![]() |
![]() |
#1 |
Forum Kalfası
![]() Üyelik Tarihi: Dec 2005
Konum: BeyCoast
Mesajlar: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Thanked 333 Times in 269 Posts
Üye No: 4853
İtibar Gücü: 2999
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet : Erkek
|
![]() I. TANRI’NIN VARLIĞINA MATERYALİST YAKLAŞIM
İlk dönemlerden itibaren Tanrı’nın varlığı konusunda olduğu gibi evrenin mahiyeti ve nasıl meydana geldiği konusunda da çok çeşitli düşünceler ve anlayışlar ortaya çıkmıştır. Tabiatta gaye var mıdır yok mudur? Bir kısmında var, bir kısmında yok ise, tabiatın bütünlüğünü ve genel prensiplerini, nasıl izah etmeli? Tabiatta bunlar, bir zaman için yok iken bir müddet sonra teşekkül ediyorsa, bu teşekkülün sebep ve kaynağını, tabiatın birliğini nasıl göstermeli? şeklindeki sorulara maddeci anlayış şöyle cevap verir : Tabiatta ne yüzeyde görülebilen sayısız tesadüflerin, ne de bütün tesadüfler arasında olayların genel kanunlara göre meydana geldiklerini gösteren kesin sonuçların hiç birinde şuurlu, planlı bir gaye yoktur. Varlık kendiliğinden oluşurken, bilinçsiz bir şekilde hücre oluşmuş, tabiatın insana yönelik bir amacı olmadan kör bir tesadüf sonucu insan meydana gelmiş ve bilinç doğmuştur.[1] Materyalizmin bilinen kökü milâttan önce V. asra kadar uzanır. Materyalizm milâttan sonra 18. yüzyıla kadar zayıf bir akım olarak varlığını sürdürmüş, son asırların Avrupa’sında yeniden taraftar ve güç kazanarak “Tarihi Materyalizm”, “Darwinizm” ve “Pozitivizm” şeklinde yayılma imkânı bulmuştur. Aralarında bazı izah farkları bulunmakla birlikte bu akımların hepsi de materyalisttir, sonuç itibariyle inkârcıdır.[2] Materyalist felsefe görüşü olarak bilinen maddecilik anlayışına göre evreni ve oluşumları kontrol eden yaratıcı bir tanrı bulunmamakta, bütün bu oluşumlar ve evren maddenin kendisinden, onun ezelî ve ebedî oluşundan kaynaklanmaktadır. Bu anlayışa göre bu maddî evren yaratılmamış olduğundan bir başlangıcı ve sonu yoktur. Bu iddia, ateistlerin tarih boyunca dayandıkları en temel iddia olmuştur. Materyalist anlayış özellikle Demokritos, Epikuros ve Lucretius’un öncülüğündeki bir akım olarak Eski Yunan’a dayandırılır. Bu konuda öne çıkan ilk isim Demokritos’tur. Ona göre bütün madde, ezelî ve ebedî olan yok edilemez ve değişmez atomlardan oluşur.[3] Bu fikirlerinden dolayı Demokritos günümüz materyalistlerinin fikir babası sayılır. Epikuros, atomculuk anlayışını Demokritos’tan almıştır.[4] Epikuros’un, tanrıların varlığı ile ilgili sözleri bulunsa da, bu tanrılar hiç bir doğa olayına karışmazlar. Epikuros’a göre evren ezelîdir ve her şey birbiri ardından doğum ve ölümü meydana getiren öncesiz-sonrasız bir düzene göre işlemektedir.[5] Tarihin en meşhur ve etkili materyalisti olan Karl Marx, doktora unvanını “Demokritos ile Epikuros’un Doğa Felsefeleri” isimli tezinden almıştır. Tanrı’nın varlığını yok saymak için maddenin ezeli olduğunu kabul etmenin gerekliliğini savunarak günümüz materyalist anlayışına en yakın görüşler ortaya koyan antik dönem düşünürü Lucretius’tur. Bu açıdan Lucretius ta Materyalizm anlayışının babası olarak gösterilir.[6] Maddenin bir başlangıcı olmadığını sonsuzdan gelip sonsuza gideceğini kabul eden materyalist anlayışta temel unsur ‘madde’ dir. Bu ateist anlayış 19. yüzyıldan itibaren Batı’da yeni bir karakter kazanmıştır. Bu dönemde ateizm Tanrı’nın varlığı hakkında ileri sürülen delilleri reddetmekten çok, O’na atfedilen nitelikleri eleştirmeye yönelmiş, sonlu bir varlık olan insanla, ebedî bir varlık olan Tanrı’nın birlikteliğinin imkânsız olduğunu ileri sürmüştür. Modern dönemde Tanrı’nın varlığı, ateistlerce insanın özüne yabancılaşması ve özgürlüğünü kaybetmesi açısından temel bir problem olarak gözükmüştür. Bu dönemde insan özgürlüğü ile Tanrı iradesi arasında derin bir uçurum oluşmuş böylece ateistler kendilerini bu ikilem içerisinde bulmuşlardır. İnsanı, Tanrı’ya tercih ederek zihinlerindeki sorunu çözmeye çalışmışlardır.[7] Schopenhauer, Feuerbach, Marx, Nietzsche, Freud, Sartre ve Ayer gibi düşünürler modern ateizmin öncüleridir. Bu dönemde genelde bütün dinler, özelde ise Hıristiyanlık, ciddi bir biçimde reddedilmiştir. Ayrıca mitolojik, teolojik ve felsefî Tanrı kavramları da kapsamlı olarak eleştiriye tâbi tutulmuştur. Modern dönemde ateizm, felsefî bir problem olmaktan öte bazen politik bir yaşam biçimi haline getirilmiş ve ideolojik bir dünya görüşü olarak sunulmaya çalışılmıştır. Özellikle Karl Marx, Friedrich Engels ve Lenin’in görüşlerinden hareketle kurulan sosyalist yönetimlerde ateizm komünist partilerin propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Eski Sovyetler Birliği ile Sosyalizmin hâkim olduğu bazı üçüncü dünya ülkelerinde ateizm, Marksist ve Leninist dünya görüşünün ayrılmaz bir parçası olarak değerlendirilmiş ve “bilimsel ateizm” adıyla takdim edilmiştir.[8] Materyalist felsefenin en etkili ismi hiç şüphesiz Karl Marx olmuştur. F. Engels ile birlikte kurduğu bu sisteme Tarihsel Materyalizm ve Diyalektik Materyalizm adını vermişlerdi. Her ne kadar bu iki terim birbirinin yerini tutsa da, insan işlerinden söz ederken Tarihsel Materyalizm tabirini, evrenin insanî olmayan yönlerinden söz ederken Diyalektik Materyalizm ifadesini kullanmak daha uygundur.