![]() |
|
Türk Tarihi Ve Türk Büyükleri Şanlı Türk Tarihi ve Tarihe Damgasını Vurmuş Türk Büyükleri... |
![]() ![]() |
|
Konu Araçları | Görünüm Modları |
|
![]() |
#1 |
Forum Demirbaşı
![]() Üyelik Tarihi: Nov 2005
Konum: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 44
Mesajlar: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Thanked 2,624 Times in 685 Posts
Üye No: 3332
İtibar Gücü: 3940
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
![]() ŞAH CİHAN ( 1593-1666 ) Timuroğulları hanedanın Hindistan'daki 5. hükümdarıdır.Babası, Cihangir Selim Şah, dedesi Ekber Şah'tır. Lâhur'da 1593'de doğdu. İyi bir öğrenim gördü. Zamanın en ünlü bilginleri kendisine ders verdiler. İyi ok atar, iyi ata binerdi. İyi bir edebiyat ve musiki bilgisi vardı. Daha genç denilecek çağlarında Dekkan ve Gucarat'da genel valilik yaptı. Genel valiliği sırasında bu şehirleri imar etti. Kendi zevkiyle yaptırdığı binalar, bugün de Hindistan'da Türk mimarisinin sanat eserleri olarak hayranlıkla seyredilir. 1637'DE TİBET ÜZERİNE BİR SEFER DÜZENLEDİ Babası Cihangir Selim Şah ölünce, tahta geçti. Devlet işlerindeki büyük tecrübesi ile, kısa bir zamanda halk tarafından çok sevildi. İmparatorluğu güçlendirmek ve son zamanlarda komşu devletlerin başlayan saldırılarını durdurmak için, Özbek Türkleri üzerine bir sefer düzenledi. Özbekleri, Afganistan'dan çıkardıktan sonra, geri döndü ve Güney Hindistan'daki Nizam-Şah Devleti üzerine yürüdü (1631). Şah Cihan'ın üstün güçleri karşısında Nizam-Şah, Timuroğulları’nın egemenliğini tanıdı ve onların hâkimiyetleri altına girdi. 1633'de tamamen imparatorluğa katılmışlar ve Şah Cihan devletinin sınırlarını Güney Hindistan'a kadar genişletmişlerdir. Güney Hindistan'da Nizam Şah devletinin dışında da Türk şahlıkları ve krallıkları vardı: Kutb-Şah Krallığı ile Adil-Şah İmparatorluğu... Cihan Şah, Nizam Şah'ın topraklarını kendi ülkesine kattıktan sonra Kutb-Şah'a, oradan da Adil-Şah'a sarktı. Her ikisini de yendikten sonra, bu ülkeleri kendi egemenliğine bağladı. 1637'de Tibet üzerine bir sefer düzenledi. Tibet'i ele geçirdi ve imparatorluk sınırlarını böylece doğuya doğru genişletti. Batıda Şah Cihan için, İran gailesi vardı. Türk Safevi İmparatorluğu, Kandehar'a saldırmış ve bu eski şehirlerini geri almıştılar. Bu sefer Şah Cihan, İran üzerine bir sefer düzenledi. Safevi orduların bozup perişan etti,. Kandehar'ı geri aldı. Böylece, batıda bozulmaya yüz tutan devlet prestijini yeniden kurdu ve morali yükseltti (1637}. 1639'da Şah Cihan, Kâbil'e geldi. Ne yapacağı bilinmiyordu. Atalarının ülkesi olan Türkistan üzerine sefer yapabilir ve orada kurulmuş Türk devletlerini ezebilirdi... Nitekim Özbekler, büyük telaşa düştüler, hazırlıklara giriştiler. Fakat Şah Cihan, kendi soyundan sayılan Özbeklerle, arasını bozmak istemedi ve geldiği gibi sessizce Agra'ya döndü 1647'de Özbekler, Belh'i, bir hücumla geri aldılar. Bunu, Safevilerin Kandehar’a saldırısı izledi. Şah Cihan'ı rahat bırakmıyorlardı, karşılık vermesi gerekliydi. Tekrar Kâbil'e geldi ve 110.000 kişilik bir ordu ile İran üzerine saldırdı. İran ordusu yenilmiş, zaferi Şah Cihan kazanmıştı ama, Kanderhar’ı geri alamadı (1652). Bu sırada Kutb-Şah Krallığı harekete geçmişti... Savaşlar iki yıl sürdü: (1655-1656) Şah Cihan, Haydarabad’ı tekrar geri aldı. Fakat bu Türk krallığının bağımsızlığına