir baykuşla haber yolla."
Percy'yi yanaklarından öptü, Percy gitti. Anne, ikizlere döndü sonra.
"Şimdi, siz ikiniz - bu yıl uslu durun. Eğer bir baykuş daha haber getirirse - tuvaleti taşırdığınıza dair ya da-"
"Tuvaleti taşırmak mı? Hiç böyle bir şey yapmadık ki."
"Yine de iyi fikir, anne, sağol."
"Hiç de komik değil. Ron'a da göz kulak olun."
"Merak etme, bastıbacak Ronnie bizim yanımızda güvende."
Ron, "Kes sesini," dedi yine. Boyu neredeyse ikizler kadar uzundu, annesinin sildiği burnu hâlâ pembeydi.
"Hey, anne, bil bakalım! Bil bakalım trende kimi gördük?"
Harry, baktığını görmesinler diye hemen geri çekildi.
"Hani istasyonda yanımızda duran o siyah saçlı çocuk vardı ya? Kimmiş o, biliyor musun?"
"Kimmiş?"
"Harry Potter!"
Küçük kızın sesini duydu Harry.
"Ah, anne, trene çıkıp görebilir miyim onu, anne, n'olursun..."
"Daha önce gördün ya, Ginny, hrm bundan hoşlanmaz, hayvanat bahçesinde maymunlarımı seyrediyorsun? Gerçekten o mu, Fred? Nereden biliyo sun?"
"Kendisine sordum. İzi gördüm. Tam alnında -şimşek gibi."
"Zavallı yavrucak - tevekkeli yapayalnızdı. Şaşırmıştım ben de. Perona nasıl gidileceğini sorarken öyle terbiyeliydi ki."
"Bırak şimdi onu, acaba Kim-Oldağunu-Bilirsin-Sen'in nasıl biri olduğunu hatırlıyor mudi. J?"
Anneleri birdenbire sertleşti.
"Bunu sormam yasaklıyorum, Fred. Sakın bunu sorayım deme ona. Okuldaki ilk gününde bunu hatırlatman pek gerekiyormuş gibi."
"Tamam, sinirlenme."
Bir düdük öttü.
"Hadi, çabuk olun!" dedi kadın, üç çocuk trene bindi. Anneleri yanaklarına güle güle öpücüğü kondursun diye pencereden eğildiler, küçük kız ağlamaya bağladı.
"Ağlama, Ginny, sana bir sürü baykuş yollarız "
"Sana Hogwarts'tan bir de tuvalet kapağı göndeririz."
"George!"
"Şaka ediyordum, anne."
Tren hareket etti. Harry çocukların annelerine el salladığını, kardeşlerinin de yarı gülerek, yarı ağlayarak trenin yanı sıra koştuğunu gördü; kız koştu, koştu, sonunda tren hızlanınca geride kaldı, el salladı.
Harry, tren köşeyi dönünce anneyle kızın gözden yok olduğunu gördü. Pencerenin önünden evler geçiyordu hızla. Yüreğinin büyük bir heyecanla kabardığını duydu Harry. Başına neler geleceğini bilmiyordu - ama geride bıraktıklarından daha kötü şeyler yaşamayacağı kesindi.
Kompartımanın kapısı açıldı, kızıl saçlı çocukların en küçüğü girdi içeri.
Harry'nin karşısındaki koltuğu göstererek, "Kimse oturuyor mu burada?" diye sordu. "Her yer dolu."
Harry iki yana salladı başını, çocuk oturdu. Harry'ye bir göz attı, sonra hiç ona bakmamış gibi, birdenbire pencereden dışarıyı seyretmeye koyuldu. Harry, burnundaki siyah lekenin hâlâ silinmemiş olduğunu gördü.
"Hey, Ron!"
İkizler gelmişlerdi.
"Bak, biz trenin ortasına gidiyoruz - Lee Jordan'da dev bir tarantula örümceği var."
"Peki," diye mırıldandı Ron.
"Harry," dedi öteki ikiz, "kendimizi tanıtmış mıydık? Biz Fred ve George VVeasley. Bu da kardeşimiz Ron. Sonra görüşürüz."
Harry'yle Ron, "Güle güle," dediler. İkizler çıkıp kompartıman kapısını kapattılar.
Ron dayanamadı artık, "Sen sahiden Harry Potter mısın?" diye sordu.
Harry baş salladı.
"İyi öyleyse - Fred'le George'un şakalarından biri sanmıştım," dedi Ron. "Sahiden orada -"
Harry'nin alnını gösterdi.
Harry, şimşek biçimindeki yara izini göstermek için ;açını geriye attı. Ron uzun uzun baktı.
"Demek Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen tam oraya -?"
"Evet," dedi Harry, "ama hatırlamıyorum."
Ron, merakla, "Hiçbir şey hatırlamıyor musun?" dedi.
"Şey - bir sürü yeşil ışık hatırlıyorum, ama o kadar." "Vay canına!" dedi Ron. Oturup Harry'ye baktı bir an sonra ne yaptığının farkına varmış gibi, ansızın pencereden dışarıyı seyretmeye koyuldu yine.
Ron Harry'yi ne kadar ilginç bulmuşsa, Harry de Ron'u o kadar ilginç bulmuştu, "Bütün ailen büyücü mü?" diye sordu.
"Şey - galiba öyle," dedi Ron. "Annemin bir küçük kuzeni var sadece, muhasebeci, ama ondan da hiç söz etmeyiz."
"Öyleyse şimdiden birtakım büyüler biliyorsundur."
Diagon Yolu'ndaki solgun yüzlü çocuğun sözünü ettiği köklü büyücü ailelerden biriydi VVeasley'ler.
"Muggle'larla yaşadığını duymuştum," dedi Ron. "Nasıl insanlar onlar?"
"Korkunç - şey, hepsi değil tabii. Ama teyzem de, eniştem de, kuzenim de korkunç. Keşke benim de üç büyücü kardeşim olsaydı."
"Beş," dedi Ron. Nedense kederlenivermişti. "Ben ailemde Hogwarts'a giden altıncı kişiyim. Çok şey gördüm sayılır. Bill'le Charlie mezun oldular - Bili Öğrenciler Başkanı'ydı, Charlie de Quidditch kaptanı. Şimdi Percy Sınıf Başkanı. Fred'le George yaramazlar, ama dersleri iyidir, herkesi eğlendirirler. Benim de onlar gibi olmamı istiyorlar, ama onlar gibi olmamın bir anlamı yok ki, her şeyi ilk yapan onlar çünkü. Beş kardeşin varsa, zaten hiçbir şeyin yeni olamaz. Bana Bill'in eski cüppelerini, Charlie'nin eski asasını, Percy'nin eski faresini verdiler."
Ron elini iç cebine atıp, uyuklayan şişman, külrengi bir fare çıkardı.
"Adı Scabbers, bir işe yaramıyor, uyandığı yok ki. Babam, Sınıf Başkanı seçildiği için Percy'ye bir baykuş aldı, ama para bittiği- neyse, bana da Scabbers kaldı."
Ron'un kulakları pembeleşti. Çok konuştuğunu düşünüyordu galiba, çünkü yine pencereden bakmaya başladı.
Harry, baykuş alacak kadar para kalmamasının hiç de ayıp bir şey olmadığını düşünüyordu. Bir ay öncesine kadar onun da hiç parası olmamıştı, Ron'a hepsini anlattı, Dudley'nin eskilerini giydiğini, doğum gününde hiç dişe dokunur bir armağan almadığını. Ron'un keyfi yerine gelir gibi oldu.
"... Hagrid bana söyleyinceye kadar, ne büyücülükten haberim vardı, ne anne babamndan, ne de Volde-mort'dan "
Ron'un soluğu tıkanır gibi oldu.
"Ne oldu?" dedi Harry.
"Kım-Olduğunu-Bilirsin-Sen'in adını söyledin!" dedi Ron, hem şaşırmışa hem etkilenmişe benziyordu. "Her şey aklıma gelirdi de, senin -"
“Bu adı söyleyerek ne kadar cesur olduğumu kanıtlamaya filan çalışmıyorum," dedi Harry. "Söylenmemesi gerektiğini bilmiyordum. Ne demek istediğimi anlıyor musun? Öğreneceğim daha dünya kadar şey var... herhalde," diye ekledi; uzun süredir kafasına takılan bir şeyi dile getiriyordu. "Sınıfta en kötü öğrenci galiba ben olacağım."
"Olmayacaksın. Muggle ailelerden gelen bir sürü öğrenci var, her şeyi çabucak öğreniyorlar."
Onlar konuşadursun, tren Londra dışına çıkmıştı. Şimdi ineklerle, koyunlarla dolu otlaklardan geçiyorlardı hızla. Bir süre konuşmadılar, tarlaların, patikaların yıldırım hızıyla geçişini seyrettiler.
Saat yarıma doğru büyük bir şangırtı koptu koridorda, güleç yüzlü, gamzeli bir kadın kompartımanın kapısını açıp, "Seyyar büfeden bir şey ister misiniz, yavrularım?" dedi.
Kahvaltı etmemişti Harry, ayağa fırladı, ama kulakları yine pespembe kesilen Ron sandviç getirdiğini mırıldandı. Harry koridora çıktı.
Dursley'lerle otururken şeker almak için hiç parası olmamıştı, şimdi ise cepleri taşıyabileceği kadar Mars gofreti almaya yetecek altınlarla, gümüşlerle doluydu -ama Mars gofreti yoktu kadında. Harry'nin daha önce ömründe görmediği Bertie Botts'un Bin Bir Çeşit Fasulye şekerlemesi, Balonlu Yıldız Çikleti, Çikolatalı Kurbağa, Balkabağı Poğaçası, Kazan Pastası, Meyankökü Asası ve buna benzer garip şeyler vardı. Hepsinden tatmak istiyordu Harry, ne varsa biraz biraz aldı, kadına on bir gümüş Sickle ve yedi bronz Knut verdi.
Aldıklarını kompartımana getirip boş bir koltuğa yığarken, Ron şaşkınlıkla seyretti onu.
"Çok acıktın galiba."
Harry, balkabağı poğaçasından bir ısırık alırken, "Açlıktan ölüyorum," dedi.
Ron koca bir çıkın çıkarıp açmıştı. Dört sandviç vardı çıkının içinde. Birini kenara koyarak, "Konserve sığır eti sevmediğimi hep unutur," dedi.
Harry bir poğaça uzatarak, "İstersen değiş tokuş edelim" dedi. "Hadi -"
"Bunu istemezsin ki, kupkuru," dedi Ron. "Pek vakti olmuyor," diye ekledi aceleyle, "beşimize birden yetişemiyor."
"Hadi, bir poğaça al," dedi Harry, daha önce ne o kimseyle, ne de kimse onunla bir şey paylaşmıştı. Orada oturup Harry'nin poğaçalarını, pastalarını, bütün aldıklarını birlikte yemek ne güzel bir duyguydu (sandviçler bir kenara atılıp unutulmuştu).
Çikolatalı Kurbağa paketini göstererek, "Nedir bu?" diye sordu Harry. "Sahici kurbağa değiller ya?" Artık dünyada hiçbir şey şaşırtmayacaktı onu.
"Hayır," dedi Ron. "Ama içindeki karta bak bakalım. Bende Agrippa eksik."
"Ne?"
"Sahi, bilmiyorsun tabii - Çikolatalı Kurbağaların içinden kart çıkar, biriktirirsin - Ünlü Cadılar ve Büyücüler. Beş yüz tane kadar var bende, ama Agrippa ile Ptolemy eksik."
Harry, Çikolatalı Kurbağa paketini açıp içindeki kartı çıkardı. Bir adamın yüzü vardı kartta. Dar çerçeveli bir gözlük takmıştı adam, kemerli upuzun bir burnu, dümdüz kır saçları, sakalı, bir de bıyığı vardı. Resmin altında adı yazılıydı: Albus Dumbledore.
"Demek Dumbledore buymuş!"
"Daha önce Dumbledore adını hiç duymadın mı yoksa?" dedi Ron. "Bir kurbağa da ben alabilir miyim? Belki Agrippa bulurum - sağol -"
Harry kartın arkasını çevirip okumaya başladı:
Albus Dumbledore, Hogwarts Müdürü.
Birçok kişi tarafından modern zamanların en büyük büyücüsü olarak kabul edilen Profesör Dumbledore, özellikle 1945'te kara büyücü Grindelwald'ı yenmesiyle, ejderha kanının on iki ayrı konuda kullanılışını bulmasıyla ve arkadaşı Nicolas Flamel'la simya konusunda yürüttüğü çalışmalarla ünlüdür. Profesör Dumbledore oda müziğinden ve on lobuttu bowlingden hoşlanmaktadır.
Harry kartı bir daha çevirdi, Dumbledore'un yüzünün yok olduğunu görünce şaşırdı. "Gitmiş!" "Eee, butun gün burada kalamaz ya," dedi Ron.
"Geri gelir nasıl olsa. Off, bir Morgana daha, altı tane Morgana'm oldu... sen ister misin? Toplamaya başlayabilirsin."
Ron'un gözleri, açılmayı bekleyen Çikolatalı Kurbağa paketlerine dikilmişti.
"Keyfine bak," dedi Harry. "Ama, biliyor musun, Muggle'lar dünyasında insanlar fotoğraflardan çekip gitmezler."
Ron, şaşkınlıkla, "Sahi mi?" dedi. "Hiç kıpırdamazlar mı yani? Tuhaf!"
Harry, Dumbledore'un yeniden dönüp karta yerleştiğini ve kendisine belli belirsiz gülümsediğini gördü. Ron'u, Ünlü Cadılar ve Büyücüler kartlarına bakmak değil de, kurbağaları yemek daha çok ilgilendiriyordu anlaşılan, ama Harry gözlerini kartlardan ayıramıyordu. Kısa sürede Dumbledore ile Morgana'nın yanı sıra Woodcroftlu Hengist'i, Alberic Grunnion'ı, Circe'si, Paracelsus'u, Merlin'i de oldu. Sonunda, burnunu kaşıyıp duran Kelt rahibelerinden Cliodna'yı bir yana bırakıp Bertie Botts'un Bin Bir Çeşit Fasulye Şekerlemelerinden birini açtı.
Ron, Harry'yi, "Çok dikkatli olmalısın," diye uyardı. "Bin bir çeşit diyorlar ya, gerçekten bin bir çeşittir, her tatta şekerleme vardır içinde - çikolatalı, naneli, marmelattı şekerlemelerin yanı sıra ıspanaklı, karaci-ğerli, işkembeli şekerlemeler de çıkabilir. George, umacı tadında bir şekerleme bile yemiş, öyle diyor."
Ron bir yeşil fasulye aldı eline, dikkatle baktı, ucundan ısırdı.
"Pöff - gördün mü? Lahana."
Bin bir çeşit şekerlemelerden epeyce yediler. Harry'nin kısmetine kızarmış ekmekli, hindistan cevizli, kuru fasulyeli, çilekli, körili, çimenli, kahveli, sardalyalı şekerlemeler çıktı; Ron'un el sürmeyi göze alamadığı tuhaf, gri bir şekerlemeyi yemeye bile cesaret etti Harry - o da biberli çıktı.
Pencerenin önünden akıp giden manzara gittikçe yabansılaşıyordu şimdi. O düzenli tarlalar yoktu artık. Onların yerini korular, kıvrılarak akan ırmaklar, koyu yeşil tepeler almıştı.
Kompartımanın kapısı vuruldu, Peron Dokuz Üç Çeyrek'te Harry'nin yanından geçen yuvarlak yüzlü çocuk girdi içeri. Dokunulsa ağlayacak gibiydi.
"Özür dilerim," dedi, "bir kurbağa gördünüzmü?"
Harry'yle Ron başlarını iki yana sallayınca, inlemeye başladı çocuk. "Yitirdim onu! Boyuna benden kaçıyor!"
"Bir yerden çıkar," dedi Harry.
Çocuk yıkılmıştı sanki. "Peki," dedi. "Görecek olursanız..."
Çıkıp gitti.
"Niye o kadar üzülüyor, anlamadım," dedi Ron. "Eğer ben bir kurbağa getirseydim, onu hemencecik yitirmeye bakardım. Neyse, ben de Scabbers'ı getirdim, konuşmam doğru olmaz."
Fare, Ron'un kucağında hâlâ uyukluyordu.
Ron, tiksintiyle, "Ölecek olsa farkına bile varmazsın," dedi. "Dün rengini sarıya çevirmeye çalıştım, daha ilginç olsun diye, ama büyü işe yaramadı. Bak, göstereyim sana..."
Sandığını karıştırıp eski mi eski bir asa çıkardı. Her yanı çentik çentikti, ucunda da beyaz bir şey parlıyordu.Tek boynuzlu at kılı - neredeyse çıkacak içinden.
Neyse -"
Asasını tam kaldırmıştı ki, kompartımanın kapısı açıldı. Kurbağası kaçan çocuk gelmişti yine, yanında da bir kız vardı. Kız, yeni Hogwarts cüppesini giymişti bile.
"Bir kurbağa gören oldu mu? Neville kurbağasını yitirmiş," dedi. Sesi buyururcasına çıkıyordu, gür kahverengi saçları vardı, ön dişleri oldukça iriydi.
"Görmediğimizi daha önce söyledik ona," dedi Ron, ama kız onu dinlemiyordu bile, elindeki asaya bakıyordu.
"Büyü mü yapıyorsun? Görelim bakalım." Oturdu. Ron köşeye kıstınlmıştı. "Şey - peki öyleyse." Boğazını temizledi. "Gün ışığı, nergis, çimen, papatya, Bu şişko fareyi çevir sarıya." Asasını salladı, ama bir şey olmadı. Scabbers hâlâ külrengiydi, mışıl mışıl uyuyordu.
"Bu gerçek bir büyü mü sence?" dedi kız. "Pek işe yaramadı, öyle değil mi? Ben, alıştırma olsun diye, birkaç basit büyü denedim, hepsinden de sonuç aldım. Ailemde kimsenin büyüyle ilgisi yok, bana mektup geldiğinde hepimiz şaşırdık, ama çok sevindim, ne de olsa en iyi büyücülük okulu bu, öyle diyorlar - ders kitaplarını şimdiden ezberledim, sanırım bu kadarı yeterli -sahi, benim adım Hermione Granger, siz kimsiniz?"
Bütün bunları hızlı hızlı söylemişti.
Harry Ron'a baktı, onun da ders kitaplarını ezberlemediği şaşkın yüzünden belliydi, bunu görmek Harry'yi rahatlattı.
"Ben Ron VVeasley," diye mırıldandı Ron.
"Harry Potter," dedi Harry.
"Sahi mi?" dedi Hermione. "Senin hakkında her şeyi biliyorum tabii - birkaç tane de yardıma kitap aldım, senin adın Çağdaş Sihir Tarihi'nde, Karanlık Sanatların Yükselişi ve Çöküşü'nde, bir de Yirminci Yüzyılın Büyük Büyücülük Olaylan'nda geçiyor."
Harry, şaşkınlık içinde, "Öyle mi?" dedi.
"Hoppala," dedi Hermione, "bilmiyor muydun? Ben olsam, hakkımda yazılmış her şeyi öğrenmeye çalışırdım. Hangi binada kalacağınız belli mi? Ben soruşturup durdum, keşke Gryffindor'a verseler, en iyisi ora-sıymış, Dumbledore da orada kalmış, ama Ravenclaw de fena değilmiş galiba... Neyse, biz gidip Neville'in kurbağasını arayalım. Siz de giyinseniz artık, neredeyse geliyoruz."
Kurbağasız çocuğu sürükleyerek çıktı.
"Aman," dedi Ron, "onun olmadığı bir binaya versinler de, hangisine verirlerse versinler." Asasını sandığa koydu yine. "Bu da tam palavra - George verdi, işe yaramadığını bile bile."
Harry, "Kardeşlerin hangi binada kalıyor?" diye sordu.
"Gryffindor'da," dedi Ron. Kederlere bürünmüştü yine. "Annemle babam da orada kalmış. Beni oraya vermezlerse kim bilir ne düşünürler. Ravenclaw de fena değil galiba, ama Slytherin'e verirlerse yandım."
"Vol- yani, Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen de oradaymış, değil mi?"
"Öyle," dedi Ron. Keyfi kaçmıştı, arkasına yaslandı.
Harry, Ron'un kafasını başka konulara çekmek için, "Biliyor musun," dedi, "Scabbers'ın bıyıklarının ucu daha açık renk. Ağabeylerin mezun olduklarına göre, şimdi ne yapıyorlar?"
Harry, bir büyücünün okulu bitirdikten sonra ne yaptığım merak ediyordu.
"Charlie Romanya'da, ejderhaları inceliyor. Bili de Afrika'da Gringotts için çalışıyor," dedi Ron. "Grin-gotts'u duydun mu? Gelecek Postası'nda yazıyordu, ama Muggle'lar o gazeteyi bilmezler - birileri sımsıkı korunan bir kasayı soymaya kalkmış."
Harry gözlerini dikti ona.
"Sahi mi? Peki, ne yapmışlar onlara?"
"Hiçbir şey, bu yüzden gazeteye geçmişti. Yakalanmamışlar. Babamın söylediğine bakılırsa, bunu yapsa yapsa ancak bir Kara büyücü yapar, Gringotts'a ancak o yaklaşabilir, ama bir şey almamışlar, garip olan da bu zaten. Tabii böyle bir şey olunca, arkasında Kim-Oldu-ğunu-Bilirsin-Sen vardır diye herkes korkuyor."
Harry kafasında bu haberi değerlendirmeye çalıştı.
Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen'in adı ne zaman geçse, içinde bir korku uyanıyordu. Herhalde büyü dünyasına girmenin yarattığı bir şeydi bu, "Voldemort" yerine "Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen" demek, o korkuyu biraz olsun hafifletiyordu sanki.
Ron, "Sen hangi Quidditch takımını tutuyorsun?" diye sordu.
Harry, "Şey - hiçbirini bilmiyorum ki," demek zorunda kaldı.
"Ne?" Şaşkınlıktan kalakalmışça Ron. "Gör de bak, dünyanın en güzel oyunudur -" Sonra dört topla nasıl oynandığını, yedi oyuncunun neler yaptığım, kardeşleriyle gittiği unutulmaz maçları, parası olunca ne tür bir süpürge alacağını anlattı. Tam oyunun inceliklerine geçmişti ki, kompartımanın kapısı açıldı yine, ama bu kere gelenler ne kurbağasını yitiren Neville'di, ne de Hermione Granger'dı.
Üç çocuk girdi içeri, Harry ortadakini hemen tanıdı: Madam Malkin'in dükkanındaki solgun yüzlü çocuktu bu. Harry'ye Diagon Yolu'nda gösterdiğinden çok daha fazla bir ilgiyle bakıyordu.
"Doğru mu?" dedi. "Bütün trende söylüyorlar, Harry Potter bu kompartımandaymış diye. Demek sensin o?"
"Evet," dedi Harry. Öteki çocuklara bakıyordu. İkisi de iriyarıydı, son derece kötü kalpliye benziyorlardı. Solgun yüzlü çocuğun iki yanında, onun korumaları gibi duruyorlardı.
Harry'nin onlara baktığını gören solgun yüzlü çocuk, "Sahi, bu Crabbe, bu da Goyle," dedi. "Benim adım da Malfoy, Draco Malfoy."
Ron hafifçe öksürdü, bu öksürüğün arkasında alay gizliydi sanki. Draco Malfoy ona baktı.
"Adım pek mi komik? Senin kim olduğunu sormama gerek yok. Babam bütün VVeasley'lerin kızıl saçlı, çilli olduklarını, yetiştirebileceklerinden çok daha fazla çocuk yapaklarını anlatmıştı."
Harry'ye döndü yine.
"Bazı büyücü ailelerin ötekilerden üstün olduğunu yakında anlayacaksın, Potter. Yanlış kimselerle arkadaşlık kurmaktan vazgeçersen, yardıma hazırım."
Tokalaşmak için elini uzattı Harry'ye, ama Harry onun elini sıkmadı.
Soğuk bir sesle, "Neyin doğru, neyin yanlış olduğuna ben kendim karar verebilirim, sağol," dedi.
Draco Malfoy kıpkırmızı kesilmedi, ama solgun yanakları hafifçe pembeleşti.
Ağır ağır, "Senin yerinde olsam, ayağımı denk alırdım, Potter," dedi. 'Terbiyeni takınmazsan, sonun annenle babanın sonuna benzer. Onlar da kendileri için neyin iyi neyin kötü olduğunu bilmiyorlardı. Weasley'ler gibi ayaktakımıyla ya da Hagrid gibilerle arkadaşlık edersen, cezanı çekersin."
Harry'yle Ron ayağa kalktılar. Ron'un suratı da saçları gibi kıpkızıl kesilmişti.
"Sen bir daha söylesene şunu," dedi.
Malfoy, burnunu çekerek, "Ne o, bizimle kavga mı edeceksin yoksa?" dedi.
"Şimdi çekip gitmezsen, evet," dedi Harry; Crabbe de, Goyle da, hem kendisinden hem Ron'dan çok daha iriydi, ama yüreğine bir cesaret gelmişti.
"Ama gitmek istemiyoruz ki, öyle değil mi, çocuklar? Yemeğimizi yedik bitirdik, burada daha bir sürü yiyecek var."
Goyle, Ron'un yanındaki Çikolatalı Kurbağalara uzandı - Ron atıldı, ama daha ona elini bile sürmeden Goyle korkunç bir çığlık attı.
Parmağının ucundan Scabbers sarkıyordu, fare keskin dişlerini Goyle'un kemiğine kadar batırmıştı - Goyle uluyarak Scabbers'ı sallayıp dururken, Crabbe ile Malfoy gerilediler, sonunda parmaktan kurtuldu Scabbers, havada uçup pencerenin camına çarptı, üç çocuk da hemen yok oldular. Şekerler arasında başka fareler olduğunu sanıyorlardı belki, belki de ayak sesleri duymuşlardı, çünkü bir saniye sonra Hermione Granger çıkageldi.
Yerlere saçılmış şekerlere, Scabbers'ı kuyruğundan tutup kaldıran Ron'a bakarak, "Ne oluyor burada?" diye sordu.
Ron, "Galibu bayılmış," dedi Harry'ye. Scabbers'a daha yakından baktı. "Hayır - bayılmamış - uykuya dalmış yine."
Gerçekten de uyuyakalmıştı.
"Malfoy'u daha Önce tanıyor muydun?"
Harry, Diagon Yolu'ndaki karşılaşmalarını anlattı.
Ron, esrarengiz bir sesle, "Ailesinden söz edildiğini duymuştum," dedi. "Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen yok olduktan sonra bizim safımıza ilk geçen ailelerden biriymiş. Kendilerine büyü yapıldığını söylemişler. Babam inanmıyor buna. Malfoy'un babasının Karanlık Yan'a kendi isteğiyle katıldığını söylüyor." Hermi-one'ye döndü. "Bir şeyler yemez miydin?"
"Siz acele edin de cüppelerinizi giymeye bakın, biraz önce öne gidip makinistle konuştum, pek az yolumuz kalmış. Siz kavga mı ettiniz yoksa? Daha okula bile varmadan birbirinize girmişsiniz!"
Ron, suratını asarak, "Biz kavga etmedik, Scabbers etti” dedi. "Şimdi biz üstümüzü değişirken çıkar mısın?"
Hermione, genizden gelen bir sesle, "Peki," dedi. "Kendimi buraya attım, çünkü dışarıdakiler çocukça davranıyorlar, koridorda koşup duruyorlar. Senin de burnunda leke var, farkında mısın?"
Onun arkasından öfkeyle baktı Ron. Harry pencereden dışarıya göz attı. Hava kararıyordu. Mosmor bir göğün altındaki dağları, ormanları görebiliyordu. Tren gerçekten yavaşlıyor gibiydi.
Ron'la ceketlerini çıkarıp uzun siyah cüppelerini giydiler. Ron'unki biraz kısaydı, eteğinin altından lastik ayakkabıları görülebiliyordu.
Trende bir ses yankılandı: "Beş dakika içinde Hogwarts'ta olacağız. Lütfen eşyalarınızı trende bırakın, onlar okula ayrıca götürülecektir."
Harry'nin midesi kasıldı heyecandan, Ron'un çilli yüzü de bembeyaz kesilmişti. Kalan şekerleri ceplerine doldurup koridordaki kalabalığa katıldılar.
Tren yavaşladı, yavaşladı, sonunda durdu. Herkes kapılara saldırıp küçük, karanlık bir perona indi. Harry soğuk gece havasında ürperdi. Tepelerinde bir lambanın ışığı belirdi ansızın, Harry tanıdık bir ses duydu: "Birinci sınıflar! Birinci sınıflar buraya! İyisin ya, Harry?"
Bir kafalar denizi üstünde Hagrid'in kocaman, kıllı suratı belirdi.
"Hadi, peşimden gelin - başka birinci sınıf var mı? Adımlara dikkat! Birinci sınıflar peşimden gelsin!"
Kaya sendeleye, dik, daracık bir patikada Hagrid'i izlediler. İki yan da öylesine karanlıktı ki, Harry oralarda koca ağaçlar olduğunu düşündü. Kimse pek konuşmuyordu. Boyuna kurbağasını yitiren Neville bir iki kere burnunu çekti.
Hagrid, omuzunun üstünden, "Bir saniye sonra Hogwarts'ı ilk defa göreceksiniz," diye seslendi, "hemen şurayı dönünce."
Bir "Ooooo!" yükseldi çocuklardan.
Dar patika ansızın büyük, siyah bir gölün kıyısına açılmıştı. Karşı yakadaki yüksek bir dağın tepesinde, yıldızlı göğün altında, ışıklı pencereleri, bir sürü kulesiyle dev bir şato vardı.
Kıyıda bekleyen kayıklar filosunu göstererek, "Dörder kişiden fazla binilmeyecek!" diye seslendi Hagrid. Harry'yle Ron'un kayığına Nevüle'le Hermione de bindiler.
Tek basma bir kayığa kurulan Hagrid, "Herkes tamam mı?" diye bağırdı. "Peki öyleyse - İLERİ!"
Kayıklar filosu, cam kadar düzgün gölün üstünde kayarak ilerlemeye başladı ansızın. Kimse konuşmuyordu, herkes tepedeki büyük şatoya bakıyordu. Şato, yükseldiği yamaca yaklaşıldıkça daha da büyüyordu sanki.
Baştaki kayıklar yamaca varınca, "Eğin kafalarınızı!" diye bağırdı Hagrid; herkes kafasını eğdi, kayıklar yamacın önündeki girişi perdeleyen sarmaşıklar arasından kaydı. Şatonun altına kadar uzanan karanlık tünelden geçip bir yeraltı rıhtımına yanaştılar, kayalara, çakıllara çıktılar.
Onlar karaya ayak basarken kayıkları denetleyen Hagrid, "Hey, sen! Senin kurbağan mı bu?" dedi.
Neville, ellerini uzatarak, "Trevor!" diye haykırdı sevinçle. Sonra Hagrid'in lambasını izleyerek kayadaki bir geçidi tırmandılar, sonunda, şatonun gölgesinde uzanan düzgün, nemli bir çimenliğe vardılar.
Taş basamakları çıkıp meşeden yapılmış kocaman bir kapının önünde toplandılar.
"Herkes burada mı? Sen, oradaki, kurbağan yanında mı?"
Dev yumruğunu kaldırdı Hagrid, şato kapısına üç kere vurdu.
  Alıntı ile Cevapla
Old 12-10-2006, 01:27 AM   #7
GeCeLeR
Guest
 