[9] Marksçı diyalektiğe göre doğa; tarih, toplum ve kültür alanlarındaki bütün gelişme, çatışma, çelişki ve aşamalardan geçerek ilerler. Tarihin ve toplumun diyalektik açıdan incelenmesi, temel ilkelerinin ve belirlenmelerinin ortaya konması, Marksçılığın özel, ancak en temel felsefî-bilimsel alanını oluşturur ve bu alana ilişkin açıklamaların bütününe ‘tarihsel maddecilik kuramı’ adı verilir.[10] Marksist materyalizm bilinebilirci özelliği ile bilimi âdetâ kutsayarak bilimin dinin yerini alacağını ve bilimin verilerinin hem dini, hem de agnostisizmi geçersiz kılacağını savunur. Engels, bilimsel bilginin başarısını agnostisizmin en ünlü temsilcilerinden Kant’ı eleştirerek şöyle ifade eder : “ Kant’ın çağında, doğal nesneler konusundaki bilgimiz gerçekten öylesine bölük pörçüktü ki, onların her biri üzerine bildiğimiz az bir şeyin ötesinde sırlarla dolu bir “kendinde-şey” bulunduğu pekala sanılabilirdi. Ama bu kavranamaz şeyler, bilimin dev adımlarıyla ilerlemesi sırasında kavrandılar, çözümlendiler, üstelik yeniden üretildiler; üretebildiğimiz şeyin bilinemez olduğunu elbette düşünemeyiz.”[11] Görüldüğü gibi bilimi, felsefelerine dayanak olarak gösteren materyalist anlayış, bilimsel verilere öyle çok güvenmektedir ki, ileride göreceğimiz modern bilimsel verilerin evrenin oluşumu ve bu oluşumun ancak bir gâyeye göre düzenlenebileceğine dair verilerine karşı çaresiz kalmakta ve felsefelerinin temeline koydukları bilim, tarih boyunca gelen anlayışlarına karşı bomba etkisi yapmaktadır. Felsefelerini eylemle birleştiren Marksçılar, Karl Marx’ın ölümünden 70 yıl sonra, kendilerine Marksçı adı verilen toplulukların, dünyanın üçte birini yönetimleri altına almasını sağlamışlardır.[12] Friedrich Hegel, gerçekliğin tarihsel bir süreç olduğunu, tarihin doğrusal bir şekilde, evrimsel bir süreç izleyen, bu evrimin de sürekli olarak gelişmeyi içerdiği, sürekli ilerlemeci bir tarih anlayışı ile açıklamıştı. Marx’ın fikirlerinin oluşmasında Hegelci tarih anlayışının ciddi etkileri olmuştur. Hegel’in, tarihi, metafizik bir açıdan değerlendirmesine karşın; Marx, tarihe tamamen maddeci bir açıdan bakmış, kendi görüşlerine tarihsel maddecilik (materyalizm) ismini vermiştir. Dini akıl noktasında inceleyen Hegel şöyle bir tarifte bulunur : “Her din, temelde kâinatın belirli bir tarzda, görülüşünden başka bir şey değildir.” Marx’ın din hakkındaki ifadeleri de farklı değildir : “Din, baskı altındaki yaratıkların iç çekişmesi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz olayların ruhudur. Din, fakir halkın afyonudur.[13] Maddenin ezelîliği ve onun her şeyin kaynağı olduğu görüşünden hareketle ateizmi temellendirmeye çalışan materyalizmin iddiasının iki önemli basamağı bulunmaktadır. İlk basamakta maddenin ezelîliğinin apaçık olduğu, hattâ bunun bilimsel olarak kanıtlandığı ve maddenin, şuur dahil, her şeyin kaynağını oluşturduğu söylenmekte; ikinci basamakta ise, bu görüşün yaratıcı bir Tanrı fikrini imkânsız kıldığı öne sürülmektedir.[14] Materyalizme göre, maddenin ezelî olması evrenin ezelî olması anlamına gelmektedir. Çünkü son tahlilde evren de madde yığınından ibarettir. Buna göre evren var oluş sebebini kendi içinde taşımaktadır. Evren ve onun içindeki her şey kendi varlık alanlarının dışında var olan bir nedene muhtaç değildir. Dolayısıyla materyalizm Tanrı’yı ya fiziksel-maddi bir varlığa indirgeyecek, ya da O’nun varlığını reddedecektir. Bu nedenle materyalizmin ateizmle çok sıkı bir ilişkisi vardır. Maddenin ezelîliği ve onun her şeyin kaynağı olduğu şeklindeki bir görüşün zorunlu olarak Tanrı’yı devre dışı bırakacağı ve O’nun varlığını reddedeceği açıktır. Dolayısıyla materyalizm, ateizmin dayandığı temel argümanlardan birisidir.[15] Maddenin sonsuzluğunu, tek gerçekliğini ve var olan her şeyin kaynağı olduğunu iddia eden materyalizm, madde ötesi ruh ve Tanrı gibi kavramları reddetmiş, metafiziğe ve teolojiye varlık alanı tanımamış, evrenin işleyişinde gâye ve nihaî nedenler gibi konulara yer vermemiştir. Günümüzde ise Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya yönelik olan kozmolojik ve teleolojik kanıtlarla mücadele içerisinde bulunmuştur.[16] Buna karşılık olarak teizm ise Tanrı’nın varlığını ve maddenin yaratılmış olduğunu kabul ederek kendi sistemini kurmuş evrenle ilgili olarak kozmolojik ve teleolojik kanıtları ileri sürmüştür. Bilimsel sonuçlar kozmolojik delilin, ya da klâsik İslâmî terminolojiyle ile “hudûs” ve “imkân” delillerinin formüle edildikleri dönemlerin ilkel ve zayıf bilimsel anlayışlarının geçersizliklerini, hatta bizzat kozmolojik delilin geçersizliğini ortaya koyabilir; ama bunların hiçbirinden “o halde Tanrı yoktur” hükmü çıkarılamaz.