dokunmadı. OĞLU İLE TUTUŞTUĞU SAVAŞI KAYBETTİ Şah Cihan artık hem yaşlanmış, hem hastalanmıştı. Savaşlara katılamıyor, ordularının yendiği düşmanlarına bile merhamet edip onları bağışlıyordu. Bu ve benzeri olaylar, hem halk arasında, hem oğulları arasına tartışılmaya başlandı. Ve oğulları, tahtı ele geçirmek için kavgaya tutuştular. Şah Cihan, bu kavgaların önüne geçmek için boşuna yoruldu. Oğlu Evrengzip Alemdar Mirza, kardeşlerini yenmiş, ortadan kaldırmış, babasına dönmüştü. Oğlu ile tutuştuğu savaşı kaybetti ve tahttan indirildi (1658). Şah Cihan'ın bundan sonraki hayatı acıklıdır. 7.5 yıl, Agra Sarayı'nda gözaltında yaşadı ve öldü. Öldüğü zaman, sevgili eşi Bâdşâh Begim için yaptırdığı şaheser türbeye, "Taç Mahal "e gömüldü (1666). TAC-MAHAL'IN YAPILMASI İÇİN ELİNDEN GELENİ YAPTI Şah Cihan'ın Hindistan imparatorluğu, Batıda kurulmuş Osmanlı İmparatorluğu’nun en güçlü zamanlarına rastlar. Nitekim Osmanlı hükümdarları, Hindistan'ı elinde bulunduran bu hükümdar ile yakından ilgilenmişler ve ona destek olmaya çalışmışlardır. Sevgili eşi Bâdşâh-Begim'e yaptırdığı Tac-Mahal'in inşası için, Osmanlı hükümdarları en kıymetli nakkaşlarını, mimarlarını, ustalarını göndermişler ve bu büyük eserin kusursuz ortaya çıkmasını yardımcı olmuşlardır. Timuroğulları’nın Hindistan hükümdarlığı, Şah Cihan döneminde en yüksek sanat ve bilgi seviyesine ulaşmıştır. Günün her saatinde ayrı bir renge bürünen, dünyanın en büyük eserlerinden biri olan Tac-Mahal'den başka, bir çok cami, medrese, sebil, kervansaray hep Şah Cihan döneminin kıymetli eserlerindendir. Tac-Mahal'in 50 milyon altına çıktığı hesaplanıyor.Şah-Cihan'ın tahtındaki mücevherlerin kıymeti de 50 milyon altın değerinde idi. Şah Cihan'ın Agra Sarayı, şairler, sanatkârlar, bilginlerle dolup taşıyordu. Bu çağ, Çin sınırından Orta Avrupa'ya kadar bütün toprakların Türk imparatorluklarının elinde bulunduğu bahtlı bir dönemdir. |
![]() |
![]() |
![]() |
#2 |
Forum Demirbaşı
![]() Üyelik Tarihi: Nov 2005
Konum: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 44
Mesajlar: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Thanked 2,624 Times in 685 Posts
Üye No: 3332
İtibar Gücü: 3940
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
![]() ŞEMSEDDİN FENARİ ( 1350-1430 ) ilim sahasındaki derin bilgisi ile büyük saygı toplamış, zaman zaman Osmanlı beylerine öğütler vererek onları uyarmış değerli bir din bilginidir. Yüzden fazla yazılı eseri vardır. Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk şeyhülislâmı olmuştur. 1350'de Maveraünnehir'de doğmuştur. Doğduğu yıllar, Maveraünnehir ve çevresinin büyük kargaşalıklar içinde çalkalandığı yıllardır. Oradan kaç yaşında ve ne suretle Anadolu'ya geldiği bilinmemektedir. İlk öğrenim yıllarında, ilk öğrenimini ve gerekli bilgileri, Horasan, Taşkent çevrelerindeki yetkili hocalardan aldığı ve göç dalgaları ile Anadolu'ya geldiği sanılıyor. Osmanlı kuruluşunun çekirdek günlerinde Bursa çevresinde görülmüş, derin bilgisi, anlayışı ile hemen dikkati çekerek etrafında insanların kümelendiği bir bilgin olmuştur. Kurduğu fikrî otorite, Osmanlı beylerini de etkiliyordu. O kadar ki, Yıldırım Beyazıt, Niğbolu zaferinden sonra içkiye alışması ve sarayında içki âlemleri tertiplediğinin duyulması üzerine, Şemseddin Fenarî'nin cephe alması, padişahı frenlemiş ve daha dikkatli davranmasına sebeb