Mesajlar: n/a
Üye No:
Cinsiyet :
Varsayılan

BÖLÜM 7 - Seçmen Şapka

Kapı hemen açıldı. Zümrüt yeşili bir cüppe giymiş uzun boylu, siyah saçlı bir büyücü kadın duruyordu karşılarında. Çok sert bir yüzü vardı, Harry'nin aklına gelen ilk şey, bu kadınla ters düşülmemesi gerektiği oldu.
"Birinci sınıflar, Profesör McGonagall," dedi Hagrid.
"Teşekkür ederim, Hagrid. Bana bırak artık."
Kapıyı ardına kadar açtı. Giriş Salonu öylesine büyüktü ki, içine Dursley'lerin evi bile sığabilirdi. Taş duvarlar, Gringotts'ta olduğu gibi, meşalelerle aydınlatılıyordu, tavan ise görülemeyecek kadar yüksekti, tam karşılarındaki görkemli mermer merdiven üst katlara çıkıyordu.
Taş döşeli salonda Profesör McGonagall'ı izlediler. Harry sağdaki kapının arkasından yüzlerce sesin oluşturduğu uğultuyu duyabiliyordu - okuldakilerin geri kalanı oradaydı herhalde - ama Profesör McGonagall onları salonun yanındaki küçük, boş bir odaya görürdü.
İçeri girip birbirlerine her zamankinden daha çok sokuldular, çevrelerine baktılar tedirginlikle.
"Hogwarts'a hoş geldiniz," dedi Profesör McGonagall. "Ders yılı başlangıcı şöleni biraz sonra başlayacak, ama Büyük Salon'da yerlerinizi almadan önce seçim yapılacak, hangi binalara verileceğiniz saptanacak. Seçim son derece önemli bir törendir, çünkü burada kaldığınız sürece, binanız Hogwarts'taki aileniz gibi olacak. Derslere kendi binanızdakilerle gireceksiniz, kendi binanızın yatakhanesinde uyuyacaksınız, boş vakitlerinizi binanızın ortak salonunda geçireceksiniz.
"Dört bina var; adlan Gryffindor, Hufflepuff, Ravenclaw ve Slytherin. Her binanın kendi soylu tarihi var, her bina çok önemli cadılar, büyücüler yetiştirmiştir. Hogwarts'ta bulunduğunuz sürece yaptığınız iyi işler bina notlarını yükseltir, kurallara uymamak da bina notlarını düşürür. Yıl sonunda toplam notu en yüksek olan bina, Bina Kupası'yla ödüllendirilir, büyük bir onurdur bu. Dilerim hepiniz kendi binanızın notlarına katkıda bulunursunuz.
"Seçim Töreni biraz sonra bütün öğrencilerin önünde yapılacak. Bu arada beklerken hepiniz kendinize çekidüzen verin."
Gözleri bir an Neville'in sol kulağına doğru kaymış cüppesine, Ron'un kirli burnuna takıldı. Harry saçlarını düzeltmeye çalıştı tedirginlikle.
"Hazırlıklar tamamlanınca döneceğim," dedi Profesör McGonagall. "Lütfen sessizce bekleyin."
Odadan ayrıldı. Harry yutkundu.
"Nasıl bir seçim yapıp da bizi binalara ayıracaklar?" diye sordu Ron'a.
"Bir çeşit sınav herhalde. Fred'e bakılırsa, insanın çok canı yanıyormuş, ama şaka ediyordur."
Harry'nin yüreği gümbür gümbür atmaya başladı. Sınav mı? Bütün okulun önünde? Ama hiç büyü bilmiyordu ki daha - ne yapardı? Daha geldikleri anda böyle bir şey beklemiyordu. Çevresine bakındı merakla, herkesin korku içinde olduğunu gördü. Hermione Granger'dan başka kimsenin pek konuştuğu yoktu, o da öğrendiği büyüleri hızlı hızlı tekrarlıyor, acaba hangisine sığınsam diye düşünüyordu. Harry onun söylediklerini işitmemeye çalışıyordu. Hiç böyle tedirgin olmamıştı, okulda öğretmeninin peruğunu, artık nasıl becerdiyse, maviye çevirdiğini yazan raporu eve, Dursley'lere götürdüğü zaman bile. Gözlerini kapıya dikmişti. Her an Profesör McGonagall içeri girip onu alınyazısının yazdığı yere sürükleyebilirdi.
Derken öyle bir şey oldu ki, Harry yarım metre havaya sıçradı - arkasında duran birkaç kişi çığlık atmıştı.
"Ne oluyor?"
Soluğu kesildi. Çevresindekilerin de. Arka duvardan yirmi kadar hayalet süzülmüştü odaya. İnci beyazıydı hepsi, hafifçe saydamdı, birbirleriyle konuşarak, birinci sınıf öğrencüerine hiç bakmadan, kayarcasına ilerliyorlardı. Bir konu üzerinde tartışıyor gibiydiler. İçlerinden şişman bir keşişe benzeyeni, "Bana kalırsa, bağışla ve unut, ona ikinci bir olanak tanımalıyız -" diyordu.
"Sevgili Keşiş, Peeves'e yeteri kadar olanak tanımadık mı? Hepimizin adını kötüye çıkarıyor, üstelik hayalet bile değil - sahi, siz ne arıyorsunuz burada?"
Daracık pantolonlu, yakalıklı bir hayalet birinci sınıf öğrencilerini fark etmişti ansızın.
Kimse yanıt vermedi.
Çevrelerinde gülümseyerek dolaşan Şişman Keşiş, '"Yeni öğrenciler!" dedi. "Anlaşılan seçme-ayırma işlemi var."
Birkaç kişi sessizce baş salladı.
"Hufflepuffta görüşmek umuduyla!" dedi Keşiş. "Benim eski binam orası."
"Size güle güle," dedi tiz bir ses. "Seçme Töreni başlamak üzere."
Profesör McGonagall dönmüştü. Hayaletler teker teker süzülerek karşı duvardan geçip yok oldular.
Yeni öğrencilere, "Tek sıra olun," dedi Profesör McGonagall, "beni izleyin."
Ayakları kurşun gibi ağırlaşmıştı Harry'nin, kırçıl saçlı bir çocuğun arkasında sıraya girdi, onun arkasında da Ron yerini aldı, odadan çıktılar, salonun sonundaki çift kanatlı kapıdan geçip Büyük Salon'a vardılar.
Harry böyle garip, böyle görkemli bir yeri hayal bile etmemişti. Öteki öğrencilerin oturduğu dört uzun masanın üstünde havada uçuşan binlerce, binlerce mum aydınlatıyordu ortalığı. Masalara pırıl pırıl altın tabaklar, kupalar konulmuştu. Salonun ucunda öğretmenlerin oturduğu bir başka uzun masa vardı. Profesör McGonagall birinci sınıf öğrencilerini oraya götürdü; yeniler, eski öğrencilerin karşısında sıralandılar; öğretmenler arkalarında kalmıştı. Titrek mum ışığında kendilerine bakan yüzlerce surat, solgun fenerlere benziyordu. Öğrencilerin aralarında yer almış hayaletler, puslu gümüşler gibi parlıyorlardı. Harry, kendilerine dikilmiş gözlerden kaçınmak için başını kaldırdı, yıldızlar serpiştirilmiş kadife siyahı bir tavan gördü. Her-mione'nin, "Dışarıdaki gökyüzüne benzemesi için büyülenmiş. Hogwarts Tarihi'nde okumuştum," diye fısıldadığını duydu.
Orada bir tavan olduğuna, Büyük Salon'un gökyüzüne açılmadığına inanmak çok güçtü doğrusu.
Harry başını hemen indirdi; Profesör McGonagall, yeni öğrencilerin önüne dört ayaklı bir tabure yerleştirdi sessizce. Taburenin üstüne de sivri uçlu bir büyücü şapkası koydu. Yamalar içindeydi şapka, eski püsküydü, son derece kirliydi. Petunia Teyze olsa, onu evin kapısından içeri sokmazdı.
Belki de içinden tavşan çıkarmamızı isteyecekler, diye düşündü Harry; buna benzer bir şey yapılacak -salonda kim varsa gözünü şapkaya dikmişti şimdi, o da dikti. Birkaç saniye sessizlik oldu. Sonra hafifçe kıpırdadı şapka. Kenarına yakın bir yerlerdeki yırtık, ağız gibi açıldı - şapka bir şarkı tutturdu:
"Bu şapka, dersiniz, çirkin mi çirkin! Ama öyle hemen karar vermeyin. Toz olurum varsa benden güzeli, Eşsizim kendimi bildim bileli.
Ne kasket dinlerim ne de silindir, Şampiyonluk kaçmaz, hep bana gelir. Hogwarts okulunda Seçmen Şapka'yım, Her gün, her ay, her yıl başka başkayım. Karşımda şöyle bir ürperin biraz Dünyada hiçbir şey gözümden kaçmaz. Eğer geçirirsen beni başına Gideceğin yen söylerim sana. Seni Gryffindor'a yollarım belki, Zamanla olursun aslanın teki, Yiğittir orada kalan çocuklar, Hepsinin yüreği, nah, mangal kadar. Belki de düşersin Hufflepuff'a Haksızlığı hemen kaldırıp rafa Adalet uğruna savaş verirsin Her yere mutluluk götürmek için. Ravenclaw kısmetin belki, Oradakilerin hiç çıkmaz sesi, Mantıktır onlarca önemli olan, öyle kurtulurlar tüm sorunlardan. Düşersin belki de Slytherin'e sen, Bir başkadır sanki oraya giden, Amaçları için neler yapmazlar Açıklasam bitmez sabaha kadar. Giy kafana beni! Çekinme sakın! Birinci koşul bu: Korkmayacaksın! Hiç kimseye gelmez kötülük benden, Şapkalar içinde en uysalım ben."
Şarkı sona erince salonda bir alkış koptu. Şapka eğilerek dört masaya da selam verdi, sonra sessizliğe gömüldü yine.
Ron, Harry'ye, "Demek şapkayı geçireceğiz başımıza!" diye fısıldadı. "Fred'i öldüreceğim, ifritlerle güreşmekten söz ediyordu."
Harry belli belirsiz gülümsedi. Evet, şapkayı giymek bir büyü yapmaya kalkışmaktan çok daha iyiydi, ama keşke herkesin gözü önünde giymesek diye düşünüyordu. Şapka bir sürü soru soracaktı anlaşılan, Harry'nin ise ne cesareti üstündeydi, ne de hazırcevaplığı. Yüreği ağzmdaydı. Eğer kendisi gibiler için bir bina olsaydı, her şey ne kadar kolaylaşacaktı.
Profesör McGonagall, elinde uzun bir parşömen kağıdıyla birkaç adım öne çıktı.
"Adınızı söylediğim zaman şapkayı giyip tabureye oturacak, hangi binaya ayrıldığınızı öğreneceksiniz," dedi. "Abbott, Hannah!"
Sarı at kuyruğu saçlı, pembe yüzlü bir kız çıktı ortaya, şapkayı kafasına geçirdi. Şapka gözlerine kadar indi. Kız oturdu. Bir an sessizlik
"HUFFLEPUFF!" diye bağırdı şapka.
Sağdaki masadan bir alkış koptu, Hannah gidip Hufflepuff masasına oturdu. Harry, Şişman Keşiş hayaletinin kıza neşeyle el salladığını gördü.
"Bones, Susan!"
Şapka, " HUFFLEPUFF!" diye bağırdı yine, Susan da seğirtip Hannah'nın yanında yerini aldı.
"Boot, Terry!"
"RAVENCLAVV!"
Bu kere soldan ikinci masadan bir alkış koptu; Ravenclaw'dan birkaç kişi ayağa kalkıp, yanlarına gelen Terry'nin elini sıktı.
"Brocklehurst, Mandy" de Ravenclaw'a katıldı, ama "Brown, Lavender" yeniler arasında ilk Gryffin-dor'lu oldu, en uçtaki sol masa alkıştan inledi; Harry, Ron'un ikiz kardeşlerinin ıslık çaldıklarım gördü.
Derken "Bulstrode, Millicent" Slytherin'li oldu. Belki Harry'ye öyle geliyordu, ama Slytherin için anlatılan onca şeyden sonra, o masadakileri hiç gözü tutmadı.
İçi bulanmaya başlamıştı şimdi. Eski okulundaki spor derslerinde nasıl takımlara ayrıldıkları geldi aklına. En son o seçilirdi, kötü oyuncu olduğu için değil, Dudleye yaranmak için - kimse ondan hoşlandığının sanılmasını istemezdi.
"Finch-Fletchley, Justin!"
" HUFFLEPUFF!"
Harry'nin gözünden kaçmadı, şapka bazen binanın adını hemen bağırıyor, bazen de karar vermek için azıcık düşünüyordu. Sırada Harry'nin yanında duran kırçıl saçlı çocuk, "Finnigan, Seamus", Gryffindor'a ayrıldığını öğrenmek için taburede tam bir dakika oturdu.
"Granger, Hermione!"
Hermione koşarcasına gitti tabureye, şapkayı kafasına telaşla geçirdi.
"GRYFFINDOR!" diye bağırdı şapka. Ron homurdandı.
Korkunç bir düşünce belirdi Harry'nin kafasında,zaten insan tedirgin olmayagörsün, kafasına hep korkunç düşünceler takılır. Ya kendisi hiç seçilmezse ne olacaktı? Ya uzun süre, çok uzun süre, gözlerine kadar inen şapkayla orada öyle oturup kalırsa, sonunda Profesör McGonagall gelip şapkayı çıkarırsa, bir yanlışlık olduğunu söyler de onu yeniden trene götürürlerse?
Boyuna kurbağasını yitiren Neville Longbottom, adı seslenildiğinde, tabureye giderken sendeledi, az kalsın düşecekti. Şapkanın karar vermesi epey vakit aldı. Sonunda "GRYFFINDOR" diye bağırınca, Neville kafasında şapkayla masaya koştu, sonra da kahkahalar arasında dönüp onu "MacDougal, Morag"a uzattı.
Adı söylenince, hemen ileri atıldı Malfoy, şapkayı daha kafasına değdirir değdirmez karar açıklandı: "SLYTHERIN!"
Malfoy, son derece hoşnut, arkadaşları Crabbe ile Goyle'un yanına gitti.
Pek fazla kişi kalmamıştı şimdi.
"Moon"... "Nott"... "Parkinson"... sonra bir çift ikiz kızkardeş, 'Tatil" ile 'Tatil"... sonra "Perks, Sally-An-ne"... derken, sonunda -
"Potter, Harry!"
Harry bir adım atınca, alev hışırtılarını andıran fısıltıların yükseldiğini duydu salonda.
"Potter mı dedi?"
"Şu ünlü Harry Potter mı?"
Şapka gözlerine inmeden önce Harry'nin son gördüğü şey, salondakilerin onu dikkatle süzmeleri oldu. Sonra da şapkanın içindeki karanlığı gördü. Bekledi.
"Hmm," diye incecik bir ses geldi kulağına. "Güç. Çok güç. Bakıyorum, bayağı gözüpek. Kafa da fena değil. Yetenek de var, evet, öyle - kendini kanıtlama tutkusu... bak, bu ilginç... Seni nereye yollasam acaba?"
Harry taburenin kenarlarına sımsıkı yapışıp, "Slytherin olmasın, Slytherin olmasın," diye düşündü.
İnce ses, " Slytherin olmasın, ha?" dedi. "Emin misin? Biliyor musun, büyük usta olabilirsin sen, hepsi kafanın içinde, Slytherin de büyük ustalık yolunda çok şey kazandırabilir sana - hayır mı? Eh, öyle istiyorsun madem - GRYFFINDOR!"
Harry, şapkanın son kelimeyi salona doğru bağırdığını duydu. Şapkayı çıkarıp ağır ağır Gryffindor masasına yürüdü. Seçildiği, üstelik Slytherin'e gönderilmediği için öyle rahatlamıştı ki, en büyük alkışı kendisinin aldığını fark etmedi bile. Sınıf Başkanı Percy ayağa kalkıp elini sıktı coşkuyla, VVeasley ikizleri, "Potter bizde! Potter bizde!" diye bağırdılar, Harry daha önce gördüğü yakalıklı hayaletin karşısına oturdu. Hayalet hafifçe kolum vurdu onun, Harry üstüne bir kova buzlu su dökülmüş gibi ansızın ürperdi.