[17] Çağdaş İngiliz düşünürü John Macquarrie’nin de işaret ettiği gibi, ateistlerin önemli bir kısmı, kozmolojik açıdan bugün artık “katıksız bir ateizm” iddiasından vazgeçmiştir. Ama bu vazgeçiş de onları bir ikileme sokmuştur. Şöyle ki, ateist, maddeci ve indirgemeci bir tutumu benimsediği taktirde açıklayamadığı bir sürü soruyla karşı karşıya kalmakta ve buna rağmen ateizminde iddialı olunca da irrasyonalizme gitmektedir. Oysa onun teizm karşısında kullana geldiği en büyük tenkit silahı, irrasyonalizm silahıydı. Maddeci ateist eğer rasyonalist davrandığını ortaya koyacaksa, şekilsiz bir maddeden bugünkü kâinatın nasıl meydana geldiğini açıklamak zorundadır. Bugüne kadar bu konuya tatmin edici bir açıklama getiren herhangi bir ateist çıkmamıştır. Öte yandan, kâinatın oluşumunda bir çeşit “yaratıcılık”, “istikamet”, “şuur” v.s gibi şeyler görünmeye başladığı taktirde de ya bir çeşit panteizme, yahut âlemde yarı ilâhî ve içkin bir gücün bulunduğu inancına gidilmektedir. Bu tür anlayışların, “kozmolojik bir açıklama ilkesi” olarak teizmden daha başarılı olduğunu söylemenin mümkün olmadığını ateistlerin pek çoğu kabul ve itiraf etmektedir.[18] Yine çağdaş Batı düşünürlerinden Norman L. Geisler, ateizmin felsefî ölümü hakkında şöyle söylemektedir : “Ateizmin ölümünden söz ederken, mutlaka dünyada daha az ateistin olduğunu değil, sadece, ateist olmak için daha az nedenin olduğunu söylemek istiyoruz. Yani, ateist bir tutumu savunmak için başvurulan düşünsel zeminler çökmüştür demek istiyoruz.”[19] II. TANRI’NIN VARLIĞINA DARWİNİST YAKLAŞIM Evrim’den ilk söz edenler milattan önce 6. yüzyılda İyonya’lı filozoflar olmuştur. Miletus’lu filozof Anaximender Animal Kingtom adlı eserinde evrim nosyonunu ilk kez ortaya atmış, bundan sonra yazdığı Lucretius On Nature adlı kitabında ise en güçlü türleri koruyan doğal seleksiyon anlayışından yana tavır alan bir yaklaşım sergilemiştir. 18. yüzyıla gelindiğinde biyolojide ilk önemli girişimi Fransız doğa bilimcisi Buffon (1707-1788) yapmış, evrimi desteklemiş ancak zamanın yerleşik fikirlerine karşı durmaktan çekindiği için zaman zaman geri adımlar atmıştı. Fransız biyolog Lamarck ise 1801 yılında yazdığı La Philosophie Zoologique adlı kitabında kendi evrim teorisinin ana hatlarını ortaya koymuştur.[20] Ardından İngiliz Biyolog Charles Darwin tarafından daha kapsamlı bir şekilde işlenen bu teori, ‘Evrim Teorisi’ olarak daha çok Darwin ile anılarak günümüze kadar gelmiştir. Evrenin yaratılışında olduğu gibi canlıların yaratılışında da Tanrı’nın etkisinin olup olmadığı konusu teistler ile ateistler arasında çetin tartışmalara konu olmuştur. Teistler Tanrı’nın etkisinin şekli konusunda farklı şeyler söylemekle beraber canlıların oluşmasında Tanrı’nın mutlaka etkisinin bulunduğunu kabul etmektedirler. Bu etkiler öne çıkarılarak O’nun varlığını isbata gidilebileceğini savunmaktadırlar. Buna karşı ateistler ise canlıların kendi kendine tesadüfen ortaya çıkan bir evrim suretiyle meydana geldiğini savunmaktadırlar. Evrendeki düzen ve gâyenin Tanrı’nın yaratması ve iradesi ile açıklanması, diğer bir deyişle düzen ve gâyeye evrenin dışında bir açıklama getirilmesi, 18. yüzyıldan itibaren bilim çevrelerinden gelen çeşitli tepkiler ile karşılaşmıştı. Kökeni Eski Yunan’a kadar dayanan bu anlayış “canlılığın ortak bir atadan gelip zamanla küçük değişiklikler ile farklılaşarak tesadüfen meydana geldiği” şeklinde özetlenebilir. Bu görüş 18. ve 19. yüzyıllarda Materyalizm anlayışının kuvvetli desteğini arkasına alarak canlılık kazanmış ve dinlerin temel öğretisi olan yaratılış kabulüne alternatif bir anlayış olarak kendine taraftar bulmuştur. Lamarck, çevre koşullarının canlı organizmalar üzerinde büyük bir etkisi olduğunu ve bu organizmaların da çevreye uyum sağlamak için değişim geçirdiğini öne sürerek görüşünü teorileştirmişti. Lamarck, bu değişimin kalıtım olarak bir sonraki kuşağa geçeceğini de söylemişti. Bu değişim, desteklenebilir nitelikte olduğunda gittikçe artan bir kompleksliğe yol açacak ve kullanılmayan organlar sonunda körelecekti.[21] Darwin’in 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni isimli kitabı ile biçimlendirdiği evrim teorisi, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren gerek sosyal ve pozitif bilimlerin, gerekse çeşitli dünya görüşlerinin şekillenmesinde önemli bir rol üstlenmiştir. Bu teori, biyoloji biliminin ötesinde jeolojiden ekolojiye, antropolojiden sosyolojiye kadar bir çok disiplini etkisi altına aldı. Doğayı konu edinmesinden dolayı pozitif alanla sınırlı kalması beklenen bu teori, sosyal alanı da kapsamına dahil etmiş ve teorinin ortaya çıkışından kısa bir süre sonra İngiliz filozof Herbert Spencer tarafından ortaya konulan ve “Sosyal-Darwinizm” denilen bir akımdan söz edilir olmuştur. Teori, sadece doğanın işleyiş düzenini, onun tâbi olduğu kanunları açıklamakla kalmıyor; aynı zamanda yeni bir kozmoloji, yeni bir evren algısı sunuyordu. Aslında dünya Darwin’den önce evrim görüşüne çok da yabancı değildi. Ondan önce de evrimden söz edenler olmuştu. Hatta bu kişiler arasında din adamları da vardı. Canlılığın oluşumunda evrimsel bir süreç olabileceği kabul edilse de, canlılar arasındaki değişimin aynı türle sınırlı kaldığı inancı hakîmdi. Ancak Darwin’e göre tür içindeki değişimler yeni bir tür de oluşturabilirdi. Yani doğada türlerin sabitliği diye bir şey yoktu. Bir sürüngen kuşa dönüşebilir, ya da suda yaşayan bir canlı karaya çıkarak zamanla bir kara canlısı olabilirdi.