olmuştur. DİN BİLGİSİNİN YANINDA MATEMATiK VE ASTRONOMİ ÖĞRENDİ Zamanın ünlü kişilerinden ders alarak kültürünü zenginleştirdiği biliniyor. Bu arada, Cemalettin Aksarayi ve Mısır'da Şeyh Kemaleddin gibi büyük üstadlardan dersler görmüş, din bilgisinin yanında matematik ve astronomi öğrenmiştir. Bursa'da müderris olarak ders veriyordu. Ünü, bütün çevreye yayılmıştı. Uzak vilâyetlerden insanlar, Fenarî'den ders almak için Bursa'ya geliyorlar ve Orhan Medresesi'nde ondan ders görüyorlardı. Bursa'da kadı olarak da hizmet vermiş ve birçok davaların adaletle sonuçlanmasını sağlamıştır. Bir ara, hac farizasını yerine getirmek için Hicaz'a gitmiştir. Hicaz dönüşü Mısır'a uğramış ve Mısır'da dersler vermiştir. Mısır'da kısa bir sürede ünü bütün ülkelere yayılmış ve Fenarî'nin Mısır'da olduğunu öğrenen Çelebi Mehmet, kendisine haber göndererek Bursa'ya dönmesini rica etmiştir. Bunun üzerine Fenarî, Mısır'dan kalkıp Bursa'ya geldi. O yıllarda Çelebi Mehmet Bursa'da ünlü Yeşil Cami ile türbesini yaptırmakta idi. Timurlenk askerlerinin harap ettiği Orhan Medresesi'nin tamirini de bitirmişti. Şemseddin Fenarî, bizzat padişah tarafından karşılandı ve Orhan Medresesi'nin baş müderrisliğine tayin edildi. İLK ŞEYHÜLİSLAM LIĞI TEKLİF ETTİ Osmanlı İmparatorluğu gelişiyor, sınırları gittikçe genişliyordu. Padişah ikinci Mu-rad, işlerin adaletle yürümesi ve şeriatın gösterdiği çizgiler içinde gelişmesi için, kendisine bu konuda yardımcı olacak bir bilgine ihtiyaç duydu. Şemseddin Fenarî'ye, Osmanlı Devleti'nin ilk şeyhülislâmlığını teklif etti. Tarihlerin yazdığına göre, Şemseddin Fenarî, önce bu teklifi kabul etmek istememiş ve şeriat ahkâmı içinde fetva verecek bir makamın, padişah tarafından tayin ve gerektiğinde azledilmesini doğru bulmamıştı. Bunu cesaretle padişaha söyledi, ikinci Murad, tayinin bir ehliyet tercihi olduğunu, bu sebeple padişahın yapmasında yarar bulunduğunu ileri sürmüş, fakat azlinin, adaleti baskı altına alabileceğini kabul ederek, şeyhülislâmlık makamının kayd-ı hayat şartına bağlanmasını kabul etmiştir. ADI EVLİYALARA KARIŞMIŞTI Şemsettin Fenarî 1424'teOsmanlı mülkünün ilk şeyhülislâmı olarak göreve başladı. 6 yıl bu görevi büyük bir ehliyetle ve adaletle yürüttükten sonra, tekrar Hicaz'a gitmek istedi.Hükümdardan müsaade aldı ve yola çıktı. İlerlemiş yaşta idi. Yol zahmetli ve uzundu. Buna rağmen Şemseddin Fenarî, zahmetlere katlanmış ve ikinci haccını da tamamlayarak Bursa'ya dönmüşse de döndükten kısa bir zaman sonra hayata gözlerini yummuştur. Bursa'da, kendi adı ile bilinen bir mahallede, kendi eliyle yaptırdığı camisinin yanındaki bahçede gömülüdür. Tertemiz hayatı, daha sonra masallaşmış ve adı evliyalara karışmıştır. 100'den fazla yazılı eseri vardır. Öldüğü zaman kitaplığında 10.000 cilt kitap bıraktığı söylenir. Yunan işgali sırasında bu kitaplık yakılmış, yağma edilmiş, bu yüzden pek çok eser ortadan yok olmuştur. Yaptığı tefsirler büyük değer taşır. Özellikle Fatiha tefsiri, yalnız Osmanlı ülkesi içinde değil, bütün Müslüman dünyası içinde ünlüdür. Ayrıca,"Enmuzecü'l-Ulûm" adlı yüz kadar ilmin tasnifini yapan ansiklopedik eseri, değerli bir kaynaktır. En büyük eseri olarak "Hulusü'l-Bedayi fi Usulü'l-Şerayi" bilinir. |
![]() |
![]() |
![]() |
#3 |
Forum Demirbaşı
![]() Üyelik Tarihi: Nov 2005
Konum: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 44