Yüce Masa'yı daha iyi görebiliyordu şimdi. Kendisine en yakın uçta Hagrid oturuyordu, gözleri karşılaşınca Hagrid başparmağını yukarı kaldırdı. Harry de gülümsedi. Orada, Yüce Masa'nm tam ortasında, kocaman yaldızlı bir koltukta Albus Dumbledore oturuyordu. Harry, trendeki Çikolatalı Kurbağa kartından hemen tanıdı onu. Salonda hayaletler kadar ışıl ışıl parlayan tek şey, Dumbledore'un gümüş rengi saçlarıydı.
Harry, Çatlak Kazan'daki tedirgin delikanlıyı, Profesör Quirrell'ı da tanıdı. Kafasındaki kocaman mor sarıkla pek tuhaf görünüyordu.
Ayrılacak üç kişi kalmıştı sadece. "Turpin, Lisa" Ravenclaw'a düştü. Sıra Ron'a geldi. Ron'un suratı yemyeşil olmuştu şimdi. Harry gözlerini sımsıkı yumdu heyecanla, bir saniye sonra da şapkanın "GRYFFINDOR!" diye bağırdığını duydu.
Ron, yanındaki iskemleye çökerken, ötekiler gibi Harry de onu uzun uzun alkışladı.
Harry'nin karşısında oturan Percy VVeasley, "Bravo, Ron, harika!" dedi; bu arada "Zabini, Blaise" de Slytherin'e seçildi. Profesör McGonagall kâğıdını katladı, Seçmen Şapka'yı alıp çıktı.
Harry önündeki boş altın tabağa baktı. Ne kadar acıktığını şimdi fark etmişti. Balkabağı poğaçaları çoktan sindirilip gitmişti.
Albus Dumbledore ayağa kalktı. Kendisini hiçbir şey bundan daha çok mutlu edemezmiş gibi, kollarını iki yana açıp öğrencilere gülümsedi.
"Hoş geldiniz!" dedi. "Hogwarts'ta yeni bir yıla hoş geldiniz! Şölen başlamadan önce bir şeyler söylemek istiyorum. Söylüyorum işte: Zırla! Tırla! İncik!
Boncuk!
“Teşekkür ederim!"
Yerine oturdu yine. Herkes çığlıklar atarak alkışladı. Harry gülsün mü gülmesin mi, bilemiyordu.
Çekinerek, Percye, "Azıcık - deli midir?" diye sordu.
Percy, "Ne delisi?" dedi. "Dâhidir o! Dünyanın en iyi büyücüsü! Ama orası öyle, hafifçe kafadan çatlaktır. Patates ister misin, Harry?"
Harry'nin ağzı bir kanş açıldı. Önlerindeki tabaklar yiyeceklerle doluydu şimdi. Sofrada, yemek isteyeceği hiç bu kadar çok şey görmemişti o güne kadar: kızarmış et, kızarmış piliç, pirzola, sosis, sucuk, biftek, haşlanmış patates, kızarmış patates, cips, mayonez, bezelye, havuç, salça, ketçap, bir de, her nedense, nane şekeri.
Dursley'ler Harry'yi aç bırakmazlardı doğrusu, ama Harry de hiçbir zaman canı istediği kadar yemek yiyemezdi. Neye uzansa Dudley kapardı hemen, kusacak kadar çok yemiş olsa bile. Harry, nane şekeri dışında, her şeyden biraz biraz aldı, başladı yemeye. Hepsi çok lezzetliydi.
Harry'nin bifteğini kesmesine bakan yakalıklı hayalet, 'Tek de güzel görünüyor," dedi üzüntüyle.
"Yoksa sen -?"
"Aşağı yukarı dört yüz yıldır ağzıma lokma koymadım," dedi hayalet. "Bir şey yemem gerekmiyor tabii, ama insan özlüyor. Kendimi tanıtmadım, değil mi? Sir Nicholas de Mimsy-Porpington hizmetinizdedir. Gryffindor Kulesi'nin yerleşik hayaleti."
Ron, "Kim olduğunu biliyorum!" dedi ansızın. "Kardeşlerim anlatmışlardı - sen Neredeyse Kafasız Nick'sin!"
Hayalet, "Bana Sir Nicholas de Mimsy denilmesi daha çok hoşuma gider -" diye söze başladı, ama kırçıl saçlı Seamus Finnigan atıldı.
"Neredeyse Kafasız mı? İnsan nasıl neredeyse kafasız olur?"
Sir Nicholas'm bütün keyfi kaçmıştı; bu küçük sohbet istediği gibi yürümüyordu anlaşılan.
"Böyle olur," dedi tedirginlikle. Sol kulağını tutup çekti. Kafası yana düşüp sanki menteşeyle tutturulmuş gibi boynundan sallanmaya başladı. Anlaşılan biri kafasını uçurmaya kalkmıştı onun, ama kökünden keseme-mişti. Neredeyse Kafasız Nick, çocukların şaşkın bakışlarından hoşlanmışa benziyordu, kafasını yerine taktı yine, öksürdü, sonra, "Demek sizler de - Gryffindor'lu oldunuz!" dedi. "Bu yıl şampiyon olmamızı sağlarsınız belki. Şampiyon olmayalı hiç bu kadar uzun zaman geçmemişti. Slytherin kupayı altı yıl üst üste kazandı! Kanlı Baron'un yanına varılmıyor - Slytherin'in hayaletidir o."
Slytherin masasına baktı Harry, orada korkunç bir hayaletin oturduğunu gördü; gözleri bomboş bakıyordu hayaletin, çökük bir yüzü, gümüş rengi kan lekeleriyle dolu bir cüppesi vardı. Malfoy'un sağına oturmuştu, Harry, Malfoy'un bundan hoşnut olmadığını görünce keyiflendi.
Büyük bir ilgiyle, "O kan lekeleri neden olmuş?"
diye sordu Seamus.
Neredeyse Kafasız Nick, tatlı bir sesle, "Hiç sormadım " dedi.
Herkes yiyebildiği kadar yiyince, yemekler uçup gitti sanki, tabaklar yine eskisi gibi pırıl pırıl oldu. Bir an sonra da tatlılar belirdi. İnsanın aklına gelebilecek her çeşit dondurma, elmalı pasta, meyveli pasta, çikolatalı pasta, marmelattı çörek, kek, çilek, jöle, sütlaç...
Harry meyveli pastasını atıştırırken, söz döndü dolaştı, ailelerine geldi.
"Ben yarı yarıyayım," dedi Seamus. "Babam bir Muggle. Annem büyücü olduğunu evleninceye kadar söylememiş ona. Babam bunu öğrenince şok geçirmiş."
Güldüler.
"Ya sen, Neville?" dedi Ron.
"Beni büyükannem büyüttü, kendisi cadıdır," dedi NeVille, "ama ailem uzun süre Muggle olduğumu sandı. Büyük amcam Algie boyuna beni hazırlıksız yakalayıp içimdeki büyüyü ortaya çıkarmaya çalışıyordu -bir keresinde Blackpool rıhtımının ucundan itmişti beni, az kalsın boğuluyordum- ama sekiz yaşıma kadar bir şey olmadı. Büyük amcam Algie çaya gelmişti bize, beni üst kat penceresinden sallandırdı, ayak bileklerimden bağlayarak, büyük teyzem Enid pasta verince de ipi bırakıverdi. Yere düşünce zıpladım durdum - top gibi zıplayarak bahçeyi geçtim, yola çıktım. Hepsinin hoşuna gitti bu. Büyükannem sevinçten ağlamaya başladı. Hele ben buraya çağrılınca yüzlerini görecektiniz - belki yeteri kadar büyü gücüm yoktur diye korkuyorlardı. Büyük amcam Algie öyle sevindi ki, kurbağamı o satın aldı."
Harry'nin öteki yanında, Percy VVeasley ile Hermonie derslerden söz ediyorlardı ("Keşke derslere hemen başlasalar, öğrenecek o kadar çok şey var ki, Biçim Değiştirme özellikle ilgimi çekiyor, bilirsin tabii, bir şeyi bir başka şeye çevirme, herhalde çok güç bir şey bu -"; "Küçük şeylerle başlarsın, kibritleri ianelere çevirmekle filan-".
Harry'nin içi ısınmış, uykusu gelmişti, Yüce Masa'ya baktı yine. Hagrid kupayı başını dikiyordu. Profesör McGonagall, Profesör Dumbledore'a bir şeyler anlatıyordu. Profesör Quirrell, o gülünç sarığıyla, yağlı siyah saçlı, kemer burunlu, soluk tenli bir. öğretmenle konuşuyordu.
Olanlar birdenbire oldu. Kemer burmlu öğretmen, Ouirrell'ın sangının ardından Harry'nin gözlerine dikti gözlerini - Harry'nin alnındaki ize keskin, sıcak bir sancı saplandı.
"Ahh!" Harry başına götürdü elini.
"Ne oldu?" diye sordu Percy.
"Y-yokbirşey."
Sancı, geldiği gibi bir anda yok oldu. Ama Harry o bakışın yarattığı duyguyu silkip atamadı - öğretmenin kendisinden hiç mi hiç hoşlanmadığı duygusuna kapılmıştı.
Percy'ye, "Profesör Quirrell'la konuşan o öğretmen kim?" diye sordu.
"Bakıyorum, Quirrell'ı tanımışsın bile. Tedirginliği boşuna değil, Profesör Snape'le konuşuyor çünkü. İksirleri öğretir, ama gönülsüzce yapar bu işi - gözü Quirelli’nin işinde, bunu bilmeyen yok. Karanlık Sanatlar konusunda çok bilgilidir Snape."
Harry, Snape'e baktı bir süre, ama Snape ona bir daha bakmadı.
Sonunda tatlılar da yok oldu, Profesör Dumbledore ayağa kalktı yine. Salon sessizliğe gömüldü.
"Öhö - hepimiz yedik içtik, sadece birkaç kelime daha... Ders yılının başlaması dolayısıyla bazı söyleyeceklerim var.
"Birinci sınıf öğrencileri, okul alanındaki ormanın bütün öğrencilere yasak olduğunu unutmasınlar. Öteki öğrencilerimizden bazlarına da bunu hatırlatmakta yarar görüyorum."
Dumbledore'un ışıl ışıl gözleri VVeasley ikizlerinin oturduğu yöne çevrildi.
"Hadememiz Mr Fiich de ders aralarında koridorlarda büyü yapmanın yasak olduğunu sizlere hatırlatmamı istedi.
"Ouidditch seçmeleri ders yılının ikinci haftasında yapılacaktır. Kendi binalarının takımlarında yer almak isteyenlerin Madam Hooch'a başvurmaları gerekmektedir. "Son olarak söylemek istediğim bir şey var. Sağdaki üçüncü kat koridoru, çok büyük acılar çekerek ölmek istemeyen herkese kapalıdır."
Harry güldü; gülen bir avuç öğrenciden biriydi sadece.
Percy'ye, "Şaka ediyor, değil mi?" diye fısıldadı. Kaşlarını çatarak, "Hiç de şakaya benzemiyor," dedi Percy. "Garip doğrusu, çünkü bir yere gitmemizi yasaklayınca nedenini de söyler genellikle - orman tehlikeli hayvanlarla dolu, herkes bilir bunu. Hiç olmazsa bize, Sınıf Başkanlarına söyleseydi."
"Şimdi yataklarımıza gitmeden okul şarkısını söyleyelim!" diye bağırdı Dumbledore. Harry, öteki öğretmenlerin dudaklarına yerleşmiş gülümsemelerin hiç değişmediğini fark etti.
Dumbledore, sanki ucundaki bir sineği kovuyor-muş gibi, asasını hafifçe salladı; altın sarısı, uzun bir kurdele fırladı asadan; kurdele masaların üstünde yükseldi, yılan gibi kıvrılarak sözcüklere dönüştü.
"Herkes en sevdiği havayı seçsin," dedi Dumbledore, "hadi, başlıyoruz!"
Bütün okul haykırmaya başladı:
"Hogwarts, Hogwarts, geldik sana, Bizi de al kollarına, Kafamızın içi bomboş, Söyle, bunun neresi hoş? Saçlı olsun, saçsız olsun Başlarımız bilgi dolsun. İlginç şeyler öğrenelim Gelişelim milim milim. "Yılmadan hep çalışırız Büyülere alışırız. Kırılmasın hiç umutlar, Gün doğmadan neler doğar,"
Şarkıyı herkes değişik zamanlarda bitirdi. Weasley ikizleri ise şarkıyı bir cenaze marşı havasında uzattıkça uzatıyordu. Dumbledore son birkaç dizenin söylenişini asasıyla yönetti, şarkı bitince de en çok alkışlayanlardan biri o oldu.
Gözlerini silerek, "Ah, müzik!" dedi. "Burada yaptıklarımızın ötesinde bir büyü! Hadi artık, yatma vakti. Doğru yataklarınıza!"
Birinci sınıf Gryffindor öğrencileri, uğultulu kalabalık arasından geçerek Percy'yi izlediler, Büyük Salondan çıkıp mermer merdivene yöneldiler. Harry'nin bacakları, yorgunluktan, tıka basa yemekten, kurşun gibi olmuştu yine. Öylesine uykusu gelmişti ki, koridorlardan geçerken, iki yana sıralanmış tablolardaki yüzlerin kendilerini göstererek fısıldaştıklarını bile fark etmedi; Percy'yi izlerken, kayan panolar, sarkan halılar arkasın daki gizli kapılardan geçtiklerini de fark etmedi. Esneyerek, ayaklarını sürüyerek başka merdivenlerden çıktılar, Harry daha ne kadar gideceklerim düşünüyordu ki, ansızın durdular.
Tam önlerinde, havada bir yığın baston uçuşuyordu, Percy onlara doğru bir adım atınca, bastonlar da kendilerini Percy'ye fırlatmaya başladılar.
Percy, "Peeves," diye fısıldadı birinci sınıf öğrencilerine. "Bir hortlak." Sesini yükseltti. "Peeves - göster kendini."
Şişmiş bir balondan çıkan havayı andıran kaba, yüksek bir ses yanıt verdi.
"Kanlı Baron'a mı gideyim istiyorsun?"
Pıt diye bir ses duyuldu, kapkara, fıldır fıldır gözlü, koca ağızlı bir adam belirdi; bastonlara yapışmış, havada bağdaş kurarak oturuyordu.
Alayla kıkırdayarak, "Ooooooo!" dedi. "Bastıbacak yeniler! Amma eğlenceli!"
Ansızın onlara doğru süzüldü hızla. Hepsi eğildiler.
Percy, "Çekil git, Peeves, yoksa Baron'a söylerim, şaka etmiyorum!" diye haykırdı.
Peeves dilini çıkardı, sonra bastonlan Neville'in kafasına düşürerek ortadan yok oldu. Zırh tangırtıları arasında hızla uzaklaştığını anladılar.
Yine yola koyulduklarında, "Peeves'e dikkat edin," dedi Percy. "Ona söz geçiren tek kişi Kanlı Baron'dur, bize, Sınıf Başkanlarına bile kulak asmaz. İşte geldik."
Koridorun sonunda pembe ipek elbiseli çok şişman bir kadının portresi asılıydı.
"Parola?" dedi.
"Caput Draconis," dedi Percy, portre öne doğru açıldı, arkasında, duvarda yuvarlak bir delik belirdi. Sırayla geçtiler - Nevüle'e azıcık el vermek gerekti - kendilerini Gryffindor salonunda, yumuşacık koltuklarla dolu, sevimli, yuvarlak bir odada buldular.
Percy kızları yatakhanelerinin kapısına götürdü, oğlanları da bir başka kapıdan geçirdi. Sonunda, kıvrılarak .döne döne çıkan bir merdivenin tepesinde -besbelli, kulelerden birindeydiler şimdi- yataklarını buldular: dört yanına koyu kırmızı kadifeden perdeler asılı beş karyola. Eşyaları getirilmişti bile. Konuşamayacak kadar yorgundular, hemen pijamalarını giyip yataklarına yattılar.
Ron, perdeler arasından, "Yemek harikaydı, değil mi?" diye fısıldadı Harry'ye. "Yapma, Scabbers! Çarşafı kemiriyor."
Harry meyveli pasta yiyip yemediğini soracaktı Ron'a, ama uykudan gözleri kapanıverdi.