[22] Darwin’e göre bugünkü canlı yapılar, doğal bir süreç içerisinde basit bir organizmadan gelişmişlerdir. Canlı hücreler de nesilden nesile genetik değişime uğramışlardır. Ona göre değişmenin arkasında doğal gereksinimler yatmaktadır. Canlı bu değişim sürecinde yaşam mücadelesi vermekte, çevresine uyum sağlamaya ve ayakta kalmaya çalışmaktadır. “Doğal Seçilim” (tabiî seleksiyon) denilen bu süreç içerisinde güçlü canlıların yaşamlarını devam ettirebilme şansları zayıf olanlara nazaran daha fazla olmaktadır. Buna karşılık çevreye uyum sağlayamayan zayıf canlılar ise yok olup gitmektedir. Liberal ekonomi görüşü evrim teorisinin dayandığı üç prensip olarak görülen, ‘kısıtlı kaynaklar için hayat mücadelesi’, ‘doğal seçim yoluyla ayıklanma’ ve ‘en uygun olanın hayatta kalması ve neslini devam ettirmesi’ ilkelerine sempati ile bakıyordu. Değişen doğa koşullarına uyum sağlayamayanlar mücadeleyi kaybediyor, böylece doğa kendi şartlarına uyan nitelikteki canlıları seçiyor ve doğal seçimle hayatta kalmış olanlar kendi aralarında üreyerek nesillerini devam ettiriyordu. Doğadaki hayat kanunu buysa, o zaman ekonomik hayata da müdahale etmemek ve işleri kendi doğal akışına bırakarak yaşamaya hak kazananların üste çıkmasına izin vermek gerekliydi.[23] Darwin’in evrim düşüncesinin gelişmesinde döneminin popüler ekonomik düşünce tarzının büyük etkisi olmuştur. Kendisinin de belirttiği gibi, bir taraftan Malthus’un ekonomi üzerine yazıları, diğer taraftan 18. yüzyılın büyük ekonomi filozofu Adam Smith’in görüşleri, teorisinin gelişiminde önemli etkiler ve katkılarda bulundu.[24] Aynı zamanda bir Hıristiyan din adamı olan Thomas Malthus, 1798 yılında kaleme aldığı Nüfus İlkesi Üzerine Bir Deneme isimli eserinde, o dönemde yaşanan ciddi kuraklıktan, hızlı endüstrileşme ile gelen göçlerden ve sayıları giderek artan yoksulların durumlarından oldukça endişelendiğini belirtmiştir. O’nun bu endişeleri; “insan nüfusu ile doğal kaynaklar arasındaki ilişki üzerine” oturan o ünlü ilkesini ortaya koymasını sağlamıştır. Malthus, yiyecek üretiminin aritmetik; nüfusun ise geometrik olarak arttığını savundu. Buna göre, nüfusun her zaman yiyecek mevcuduna göre daha fazla olduğu bir durum ortaya çıkmaktadır. Ancak nüfusun mevcut kaynaklara göre fazlalığı, “yoksul ve yeteneksizlerin açlık, kıtlık, sefalet, salgın hastalık, ihtilal, savaş ve benzeri olgular aracılığıyla elenmesi sayesinde, kontrol altında tutulmakta böylece denge sağlanmaktadır”. Bir başka ifade ile, hayatta kalma mücadelesinde tabiat, güçlünün başarmasını, zayıfın ise yok olmasını temin etmektedir.[25] Darwin Türlerin Kökeni adlı kitabının sonlarında, ilk yaşam biçiminin ‘yaratılmış’ olabileceğini söylüyor ve kitabını şu cümleler ile bitiriyordu: “Yaradanın başlangıçta bütün özünü birkaç ya da bir biçimde üfürdüğü yaşamı böyle anlayan ve bu gezegen çekimin değişmez yasasına göre dönüp dururken, böylesine basit bir başlangıçtan en güzel, en olağanüstü, biçimlerin türemiş ve türemekte olduğunu kavrayan bu yaşam görüşünde gerçekten yücelik vardır.”[26] Ancak daha sonra, ‘yaratılış’ kelimesini kamuoyunu dikkate alarak kullanmasından dolayı pişmanlığını dile getirmiştir. Her ne kadar o, türlerin kökenine ilişkin bu eserinde, insanın nasıl meydana geldiği konusuna girmese de, 1871 yılında yayımladığı insanın kökenine dair İnsanın Türeyişi isimli eserinde bu konudaki yargısını açıkça ortaya koyuyordu.[27] Darwin, insanı evrim noktasında hayvandan ayrı tutmaktan ve onun yaratılması, gelişmesi için hayvanların tâbi olduğu güçten ayrı özel güçlerin gereğine inanmaktan çok uzaktı. Ona göre insanların, kendisinin bu kadar genel saydığı evrim kuramının dışında kalmasının bir mânası yoktu. İnsanın değeri, büyüklüğü, kendisinden daha aşağı varlıklardan gelmesiyle değişmezdi. O, aksine serbest bir deyişle, insanı düşkün bir melek sayan ilâhiyat iddialarına karşı, insanın gelişmeye erişmiş ve sonunda akılla seçkinleşmiş bir hayvandan başka bir şey olmadığını söylüyordu. Kısacası Darwin, insan ile hayvan arasında nitelik açısından değil, sadece nicelik açısından bir fark olduğunu düşünüyordu. Ona göre en aşağı derecedeki omurgalı hayvanlarla maymunların zihinsel yetileri arasındaki uçurum, insanla büyük maymunların zihinsel güçleri arasındaki uçurumdan çok daha büyüktü.[28] Darwin’in ve takipçilerinin izahlarında ırkçı yaklaşımlar da bulunmaktaydı. Darwin’in önde gelen destekçilerinde Thomas Huxley, “Hiçbir rasyonel insan, hiçbir idrak sahibi, zencilerin, beyazların bırakın üstünü, eşiti bile olduğuna inanmaz” diyordu. Darwin’de evrimsel düşüncesini aynı derecede ırkçı fikirler üzerine bina etmiştir. İnsanın Türeyişi isimli eserinde, zenci ırkların beyaz insanlardan çok maymunlara yakın olduğuna ilişkin inancını dile getirmekte ve ayrıca çok uzak olmayan bir gelecekte, insanlığın medenî ırklarının soyunun tükeneceğine ve kesinlikle yerini dünyanın her yerinde vahşi ırkların alacağına inanıyordu. [29] Darwin’in teorisi kendisinin de kabul ettiği gibi bir çok zorluklarla karşı karşıya olan, somut bilimsel bulgulardan hareketle değil tamamen mantık yürütmeler ile ortaya konulmuş bir teoriydi. Darwin ortaya koyduğu teorinin zorluklarının gelişen bilim ile aşılacağına inanıyordu. Ancak Darwin bilimsel olarak ilk darbeyi, Fransız biyolog Louis Pasteur’un yaptığı deneylerle, onun cansız maddelerin tesadüfen hayat oluşturabilecekleri şeklindeki