Mesajlar: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Thanked 2,624 Times in 685 Posts
Üye No: 3332
İtibar Gücü: 3940
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
![]() ŞEMSEDDİN SAMİ ( 1850- 1905 ) Bundan sonra, medrese eğitimi gördü. Dinî bilgilerini burada pekiştirdi ve Arapça, Farsça öğrendi. İslâm tarihini inceledi. Türkçe’den başka, 8 dil daha bilir. Bu bildiği dilleri de sadece konuşacak kadar değil, yazacak kadar hatta bazılarında, üslûp sahibi olacak kadar bilirdi. Medrese tahsilini yürütürken, bildiği dillerden faydalanarak, edindiği kitaplardan, Batı'daki yeni bilim gelişmelerini izlerdi. 19. yüzyılın pozitivizmi üzerinde ilk araştırmaları yapan yazarlarımızdan biridir. BATI GAZETELERİNE BENZEYEN «SABAH» GAZETESİNİ ÇIKARDI Medrese öğrenimini tamamladıktan sonra, matbuat kalemine girdi. Bildiği yabancı dillerinden yararlanarak tercümeler yaptı. Fakat onun asıl istediği şey, Batı gazetelerine benzeyen bir gazete çıkarmaktı. Nitekim, bu isteğine de bir süre sonra kavuştu ve İstanbul'da kendi namına "Sabah" gazetesini çıkardı. Şemseddin Sami, çok iyi Farsça, Arapça bildiği halde, konuşmaların ve yazışmaların sade Türkçe ile yapılmasından yana idi. Şinasi'nin başlattığı sadelik hareketini yürütmek istiyordu. Çıkardığı gazetede bu sade dili kullandı. Fakat bir süre sonra, yazdığı yazılar yüzünden, gazetesi kapandı ve kendisi sürgünü boyladı. Bu zorunlu sebeple, önce Trablus-garp'ta, sonra başka şehirlerde bulunduktan sonra bağışlandı ve İstanbul'a döndü. Padişah Abdülhamit, Şemseddin Sami'ye karşı birçok sebeplerden ötürü dikkatli idi. Bir kere Şemseddin Sami, Arnavutluk'un en soylu ailelerinden birinin oğlu idi. Fraşerilerin oyu alınmadan Arnavutluk'ta hiç bir şey yapılamazdı. Oysa Şemseddin Sami, çıkardığı gazetesinde ilerici fikirleri tutmuş, Genç Osmanlıların başlattığı hareketin fikriyatını yapmıştı. Ayrıca Şemseddin Sami, dil biliyor, eli kalem tutuyor, güzel konuşuyordu. Bu bakımdan da Padişah'ın gözü üstünde idi. Her halde bu ve benzeri sebeplerle, sürgünden döndüğü zaman Şemseddin Sami, sarayda görev yapan "Teftiş-i Askerî Komisyonu"na katip olarak atanmış olmalıdır (1880). TÜRKLÜK ŞUURUNUN UYANIŞINI VE GELİŞMESİNİ SAĞLADI Sonradan başkatipliğine getirildiği bu komisyonda, hayatının sonuna kadar görevde tutulmuştur. Kendisini ''Kamus-u Türki" yazmaya teşvik edenin Padişah olduğu ve her –sayfasına bir altın ödediği, sonradan ailesi tarafından açıklanmıştır. Kamusu'l-Alâm'ın da aynı şekilde desteklendiği düşünülebilir. Çünkü Abdülhamid'in, sarayda yapacak işi olmadığı zamanlar, Şemseddin Sami'yi Erenköy'ündeki evine gönderdiği ve burada göz altında bulundurarak çalışmalarını izlediği bilinmektedir. Nitekim Şemseddin Sami de, Abdülhamid'in bu davranışlarıdan hiç şikayet etmemiş ve hatta kardeşi, Arnavutluk'ta isyana karar verince, ağabeysinin de kendisine yardım etmesini istediği zaman, Şemseddin Sami'nin "Ben bir Osmanlıyım ve isyana karşıyım" dediği ayrıca bilinmektedir. Şemseddin Sami, edebî çalışmalarını gençlik yıllarında yapmış, gazetecilik, hikâyecilik ve romancılık üstünde çalışırken, çağdaş fikirleri savunmuş ve dikkate değer eserler vermiştir. "Taaşşuk-u Talât ve Fitnat" adlı romanı, onun iyi bir toplum gözlemcisi olduğunu ve iyi romancı kumaşı taşıdığını gösterir. Kendisinden sonra yazılan romanların birçoğu, onun çizgisine