Belki de yemeği fazla kaçırmıştı Harry, çok garip bir düş gördü. Profesör Quirrelli’nin sarığı vardı kafasında; sarık konuşup duruyordu, hemen Slytherin'e geçmesi gerektiğini söylüyordu, alınyazısı öyleydi çünkü. Harry, Slytherin'e gitmek istemediğini söyledi sarığa; sarık ağırlaştıkça ağırlaştı, onu çekip çıkarmak istedi Harry, ama sarık gittikçe daralıp kafasını sıkıyor, canım yakıyordu - sarıkla boğuşurken, Malfoy da karşıdan gülerek onlara bakıyordu - derken kemer burunlu öğretmen Snape oluverdi Malfoy, alaycı, soğuk kahkahaları daha da yükseldi - yemyeşil bir ışık patladı, Harry kan ter içinde titreyerek uyandı.
Yatağında dönüp uykuya daldı yine; ertesi gün uyandığında düşü hiç mi hiç hatırlamıyordu.

  Alıntı ile Cevapla
Old 12-10-2006, 01:27 AM   #8
GeCeLeR
Guest
 
Mesajlar: n/a
Üye No:
Cinsiyet :
Varsayılan

BÖLÜM 8 - iksir Ustası

"Bak, orada."
"Nerede?"
"Kızıl saçlı, uzun boylu çocuğun yanında."
"Gözlüklü olan mı?"
"Yüzünü gördün mü?"
"İzini gördün mü?"
Harry ertesi gün yatakhanesinden dışarı adım atar atmaz fısıltılar da başladı. Sınıfların önüne dizilmiş çocuklar onu görebilmek için ayak parmaklarının ucunda yükseliyor ya da onunla bir daha karşılaşmak amacıyla koridorda birkaç adım atıp dönüyordu. Keşke bunu yapmasalar diye düşünüyordu Harry, çünkü kafasını sınıfların yolunu bulmaya vermek istiyordu.
Hogwarts'ta yüz kırk iki merdiven vardı: geniş, rahat merdivenler; daracık, köhne merdivenler; belirli cuma günleri değişik yerlere çıkan merdivenler; havada bazı basamakları yok oluveren, düşmemek için atlaya atlaya çıkılan merdivenler. İncelikle rica etmediğiniz ya da doğru yerini gıdıklamadığınız zaman açılmayan kapılar vardı sonra, bir de kapı kılığına girmiş duvarlar Neyin nerede olduğunu hatırlamak çok güçtü, çünkü her şey boyuna yer değiştiriyordu. Tablolardaki yüzler birbirlerini ziyarete gidiyorlardı durmadan; Harry'ye bakılırsa, zırhlar da bal gibi yürüyebiliyordu.
Hayaletlerin de bir yararı yoktu. Hayaletin teki, açmak için ter dökülen bir kapıdan suzuluverince insanın içi nasıl da fena oluyordu Neredeyse Kafasız Nıck yeni Gryffindor'ları doğru yönlendirmekten mutluluk duyuyordu, ama insan hortlak Peeves'e çatmaya görsün, yandı demekti, kilitli kapılar ardında ya da oyuncaklı merdivenler başında oyalanmaktan derse mutlaka gecikirdi. Çöp sepetlerini kafanıza geçirirdi Peeves, ayağınızın altındaki halıyı çekerdi, tebeşir fırlatır ya da hiç görünmeden arkanıza geçip burnunuza yapışır, "TUTTUM MUSLUĞU!" diye bağırırdı.
Peeves'den beteri olabilir mı? Vardı. Hademe Argus Filch. Harry'yle Ron daha ilk sabahlarında ters düşmüşlerdi onunla. Filch onları bir kapıyı zorlarken yakalamıştı, şanssızlık bu ya, üçüncü katın koridorundaki yasak bölgeye açılıyordu kapı. Hademe yollarını yitirdiklerine inanmamış, okuldan kaçmak istediklerini sanmıştı; iki çocuğu zindana atmakla tehdit ediyordu ki, Profesör Quirrell yetişip onları kurtardı.
Mrs Norris adlı bir kedisi vardı Filch'in; gözleri sahibinin patlak gözlerine benzeyen, sıska, toprak rengi bir yaratık. Tek başına koridorları arşınlardı. Onun önünde azıcık kural dışına çıkar ya da yanlış bir şey yaparsanız Filch'e koşardı hemen; iki saniye sonra da Filch yıldırım gibi çıkagelirdi. Okuldaki gizli geçitleri herkesten iyi biliyordu hademe (belki VVeasley ikizleri dışında), hayaletler gibi pat diye belirirdi. Öğrenciler nefret ederlerdi ondan, en büyük hayalleri Mrs Norris'e şöyle okkalı bir tekme sallamaktı.
Sınıfın yolunu bulabilirsen, dersler de vardı. Harry, büyünün sadece asa sallayıp birkaç gülünç sözcük söylemenin çok ötesinde olduğunu kısa sürede anladı.
Her çarşamba gece yarısı teleskoplarıyla göğü incelemek, değişik yıldızların adlarını, gezegenlerin hareketlerini öğrenmek zorundaydılar. Haftada üç kere şatonun arkasındaki seraya gidip Profesör Sprout adlı tıknaz, kısa boylu bir cadıyla Bitkibilim çalışıyor, garip bitkileri, mantarları, onların hangi alanlarda kullanılacağını öğreniyorlardı.
En sıkıcı ders ise tek hayalet öğretmenin geldiği Sihir Tarihi'ydi. Profesör Binns çok yaşlanmış, öğretmenler odasındaki şöminenin önünde uykuya dalmış, ertesi sabah derse gitmek üzere kalkınca da bedeninin yarısını arkada bırakmıştı. Tekdüze bir mırıltıyla öğrencilere çeşitli adları, tarihleri yazdırırken Gaddar Emeric'le Taşyürek Uric'i karıştırıyordu.
Tılsım öğretmeni Profesör Flirvvick, öylesine ufak tef ekti ki, masasının önünü görebilmek için bir kitap yığınının üstüne çıkmak zorunda kalıyordu. İlk derste yoklama yaparken sıra Harrynin adına gelince şöyle bir ciyaklamış, sonra da kayıplara karışıvermişti.
Profesör McGonagall da değişikti. Harry, onun ters düşülecek bir öğretmen olmadığını düşünmekte haklıydı. Titizdi, zekiydi, daha ilk ders başlar başlamaz hemen uyarmıştı onları.
"Biçim Değiştirme, Hogwarts'ta öğreneceğiniz büyülerin en karmaşığı, en tehlikelisidir," demişti. "Sınıfımda kim dalga geçerse, pilisini pırtısını toplayıp buradan gider, bir daha da dönemez. Benden uyarması."
Sonra masasını önce domuza, sonra yine eski haline çevirmişti. Herkes pek etkilenmişti bundan, bir an önce kolları sıvamaya heveslenmişti; ama eşyaları hayvanlara cevirebilme becerisini elde edebilmek için çok uzun süre gerektiğini kısa zamanda anlamışlardı. Bir sürü karmaşık not tuttuktan sonra kendilerine birer kibrit verilmiş, onları iğneye çevirmeleri istenmişti. Dersin sonunda sadece Hermione Granger bir şeyler becerebilmişti; Profesör McGonagall, kibritin nasıl gümüş rengine dönüştüğünü, ucunun nasıl sivrildiğini bütün sınıfa göstermiş, sonra alışılmadık bir şey yaparak Hermoine'ye gülümsemişti.
Bütün sınıfın asıl merakla beklediği, Karanlık Sanatlara Karşı Savunma'ydı, ama Quirrell'ın dersleri panayıra dönüyordu biraz. Profesör Quirrell'ın ders verdiği sınıftan sarmısak kokusu eksik olmuyordu, herkes onun Romanya'da karşılaştığı ve yakında geleceğinden korktuğu vampirle ilgili olduğunu düşünüyordu bunun - sarmısak, o vampire karşı alınmış bir önlemdi. Anlattığına bakılırsa, başındaki sarığı da, kendisini sırnaşık bir zombiden kurtardığı için, Afrikalı bir prens armağan etmişti. Böyle bir olayın gerçek olduğuna pek inanan yoktu. Bir keresinde, Seamus Finnigan, zombiyle nasıl savaştığını sorunca, Quirrell pespembe kesilmiş, hemen havadan söz etmeye koyulmuştu; bir keresinde de sarıktan tuhaf bir koku yayıldığını fark etmişlerdi, Weasley ikizleri sarığın içinin de sarımsak dolu olduğunu, Quirrell'ın da böylece, nereye giderse gitsin, vampirden korunduğunu ileri sürmüşlerdi.
Harry derslerde ötekilerden pek geri kalmadığını anlayınca rahatladı. Muggle ailelerden kendisi gibi bir sürü çocuk gelmişti, yine kendisi gibi, hiçbirinin büyücülerden haberi olmamıştı. Öğrenecek o kadar çok şey vardı ki, Ron'un daha önce çalıştıkları bile pek işe yaramıyordu.
Cuma, Harry'yle Ron için önemli bir gündü. Sonunda, kahvaltı etmek için Büyük Salon'a yollarını bir kere bile yitirmeden inmeyi başardılar.
Harry, yulaf ezmesine şeker koyarken, "Bugün ne var?" diye sordu Ron'a.
"Slytherin'lerle Ortak iksir," dedi Ron. "Snape, Slytherin'lerin müdürü. Hep onları kollarmış - göreceğiz bakalım, doğru mu?"
"McGonagall da bizi kollasaydı keşke," dedi Harry. Profesör McGonagall da Gryffindor'ların müdürüydü, ama bir gün önce onlara bir sürü ev ödevi vermekten kaçınmamıştı.
O sırada posta geldi. Harry artık alışmıştı buna, ama ilk günün sabahı kahvaltı sırasında Büyük Salon'a yüz kadar baykuş birdenbire akın edince pek şaşırmıştı; baykuşlar sahiplerini görünceye kadar masaların üstünde dört dönmüşler, sonra da mektupları, paketleri onların kucaklanna bırakmışlardı.
Hedvvig o güne kadar hiçbir şey getirmemişti Harry'ye. Bazen omzuna konup hafifçe kulağını gagalardı onun, okuldaki öteki baykuşlarla birlikte uyuduğu baykuşhaneye girmeden önce de azıcık kızarmış ekmek kemirirdi. Ama o sabah marmelatla şeker kâsesi arasına pike yapıp Harry'nin tabağına bir mektup bıraktı. Harry mektubu hemen açtı.
Sevgili Harry, (deniliyordu kargacık burgacık bir yazıyla)
Cuma günleri öğleden sonra izinli olduğunu biliyorum, saat üç sularında çay içmeye gelebilir misin? ilk haftanın nasıl geçtiğini öğrenmek için can atıyorum. Hedwig'le bir yanıt yolla.