iddialarını çürütmesiyle almıştı. Ayrıca teorinin önceden var olan bir canlı türünün zaman içinde başka bir canlı türüne dönüştüğü, yani bütün canlıların birbirlerinden türeyerek meydana geldiği iddiasına dayanak olarak aranan fosil kayıtlarında beklenenin aksine canlıların birbirlerinden türediğini gösterecek ara geçiş formlarına rastlanmamıştır. Her ne kadar fosil bilimcilerinin yaptıkları araştırmalar, bazı çevreler tarafından kabul edilmek istenmese de, canlılığın aniden mükemmel bir şekilde meydana geldiğini göstermektedir. Ardından modern bilimin verileri hücrenin kompleks yapısını ortaya koydukça hayatın moleküler seviyede incelenmesi tesadüfe meydan bırakmayacak şekilde güçlü ve akıllı bir tasarım gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Darwin’de özellikle ‘göz’ gibi mükemmel bir yapıya sahip organların mükemmellikleri ve bunların teorisini soktuğu zorluklar karşısındaki çaresizliğinin farkındaydı. Türlerin Kökeni kitabında doğal seleksiyon ve evrim teorisine karşı çıkan bir takım fikirlere değinmişti. Hatta kitabının bir bölümünde gözle ilgili yaşadığı problemleri incelemiş ve bu bölümü “Kusursuz Mükemmellikteki ve Karmaşıklıktaki Organlar” olarak adlandırmıştı.[30] Darwin, teorisindeki boşlukların doldurulması için insanlara, hayal güçlerini kullanmalarını tavsiye ediyordu. Darwin teorisi ile din, doğal olarak, ilk günden itibaren karşı karşıya gelmişti. Çünkü bu teori ile birlikte dinlerin savunduğu yaratılış öğretileri artık bazı çevreler tarafından birer efsane olarak görülmeye başlandı. Teorinin en sıcak çatışmayı yaşadığı din, Hıristiyanlık idi. Tanrı’nın yeryüzüne, insanların arasına yine bir insan olarak, Hz. Îsâ’nın bedeninde tecessüm ettiği inancı, Hıristiyanlığın en temel doktriniydi. İnsanın kökeni üzerine din adına kabullenilemez fikirler ortaya atan bu teorinin en şiddetli çatışmayı böylesi bir Tanrı tasavvuru olan din ile yaşaması kaçınılmazdı. Dolayısıyla Darwin’in teorisi bütün dinlerden önce Hıristiyanlık için büyük bir problemdi ve bu yüzden kabulü aslâ mümkün değildi.[31] Zâten Darwin’in kitabının yayımlanmasından hemen sonra bütün dünya da özellikle Hıristiyan ilâhiyatçılar tarafından çok ciddi eleştiriler ve tepkiler oluşmaya başlamıştı.[32] Günümüz materyalistlerinin çoğuna göre hayatı açıklamanın tek yolu evrimdir. Şayet materyalizm, Marx’ın dediği gibi bilimsel bir temele dayandırılacaksa bunun da tek yolu evrimin bilimsel olduğunun gösterilmesiydi. Ne var ki evrim modeli bilimin tanımında yer alan kriterlere uymaz. Bu nedenle sadece bir inanç sistemi olarak materyalist felsefenin temelini oluşturur.[33] Marx ve Engels, Darwin teorisini kendi ideolojik amaçları doğrultusunda ilk sahiplenenlerdendi. Marx, Darwin’in kitabının “tarihteki sınıf mücadelesinin doğal bilimlerdeki temelini oluşturduğunu” söylüyordu. Evrim teorisini o kadar heyecanla karşılamıştı ki, Das Kapital’i Darwin’e ithaf etmek için kendisinden izin istedi. Ama Darwin, Marx’ın teziyle özdeşleşmenin kendi araştırmasının meslektaşları arasındaki güvenilirliğine zarar verebileceği endişesiyle bu talebi nazikçe reddetti. Marx, Darwin’in araştırmasında her şeyden önce iki şeyi değerli bulmuştu. Birincisi, evrim teorisi “doğal bilimlerde dine ilk defa ölümcül darbe vuran bir teoriydi.” İkinci olarak ise, Marx ve Engels, türlerin başlangıcı ve gelişimi teorisinin, kendilerinin kültürün başlangıcı ve gelişimi üzerine ortaya koydukları fikirlerle paralellik arz ettiğine samimiyetle inanıyorlardı. Engels, Marx’ın cenaze töreninde şunları söylüyordu : “Tıpkı Darwin’in organik doğada evrim kanununu keşfetmesi gibi, Marx da insanlık tarihindeki evrim kanununu keşfetmişti.”[34] Discovery Institute’da kıdemli bir biyolog olan Dr. Jonathan Wells, bilimsel bir gerçek gibi gösterilmeye çalışılıp eğitim sistemine yerleştirilmiş evrim teorisinin, bilim kisvesi altında materyalist felsefeye nasıl hizmet ettiğini Evrimin İkonları isimli kitabında şu şekilde anlatmaktadır : “Felsefi görüşlere sahip olmanın yanlış bir yanı yoktur. Herkesin doğru veya yanlış felsefi bir görüşü vardır. Öte yandan, halk eğitiminde, felsefenin açıkça tanımlanması ve bilim kisvesi altında sunulmaması gerekir. Kuşkusuz, insan doğasına ilişkin hiçbir felsefi görüş, Newtoncu fizik veya Mendel genetiğiyle eşit değerde bir düşünce olarak ele alınmamalıdır. Ne var ki Amerikan halk okulları biyoloji sınıfları tam da bunu yapmaktadır. Evrimin tasarlanmamış olduğunu ve bunun sonucu olarak insan varlığının salt bir tesadüf olduğunu savunan doktrin, deneysel bilimden ziyade, materyalist felsefeden kaynaklanmaktadır. Açıkçası, biyoloji öğrencilerine materyalist felsefe, deneysel bilim kisvesi altında öğretilmektedir. Materyalist felsefe bağlamında ne düşünülürse düşünülsün, kuşkusuz o, kanıttan çıkarsama yapmak yerine, kendisini zorla kanıta kabul ettirecektir. Her ne kadar işin içinde bilimsel meseleler varsa da, gerçekte özü mittir.”[35] Özellikle son yıllarda Amerika’daki bir çok okulda evrim teorisinin yanında hatta bazı eyaletlerde evrim teorisine karşı yaratılış gerçeğinin anlatıldığını da vurgulamakta fayda vardır. Bu konu birçok eyalette mahkemelere intikal etmiştir.