ulaşamamıştır. Tiyatro eserlerinde de aynı başarıyı göstermiştir. O, bütün eserlerinde,Türklük şuurunun uyanışını ve gelişmesini sağlamaya çalıştı. Türk dilinin ne kadar zengin bir dil olduğunu ispatlayan Kamus-u Türki'si, bugün de en büyük kaynak eser haysiyeti ile ayakta durur. Kendisinden sonra sözlük yapanların hepsi, bu kaynaktan yararlanmışlardır. «BESA»,«SEYİT YAHYA»ve «GAVE» ADLI ÜÇ TİYATRO ESERİ BULUNUYOR Kamusu’l-Alâm, başlı başına 6 ciltlik büyük bir ansiklopedidir. Bütün dünyada heyetler tarafından yapılan ansiklopedilere karşılık, Şemseddin Sami'nin tek başına 6 ciltlik büyük bir ansiklopediyi bitirmeye muvaffak olması,onun şaşılacak bir çalışma gücüne sahip olduğunu gösterir. Kamus-u Fransevî adı altında, Fransızca’dan Türkçe’ye, Türkçe’den Fransızca’ya olmak üzere tamamladığı iki ciltlik sözlük, 80 yıldır itibarlı bir lügat olarak elden ele geçti. "Besa", "Seyit Yahya", "Gave"adlı üç tiyatro eseri vardır. Bu oyunlar, günümüzün zevklerine cevap vermese bile, zamanının gerçeklerini tamamen yansıtmışlar ve yazarın ne kadar gerçekçi olduğunun belgesi olmuşlardır. Ayrıca, Batı'dan bazı eserlerin çevirilerini yapmış ve bu arada Viktor Hugo'nun "Sefiller"ini ilk defa dilimize çevirmiştir. "Robenson Crusoe" romanını da ilk olarak dilimize çevrilen, Şemseddin Sami'dir. 1905'de hayata gözlerini yumduğu zaman, ardında 50'den fazla büyük eser ve büyük bir isim bırakmıştır. |
![]() |
![]() |
![]() |
#4 |
Forum Demirbaşı
![]() Üyelik Tarihi: Nov 2005
Konum: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 44
Mesajlar: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Thanked 2,624 Times in 685 Posts
Üye No: 3332
İtibar Gücü: 3940
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
![]() ŞEYH GALİP ( 1757- 1799 ) Nedim, nasıl şuh havası, neşeli edası, hayatla dolu mısraları ile Dîvan Edebiyatı içinden bir sanat fıskiyesi gibi yükselmişse, Şeyh Galip de muhayyile zenginliği, kendisinden önce gelenlerin hiçbirine benzemeyen edası ve Mevlevîliğin fikir ve yürek dolu dünyası ile yepyeni ve bambaşka bir şiir dünyası kurmuştur. Dîvan Edebiyatımıza atılan son şerefli imza, Şeyh Galip'indir. 1757 yılında İstanbul'da doğdu. Asıl adı Mehmet'tir. Babası Mustafa Reşit Efendi, şair, bilgin bir Mevlevi dervişi idi. Oğlunun iyi yetişmesine önem verdi. Önce kendisi ders verdi. Mevlevîliği sevdirdi ve bu tarikatın önemli eserlerini ona okuttu. Babasından ilk şiir zevkini ve Mevlevîliğin rind dünyasının güzelliğini alan Şeyh Galip, daha sonra çağının ünlü bilginleri ile tanıştı, onların derslerinden geçti. «ESAT»TAKMA ADINDAN SONRA «GALİP» ADINI KULLANMAYA BAŞLADI Ders aldığı hocalar arasında Galata Mevlevîhanesi şeyhi Hüseyin Efendi de vardır. Zamanın en tanınmış hocası Neşet Efendi'den de dersler aldı. Neşet Efendi, genç Şeyh Galip'in yeteneğini çabuk farketti ve yazdığı şiirleri beğenerek ona "Esat" takma adını önerdi. Şeyh Galip, bir ara "Esat" takma adıyla şiirler yazdıktan sonra "Galip" adını kullanmaya başladı. Böylece, asıl adı olan Mehmet unutulmuş ve daha sonraları hep "Şeyh Galio" olarak bilinmiştir. 