Hagrid
Harry, Ron'un tüy kalemini ödünç alıp mektubun arkasına "Evet, teşekkürler, görüşürüz" yazdı, yanıtını Hedvvig'le yolladı.
Harry iyi ki o gün Hagrid'e çay içmeye gidecekti, çünkü İksir dersi o güne kadar başına gelen en berbat şey oldu.
Ders yılı başlarken verilen şölende Harry, Profesör Snape'in kendinden pek hoşlanmadığını sezinlemişti. ilk iksir dersi sona erdiği zaman yanılmış olduğunu anladı. Snape, Harry'den hoşlanmıyor değildi - ondan nefret ediyordu.
İksir dersleri aşağıdaki zindanlardan birinde yapılıyordu. Burası yukarıdan, şatonun üst katlarından daha soğuktu; duvarlar boyunca sıralanmış cam kavanozlarda yüzen hayvan ölüleri olmasaydı bile, insanın tüylerini ürpertirdi.
Snape de, Flitrvvick gibi, yoklama yaparak başladı derse, yine Flitvvick gibi, sıra Harry'nin adına gelince durdu.
"Haa, evet," dedi yumuşak bir sesle, "Harry Potter. Yeni - yıldızımız."
Draco Malfoy'la arkadaşlan Crabbe ve Goyle, ağızlarını elleriyle kapaüp kıkırdadılar. Snape yoklamayı bitirdi, başını kaldırıp sınıfa baktı. Gözleri Hagrid'in gözleri gibi siyahtı, ama o sıcaklıktan yoksundu. Soğuk, boş gözlerdi bunlar, insanın aklına karanlık tünelleri getiriyorlardı.
"Bilimin püf noktalarını ve iksir yapma sanatını öğrenmek için buradasınız," diye söze başladı Snape. Fısıl-darcasına konuşuyordu, ama her sözcüğü arılıyorlardı -Snape de, Profesör McGonagall gibi, kendini hiç zorlamadan sınıfı sessiz tutma hünerine sahipti. "Burada öyle saçmasapan asa sallamak olmadığı için, çoğunuz bütün bunların büyüyle ilgisi olmadığını sanacaksınız. Buğular saçarak usul usul fokurdayan kazanın güzelliğini, beyni büyüleyerek, duygulan tutsak ederek insan damarlarından süzülen sıvıların ince gücünü anlamanızı beklemiyorum... Size ünü şişelemeyi, zaferi imbiklemeyi, ölümü bile durdurmayı öğretebilirim - tabii karşıma öğrenci diye geçen o mankafalardan değilseniz."
Bu küçük söylevi uzun bir sessizlik izledi. Harry'yle Ron kaşlarını kaldırarak bakıştılar. Hermione Granger iskemlesinin ucuna ilişmişti, mankafa olmadığını bir an önce kanıtlamak istiyordu sanki.
Snape, "Potter!" dedi ansızın. "Öğütülmüş çirişotu kökünü pelinotu demine eklersem ne elde ederim?"
Öğütülmüş ne kökünü neyin demine? Harry bir göz attı Ron'a, o da kendisi kadar şaşkın görünüyordu; Hermione hızla el kaldırdı.
"Bilmiyorum, efendim," dedi Harry.
Snape alayla dudak büktü.
"Çık, çık - demek ünlü olmak yetmiyor."
Hermione'nin eline aldırmadı bile.
"Bir daha deneyelim, Potter, bezir getirmeni istesem nereye bakarsın?"
Hermione, yerinden kalkmadan, elini havaya kaldırdı yine, ama bezirin ne olduğu konusunda Harry'nin en ufak fikri yoktu. Gülmekten kırılan Malfoy'a, Crabbe'ye, Goyle'a bakmamaya çalıştı.
"Bilmiyorum, efendim."
"Buraya gelmeden hiç kitap okumadın ha, Potter?"
Harry o soğuk gözlere dimdik bakmayı sürdürmeye zorladı kendini. Dursley'lerde kitaplarını karıştırmıştı biraz, ama Snape Bin Bir Büyülü Ot ve Mantar'daki her şeyi hatırlamasını nasıl bekleyebilirdi ondan?
Snape, Hermione'nin sallanıp duran eline hâlâ aldırmıyordu.
"Düğünçiçeğiyle küpeküpe arasındaki fark nedir, Potter?"
Hermione dayanamadı artık, ayağn fırladı, eli neredeyse tavana değecekti.
Harry, "Bilmiyorum," dedi usulca. "Ama galiba Hermione biliyor, neden ona sormuyorsunuz?"
Gülenler oldu. Harry'nin gözü Seamus'a ilişti. Seamus göz kırptı. Ama Snape pek keyiflenmişe benzemiyordu.
"Otur!" diye bağırdı Hermione'ye. "Öğren diye söylüyorum, Potter, çirişotuyla pelinotunu karıştırırsan, Yaşayan Ölüm içkisi denilen güçlü bir uyku iksiri elde edersin. Bezir keçilerin karnından çıkarılır, panzehir olarak kullanılır. Düğunçiçeğiyle küpeküpeye gelince, ikisi de aynıdır, bir adı da kurtboğandır. Eee? Niye yazmıyorsunuz bunları?"
Herkes tüy kalemlere, parşömenlere saldırdı hemen. O gürültü arasında, "Potter," dedi Snape, "küstahlığın için Gryffindor'dan bir puan silinecek."
İksir dersi boyunca işler Gryffindor'lar için pek yolunda gitmedi. Snape ikişer ikişer ayırdı onlan, çıbanlara karşı basit bir iksir hazırlamalarını istedi. Uzun siyah cüppesiyle aralarında dolaşıyor, kurutulmuş ısırgan otlarını, ezilmiş yılan dillerini tartmalarına bakıyor, pek sevdiği anlaşılan Malfoy dışında herkesi azarlıyordu. Tam Malfoy'un boynuzlu sümüklüböcekleri ne güzel haşladığını anlatıyordu ki, zindanı yemyeşil bir asit dumanıyla korkunç bir tıslama doldurdu. Neville, artık nasıl becerdiyse, Seamus'un kazanını eriterek eğri büğrü bir yumak haline getirmişti; hazırladıkları iksir, taş döşemede akıp gidiyor, herkesin ayakkabısında delikler açıyordu Herkes bir anda taburelerinin üstüne fırladı, kazan devrilince her yanı iksire bulanmış Neville, kızgın kırmızı sıvı kollarını bacaklarını dağlarken, acıyla inledi.
Snape, yerlere saçılmış iksiri asasının bir hareketiyle yok ederken, "Sersem çocuk!" diye homurdandı. "Kirpi dikenlerini kazanı ateşten indirmeden önce attın herhalde!"
Neville düpedüz uluyordu şimdi, kızgın damlalar burnuna doğru ilerlemeye başlamıştı.
Snape, "Onu hastane kanadına götür," diye buyurdu Seamus'a. Sonra Nevılle'in yanı başında çalışmakta olan Harry'yle Ron'a döndü.
"Sen - Potter - kirpi dikeni konulmayacağını niye söylemedin ona? O bir yanlış yaparsa sen de sivrilirim sandın, değil mi? Gryffindor'dan bir puan daha siliyorum."
Bu öylesine büyük bir haksızlıktı ki, Harry yanıt vermek için ağzını açtı, ama Ron kazanlarının arkasından bir tekme salladı ona.
“Tut kendini," diye fısıldadı. "Söylediklerine göre, Snape çok acımasız olabilirmiş."
Bir saat sonra zindandan dışarı açılan basamakları tırmanırken, Harry'nin kafası karmakarışık olmuştu, bütün keyfi de kaçmıştı. Daha ilk hafta Gryffindor'un iki puanının silinmesine neden olmuştu - Snape neden bu kadar nefret ediyordu kendisinden?
"Neşelen," dedi Ron. "Snape, Fred'le George'un de notlarını kırıyor boyuna. Ben de seninle gelip Hagrid'le tanışabilir miyim?"
Üçe beş kala şatodan çıkıp bahçeyi geçtiler. Hagrid Yasak Orman'ın hemen kenarındaki küçük bir ahşap evde oturuyordu. Kapının önüne bir arbaletle(Bir sap üstüne oturtulmuş ahşap ya da metal yaydan, zemberek yardımıyla ok fırlatan silah. (Ed. n.) bir çift lastik çizme konulmuştu.
Harry kapıyı çalınca, içeriden çılgıncasına bir tırmalama sesi, birkaç da havlama geldi. Hagrid'in sesi gürledi sonra: "Geri, Fang, geri çekil."
Kapı aralığından Hagrid'in kocaman kıllı yüzü belirdi.
"Bir dakika," dedi Hagrid. "Çekil, Fang."
Simsiyah dev bir zağarı tasmasından tutmaya çabalayarak çocukları içeri aldı.
Sadece bir tek oda vardı evde. Tavandan jambonlar, sülünler sarkıyordu, ocakta bakır bir ibrik kaynıyordu, köşedeki kocaman yatak yamalardan oluşturulmuş bir yorganla örtülüydü.
"Öyle yabancı gibi durmayın," dedi Hagrid, köpeği bıraktı; Fang hemen gidip Ron'un kulaklarını yalamaya başladı. O da, tıpkı Hagrid gibi, göründüğü kadar korkunç değildi anlaşılan.
Hagrid, koca bir çaydanlığa kaynar su boşaltıp bir tabağa kurabiye koyarken, "Bu, Ron," dedi Harry.
Hagrid, Ron'un çillerine bir göz atarak, "Bir Weasley daha," dedi. "Ömrümün yansını senin ikizleri Orman'dan kovalamakla geçirdim."
Taş gibi kurabiyeler dişlerini kıracaktı az kalsın, ama Harry de Ron da onlan pek sevmiş gibi yaptılar, bu arada ilk derslerinden söz ettiler. Fang kafasını Harry'nin dizine dayadı, bütün cüppesini salyasıyla sırılsıklam etti.
Hagrid'in Filch'ten "bunak herif" diye söz etmesi Harry'nin de, Ron'un da pek hoşuna gitti.
"Mrs Norris denen o kediye gelince, bir gün Fang'in karşısına çıkaracağım onu. Biliyor musunuz, ne zaman okula gitsem hep peşime takılır. Bir türlü kurtulamıyorum - Filch alıştırmış bir kere."
Harry, Snape'in dersini anlattı Hagrid'e. Hagrid de, Ron gibi, hiç kafasını takmamasını, Snape'in zaten öğrencilerini hiç sevmediğini söyledi.
"Ama benden nefret ediyor sanki."
"Saçma!" dedi Hagrid. "Niye etsin?"
Ama bunu söylerken gözlerini kaçırdığından kuşkulandı Harry.
Hagrid, "Kardeşin Charlie nasıl?" diye sordu Ron'a. "Onu pek severdim hayvanlarla arası bayağı iyiydi."
Harry, Hagrid'in bilerek mi konuyu değiştirdiğini düşündü. Ron, Charlie'nin ejderhalarla serüvenlerini anlatırken, Harry masada çaydanlık tutacağının altında gördüğü bir kâğıdı çekip aldı. Gelecek Postası'ndan kesilmiş bir gazete parçasıydı bu:
GRINGOTTS SOYGUNUNDAN SON HABER
Araştırmalar, 31 Temmuz'da gerçekleştirilen Gringotts soygununun, kimlikleri belirlenemeyen karanlık büyücüler ya da cadılar tarafından yapıldığını göstermektedir.
Gringotts cincüceleri, bugün yaptıkları açıklamada hiçbir şey çalınmadığım ileri sürmüşlerdir. Söz konusu kasanın aynı gün daha erken saatlerde zaten boşaltıldığı belirtilmiştir.
Bugün öğleden sonra, Gringolts cincüceleri sözcüsü, "Kasanın içinde ne olduğunu söylemek niyetinde değiliz. Bu yüzden, burnunuzu bu işe. sokmamanız kendi çıkarınız açısından iyi olur," demişti.
Harry, Ron'un trende kendisine Gringotts soygunundan söz ettiğini hatırladı, ama tarihi söylememişti.
"Hagrid!" dedi. "Gringotts soygunu benim doğum günümde yapılmış! Belki de biz tam iradayken soymuşlardır!"
Kuşkuya yer yoktu artık, Hagrid gözlerini Harrynin gözlerinden kesinlikle kaçınyordu şimdi. Homurdanarak bir kurabiye daha uzattı Hagrid. Harry haberi bir daha okudu. Söz konusu kasanın aynı gün daha erken biatlerde zaten boşaltıldığı belirtilmiştir. Hagrid yedi yüz on üç numaralı kasayı boşaltmıştı, eğer boşaltma denirse buna - küçücük bir paket almıştı, o kadar. Acaba hırsızlar o paketi mi arıyorlardı?
Harry'yle Ron akşam yemeği için şatoya dönerlerken cepleri taş gibi kurabiyelerle doluydu, onları almamak gibi bir kabalık etmemişlerdi. Harry, o zamana kadar hiçbir dersin kafasını Hagrid'e çay ziyareti kadar oyalamadığını düşündü. Hagrid o paketi tam zamanında mı almıştı acaba? Paket neredeydi şimdi? Hagrid, Snape hakkında bir şeyler biliyor da, Harry'ye söylemekten mi kaçınıyordu?