[36] Evrimcilerin savunduğu gibi insanın ortak bir ata kabul edilen maymundan türemediği, aksine insan şeklinde yaratılmış olduğu inancı yaygınlaşmakta ve bu inanç bilimsel açıdan da kendine bir çok dayanak bulmaktadır. Teleolojik kanıtın, Darwinizm ile birlikte ciddi biçimde sarsılacağı ve yıkılacağı bir süre düşünülmüştür. Ancak bu düşünce fazla sürmemiştir. Çünkü evrim teorisi, bilimsel teorinin tanımı gereği, bilimsel olmayan bir teoridir. Bir teorinin bilimsel olarak sınıflandırılabilmesi için, bu teorinin gerçekleri kendi içerisinde, genel yasalar çerçevesinde temsil etmesi gerekmektedir.[37] Günümüzde evrim teorisinin delilleri ciddi bir şekilde ünlü biyologlar ve fosil bilimciler tarafından eleştirilmekte, evrime inanan bir çok bilim adamı ise Tanrı’nın varlığını kabul ederek bunu evrim fikri ile bağdaştırmaya çalışmaktadırlar. Evrimin bilim dışı olduğu konusunda son derece ikna edici nedenler ileri sürülürken ülkemizdeki durumun, evrimin bir teori bile değil kesin bilimsel bir kanun olduğu tarzında yaklaşımları yansıtması oldukça düşündürücüdür. Evrimi bir kanun gibi kabul eden bazı çevreler, evrim teorisinin tartışılmasını bile istememektedirler. Ne var ki bilimsel bir teorinin hatta bir kanunun bile sorgulanması bilimsel gelişmenin temeli olmuştur.[38] İngiltere’de yazarlık yapan ve Jeoloji Birliği üyesi olan Richard Milton bu konuda şu şekilde söyleyerek Darwinizm anlayışının ardındaki gerçeği güzel bir şekilde ortaya koymaktadır : “Türlerin Kökeni’nin yayınlanmasından yüz otuz yıl sonra, Darwinizm hâlâ bir teoridir ve hâlâ tartışmaları kesin olarak sona erdirecek belirleyici ve rakipsiz ampirik kanıtlardan -teorinin doğruluğunu kati olarak gösteren ve toplum tarafından kabulünü sağlayan kanıtlardan- yoksundur. İronik biçimde, yirminci yüzyılın büyük bir kısmı boyunca Darwinistler sanki kesin kanıt bulmuş ve sanki toplum olarak bizler çoktan onların teorisini kabul etmişiz gibi davranmışlardır. Fizik ya da kimya gibi herhangi bir başka ciddî bilimsel disiplinde, bilim adamları yeni bir teoriyi, o teorinin yanlışlığını ortaya koyacak kanıt aramak ve onu test etme fırsatı bulmaktan memnuniyet duyarlar. Buna karşın evrimsel biyolojide Darwinistler teorileriyle çelişen kanıtlardan uzak dururken, bu teoriyi destekleme eğilimi gösteren bütün kanıtları aktif şekilde arar ve sahiplenirler. Örneğin prensip olarak nerede evrimle ilişkili bir kanıt varsa, Darwinistler bu kanıtın kendi mutasyon ve doğal seçme teorilerinin kanıtı olduğunu ileri sürerler.”[39] Jonathan Wells Evrimin İkonları kitabında teoremlerin geçerliliğini şöyle söyleyerek ortaya koymaktadır: “Teoremleri kanıt karşısında sınamak hiç bitmez. Ulusal Akademi’nin kitapçığı haklı olarak şunu belirtiyor: “Her bilimsel bilgi, prensipte, yeni kanıt elde edildiğinde değişmeye mahkumdur.” Bir teoremin ne kadar süre savunulacağı veya kaç tane bilim adamının ona inanacağı bu bağlamda önemli değildir. Eğer ona karşıt bir kanıt ortaya çıkarsa, teoremin yeniden değerlendirilmesi veya hatta terk edilmesi gerekir. Aksi halde o, bilim değil mit olur.” [40] III. TANRI’NIN VARLIĞINA POZİTİVİST YAKLAŞIM Sosyolojinin isim babası ve Pozitivizmin kurucusu kabul edilen Auguste Comte insanlık tarihini üç döneme ayırır. Ona göre, sosyolojinin kullanacağı metot gözleme ve tüme varıma dayanan bir metot olmalıdır. Bu teoriye göre, insanlar kendilerini çevreleyen dünyayı anlama ve açıklama çabaları boyunca ardarda gelen üç tavır içinde olmuşlardır : Teolojik Çağ : Comte, bu dönemi kendi içinde ve zaman sırasına göre Fetişizm, Politeizm ve Monoteizm diye üç safhaya ayırır. Ancak bütün bunların ortak yanı, insan zekâsının bu aşamalarda mutlak bilgiye yönelmesidir. Farklı olgular insan tarafından tabiat üstü varlıkların etkisiyle açıklanır ve bu varlıkların mücadelesine bağlanır. Bu dönemde sosyal üstünlük, din adamlarındadır. Metafizik Çağ : Bu dönemde tabiat üstü etkenler, yerini soyut kuvvetlere bırakmıştır. İlk nedenlerin yerini daha genel nedenler almıştır. Bütün gözlenen olaylar kendiliklerinden meydana gelebilecek güçte kabul edilir. Gözlenen olayların açıklaması, her olayı uygun bir töze bağlayarak olur. Devletin hayatında ise, dogmatizm hâkimdir. Pozitif Çağ : Bu çağda insan zekâsı, “mutlak” ı bulmanın ne kadar imkânsız olduğunu anlamıştır. Evrenin nereden gelip nereye gittiğini ve olayların iç sebeplerini aramaktan vazgeçmiştir. Muhâkeme ve gözlem yardımıyla olayların gerçek kanunlarını yani değişmez devamlılık ve benzerlik münasebetlerini bulmaya yönelmiştir. Comte’a göre bu çağın temel karakteristiği, tabiat bilimlerinden fiziği andıran yeni bir ilmi disiplinin doğmuş olmasıdır. O, bu ilme ad olarak “sosyal fizik” veya “sosyoloji” adlarını teklif etmektedir.[41] Comte’a göre pozitif ilim çağına giren insan, bütün tabiat olaylarını deney ve gözlem yoluyla anlamakta, açıklayabilmektedir. Beş duyu ile idrak edilen tabiatın ve tabiat olaylarının dışında, insanın kavrayabileceği bir gerçek yoktur. “Ben nereden geldim, nereye gideceğim?” tarzında düzenlenen, ilk sebebi (yaratıcı) ve son gâyeyi vurgulayan soru, pozitif ilim devresindeki insanın sorusu değildir. Bu problem, tabiat olayları hakkında doğru ve yeterli bilgisi olmayan bundan önceki insanların sorusuydu. Ona göre problemin çözümünde ne materyalistlerin ne de, Allah’a inananların ortaya koyduğu fikirler doğru değildir. Auguste Comte, pozitif ilime sığınarak hem felsefeyi (dolayısıyla materyalist felsefeyi) hem de dini inkâr etmiştir. Ancak onun izahları da, felsefeden başka bir şey değildir.