1782'de, yazdığı bütün şiirlerini bir divanda topladığı zaman, yirmi dördünü bitirmiş, yirmi beşine basmış gencecik bir delikanlı idi. O yaşta dîvan sahibi olmak, hele "Şeyh Galip Divanı" gibi fikir derinliği, muhayyile zenginliği ve üslûp tazeliği taşıyan bir dîvan sahibi olmak, o güne dek kimsenin erişemediği bir mutluluktu. ALTI AY İÇİNDE «HÜSNÜ AŞK»I YAZDI İstanbul'un sanat çevrelerinde bir anda yıldız gibi parladı. Çevresi, hayranları ile dolup taşıyordu. Şiirleri dillerde geziyor, saraydan mahalle kahvesine kadar her yerde okunuyor, beğeniliyordu. İşte bu günlerin birinde bir sanat meclisinde söz, dönüp dolaşıp, büyük dîvan şairlerimiz arasında yer alan "Nâbi"ye geldi. Orada bulunanlar, Nâbi'nin "Hayrâbât" adlı mesnevîsini övmeye başladılar. Bu övgü o kadar ileri götürüldü ki, konuşanlardan biri, "Böyle bir mesnevî, bir daha yazılamaz" dedi. Şeyh Galip, bu yargıya katılmamıştı. "Çok abartılıyor" dedi. Bunun üzerine sordular: -"Peki sen yazabilir misin?" Şeyh Galip'in şairlik gururu incinir gibi oldu: -"Evet" dedi, "Hem de daha güzelini!" Ve yazdı. Altı ay içinde Nâbi'nin "Hayrâbât”ını gölgeye çeken "Hüsn ü Aşk"ı yazdı. Bu kadar kısa bir zaman içinde bu ölçüde ve hacimde bir eser ortaya çıkarmak, başka bir şaire nasip olmuş değildir. Hüsn ü Aşk, tasavvuftan kaynaklanan bir eserdir. Olaylar ve kişiler, sembolleri gerçekleştirmek için kullanılmıştır. Mesnevide kullanılan Hüsün ve Aşk, mutlak güzellik ile mutlak bilgidir. Bunlar "edep" okulunda, yani Mevlevî dergâhında okurlar. Mutlak aşk ile mutlak bilginin birleşebilmesi için, kalp şehrine giden çileli yolu geçmek gerekir. Geçerler ve muratlarına ererler. Bu eserinde Şeyh Galip, öylesine imajlar kullanmış ve bu soyut dünyadan öylesine somut bir dünya ortaya koymuştur ki, her açıdan eşsizdir. Bakınız, 'Muhabbet' kabilesinin insanlarını nasıl çiziyor: "Giydikleri âfitab-ı temmuz İçtikleri, şûle-i cihansûz." "Muhabbet" kabilesinin insanları, temmuz güneşini giyerler, can ışığını içerlermiş... ÜÇÜNCÜ SELİM, ŞAİRİ SEVİYOR VE SAYGI DUYUYORDU Hüsn u Aşk'ı 26 yaşında yazdı ve 28 yaşında Konya'ya giderek Mevlânâ'nın dergâhında çileye çöktü. Birkaç yıl Konya'da kaldıktan sonra İstanbul'a gelerek çilesini Yenikapı Mevlevîhanesi'nde tamamladı. Niyeti, bundan sonra babası ve annesi ile bir eve geçmek ve orada inziva hayatı yaşamaktı. Fakat o yıl padişah olarak tahta çıkan Üçüncü Selim Şeyh Galip'in şiirlerini tanıyor, seviyor ve şaire saygı duyuyordu. Saraya davet etti, kendisiyle görüştü ve iltifatlarda bulundu. Yine padişahın arzusu ve işareti ile Galata Mevlevîhanesi Şeyhliği'ne getirildi. Üçüncü Selim, sık sık Galata Mevlevîhanesi'ne gitmiş ve âyinlerde bulunarak Şeyh Galip'e verdiği ehemmiyeti göstermiştir. Şeyh Galip'in sarayı ziyaretinde de padişahın, "Şeyhim, şeref verdiniz" diye itibar sözü ile karşılandığı bilinir. Galata Mevlevîhanesi'ne başladığı tarihten itibaren "Galip Dede" diye anılmıştır. Şöhretinin zirvesine ulaştığı 1799 yılında (3 Ocak) 42 yaşında iken öldü. Herhalde Türk Dîvan Edebiyatı göklerinin en parlak yıldızı o gün düşmüş olacak. |
![]() |
![]() |
![]() |
#5 |
Forum Demirbaşı
![]() Üyelik Tarihi: Nov 2005
Konum: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 44
Mesajlar: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Thanked 2,624 Times in 685 Posts
Üye No: 3332
İtibar Gücü: 3940
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