  Alıntı ile Cevapla
Old 12-10-2006, 01:28 AM   #9
GeCeLeR
Guest
 
Mesajlar: n/a
Üye No:
Cinsiyet :
Varsayılan

BÖLÜM 9 - Gece Yansı Düellosu

Harry, Dudley'den daha çok nefret edeceği biriyle karşılaşacağını hiç sanmazdı, ama bu, Draco Malfoy'u tanımadan önceydi. Birinci sınıf Gryffindor'lar sadece İksir dersine giriyorlardı Slytherin'lerle, bu yüzden Malfoy'a pek aldırdıkları yoktu. Daha doğrusu, Gryffindor salonuna bir yazı asılmadan önce. Yazıyı okuyunca homurdanmaya başladılar. Perşembe günü uçma dersleri başlıyordu - Gryffindor'larla Slytherin' ler birlikte çalışacaklardı.
Harry, "Tamam," dedi sıkıntıyla. "Bir bu eksikti. Şimdi Malfoy'un önünde süpürgeye binip kendimi rezil edeceğim."
Uçmayı her şeyden çok istiyor, dört gözle derslerin başlamasını bekliyordu.
Ron, mantığını konuşturdu: "Rezil olup olmayacağını bilemezsin ki. Malfoy'un böbürlendiğini ben de duydum, Quidditch'te onun üstüne yokmuş. Bana sorarsan, düpedüz palavra."
Malfoy uçma konusunda gerçekten de susmak bilmiyordu. Yüksek sesle, birinci sınıf öğrencilerinin Quidditch takımlarına alınmadıklarından yakınıyor, heli-kopterli Muggle'lardan son anda nasıl kurtulduğuna dair uyduruk masallar anlatarak böbürleniyordu. Tek başına değildi bu konuda. Seamus Finnigan, anlattığına bakılırsa, çocukluğunu kırlarda, bir süpürge üstünde uçarak geçirmişti. Ron bile, kendim dinleyen çıkarsa, Charlie'nin eski süpürgesiyle bir planöre çarpmaktan son anda nasıl sıyırdığım anlatıyordu. Büyücü ailelerden gelenlerin hepsi Quidditch'ten söz ediyordu boyuna. Ron, kendileriyle aynı yatakhanede kalan Dean Thomas'la futbol konusunda tartışmıştı bir ara. Ron, tek topla oynanan, üstelik kimsenin uçmasına izin verilmeyen bir oyunun nasıl heyecanlı olabileceğine akıl erdiremiyordu. Harry bir keresinde Ron'u, Dean'in West Ham futbol takımı posterini dürtükleyerek oyuncuları hareket ettirmeye çalışırken yakalamıştı.
Neville hiç süpürgeye binmemişti ömründe, büyükannesi onu süpürgenin yanına bile yaklaştırmamıştı. Harry'ye bakılırsa, akıllılık etmişti kadın, Neville yerde iki ayağının üstünde dururken bile inanılmaz derecede sakardı.
Hermione Granger da uçmaktan Neville kadar korkuyordu. Kitaplardan ezberlenecek bir şey değildi bu -gerçi bunu denememiş değildi. Perşembe sabahı kahvaltıda, kitaplıktan aldığı Çağlar Boyunca Qııidditch ta. uçmakla ilgili püf noktalarını tek tek sayarak herkesin canına okumuştu. Sadece Neville, ilerde süpürgeden düşmemek için kulaklarını dört açmıştı, ama ötekiler Hermione'nin söylevinin postanın gelişiyle kesilmesine bayağı sevinmişlerdi.
Hagrid'in notundan beri hiç mektup almamıştı Harry, bu da Malfoy'un gözünden kaçmamıştı. Malfoy'un puhukuşu hep şeker kutuları getiriyordu evinden, o da kutuları Slytherin masasında kurum kurum kurularak açıyordu.
Neville'in peçelibaykuşu ona küçük bir paket getirdi büyükannesinden. Neville heyecanla açtı paketi, içinden çıkan büyük bir misket iriliğindeki cam küreyi gösterdi arkadaşlarına, küre beyaz dumanla doluydu sanki.
"Buna Hatırlatmaca denir," diye açıkladı. "Büyükannem her şeyi unuttuğumu bilir bu küre, yapmayı unuttuğun bir şey varsa sana hemen hatırlatır. Bakın, şöyle sımsıkı tutacaksınız, eğer kızarırsa - ah.." Süklüm püklüm oluverdi birdenbire, çünkü Hatırlatmaca kıpkızıl kesilmişti. "... unuttuğunuz bir şey var demektir..."
Neville ne unuttuğunu hatırlamaya çalışırken, Gryffindor masasının yanından geçen Draco Malfoy, elinden Hatırlatmaca'yı kapıverdi.
Harry'yle Ron ayağa fırladılar. Malfoy'la kavga etmek için bahane anyorlardı zaten, ama sorunları fark etmekte öteki öğretmenlerden çok daha usta olan Profesör McGonagall yanlarında bitiverdi.
"Ne oluyor?"
"Malfoy Hatırlatmaca'mı aldı, Profesör."
Malfoy, kaşlarını çatarak Hatırlatmaca'yı masaya bıraktı hemen.
"Sadece bakıyordum," dedi; arkasında Crabbe ile Goyle, oradan uzaklaştı.
O gün öğleden sonra üç buçukta Harry, Ron ve öteki Gryffindor'lar ilk uçma dersi için merdivenlerden koşarak inip bahçeye çıktılar. Açık, esintili bir gündü, yemyeşil yamaçtan düz alana inerken ayaklarının altındaki çimenler hışırdıyordu, karşı yandaki Yasak Orman'ın ağaçlan uzakta kara gölgeler içinde ağır ağır sallanıyordu.
Slytherin'ler gelmişlerdi bile, yirmi tane saplı süpürge düzenli bir biçimde yere sıralanmıştı. Harry daha önce Fred'le George VVeasley'nin okul süpürgelerinden yakındıklarını duymuştu, söylediklerine bakılırsa, çok havalanırsan bazıları titremeye başlıyor, bazıları da hafifçe sola çekiyormuş.
Öğretmenleri Madam Hooch da geldi. Kısacık kır saçları, atmaca gibi sarı gözleri vardı.
"Ne bekliyorsunuz öyle?" diye haykırdı. "Herkes bir süpürgenin yanına geçsin. Hadi, çabuk olsanıza!"
Harry süpürgesine bir göz attı. Pek eskiydi doğrusu, ucundaki süpürge çalıları aynı yöne uzanmıyor da değişik yönlere fışkınyordu sanki.
Madam Hooch önlerine geçip, "Sağ ellerinizi süpürgelerinizin üstüne uzatın, 'Yukarı!' diye bağırın," dedi.
"YUKARI!" diye bağırdı herkes.
Harry'nin süpürgesi hemen fırlayıp eline yapıştı onun, ama bütün süpürgeler beceremedi bunu. Hermione Granger'ın süpürgesi yerlerde yuvarlanıyordu, Ne-ville'inki ise kılını bile kıpırdatmamıştı. Harry, belki süpürgeler de, atlar gibi, insanın korkup korkmadığını anlıyor diye düşündü; Neville'in sesi titremişti bağırırken, yerde, ayaklarının üstünde durmak istediği apaçık ortadaydı.
Madam Hooch, ucundan kayıp düşmeden süpürgelere nasıl oturulacağını gösterdi, bir yukarı bir aşağı dolaşarak saplara nasıl tutunduklarım inceledi, yanlışlarını düzeltti. Malfoy'a bu işi tepeden tırnağa yanlış yaptığını söyleyince, Harry'yle Ron pek keyiflendiler.
Madam Hooch, "Şimdi, düdük çaldığımda, ayaklarınızı yere vurup havalanacaksınız," dedi. "Süpürgelerinizi düz tutun, bir metre kadar yükselin, sonra uçlarını hafifçe öne eğerek aşağı inin. Düdük çalınca - bir - 'ki -"
Ama heyecandan zangır zangır titreyen Neville, yerde kalmanın da korkusuyla, Madam Hooch daha düdüğünü dudaklarına götürmeden, ayaklarını yere pat diye vurup havalanıverdi.
"Gel buraya, çocuk!" diye bağırdı Madam Hooch, ama Neville patlayan şişe mantarı gibi yükseliyordu -dört metre - yedi metre. Harry onun korkudan bembeyaz kesilmiş yüzünü, kendisinden gittikçe uzaklaşan yere bakışını görebiliyordu; Neville birkaç kere yutkundu, süpürgenin kenarından kaydı, sonra da -
KÜÜT - çimenlere yüzükoyun çuval gibi yığılıverdi Neville. Süpürgesi yükseldikçe yükseliyordu, birdenbire Yasak Orman'a yöneldi, oraya doğru sürüklenerek gözden yok oldu.
Madam Hooch, Neville'in üstüne eğildi, onun da beti benzi atmıştı.
Harry, onun, "Bileği kırılmış," diye mırıldandığını duydu. "Hadi, çocuk - bir şeyin yok, kalk ayağa."
Öteki öğrencilere döndü.
"Ben bu çocuğu hastane kanadına götürüyorum, kimse yerinden kımıldamasın! Süpürgelere dokunmayın, yoksa Hogwarts'tan sepetlenir, Quidditch'i de düşünüzde görürsünüz. Gel, yavrum."
Kolunu Neville'in omzuna doladı. Neville, yanaklarından yaşlar süzülerek, eli bileğinde, Madam Hooch'la uzaklaştı. Onlar uzaklaşır uzaklaşmaz da Malfoy kahkahayı bastı.
"Salak şişkonun suratını gördünüz mü?"
Öteki Slytherin'ler de gülmeye başladılar.
"Kapa çeneni, Malfoy!" dedi Parvati Patil.
SIytherinli bir kız, karakuru suratlı Pansy Parkin-son, "Longbottom'dan yanaşın, ha?" dedi. "Şişko ödleklerden hoşlanacağın da hiç aklıma gelmezdi, Parvati."
Malfoy, ileri atılıp yerden bir şey alarak, "Bakın!" dedi. "Longbottom'ın büyükannesinin yolladığı o saç-masapan şey!"
Güneşte parıldayan Hatırlatmaca'yı havaya kaldırdı.
Harry, "Ver onu, Malfoy," dedi usulca. Herkes ne olacağını görmek için konuşmayı kesti.
Malfoy pis pis gülümsedi.
"Bir yere bırakayım da, Longbottom sonra gelip alsın - nereye bıraksam - bir ağacın tepesine mi bıraksam?"
"Ver şunu!" diye bağırdı Harry, ama Malfoy süpürgesine atlayıp havalanmıştı bile. Yalan söylememişti demek, bayağı uçabiliyordu - bir meşenin en üst dallarına kadar yükseldi, "Gel de al bakalım, Potter!" diye seslendi.
Harry süpürgesine yapıştı.
"Hayır!" diye haykırdı Hermione Granger. "Madam Hooch kımıldamayın dedi - hepimizin başını derde sokacaksın."
Harry aldırmadı ona. Kanı beynine çıkmıştı. Süpürgeye binip ayaklarını hızla yere vurdu, vurur vurmaz da havalandı; saçları, cüppesi dalgalanırken, hiç kimse öğretmeden de uçabildiğini anladı, inanılmaz bir sevinç duydu - kolay bir şeydi bu, harikaydı. Süpürgesinin başını birazcık yukarı kaldırınca daha yükseklere çıktı; aşağıda kızların korkuyla bağırdıklarını duydu, Ron da hayranlıkla çığlıklar atıyordu.
Harry, havada Malfoyla yüz yüze gelebilmek için süpürgesini yana çevirdi hızla. Malfoy şaşkınlıktan do-nakalmışh sanki.
"Ver şunu," diye seslendi Harry, "yoksa o süpürgeden atarım seni!"
"Yok canım?" dedi Malfoy, sırıtmaya çalışıyordu, ama pek de tedirgin görünüyordu.
Artık nereden içine doğduysa, Harry ne yapması gerektiğini hemen kavradı, iki eliyle süpürgenin sopasına yapışıp cirit gibi fırladı Malfoy'un üstüne. Malfoy tam zamanında yana çekilerek kurtuldu; Harry hızla dönüp süpürgeyi dizginledi. Aşağıdan birkaç kişinin alkışlan geliyordu.
Harry, "Burada ne Crabbe kurtarabilir seni, ne de Goyle," diye bağırdı.
Galiba Malfoy da aynı şeyi düşünüyordu.
"Tut tutabilirsen!" diye bağırdı, cam küreyi havaya fırlatıp yere süzüldü.
Harry, filmlerdeki ağır çekimlerde olduğu gibi, kürenin havalandığını, sonra düşmeye başladığını gördü. Öne eğilip süpürgesinin başını indirdi - pike yaparak alçalıyordu şimdi, sanki küreyle yanşıyordu - kulaklarında rüzgârın sesiyle aşağıda kendisini seyredenlerin çığlıkları çınlıyordu - elini uzattı - yere bir adım kala yakaladı küreyi, süpürgesini tam zamanında düzeltti, avucunda Hatırlatmaca'yla çimenlere yumuşacık bir iniş yaptı.
"HARRY POTTER!"
Yere inerken duyduğu korku, bunun yanında hiç kalırdı şimdi. Profesör McGonagall koşarak geliyordu. Harry titreyerek ayağa kalktı.
"Daha önce - Hogwarts'ta hiç böyle bir şey -"
Şaşkınlıktan sanki dili tutulmuştu Profesör McGonagall'ın, gözlüğü öfkeyle parlıyordu "- nasıl yaparsın bunu - boynun kırılabilirdi -"
"Suç onda değil, Profesör -"
"Siz susun, Miss Patil -"
"Ama Malfoy -"
"Yeter, Mr Weasley. Potter, gel benimle."
Harry oradan ayrılırken Malfoy'un, Crabbe'nin, Goyle'un zaferle ışıyan yüzlerini gördü; Profesör McGonagall'ın peşine takılıp şatoya yürüdü. Okuldan kovulacağından adı gibi emindi. Kendini savunmak için bir şeyler söylemek istiyordu, ama sesi yok olmuştu sanki. Profesör McGonagall Harry'ye bakmadan hızlı hızlı yürüyordu, Harry ona yetişebilmek için koşar adım gidiyordu. Olanlar olmuştu. İki hafta bile dayanamamıştı. On dakika sonra eşyalarını topluyor olacaktı. Kapıda belirdiği zaman Dursley'ler ne diyeceklerdi acaba?
Şatonun önündeki merdiveni, sonra da içerideki mermer basamakları çıktılar; Profesör McGonagall hâlâ ağzını bile açmamıştı. Harry arkasından süklüm püklüm koşarken kapıları açtı, koridorları arşınladı. Belki de Dumbledore'a götürüyordu onu. Hagrid'i düşündü Harry; o da okuldan kovulmuş, ama bekçi olarak kalmasına izin verilmişti. Belki de yardımcısı olurdu Hagrid'in. Bunu düşününce yüreği burkuldu, Ron'la ötekiler büyücü olarak yetişirken, o bahçede Hagrid'in çantasını taşıyacaktı.
Profesör McGonagall bir sınıfın önünde durdu. Kapıyı açıp başını uzattı.
"Özür dilerim, Profesör Flitwick, bir saniye Wood'u alabilir miyim?"
Wood da neyin nesiydi acaba?
Beşinci sınıftan iri yapılı bir çocuktu VYood, Flitwick'in sınıfından çıktığında kafası karmakarışık görünüyordu.
"İkiniz de gelin benimle," dedi Profesör McGonagall, koridorda yürümeye başladılar; Wood merakla Harry'ye bakıyordu.
"Girin."
Peeves'den başka kimsenin olmadığı boş bir sınıfa girdiler; o da karatahtaya hiç de hoş olmayan şeyler yazmaktaydı.
"Dışarı, Peeves!" diye bağırdı Profesör McGonagall. Peeves elindeki tebeşiri çat diye çöp tenekesine attı, sonra da söylene söylene çıktı. Profesör McGonagall onun arkasından kapıyı çarparak kapattı, iki çocuğun karşısına geçti.
"Potter, bu Oliver Wood. Wood - sana bir Arayıcı buldum."
Wood'un yüzündeki şaşkınlığın yerini sevinç aldı.
"Ciddi misiniz, Profesör?"
"Kesinlikle," dedi Profesör McGonagall. "Doğuştan yetenekli bu çocuk. Ben böyle bir şey görmedim. Bu senin süpürgeye ilk binişin miydi, Potter?"
Harry sessizce baş salladı. Ne olup bittiğine dair hiç fikri yoktu, ama anladığı kadarıyla, okuldan kovulmayacaktı, bacaklarının gücü yavaş yavaş yerine geliyordu.
Profesör McGonagall, "Şunu on beş metre pike yaparak yakaladı," dedi Wood'a. "Burnu bile kanamadı. Charlie Weasley bile yapamazdı bunu."
Wood, bütün düşleri bir anda gerçekleşmiş gibi bakıyordu şimdi.
Heyecanla, "Hiç Quidditch maçı gördün mü, Potter?" diye sordu.
Profesör McGonagall, açıklama yapmak gereğini duydu: "Wood, Gryffindor takımının kaptanıdır."
Wood, Harry'nin çevresinde dönüp onu inceleyerek, "Yapısı da Arayıcı olmaya uygun," dedi. "Zayıf -hızlı - ona doğru dürüst bir süpürge bulalım, Profesör - ya Nimbus İki Bin ya da Tertemiz Yedi."
"Profesör Dumbledore'la bir konuşayım, bakalım birinci sınıf kuralını yeni baştan yorumlayabilir miyiz. Takımın geçen yıldan daha iyi olması gerek. Son maçta Slytherin perişan ermişti bizi, Severus Snape'in yüzüne haftalarca bakamamıştım..."
Profesör McGonagall, gözlüğünün üstünden sert sert baktı Harry'ye.
"Sıkı çalışman gerekiyor, Potter, yoksa seni cezalandırma konusunda düşüncemi değiştirebilirim."
Sonra birdenbire gülümsedi.
"Baban bunu görse gurur duyardı," dedi. "Eşsiz bir Ouidditch oyuncusuydu o."
"Dalga geçiyorsun."
Akşam yemeğindeydiler. Harry, Profesör McGona-gall'la bahçeden ayrıldıktan sonra neler olduğunu anlatmayı yeni bitirmişti. Ron ağzına bir dilim biftekli-böbrekli börek götürüyordu ki, yemeği filan unutuverdi.
"Arayıcı ha?" dedi. "Ama birinci sınıftakiler hiç takımda senin kadar küçük biri oynamayalı kim bilir kaç yıl olmuştur -?"
Ağzına bir parça börek atarak, "Yüz yıl olmuş," dedi Harry. O günün heyecanından sonra bayağı acıkmıştı. "Wood söyledi."
Ron öyle şaşırmış, öyle etkilenmişti ki, oturduğu yerde Harry'ye bakmaktan-başka bir şey yapamıyordu.
"Haftaya antrenmanlara başlıyorum," dedi Harry. "Ama kimseye söyleme. Wood sır olarak saklamak istiyor bunu."