[42] Dini, insanlık tarihinin belli bir merhalesine ait ve fonksiyonunu yitirmiş bir olay olarak gören Auguste Comte’un hayatının sonlarına doğru, kendisinin sistemleştirdiği pozitivizmle çelişen bir “insanlık dini”[43] peşinde koşması, pozitivist din anlayışının geçersizliğini ortaya koyan bir durumdur.[44] Yirminci yüzyıl pozitivizmi, bilim ve teoloji alanlarının ayrılmasında ısrar etmektedir. Kuramların, deneysel ve toplumsal olarak test edilebilirliği özelliğine dikkat çeken, pozitivistler, bilimi yegane rasyonel ve nesnel bilgi edinme yolu olarak benimsediler. Onlar teolojik iddiaların bilimin metotlarına uymakta başarısız olduğunu, bu sebeple de aslâ herhangi bir meşru bilgi ortaya koyamadığını savundular. Pozitivistlere göre sadece deneysel konular, anlamlı bir dil için referans noktaları sağlar. Din dili ise ekseriyetle (Tanrı, rûh ve ölümsüzlük gibi) deneysel olmayan konulardan söz ettiği için pek çok pozitiviste göre, bilişsel açıdan anlamsızdır.[45] IV. TANRI’NIN VARLIĞINA FREUDİST YAKLAŞIM 17. yüzyıl bilim felsefecisi Francis Bacon, dünyanın seyrini değiştiren üç keşfin barut, pusula ve matbaa olduğunu belirtir. Freud’un ise bu üç keşfe karşılık, üç kâşifi vardır. Bunlar da insanoğlunun evreni algılama biçiminin ve âlemde kendisine biçtiği rolün değişmesine, dolayısıyla dinin darbe almasına sebep oldular. Bunların ilki olan Kopernik’le gelen kozmolojik darbe insanın ve onun mekânı olan dünyanın evrenin merkezi olduğu illüzyonunu yıktı. İkinci darbe Darwin’dendi. Evrim teorisiyle dinlerin savunduğu yaratılış teorileri artık bir efsâne muâmelesi görmeye başladı ve Tanrı, “yaratıcı olma” unvanını kaybetti. Üçüncü darbe ise tabiî ki, Freud’un kendisindendi. Onun öğretileriyle de insan artık Tanrı’nın yeryüzündeki halifesi olan mâsum bir varlık değildi. İnsanın cinsel dürtüleri tamamıyla ehlileştirilemezdi ve onun zihninde bilinçli gibi görünen süreçler aslında bilincinde olunmayan bir alanın tesiri altındaydılar. Freud’a göre bu üç keşifle dinin evren ve insan üzerine iddialarının doğru olmadığı anlaşılmıştı. İnsan artık evreni ve kendisini yeniden değerlendirmeliydi.[46] Sigmund Freud, “tekerlek ve elektriğin icadı kadar mühim” dediği psikanalizin kurucusudur. Ancak onun kendisini, hakkında yargıda bulunmaya yetkili gördüğü bir alan daha vardı: Din. O, bu alanda da birinci alanı olan psikanalizi kullandı. Bu yöntemden hareketle 18. asırdan itibaren başlayan ve 19. asırda, Darwin ile devam eden süreçte, dine bir darbe de o vurdu. Batı’da felsefe, biyoloji ve fiziğin temsil ettiği bilimle dine karşı kazanılan zaferin, psikoloji ayağı da Freud’la başarılmıştı. Darwin’le gelişen süreçte insan, eşref-i mahlukât olmaktan çıkarılmış, dinlerin kendisine sağladığı imtiyazlı pozisyondan aşağıya çekilmişti. Freud’la ise kutsal kitapların “Tanrı, insanı kendi imajında yarattı” şeklindeki öğretisi “insan, Tanrı’yı kendi imajında yarattı” ya dönüşmüş ve Tanrı yaratıcı pozisyondan, insan zihninin bir yaratığı derecesine düşürülmüştü. Freud, bilinçaltı ile bilincin birbirleriyle bir bütünlük, bir ayrılık arz etmemelerinden kaynaklanan yanılsamaların olduğu ve insanın iki alan arasındaki çatışmaları giderme için savunma mekanizmalarına başvurduğu inancındaydı. İşte Freud’un, Tanrı’nın, dolayısıyla dinin bir yanılsama, insan düşüncesinin bir vehmi olduğunu, bir gerçeklik olmadığını ileri sürmesinin altında yatan temel neden, onun yukarıda belirtilen psikolojik mekanizmanın varlığına olan katî inancıydı. [47] “Bilimselci” anlayışın en önemli öncülerinden birisi Freud’dan yaklaşık 50 yıl önce yaşayan ve Freud’un “kendisinden çok etkilendiğim” dediği Darwin’di. O dönemdeki din-bilim mücadelesi, Darwin’in şahsında sembolleşmişti. Freud, din ile bilimi karşı karşıya getirirken üç alan belirler. Birincisi, din, âlemin varlığı ve kaynağı konusunda bir bilgi sunar, insanın bu konudaki anlama arzusunu tatmin eder. İkincisi, din, hayatın tüm kötü yönlerine rağmen insanlara ebedî mutluluk vaadinde bulunur. Üçüncüsü, din, çeşitli prensiplerle insanların düşünce ve davranışlarını yönlendirir, bunu da onlar üzerinde büyük bir otorite kurarak gerçekleştirir. Freud’a göre bilimin güçsüz olduğu devrelerde din, insanın bu alanlarda “anlama, mutluluk arama ve yönlendirme” arzularını tatmin etmiştir. Ancak artık bu alanlar dinin tekelinden çıkarılmalı, bilime devredilmelidir. Çünkü bilim hayatın gerçeklerini olduğu gibi algılamayı ve bunlarla nasıl baş edeceğini insana gerçekçi bir şekilde öğretmektedir. Bununla birlikte Freud, bilimin de üstesinden gelemediği birçok durum olduğunu ve insanı hayatın acılarına boyun eğmesi gereken bir alanla baş başa bıraktığını, dolayısıyla dinin bu fonksiyonunu hiçbir zaman kaybetmeyeceğini kabul eder. İşte bu sistem içinde Freud, dini bir önyargı ile incelemiştir. Bu sebeple o, ateizme, yaptığı araştırmalarının neticesinde ulaşmadı. Tam tersine, araştırmalarını ateist inançlarının gölgesinde yaptı.