![]() ŞİNASİ ( 1826-1873 ) Şinasi, mahalle mektebini bitirdikten sonra, ailesi güçlük içinde olduğu için, Tophane kalemine girdi. Tophane kaleminde bir yandan kâtiplik yapıyor, bir yandan da yabancı dil öğrenmeye çalışıyordu. Birlikte çalıştığı insanlar arasında, Arapça, Fransızca bilenler vardı. Şinasi , bunlarla dostluk kurdu ve kendilerinden ders almaya başladı. Akşam karanlığında aldığı dersleri, gece yarılarına kadar mum ışığında pekiştiriyor, ertesi gün, yeniden ders alıyordu. Böylece Şinasi, Tophane kaleminde kaldığı birkaç yıl içinde, işine yarayacak ölçüde Fransızca ve Arapça öğrenmişti. FRANSIZCASINI İLERLETMEK İSTİYORDU Şinasi’nin içinde, öğrenmeye karşı büyük bir hırs vardı. Sonraları, annesine yazdığı bir mektupta şöyle diyecekti: "Benim hırsım, şimdiki akıl ve idrakime bakılırsa, bir parça geçinecekle, çok hünerden ibarettir. Elhamdülillâhi Tealâ, şu genç yaşımda bunlardan bir miktar hissedar oldum. Lakin hakikatte hep senin sayendedir. Zira beni okutup yazdırttın.. Senin hakkını bin yıl yaşasam ödeyemem." Şinasi, gençlik yıllarında şiirler yazmıştır. Klasik ölçüler içinde yazılan bu şiirler, çevrede ilgi ile okunuyor, bilhassa kaside biçiminde yazdıkları pek beğeniliyordu. Abdülmecit Karaköy Köprüsü'nü yaptırdığı zaman, bir kitabe yarışması açmış ve yarışmayı Şinasi'nin düşürdüğü tarih beyti kazanmıştı. Yabancı ülkelere gitmek, özellikle Fransızca’sını ilerletmek istiyordu. O zamanın Tophane Müşiri Fethi Paşa'ya bir dilekçe -mektup- yazdı. Bu dilekçesinde Fransızca öğrenmeye başladığını, fakat bunu ilerletmek istediğini, iyi bir dil bilen kişilerin memlekete daha yararlı olduklarını gördüğünü, kendisinin de bu yararlı kişilere katılabilmek için can attığını yazdı ve eğer kendisine bir iyilik yapılıp Fransa'ya gönderilirse, İstanbul'daki annesi bakımsız kalacağından, annesine de bir aylık bağlanmasını rica ediyordu. TÜRK GAZETECİLİĞİNİN İLK FİKİR GAZETECİSİ ŞİNASİ'DIR Fethi Paşa, Avrupa memleketlerinde elçiliklerde bulunmuş, dil bilir, ileri düşünür bir insandı. Dilekçeyi destekleyerek Babıali'ye gönderdi. Sadrazam Reşit Paşa, Şinasi'yi çağırıp kendisiyle görüştü ve çok çalışmasını öğütledi. Şinasi 1849 yılında Paris'e gitti, İstanbul hükümeti, maliye üzerinde uzman olmasını istiyordu. Paris'te bir taraftan maliye okudu, bir taraftan da o çağın ünlü edebiyatçıları ile görüşüp tanıştı. Tanıştıkları arasında Fransız Şairi Lamartin de vardır. 1853'de İstanbul'a döndü, eski görevine başladı. 1855'de Maarif Meclisi üyeliğine getirildi. Bir yıl sonra azledildi. Çünkü Sadrazam Ali Paşa , Şinasi'yi sevmiyordu. Belki de bunun sebebi, kendisinin adamı olmamasıydı. Ali Paşa düşüp yerine tekrar Reşit Paşa gelince, Şinasi de otomatik olarak eski görevine döndü. Şinasi'nin gözü gazetecilikte idi. Avrupa'da gördüğü biçimde bir gazete çıkarmak hükümetten malî destek görmeyen bir gazetede yazı yazmak istiyordu. Bu sırada Agâh Efendi "Tercüman-ı Ahval"i yayınlamaya başladı. Şinasi, bu gazetenin başyazarlığını yapmıştır. Halkın konuşma dili ile yazıyor, geniş halk kitlesi tarafından okunuyordu. Böylece, yepyeni bir gazete üslûbu ortaya koydu. Aynı gazetede, "Şair Evlenmesi" adlı oyununu da tefrika etti. Gerek sanat eserinde ve gerekse günlük gazetede halk dilinin, konuşma dilini kullanması büyük bir yenilikti. Alkışlayanlarla, tepki gösterenler yan yana yaşıyorlardı. Kısa bir süre çalıştıktan sonra Tercüman-ı Ahval'den ayrıldı ve kendi başına "Tasvir-î Efkâr" gazetesini çıkardı. Bu gazetede yazdığı yazılarla, geniş halk kitlelerine bazı fikirler aktarıyor, devletle millet arasında yeni bir dengenin