Fred ile George Weasley salona girdiler o anda, Harry'yi görünce yanına seğirttiler.
Alçak sesle, "Tebrikler," dedi George. "Wood söyledi. Biz de takımdayız - Vurucu oynuyoruz."
"Söylemedi demeyin, Quiddilch Kupası'nı bu yıl biz alacağız," diye fısıldadı Fred. "Charlie ayrıldı ayrılalı alamıyoruz, ama bu yıl takım harika. İyi oynuyor olmalısın, Harry. Anlatırken, Wood'un içi içine sığmıyordu."
"Neyse, gitmemiz gerek. Lee Jordan okul dışına açılan gizli bir geçit daha bulmuş, öyle diyor."
"İlk hafta bulduğumuz geçittir, Yaltak Gregory heykelinin arkasındaki. Görüşürüz."
Fred'le George ayrılır ayrılmaz hiç hoşlanmadıkları biri bitiverdi tepelerinde: Malfoy. Arkasında Crabbe'yle Goyle vardı yine.
"Son yemeğini mi yiyorsun, Potter? Seni Muggle'lar arasına döndürecek trene ne zaman biniyorsun?"
Harry, soğukkanlılıkla, "Bakıyorum ayakların yerdeyken, yanında da minik arkadaşların varken daha cesur oluyorsun," dedi. Crabbe'yle Göyle pek de minik sayılmazlardı doğrusu, ama Yüce Masa öğretmenlerle dolu olduğu için, dişlerini gıcırdatıp yumruklarım sıkmaktan başka bir şey gelmezdi ellerinden.
"İstediğin zaman teke tek karşılaşabilirim seninle," dedi Malfoy. "İstersen bu gece. Büyücü düellosu. Sadece asalarla dokunma yok. Ne oldu? Daha önce büyücü düellosu diye bir şey duymadın mı yoksa?"
Yerinde dönerek, "Duymaz olur mu," dedi Ron. "Ben onun yedeğiyim; senin yedeğin kim?"
Malfoy, Crabbe'yle Goyle'a bakarak onları şöyle bir tarttı.
"Crabbe," dedi. "Gece yarısı olur mu? Kupa salonunda buluşuruz, orası hiç kilitlenmiyor."
Malfoy gidince, Ron'la Harry birbirlerine baktılar.
"Büyücü düellosu da nedir?" dedi Harry. "Yedeğim olacağını söyledin, yedek ne işe yarar?"
Soğumuş böreği ağzına atarak, pek sıradan bir şey söylüyormuş gibi, "Ölecek olursan yerini alır," dedi Ron. Harry'nin bakışını fark etti sonra, hemen ekledi: "Ama insanlar gerçek büyücülerin düellolarında ölür. Sen de, Malfoy da, olsa olsa birkaç kıvılcım gönderirsiniz birbirinize, o kadar. Önemli bir zarar verecek kadar büyü bilmiyorsunuz. Zaten senin düellodan kaçacağını sanıyordu."
"Ya ben asamı sallayınca bir şey olmazsa?"
Ron akıl verdi: "O zaman asanı fırlatır atar, burnuna bir tane patlatırsın."
"Özür dilerim."
Başlarını kaldırdılar. Hermione Granger'dı.
"İnsan burada ağız tadıyla bir şey yiyemez mi?" dedi Ron.
Hermione aldırmadı ona, Harry'ye döndü.
"Malfoy'la konuşmanıza kulak misafiri oldum."
"Sende bu kulak varken," diye mırıldandı Ron.
"- geceleri okulda dolaşmaman gerek, yakalanırsan Gryffindor'un puanları silinir. Zaten yakalanırsın. Çok bencillik ediyorsun."
"Bu seni ilgilendirmez," dedi Harry.
"Güle güle," dedi Ron.
Gün pek de güzel bitmiş sayılmazdı doğrusu, Harry yatağına uzanmış, Dean'le Seamus'ın uykuya dalışlarını kollarken öyle düşünüyordu (Neville hastane kanadından dönmemişti daha). Ron akşam boyunca, "Eğer sana lanet yağdınrsa eğilirsin, çünkü nasıl karşılanacağını bilmiyorum," gibisinden öğütler vermişti. Filch ya da Mrs Norris tarafından yakalanmaları olasılığı da büyüktü, Harry aynı gün içinde bir kere daha okul kuralları dışına çıkmakla şansını zorladığı duygusuna kapıldı. Öte yandan, boyuna Malfoyun sırıtan yüzü beliriyordu karanlıkta Malfoyu yere sermek için karşısına eşsiz bir olanak çıkmıştı. Bu olanağı kaçıramazdı.
Sonunda, "On bir buçuk," diye mırıldandı Ron. "Gitme vakti."
Sırtlarına sabahlıklarını geçirip asalarını aldılar, kuledeki odalarından ayrılıp kıvrımlı merdivenden indiler, Gryffindor salonuna girdiler. Şöminede birkaç kor parıldıyordu hâlâ, bütün koltuklar kambur siyah gölgelere dönüşmüştü. Tam resimdeki deliğe varmışlardı ki, yanlarındaki koltuktan bir ses geldi: "Bunu yapacağına inanamıyorum, Harry."
Bir lambanın titrek ışığı belirdi. Hermione Granger'dı bu, pembe bir sabahlık geçirmişti sırtına, kaşlarını çatmıştı.
Öfkeyle, "Sen!" dedi Ron. "Gidip yatsana sen!"
"Az kalsın kardeşine söyleyecektim," diye atıldı Hermione. "Percy'ye - Sınıf Başkanı o. Bunu durdururdu."
Harry bir başkasının kendi işlerine bu kadar burnunu sokmasına inanamıyordu.
"Hadi," dedi Ron'a. Şişman Kadın resmini iterek açtı, delikten geçti.
Hermione kolay kolay pes etmeyecekti anlaşılan. Ron'dan sonra o da geçti resimdeki delikten, bir yandan da öfkeli kazlar gibi tıslıyordu onlara.
"Siz hiç Gryffindor'u düşünmez misiniz, hep kendinizi mi düşünürsünüz? Kupayı Slytherin alacak, Büyü Değiştirme'yi bildiğim için Profesör McGonagall'dan topladığım bütün puanlar sizin yüzünüzden silinecek."
"Gitsene sen."
"Peki, ama uyardım sizi, yarın eve dönerken trende hatırlarsınız, siz nasıl insanlarsınız, biliyor musunuz? Siz -"
Nasıl insanlar olduklarını öğrenemediler. Hermione içeri dönmek için Şişman Kadın'ın resmini çevirince bomboş bir tabloyla karşılaşmıştı. Bir gece ziyaretine gitmişti Şişman Kadın, Hermione de Gryffindor Kulesi'ne giremiyordu.
Cırtlak bir sesle, "Ben şimdi ne yapacağım?" diye sordu.
"Senin sorunun o," dedi Ron. "Bizim gitmemiz gerek, geç kalıyoruz."
Koridorun sonuna varmamışlardı ki, arkalarından Hermione yetişti.
"Ben de sizinle geliyorum," dedi.
"Gelmiyorsun."
Ne yani, burada böyle dikilip Filch'in beni yakalamasını mı bekleyeceğim? Bizi bulursa doğrusunu söylerim, sizi durdurmaya çalıştığımı anlatırım, siz de beni desteklersiniz."
Ron, "Sen de amma yüzsüzsün -" dedi yüksek sesle.
Birdenbire, "Susun, ikiniz de!" dedi Harry. "Bir ses duydum."
Ron, karanlıkta görmeye çalışarak, "Mrs Norris mi?" diye fısıldadı.
Mrs Norris değildi. Neville'di. Yere kıvrılmış, mışıl mışıl uyumaktayken onların yaklaştığını sezip sıçramıştı.
"Neyse ki buldunuz beni! Saatlerdir buradayım, yatakhaneye gitmek için yeni parolayı unutmuşum."
"Alçak sesle konuş, Neville. Parola 'Domuz burnu', ama işine yaramaz, çünkü Şişman Kadın yerinde değil."
"Kolun nasıl?" diye sordu Harry.
Bileğini göstererek, "İyi," dedi Neville. "Madam Pomfrey bir dakikada iyileştirdi."
"Güzel - bak, Neville, bizim bir yere yetişmemiz gerek, sonra görüşürüz -"
Neville, ayağa kalkarak, "Beni bırakmayın!" dedi. "Yalnız kalmak istemiyorum burada, Kanlı Baron zaten iki kere geçti."
Ron saatine bir göz attı, sonra da Hermione'yle Ne-ville'e baktı öfkeyle.
"Sizin yüzünüzden yakalanacak olursak, ne yapar eder, Quirrell'ın anlattığı Hortlak Laneti'ni öğrenir, ikinizi de lanetlerim."
Hermione ağzını açtı, belki de Hortlak Laneti'nin nasıl kullanılacağını öğretecekti ona, ama Harry susmalarını işaret etti, birlikte yürümeye koyuldular.
Yüksek pencerelerin demir çubukları arasından süzülen ay ışığının aydınlattığı koridorlarda ilerlediler. Her dönemeçte, Filch ya da Mrs Norris'le karşılaşırız diye, Harry'nin yüreği ağzına geliyordu. Ama şanslıydılar. Merdivenlerden üçüncü kata çıkıp parmaklarının ucuna basa basa kupa salonuna yöneldiler,
Malfoy'la Crabbe gelmemişlerde daha. Ay ışığının düştüğü yerlerde kristal kupa kutuları parlıyordu. Altın ve gümüş kupalar, kalkanlar, şiltler, heykeller karan lıkta ışıldıyordu. Gözlerini salonun iki yanındaki kapılardan ayırmadan, duvar boyunca ilerlediler. Malfoy belki ansızın belirip de saldırır diye, Harry asasını çıkardı. Dakikalar ağır ağır geçti.
Ron, "Gecikti," diye fısıldadı, "belki de korkudan ödü patlamıştır."
O sırada yan odadan gelen bir sesle sıçradılar. Harry tam asasını kaldırmıştı ki, birinin konuştuğunu duydular - Malfoy değildi bu.
"Kokla etrafı, tatlım, bir köşeye sinmiş olmalılar."
Konuşan Filch'ti, Mrs Norris'e bir şeyler söylüyordu. Harry, dehşet içinde arkadaşlarına döndü, kendisini hemen izlemeleri için çılgıncasına el salladı; Filch'in sesinin geldiği yerin karşısındaki kapıya yöneldiler usulca. Neville cüppesinin eteğini çeker çekmez, Filch'in kupa salonuna girdiğini duydular.
"Burada bir yerdeler," diye homurdanıyordu Filch, "herhalde saklanıyorlar."
Harry, arkadaşlarına, "Buradan!" diye işaret etti; hepsi korkudan taş kesilmişti sanki, iki yanına zırhlar sıralanmış uzun bir koridorda usul usul ilerlediler. Filch'in yaklaştığım duyuyorlardı. Ansızın korkuyla inledi Neville, koşmaya başladı - derken sendeledi, Ron'un beline yapıştı, ikisi birden bir zırha tosladılar.
Öyle bir şangırtı koptu ki, bütün şato ayağa kalkabilirdi.
"KOŞUN!" diye bağı-dı Harry, dördü birden koridorda tabanları yağladılar, Filch geliyor mu diye arkalarına bile bakmıyorlardı - bir koridordan bir başkasına geçtiler, Harry öndeydi, nereye gittiklerini bile bilmeden koşuyordu. Kendilerini bir duvar halısının arkasına atınca, gizli bir geçitte olduklarını fark ettiler, koşmayı sürdürünce Tılsım sınıfının yanına çıktılar, kupa salonunun çok uzaklarındaydılar şimdi.
Harry, soğuk duvara yaslanıp alnını silerek, "Galiba sıyırdık," dedi soluk soluğa. Neville iki büklüm olmuş, aksırıp tıksırıyordu.
Hermione de soluk soluğaydı; ellerini göğsüne bastırarak, "Söylemiştim - söylemiştim - size," dedi. "Söylemiştim - size."
Ron, "Gryffindor Kulesi'ne dönmeliyiz," dedi. "Hemen. Hiç vakit geçirmeden."
Hermione, "Malfoy seni kandırdı," dedi Harry'ye. "Farkındasın, değil mi? Karşına çıkmayı düşünmedi bile - Filch kupa salonuna birinin geleceğini biliyordu. Malfoy kulağına fısıldamıştır mutlaka."
Harry, Hermione'nin haklı olabileceğini düşündü, ama bu düşüncesini ona söylememeyi uygun buldu.
"Gidelim."
Okadar kolay olmayacaktı bu. Daha on-on iki adım ancak atmışlardı ki, bir kapı tokmağının takırtısını duydular, önlerindeki sınıftan yıldırım hızıyla biri fırladı.
Peeves'di bu. Onları görünce keyiften kıkırdamaya başladı.
"Sus, Peeves - lütfen - kovulmamıza neden olacaksın."
Peeves gıdaklar gibi güldü.
"Gece yarısı dolaşmaya çıktınız ha? Sizi bastıbacaklar! Çık, ak, çık. Yaramazlar böyle enselenir işte."
"Bizi ele vermezsen enselenmeyiz, Peeves, lütfen."
Peeves, yumuşacık bir sesle, "Filch'e söylemem gerek bunu. Evet, ona söylemeliyim," dedi; ama gözleri hain hain parlıyordu. "Sizin kendi iyiliğiniz için."
"Çekil yolumuzdan," diye diklendi Ron, Peeves'i hızla itti - büyük bir hataydı bu.
"ÖĞRENCİLER YATAKLARINDAN KAÇMIŞ!" diye haykırdı Peeves. "ÖĞRENCİLER KAÇMIŞ! TILSIM KORIDORUNDALAR!"
Peves'den sıyrılarak can havliyle kaçtılar, koridorun sonuna kadar koştular, bir kapı çıktı karşılarına -kilitliydi.
Çaresizlik içinde kapıyı iterlerken, "Tamam!" diye inledi Ron. "İşimiz bitti! Sonumuz geldi!"
Ayak sesleri geldi kulaklarına; Filen, Peeves'in çığlıklarını duymuş, koşarak yaklaşıyordu.
"Çekilin şöyle," diye homurdandı Hermione. Harry'nin asasını kaptı, onu kilide vurarak fısıldadı: "Alohomora!"
Bir tıkırtı oldu kilitte, kapı ardına kadar açıldı - itişe kakışa geçip kapıyı kapattılar, öteki yanda konuşulanlara kulak kabarttılar.
"Nereye gittiler, Peeves?" diyordu Filch. "Çabuk, söyle bana."
"Lütfen' diyeceksin."
"Benimle dalga geçme, Peeves, söylesene, nereye gittiler?"
Peeves'in o sinir bozucu sesi, şarkı söyler gibi, çınladı: "Lütfen diyeceksin. Hiçbir şey öğrenemezsin."
"Peki-lütfen."
"HİÇBİR ŞEY! Ha haaa! Söyledim ya, lütfen diyeceksin, hiçbir şey öğrenemezsin diye. Lütfen dedin, hiçbir şey öğrenemeyeceksin! Ha ha! Haaaaaa!" Peeves'in bir hışırtıyla uzaklaştığını, Filch'in de öfkeyle küfrettiğini duydular.
"Kapı kilitli sanıyor," diye fısıldadı Harry. "Sıyıracağız - çek elini, Neville!" Neville bir dakikadır Harry'nin sabahlığının kolunu çekiştirip duruyordu. "Ne var?"
Harry arkasına döndü - döner dönmez de görüverdi. Neyi mi? Bir karabasanın içinde sandı kendini - bu kadarı da olmazdı artık, başlarına gelen bütün o belalardan sonra.
Sandığı gibi, bir odada değillerdi. Bir koridordaydılar. Üçüncü kattaki yasak koridorda. Neden yasak olduğunu da hemen anlamışlardı.
Yerden tavana kadar yükselen boyuyla dev bir köpeğin gözlerinin içine bakıyorlardı şimdi. Üç başlı bir köpekti bu. Üç çift fıldır fıldır, çılgınca bakan göz; kendilerine doğru uzanmış, titıeyip duran üç burun; sarımsı dişlerinden kaygan sicimler gibi sarkan salyalarıyla üç de korkunç ağız.
Hareket etmeden duruyordu; altı gözünü de onlara dikmişti; Harry, "Eğer ansızın çıkagelmemiz onu bu kadar şaşırtmasaydı, şimdiye kadar çoktan ölmüştük," diye düşündü; ama şaşkınlığı geçiyordu köpeğin, gökgürülrüsünü andıran o hırlamaların başka ne anlamı olabilirdi?
Kapının tokmağına yapıştı Harry - Filch'le ölüm arasında bir seçim yapması gerekiyorsa, Filch'i seçerdi elbet.
Dışarı fırladılar - Harry çarparak kapadı kapıyı, koridor boyunca koştular, daha doğrusu uçtular. Filch herhalde başka bir yerlerde aramaktaydı kendilerim, çünkü onunla karşılaşmadılar; karşılaşıp karşılaşmamaları da pek önemli değildi zaten o anda tek düşündükleri, canavardan olabildiğince uzaklaşmaktı. Yedinci katta Şişman Kadın'ın portresine varıncaya kadar koştular.
Şişman Kadın, omuzlarından sıyrılmış sabahlıklarına, kan ter içindeki kıpkırmızı yüzlerine bakarak, "Nerelerdeydiniz?" diye sordu.
"Boş ver şimdi - domuz burnu, domuz burnu," diye soludu Harry, tablo öne doğru açıldı. Salona girip koltuklara yığıldılar; zangır zangır titriyorlardı.
Bir süre hiçbiri ağzını açmadı. Neville sanki ömrü boyunca bir daha konuşmayacakmış gibi duruyordu.
Sonunda, "Bunlar ne yaptıklarını sanıyorlar?" dedi Ron. "Böyle bir şey okulda kapalı tutulur mu? Köpek dediğin azıcık gezdirilmek, dolaştırılmak ister. Hele bu..."
Hermione hem soluğuna hem de o kötü huyuna yemden kavuşmuştu.
"Siz hiçbiriniz bakmayı bilmiyorsunuz," diye atıldı. "Köpek neyin üstünde duruyordu, dikkat ettiniz mi?"
"Yerde mi?" dedi Harry. "Ayaklarına bakmıyordum ki, kafalarına bakıyordum."
"Yerde değil. Bir kapağın üstünde duruyordu. Bir şeyi koruduğu apaçık ortada."
Ayağa kalkarak patladı.
"Yaptığınız işten memnunsunuz herhalde. Hepimiz ölebilirdik - daha kötüsü, kovulabilirdik. Şimdi, izin verirseniz, ben yatmaya gidiyorum."
Ron, ağzı bir karış açık, Hermione'nin arkasından bakakaldı.
"İzin senin," dedi. "Sanki zorla sürüklediydik onu."
Harry yatağına uzanırken Hermione'nin söylediklerini düşünüyordu. Bir şeyi koruyordu köpek... Ne demişti Hagrid? Dünyada bir şey saklamak istersen, en güvenli yer Gringotts'tur - Hogwarts dışında.
Harry, yedi yüz on üç numaralı kasadaki küçük paketin nerede olduğunu anlamıştı galiba.
  Alıntı ile Cevapla
Old 12-10-2006, 01:28 AM   #10
GeCeLeR
Guest
 