[48] Freud’u okurken kendini dine karşı çıkmaya mecbur gören, bu yüzden de kendisini “Tanrısız Yahudi” şeklinde tanımlayan bir materyalist ile karşı karşıya bulunulduğu bilinmelidir.[49] Nitekim, Freud dine yönelik eleştirilerini özetlerken: “Benim bütün yaptığım, benden öncekilerin dine yönelttikleri tenkide biraz psikolojik temel kazandırmaktır” demektedir.[50] V. TANRI’NIN VARLIĞINA AGNOSTİK YAKLAŞIM Agnostisizm (Bilinemezcilik), Yunanca ‘Bilinemez’ manasına gelen ‘Agonustos’ kelimesinden alınmış bir tabirdir. Sonsuz, ilk sebepler, cevher, eşya ve olayların son gâyesi gibi metafizik hakikatleri insan zihninin asla bilemeyeceğini ileri süren ve böylece metafiziğe bilinemez diyen sistemlerin adıdır. Buna göre, insan zihninin veya aklın reel değeri yoktur. Bu anlayış, görünülen âleminin ilk ve son sebeplerinin akıl için daima meçhul kalacağını iddia eder. Böyle olunca da agnostisizm objektif bir bilginin ve fizik ötesinin (metafiziğin) imkânsızlığını kabul etmiş olur. Agnostisizm, metafizik sahasıyla sınırlanmış bir şüpheciliktir. Agnostik, çoğu halde bir ilimcidir. Metafizik tezleri açıkça reddetmez; fakat tespit etmenin imkânsız olduğunu söyler, mutlak bilgi elde edilemez, bilgimiz problemi çözmeye yetmez der.[51] Tanrı’nın varlığı probleminde tavrını agnostik (bilinemezci) bir tavır olarak ortaya koyan Bertrand Russell “Bilinemezci Ne Demektir?” adlı yazısında agnostik için şu tanımı verir: “Agnostik, Hıristiyanlığın ve öteki dinlerin ilgilendiği Tanrı ve gelecek hayat gibi sorunlarda gerçeği bilmenin imkânsızlığına inanır. Yahut büsbütün imkânsız olmasa bile, en azından bugün için imkânsızlığına inanır.”[52] Batı’da agnostik terimi ilk defa 1869 yılında kendi zihni tutumunu nitelemek için Huxley tarafından kullanılmıştır. Huxley bu terimi, ateist, teist, panteist, materyalist, idealist, Hıristiyan veya serbest düşünenler gibi akımların, varlık problemini kendilerince çözdüklerini, ancak problemin kendisi için çözülemez olduğundan emin bulunduğunu ifade etmek için kullanmıştır. Huxley, teorik akla dayalı bilginin imkanını sorguladıkları için septik filozof David Hume ve Kritisizmin büyük filozofu Immanuel Kant ile kendini aynı safta görmüştür.[53] Agnostisizm, İslâm düşüncesinde ‘Lâedriyye’, ‘Sûfestaiyye’, ‘Vâkıfiyye’ ve ‘Şek Ehli’ gibi tabirlerle ifade edilmiştir. Arapça’da ‘bilmiyorum’ anlamına gelen lâedrî fiilinden türetilmiş olan ‘Lâedriyye’ klasik İslâm düşünce geleneğinde, özellikle kelâmcıların sofistler hakkındaki değerlendirme ve eleştirileri çerçevesinde gerçekleşmiş, sonradan modern Müslüman müellifler tarafından 19. yüzyıl Batı felsefesinde benimsenen agnostisizme karşılık olarak kullanılmış, insan aklının Tanrı ve evren hakkındaki mutlak gerçeği bilemeyeceğini ileri süren felsefî akım olarak tarif edilmiştir.[54] Agnostisizmin zıttı olarak kullanılan Gnostisizm (Bilinircilik) ise Arapça’da ‘İrfâniyye’ şeklinde kullanılmaktadır. ‘Tanrı başta olmak üzere varlık ve olaylara dair gerçek ve derunî bilginin duyu verilerine, akıl yürütmeye veya burhanî kanıtlamalara dayanmaksızın sadece keşif ve ilham yoluyla elde edilebileceğini ileri süren mistik ve felsefî bir akım’ olarak tarif edilebilecek olan ‘İrfâniyye’ terimi ‘bilmek, tanımak, kavramak’ anlamına gelen irfân kelimesinden oluşturulmuş, Yunanca ‘bilgi’ manâsındaki gnosisten türetilmiş gnostisizm karşılığında kullanılan bir terimdir. [55] İslâm inancında iman kalbin tasdiki ile oluşur ki bunun içinde yakîn (kesin bilgi) bulunmaktadır. Dolayısıyla imanla bilinemezcilik bir araya getirilemediği gibi iman, şek, istisna, tereddüt ve kararsızlık da kabul etmez. Ebu Hanife karasız duruma düşen kişiye, bu tereddütlerini izah ederek makul bir süreyi tanımakla beraber, sürekli bir agnostisizmi kabul etmez. Aynı görüşü diğer kelâm bilginleri de benimsemişlerdir. Kelâm literatürünün bilgi teorisini ortaya koyan bölümleri incelendiğinde bu yaklaşımı görebiliriz. Agnostik (bilinemezci) anlayış, “Tanrı’nın var olduğu ve maddenin yaratıldığı görüşü” veya “Tanrı’nın olmadığı ve maddenin ezeli olduğu görüşü” gibi belli bir görüşü savunmasa da, bunun yerine tüm bu görüşleri aynı derecede bilinemez olarak niteler. Bilinemezci tavır “Bunların hangisinin doğru olduğu bilinemez” der. Bu da bilinemezciliğin şüpheci yaklaşımını bir iddia haline getirir. Yani bilinemezci tavır da aktif olarak bir fikrin savunulmasıdır, kişi eğer sadece kendisi ile sınırlı olarak “Ben bilemiyorum” derse bu bir iddia olmaz. Fakat “İleri sürülen şıklardan hangisinin doğru olduğu bilinemez” demek de bir iddiadır.[56]
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
![]() |
![]() |
![]() ![]() |
Konuyu Görüntüleyen Aktif Kullanıcılar: 1 (0 üye ve 1 misafir) | |
|
|
![]() |
||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Tanrının Kitabı | biqboy | Vizyondakiler | 0 | 02-07-2010 01:24 PM |
Psikodinamik Yaklaşım | GooD aNd EvıL | Felsefe-Psikoloji | 0 | 04-25-2009 12:42 PM |
Bu tür yaklaşım özü saptırmaktır 21 MART | jockeя | Eskiler (Arşiv) | 0 | 03-21-2008 04:27 PM |
Tanrının Oyunu | GooD aNd EvıL | Eskiler (Arşiv) | 0 | 10-16-2007 06:45 PM |
Tüp Bebekte Psikolojik Yaklaşım | CaKaLBoT | Eskiler (Arşiv) | 0 | 11-04-2006 12:45 PM |