Mesajlar: n/a
Üye No:
Cinsiyet :
Varsayılan

BÖLÜM 10 - Cadılar BayramıMalfoy, ertesi gün Harry'yle Ron'un hâlâ Hogwarts'ta olduklarım görünce gözlerine inanamadı, ikisi de yorgun görünüyordu, ama keyifleri yerindeydi. Harry de, Ron da, üç başlı köpek serüveninin harika olduğunu düşünmüşlerdi o sabah, şimdi bir başka serüvene daha atılmak için içleri gidiyordu. Bu arada Harry, Gringotts'tan Hogwarts'a getirilen paketi anlatmıştı Ron'a, böylesine sıkı koruma gerektiren şeyin ne olabileceği üstüne epey kafa yormuşlardı.
"Ya gerçekten değerli ya da gerçekten tehlikeli bir şeydir," demişti Ron.
Harry, "Belki ikisi birden," demişti.
Esrarengiz nesne yaklaşık beş santim uzunluktaydı, bunu biliyorlardı sadece, ellerinde başka ipucu yoktu. Bu yüzden de onun ne olduğunu kestiremiyorlardı.
Neville de, Hermione de, köpeğin altındaki kapağın neyi gizlediği konusuyla hiç ilgilenmemişlerdi. Neville'in bütün derdi, bir daha köpeğin yanına yaklaşmamaktı.
Hermione, Harry'yle de, Ron'la da konuşmuyordu şimdi; öylesine bilgiç bir gevezeydi ki, ikisi de derin bir oh çekmişlerdi. Bütün istedikleri, bir yolunu bulup Malfoy'a dünyanın kaç bucak olduğunu göstermekti, bu olanak da bir hafta kadar sonra postanın gelişiyle doğdu, onları keyiflendirdi.
Baykuşlar her zamanki gibi Büyük Salon'u doldurunca, altı cüce baykuşun taşıdığı ince uzun bir paket bütün öğrencilerin dikkatini çekti. Harry de, herkes gibi, onun içinde ne olduğunu merak ediyordu, kuşlar kendi masasına süzülüp de salamları yere düşürerek paketi tam önüne bırakınca şaşkınlıktan kalakaldı? Cüce baykuşlar kanat çırparak uzaklaşırken bir başka baykuş geldi, paketin üstüne bir mektup attı.
Harry mektubu açtı önce, öyle yapmakla iyi etmişti doğrusu; kâğıtla şunlar yazılıydı:
PAKETİ MASADA AÇMA. içinde yeni Nimbus İki Bin'in var, ama bir süpürgen olduğunu kimsenin bilmesini istemiyorum, yoksa hepsi ister. Oliver Wood, ilk antrenmanın için bu akşam saat yedide Quidditdich alanında seni bekleyecek.
Profesör M. McGonagall
Harry, okuması için mektubu Ron'a uzatırken sevincini gizlemekte zorlanıyordu.
Ron, imrenerek, "Nimbus İki Bin, ha!" diye inledi. "Ben daha bu modele elimi bile sürmedim."
İlk dersten önce süpürge paketini gizlice açmak için Salon'dan çabucak ayrıldılar, ama merdiven başının Crabbe ile Goyle tarafından kesildiğini gördüler. Malfoy paketi Harry'nin elinden kaptı, şöyle bir yokladı.
Paketi yine Harry'ye atarak, "Bir süpürge bu!" dedi, gözlerinde kıskançlık ve nefret okunuyordu. "Şimdi yandın işte, Potter, birinci sınıf öğrencilerine süpürge yasaktır."
Ron dayanamadı.
"Palavra bir süpürge değil bu," dedi, "bir Nimbus İki Bin. Senin evde neyin vardı demiştin, Malfoy, Comet İki Altmış mı?" Ron, Harry'ye sırıttı. "Cometler göz alıcıdır, ama Nimbuslarla karşılaştırılamazlar bile." Malfoy, "Sen nereden bileceksin, Weasley," diye atıldı, "sapını bile almaya gücün yetmez. Sen de, kardeşlerin de elden düşmelerle idare edersiniz."
Ron yanıt veremeden, Malfoy'un dirseğinin dibinde Profesör Flitwick belirdi.
"Kavga etmiyorsunuz ya, çocuklar?" diye ciyakladı. Malfoy, "Potter'a bir süpürge göndermişler, Profesör," dedi hemen.
Profesör Flitvvick, Harry'ye ışıl ışıl gülümseyerek, "Evet, evet, biliyorum," dedi. "Profesör McGonagall bana özel durumlardan söz etti, Potter. Hangi model?"
Malfoy'un yüzündeki dehşeti görüp de gülmemek için kendini zor tutan Harry, "Nimbus İki Bin, efendim," dedi. "Malfoy olmasaydı bunu alamazdım," diye ekledi.
Harry'yle Ron üst kata yöneldiler, Malfoy öfkeden kuduruyordu, kafası karmakarışık olmuştu.
Mermer merdivenin en üst basamağına gelince, "Öyle," diye kıkırdadı Harry. "Neville'in Hatırlatmaca'sını almasaydı, ben de takıma giremeyecektim..."
Tam arkalarından öfkeli bir ses geldi. "Demek kuralları çiğnediğin için ödüllendirildiğini sanıyorsun?" Hermione, Harry'nin elindeki pakete, durumu hiç de onaylamadan bakarak, merdivenleri çıkıyordu.
"Hani benimle konuşmuyordun?” dedi Harry.
"Evet," dedi Ron. "Sakın cayma; kafamızı dinliyoruz."
Hermione, burnu havada, uzaklaşıp gitti. Harry o gün kafasını derslerine veremedi. Ya yatakhanede yatağının altında duran yeni süpürgesini ya da o geceki Quidditch antrenmanını düşünüyordu. O akşam ne yediğinin bile farkına varmadan bir şeyler atıştırdı, sonra Ron'la birlikte yukarıya, Nimbus İki Bin paketini açmaya fırladı.
Süpürgeyi Harry'nin yatak örtüsüne koydular, "Vay canına!" diye iç çekti Ron.
Değişik süpürge modelleri konusunda hiçbir şey bilmeyen Harry bile, bunun harika bir şey olduğunu düşündü. İncecikti, pınl pırıldı, sapı maundan yapılmıştı, arka ucundaki süpürge otları özenle seçilmişti, başına yakın bir yere de yaldızlı harflerle Nimbus îki Bin yazılmıştı.
Saat yediye yaklaşırken şatodan ayrıldı Harry, alacakaranlıkta Quidditch alanına yollandı. Daha önce stadyumun içine hiç girmemişti. Oyun alanını çevreleyen koltuklar, seyircilerin oyunu daha rahat seyredebilmeleri için, epeyce yüksekteydi. Alanın iki başında üçer tane altın direk vardı, her direğe bir çember takılmıştı. Direkler, Muggle çocukların sabun köpüğü üfleyerek baloncuklar oluşturduğu o küçük plastik çubukları hatırlattı Harryye, ama bunların yüksekliği on beşer metreydi.
Wood'u beklerken içinde uyanan uçma isteğine karşı koyamadı Harry, süpürgesine binip ayaklarıyla yere vurup havalandı. Ne güzel bir duyguydu bu - direklerin arasından geçti, oyun alanında alçalıp yükseldi. Şöyle hafifçe dokunmaya görsün, Nimbus İki Bin hemen yön değiştiriyordu.
"Hey, Potter, in aşağı!"
Oliver Wood gelmişti. Kolunun altında kocaman bir tahta kutu vardı. Harry yanına indi onun.
Wood, gözleri ışıl ışıl, "Çok güzel," dedi. "McGonagall haklıymış... doğuştan yeteneklisin. Bu akşam kuralları öğretirim sana, sonra da haftada üç gün takım antrenmalarına katılırsın."
Kutuyu açtı. Değişik boylarda dört top vardı içinde.
"Tamam," dedi Wood. "Şimdi... Quidditch oynamak pek kolay değildir, ama kurallarını öğrenmek kolaydır. Her takında yedi kişi bulunur. Üçüne Kovalayıcı denir."
"Üç Kovalayıcı," diye tekrarladı Harry; bu arada Wood futbol topu büyüklüğünde kıpkırmızı bir top çıkardı kutudan.
"Bu topa Quaffle denir. Kovalayıcılar Quaffle'ı birbirlerine atarak onu çemberlerin birinden geçirmeye çalışırlar. O zaman gol olur. Bir Quaffle'ı çemberlerin birinden geçirirsen on sayı kazanırsın. Anlıyor musun?"
Harry, "Kovalayıcılar Quaffle'ı birbirlerine atarak çemberlerin birinden geçirmeye çalışırlar," diye tekrarladı. "Uçan süpürgeler üstünde oynanan bir çeşit basketbol - ama bunda altı basket var."
Wood, merakla, "Basketbol nedir?" diye sordu. Hemen, "Boş ver," dedi Harry. "Her takımda bir oyuncu daha var, ona da Tutucu denir - ben Gryffindor'un Tutucusuyum. Boyuna bizim çemberlerin çevresinde uçar, karşı takımın sayı yapmasını engellemeye çalışırım."
Bütün bunların hepsini hatırlamaya kararlıydı Harry; "Üç Kovalayıcı, bir Tutucu," dedi. "Quaffle'la oynarlar. Tamam, anlaşıldı. Peki, bunlar ne işe yarıyor?" Kurudaki üç topu işaret etti.
"Şimdi göstereceğim," dedi Wood. "Al şunu." Beyzbol sopasını andıran küçük bir sopa uzattı Harry'ye.
"Bludger'ların ne işe yaradığını göstereceğim," dedi. "Bu ikisi Bludger'dır."
Kırmızı Quaffle'dan biraz daha küçük boyda, birbirinin aynı simsiyah iki topu gösterdi. Harry, iki topun da, kutunun içinde kendilerini tutan kayışlardan kurtulmak için hafifçe çırpındıklarını fark etti.
Wood, "Geri dur," diye uyardı Harry'yi. Eğilip Bhıdgerlar'dan birinin kayışını çözdü.
Siyah top bir anda kutudan fırladı, yükseldi, sonra Rırry'nin yüzüne yöneldi hızla. Harry, burnunun kırılmasını önlemek için sopayla vurdu topa. Ciudger zikzaklar çizerek havada uzaklaştı - dönüp başlarının çevresinde dolandı, tam Wood'a çarpacağı sırada takım kaptanı onu yakalayıp yere çiviledi.
Wood, çırpınan Bludger'ı kutuya koyup kayışla bağlarken, "Gördün mü?" dedi soluk soluğa. "Bludgerlar oradan oraya seğirtip oyuncuları süpürgelerinden düşürmek isterler. Bu yüzden de takımlarda ikişer Vurucu bulunur. Bizim Vurucular, Weasley ikizleri - görevleri takım arkadaşlarını Bludgerlar'dan korumak, onları karşı takım oyuncularına fırlatmak. Eee - buraya kadarını anladın mı?"
Harry, soluk bile almadan, "Üç Kovalayıcı Quaffle'la sayı yapmaya çalışır, Tutucu çemberleri korur, Vurucular da Bludgerlar'ı kendi takımlarından uzak tutmaya çabalar," dedi.
"Çok iyi," dedi Wood.
Öyle laf arasında soruyormuş gibi, "Şey -" dedi Harry, "Bludgerlar kimseyi öldürdü mü?"
"Hogwarts'ta öldürmedi. Bir iki çene kırıldı, o kadar. Şimdi... takımın son oyuncusu Arayıcı'dır. Yani sen. Ne Quaffle'a aldıracaksın, ne de Bludgerlar'a "
"- kafamı kırmazlarsa tabii."
“Merak etme, Weasley'ler Bludgerlar'la rahatça başa çıkabilirler - zaten kendileri de birer insan Bludger."
Wood kutuya uzanıp dördüncü topu aldı. Sonuncu topu. Quaffle'ın ya da Bludgerlar'ın yanında ufacık kalan, ceviz büyüklüğünde bir toptu bu. Pırıl pırıl altından yapılmıştı, çırpınan minicik gümüş kanatlan vardı.
"Bu," dedi, "Altın Snitch. Bütün toplardan Önemlidir. Yakalaması çok güçtür, çünkü çok hızlıdır, onu görebilmek çok güçtür. Arayıcı'nın görevi onu yakalamaktır. Aradan süzülüp, Kovalayıcılardan, Vuruculardan, Quaffle'dan, Bludgerlar'dan sıyrılıp, öteki takımın Arayıcı'sından önce yakalayacaksın onu. Kim Snitch'i daha önce yakalarsa, takımına yüz elli sayı kazandırır, bu da bir bakıma maçı kazanmak demektir. İşte bu yüzden Arayıcılara çok faul yapılır. Bir Quidditch maçı ancak Snitch yakalanınca sona erer, yani sürüp gidebilir - rekor üç ay galiba, oyuncular arada uyusun diye boyuna yedekleri de oynatmışlar.
"Hepsi bu kadar - soracağın bir şey var mı?"
Harry başını iki yana salladı. Ne yapması gerektiğini anlamıştı, ama sorun bunu yapabilmekti.
Wood, Snitch'i dikkatle kutuya koyarken, "Şimdilik bununla çalışmayacağız," dedi. "Hava çok karanlık, yitirebiliriz. Şunlarla çalıştıralım seni."
Bir kese sıradan golf topu çıkardı cebinden; birkaç dakika sonra ikisi de havadaydı, Wood toplan olanca hızıyla dört yöne fırlatıyor, Harry de onları yakalamaya çalışıyordu.
Bir tekini bile kaçırmıyordu Harry; Wood'un keyfine diyecek yoktu. Yarım saat kadar çalıştılar, artık hava iyice kararınca çalışmayı bıraktılar.
Şatoya dönerlerken, neşeyle, "Bu yıl Quidditch Kupası bizim olacak," dedi Wood. "Charlie Weasleyi bile sollarsan şaşmam. Ne kadar iyi bir oyuncuydu, ulusal takıma bile seçilebilirdi - ejderha peşine düşmeseydi."
Harry, o kadar dersin üstüne haftada üç akşam Quidditch antrenmanı da binince, Hogwarts'ta iki ayın nasıl geçip gittiğini fark etmedi bile. Şato, kendisine Privet Drive'dan çok daha sıcak bir yuva olmuştu. Temel bilgileri öğrendikleri için, dersleri de gittikçe daha ilginç oluyordu.
Cadılar Bayramı sabahı, koridorları saran nefis bir kabak tatlısı kokusuyla uyandılar. Daha da güzel bir şey oldu sonra: Profesör Flitvvick, Tılsım de "sinde artık nesneleri uçurabilecek duruma geldiklerim söyledi; Neville'in kurbağasını odada dört döndürerek uçurduğundan beri herkes bu anı heyecanla bekliyordu Profesör Flitwick, ilk alıştırmalar için çocukları çifter çifter ayırdı. Neyse ki, Harry'nin yanına Seamus Finnigan düştü, çünkü Neville de onunla ikili oluşturmak için bayağı heveslenmişti. Ama Ron, Hermione Granger la çalışacaktı. Buna Ron'un mu, Hermione'nin mi daha çok içerlediğim anlamak çok güçtü doğrusu. Hermione, Harry'nin süpürgesi geldiğinden beri ikisiyle de konuşmamıştı.
Profesör Flitvvick, her zamanki gibi kitaplarının üstüne tüneyerek, "Çalıştığımız o bilek hareketlerini sakın unutmayın!" diye ciyakladı. "Hızlı ve kesin, unutmayın, hızlı ve kesin. Büyülü sözcükleri doğru söylemek de son derece önemlidir - Büyücü Baruffio'yu hatırlayın hep, “f” yerine “s” deyince, kendini sırtüstü yerde buluvermişti, göğsünün üstüne de bir yaban mandası çökmüştü."
Çok güçtü bu. Harry'yle Seamus'ın bilek harekelleri hızlı ve kesindi, ama uçurmak istedikleri kuş tüyü sıranın üstünde duruyor, bir türlü havalanmıyordu. Seamus'ın sabrı taştı sonunda, asasıyla uçurmaya kalkışırken kuştüyünü ateşe verdi - Harry onu şapkasıyla söndürmek zorunda kaldı.
Yan sıradaki Ron'un da şansı pek yaver gitmiyordu.
Uzun kollarını yeldeğirmeni gibi sallayarak, "Win-gardium Leviosa!" diye bağırıyordu.
Harry, Hermione'nin atıldığını duydu: "Wing-gflr-dium Levi-o-sa diyeceksin, 'gar'ı uzatacaksın."
"O kadar iyi biliyorsan, sen söyle," diye homurdandı Ron.
Hermione cüppesinin kollarım sıyırdı, asasını sallayarak, "Wingardium Leviosa!" dedi.
Tüyleri sıradan havalandı, başlarının bir metre kadar üstünde uçuştu.
Profesör Flitvvick, el çırparak, "Harika!" diye bağırdı. "Herkes baksın, Miss Granger başardı!"
Ders sonunda Ron dokunsan patlayacaktı.
Kalabalık koridorda kendilerine yol açarak yürürlerken, "Tevekkeli kimse katlanamıyor bu kıza," dedi. "İnsan değil, karabasan."
Yanından geçerlerken biri çarptı Harry'ye. Hermione'ydi. Harry ona bir göz atınca irkildi - kız gözyaşları içindeydi.
"Galiba söylediklerini duydu."
"Ne olurmuş duyduysa?" dedi Ron, ama o da biraz tedirgin olmuşa benziyordu. "Hiç arkadaşı olmadığının farkına vardı herhalde."
Hermione bir sonraki derse gelmedi, bütün Öğleden sonra da ortalarda görünmedi. Cadılar Bayramı şöleni için Büyük Salon'a giderlerken, Parvati Patil'in, arkadaşı Lavendefla konuşmasına kulak misafiri oldular; Parvati Patil, Hermione'nin kızlar tuvaletinde ağladığım, yalnız kalmak istediğini söylüyordu. Ron'un tedirginliği daha da arttı bunları duyunca, ama biraz sonra Büyük Salon'a girip de Cadılar Bayramı süslemelerini görünce, Hermione'yi unutuverdiler.
Duvarlardan ve tavandan havalanan bin yarasa uçuşuyordu tepelerinde, bin yarasa da kara bulutlar gibi masaların üstünde kanat çırpıyor, içleri oyulmuş balkabaklarmda yanan mumların ışıklarını titretiyordu. İlk geceki şölende olduğu gibi, altın tabaklarda yemekler belirdi ansızın.
Harry tam bir közlenmiş patates mideye indiriyordu ki, hoplaya zıplaya Profesör Quirrell girdi salona; sarıgı çözülmüştü, yüzünde dehşet okunuyordu. Herkes onun Profesör Dumbiedore'un koltuğuna doğru ilerlediğini, masaya yaslandığını gördü. "İfrit -" diye inledi Profesör Quirrell, "- zindanda ifrit var - haberiniz olsun."
Sonra yere yığılıp bayıldı.
Tam bir kargaşa çıktı. Profesör Dumbledore, yeniden sessizliği sağlamak için asasının ucundan birkaç maytap patlatmak zorunda kaldı.
“Sınıf Başkanları," diye gürledi, "sınıflarınızı hemen yatakhanelere görürün!"
Percy hemen havasını attı.
"Beni izleyin! Birinci sınıflar, birbirinizden ayrılmayın! Söylediklerimi yaparsanız ifritten korkmanıza gerek kalmaz! Tam arkamdan gelin. Yol açın, birinci sınıflar geliyor! Açılın, ben Sınıf Başkanıyım!"
Merdivenleri çıkarken, "İfrit nasıl girebilir buraya?" diye sordu Harry.
Ron, "Bana sorma," dedi, "ifritler gerçekten salaktır. Belki de Peeves almıştır içeri, Cadılar Bayramı şakası diye."
Değişik yönlere koşturan değişik öğrenci kümelerinin yanından geçtiler. Telaş içinde seğirten Hufflepuff ların aralarından geçerken, Harry Ron'un koluna yapıştı birdenbire.
"Şimdi aklıma geldi - Hermione."
"Ne olmuş Hermione'ye?"
"İfritten haberi yok."
Ron dudağını ısırdı.
"Peki, tamam," diye kestirip attı. "Ama Percy görmesin bizi."
Eğilerek, öteki yana giden Hufflepuff lara karıştılar, ıssız bir koridordan geçip kızlar tuvaletine doğru koştular. Tam köşeyi dönmüşlerdi ki, hızlı hızlı ayak sesleri duydular arkalarında.
Harry'yi kocaman bir aslan heykelinin arkasına çekerek, "Percy!" diye fısıldadı Ron.
Heykelin arkasından kafalarım uzatınca, gelenin Percy değil, Snape olduğunu gördüler. Snape koridoru geçip gözden yok oldu.
Harry, "Ne yapıyor?" diye fısıldadı. "Neden öteki öğretmenlerle birlikte zindanda değil?"
“Sorduğun adama bak."
Olabildikleri kadar sessizce, Snape'in uzaklaşan adımlarını izlediler yan koridorda.
"Üçüncü kata çıkıyor," dedi Harry, ama Ron elini kaldırdı.
"Burnuna bir koku geliyor mu?"
Harry havayı kokladı, kirli çorapla kimsenin nedense hiç temizlemediği genel tuvalet karışımı pis bir koku geldi burnuna.
Sonra işittiler onu - derinlerden gelen bir homurtu, dev ayakların sürünmesi. Ron eliyle gösterdi: Soldaki geçidin sonunda kocaman bir şey onlara doğru ilerliyordu. Karanlığa sığındılar hemen, yaratığın ay ışığında belirdiğini gördüler.
Korkunç bir görüntüydü bu. Dört metre boyundaydı, derisi gri kaya rengindeydi, koskoca bedeninin üstüne hindistan cevizi büyüklüğünde ufacık bir kafa yerleştirilmişti. Kısa bacakları ağaç gövdeleri kadar kalındı, ayakları nasır içindeydi. İnanılmaz bir koku yayıyordu çevresine. Elinde tuttuğu kocaman tahta sopa, kollarının uzunluğu yüzünden yere değiyordu.
İfrit bir kapının önünde durup içeri baktı. Sivri kulaklarını oynattı, minicik beynini çalıştırdı, sonra usulca odaya daldı.
"Anahtar kilidin üstünde," diye mırıldandı Harry. "Onu içeriye kilitleyebiliriz."
Ron, tedirginlik içinde, "İyi fikir," dedi.
Açık kapıya doğru ilerlediler, ağızları kupkuruydu, ifritin ansızın çıkıvermemesi için dua ediyorlardı.
Harry bir sıçrayışta kapıya ulaştı, anahtarı yakaladı, kapıyı çarparak kapattı, kilitledi.
"Evet!"
Zafer sarhoşluğu içinde geçitte koşmaya başladılar, ama tam köşeye vardıklarında öyle bir şey duydular ki, az kalsın korkudan öleceklerdi - korkunç bir çığlıktı bu - kilitledikleri odadan geliyordu.
Ron, Kanlı Baron gibi bembeyaz kesilmişti. "Olamaz” dedi.
Harry yutkundu. "Kızlar tuvaletiydi orası!"
"Hermione!" dediler birlikte.
Yapmak isteyecekleri son şeydi bu, ama başka çareleri yoktu. Dönüp kapıya koştular, korkuyla titreyerek anahtarı çevirdiler - Harry çekip açtı kapıyı - içeri daldılar.
Hermione Granger karşı duvarın dibine büzülmüştü, bayılacaktı neredeyse. İfrit, duvarlardaki lavaboları söküp atarak ona doğru ilerliyordu.
Harry, çaresizlik içinde, "Şaşırtmaca ver!" dedi, eline geçen bir musluğu bütün gücüyle duvara fırlattı.
İfrit Hermione'nin birkaç adım ötesindeydi. Sesin nereden geldiğini anlamak için aptal aptal gözlerini kırpıştırarak çevresine bakındı. Minicik hain gözleri Harry'ye ilişti. Bir an durakladı, sonra sopasını kaldırıp onun üstüne saldırdı.
Ron, odanın öteki yanından, "Hey, kuşbeyinli!" diye bağırarak madeni bir boru parçası fırlattı ifrite. İfrit, borunun omzuna çarptığını bile fark etmemişti, ama sesini duymuştu Ron'un, bu kere Harry'yi bırakıp ona yöneldi; bu da Harry'ye ifritin yanından geçmek için vakit kazandırdı.
Harry, "Hadi, koş, koş!" diye bağırdı Hermione'ye, onu kapıya doğru çekmek istedi. Ama Hermione kımıl-dayamıyordu bile, ağzı korkudan bir karış açık, duvar dibine çökmüş, öylece duruyordu.
Çığlıklarla, yankılarla çılgına dönen ifrit bir daha kükredi, en yakındaki, kaçacak yeri olmayan Ron'a saldırdı.
O anda hem korkusuzca hem de aptalca bir şey yaptı Harry: Atlayıp ifritin boynuna sarıldı arkadan. İfrit, Harry'nin sırtında olduğunun farkında bile değildi - ama burnuna uzun bir değneğin sokulduğunu bir ifrit bile anlar - onun sırtına atladığında asası elindeydi Harry'nin -ucu da ifritin burun deliklerinden birine girmişti.
İfrit acıyla uluyarak iki büklüm oldu, sopasını salladı; Harry can havliyle tutunuyordu ona; ya yerlere savrulacak ya da sopayı kafasına yiyecekti.
Hermione yere büzülmüştü korkuyla; Ron kendi asasını çıkardı - ne yaptığının farkında bile olmadan, aklına ilk gelen büyülü sözleri haykırdı: "Wingardium Leviosa!"
Sopa ansızın fırladı ifritin elinden, havaya yükseldi, yükseldi, sonra ağır ağır döndü - korkunç bir çatırtıyla sahibinin kafasına indi. İfrit oracığa yüzükoyun yığıldı, yığılırken de bütün odayı zangır zangır sarstı.
Harry ayağa kalktı; titriyordu, soluğu kesilmişti. Ron, asası hâlâ havada, ne yapağına şaşkınlıkla bakıyordu.
İlk konuşan Hermione oldu.
"Acaba - öldü mü?"
"Sanmıyorum," dedi Harry. "Olsa olsa bayılmıştır."
Eğilip asasını ifritin burnundan çıkardı. Yapışkan gri bir sıvıyla kaplanmıştı asa.
"Öff-ifrit sümüğü."
Asasını ifritin pantolonuna sildi.
Bir kapının çarpıldığını duydular ansızın, kulaklarına patırtılı ayak sesleri geldi; üçü de kafasını kaldırdı. Ne büyük şamata kopardıklarını fark etmemişlerdi o arada; ama gürültü de, ifritin korkunç çığlıkları da aşağıdan mutlaka işitilmişti. Bir an sonra Profesör McGonagall daldı odaya, hemen arkasında Snape vardı, onu da Quirrell izliyordu. Quirrell ifrite şöyle bir baktı, sonra belli belirsiz bir iniltiyle elini kalbine götürerek bir tuvaletin üstüne çöktü.
Snape ifritin üstüne eğildi. Profesör McGonagall, Ron'la Harry'ye bakıyordu. Onu hiç bu kadar öfkeli görmemişti Harry. Dudakları bembeyaz kesilmişti. Gryffindor'a elli puan kazandırma umudu Harry'nin içinden siliniverdi.
Sesinde soğuk bir öfkeyle, "Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz?" dedi Profesör McGonagall. Harry, Ron'a baktı. Ron'un asası hâlâ havadaydı. "Ölebilirdiniz. Neden yatakhanede değilsiniz?"
Snape sert sert baktı Harry'ye. Harry gözlerini yere dikti. Ron artık asasını indirseydi keşke.
Derken incecik bir ses geldi gölgeler arasından.
"Lütfen, Profesör McGonagall - onlar beni arıyorlardı."
"Miss Granger!"
Hermione sonunda ayağa kalkabilmeyi başarmıştı.
"İfriti aramaya çıkmıştım - çünkü tek başıma onunla baş edebilirim sanıyordum - çünkü çok şey okumuştum onlar hakkında."
Ron asasını indirdi. Hermione Granger bir öğretmene düpedüz yalan mı söylüyordu?
"Beni bulmasalardı ölmüştüm. Harry asasını ifritin burnuna soktu, Ron da kafasına vurdu. Birini çağıracak vakitleri yoktu. Onlar geldiğinde ifrit benim işimi bitirmek üzereydi."
Harry'yle Ron bu hikâyeyi ilk kez duymuyormuş gibi görünmeye çalıştılar.
Profesör McGonagall, üçüne bakarak, "Şey - öyleyse..." dedi. "Miss Granger, düpedüz budalalıktır bu, bir dağ ifritini tek başınıza haklayabileceğinizi nasıl düşünürsünüz?"
Hermione başını önüne eğdi. Harry'nin dili tutulmuştu. Kuralları çiğneyecek son kişiydi Hermione, şimdi onları kurtarmak için ne palavralar atıyordu. Snape'in gülücükler dağıtması bile kendisini bu kadar şaşırtmazdı.
Profesör McGonagall, "Miss Granger, bunun için Gryffindor'dan beş puan silinecek," dedi. "Beni hayal kırıklığına uğrattınız. Yaranız bereniz yok, doğru Gryffindor Kulesi'ne gidin. Öğrenciler yemeklerini kulelerinde yiyor." Hermione çıktı. Profesör McGonagall, Harry'yle Ron'a doğru.
"Ucuz kurtuldunuz, ama birinci sınıf öğrencileri de koca bir ifriti kolay kolay yere seremezdi doğrusu. İkiniz de Gryffindor'a beşer puan kazandırdınız. Bu, Profesör Dumbledore'a da bildirilecektir. Gidebilirsiniz."
Koşarak odadan ayrıldılar, iki kat çıkıncaya kadar da birbirleriyle konuşmadılar. Her şey bir yana, ifritin kokusundan kurtulmak bile güzeldi.
Ron, "On puandan fazla almalıydık," diye homurdandı.
"Beş demek istiyorsun. Hermione yüzünden silinen beş puanı unutma."
"Bizi kurtarmakla iyilik etti," dedi Ron, "aslına bakarsan, biz onu kurtardık."
Harry hatırlatmadan edemedi: "Onu içeride o şeyle kilitlemeseydik, kurtarmaya filan gerek kalmayacaktı."
Şişman Kadın tablosunun önüne gelmişlerdi.
"Domuz burnu," deyip girdiler.
Ortak salon kalabalıktı, gürültülüydü. Herkes yukarıya gönderilmiş yemekleri yiyordu. Ama Hermione, kapının yanında tek başına durmuş, onları bekliyordu. Utangaçlıkla yüklü bir sessizlik oldu. Sonra, birbirlerine hiç bakmadan, “Teşekkürler," deyip yemek almaya koştular.
Ama o andan sonra, Hermione Granger arkadaşları oldu. Bazı olaylar vardır, dostluklara yol açar, dört metre boyunda bir ifritin canına okumak da öyle bir olaydı işte.
  Alıntı ile Cevapla
CevaplaCevapla


Konuyu Görüntüleyen Aktif Kullanıcılar: 1 (0 üye ve 1 misafir)
 

Yayınlama Kuralları
Yeni konu açamazsınız
Cevap gönderemezsiniz
Eklenti ekleyemezsiniz
Mesajlarınızı düzenleyemezsiniz

Kodlama is Açık
Smilies are Açık
[IMG] code is Açık
HTML code is Kapalı


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Simpsons Harry Potter spoof TiTaN Eskiler (Arşiv) 0 07-03-2007 09:04 PM
Harry Potter and the Sorcerer's Stone guzelcocuk Eskiler (Arşiv) 0 06-29-2007 03:45 PM
Harry Potter Serİsİ yuko_can Eskiler (Arşiv) 0 01-01-2007 07:17 PM
Harry Potter Harfler CaKaLBoT Eskiler (Arşiv) 1 08-14-2006 11:30 AM
harry potter goblet of fire coOLBoy Türkçe alt yazılar.. 1 08-10-2006 06:21 PM

Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 01:29 PM

Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11   Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.