kurulması gerektiğini savunuyordu. Bizde, ilk fikir gazetecisi, Şinasi'dir. Matbaasında kitap da yayınlıyor ve Türk kültür hayatında bir okuma patlaması yapmaya uğraşıyordu. Şiirlerini toplayarak "Müntehabatı Eşar" adı ile burada yayınladı. "Durub-u Emsal-i Osmanî" adı ile yayınladığı Türk atasözleri, bugün de kaynak kitap olarak bilinir. SİNASİ, EDEBİYATIMIZIN BATI'YA AÇILAN PENCERESİ İDİ Çıkardığı Tasvîr-i Efkâr gazetesine Namık Kemal'i de yazar olarak aldı ve bir süre sonra gazeteyi kendisine devrederek yine Fransa'nın yolunu tuttu. Adı bir suikast teşebbüsüne karıştığı için uzun süre yurda dönmedi. Abdülaziz'in Fransa gezisi sırasında, padişaha refakat eden Fuat Paşa, kendisine dönmesi için rica edince, yurda döndü ve bir matbaa kurarak Avrupa'da yapmaya başladığı "Büyük Sözlük"ü basmayı düşünürken, 1871'de öldü. Şinasi, Türk gazeteciliğinin babası, Türk edebiyatının Batı'ya açılan penceresi ve Türk yazarlarının sadelik ve fikir öncüsüdür. |
![]() |
![]() |
![]() |
#6 |
Forum Demirbaşı
![]() Üyelik Tarihi: Nov 2005
Konum: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 44
Mesajlar: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Thanked 2,624 Times in 685 Posts
Üye No: 3332
İtibar Gücü: 3940
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
![]() TEVFİK FİKRET ( 1867-1915 ) "Servet-i Fünun" edebiyatına damgasını vuran şair... Erdemli bir yönetici, devrimci bir insan... Tevfik Fikret, edebiyatımıza ve toplum tarihimize bu çizgilerle girmiş bir sanatçıdır. 24 Aralık 1867'de İstanbul'da, Aksaray semtinde doğdu. Babası Hüseyin Efendi, Çankırı'nın bir köyünden çıkmış, İstanbul'a gelmiş,Urfa mustasarrıflığına kadar yükselebilmiş bir Anadolu çocuğu... Tevfik Fikret de babası gibi, dürüst, vakarlı bir insan olarak yetişmiştir. İlk öğrenimine, Aksaray'ın Mahmudiye Rüşdiyesi'nde başladı. Sonra Galatasaray'da okumasını sürdürdü. Okulda iken, dürüst, temiz, disiplinli bir insan olarak tanındı. Daha 14 yaşında iken, "Nazmi" takma adıyla şiirler yazdı. Galatasaray'ı, 1888'de birincilikle bitirdi. SERVET-İ FÜNUN DERGİSİ’NDE EDEBİYAT YÖNETMENİ OLDU İlk memuriyeti, Hariciye istişare Odası'ndadır. Burada iken, Bülbül Tevfik Paşa'nın dikkatini çekti ve onun aracılığı ile Sadaret Kalemi'ne terfî etti. Tevfik Fikret, bir taraftan Sadaret Kalemi'nde çalışıyor, bir taraftan Ticaret Okulu'nda Fransızca ve Türkçe dersleri veriyordu. Bu sırada, Galatasaray Okulu, Türkçe öğretmenliği için bir yarışma açmıştı. Buna girdi, kazandı ve okuduğu okulun Türkçe öğretmeni oldu. Bu dönem, aynı zamanda Tevfik Fikret'in şiirde atılımlar yaptığı dönemdir. "Mirsat" dergisinde Mehmet Tevfik imzasıyla şiirler yayınladı. Daha sonra, İsmail Safa ile birlikte "Malûmat" gazetesini çıkardı. En sonra 1896'da, Recaizade Ekrem'in aracılığı ile, Servet-i Fünun dergisinin edebiyat yönetmeni oldu. Bu dergide, çağın en ünlü şairleri, romancıları, hikayecileri, fikir adamları yazılar yayınlıyorlardı. Fikret, bu döneminde, o kendine has üslûbu, o vurucu ifadeyi buldu ve geliştirdi. Şiirlerini daha çok toplumun sorunları üzerinde yoğunlaştırıyordu. Yayınlanan ilk şiir kitabı: "Rubab-ı Şikeste"dir (1896). Büyük ilgi topladı. Kısa bir süre içinde satıldı ve Tevfik Fikret bir anda, Türkiye'nin en tanınmış, ünlü şairi oluverdi. ESERLERİ İLE HAYATI ARASINDA KUSURSUZ BİR KÖPRÜ KURABİLMİŞTİR Devlet yönetiminin özgürlükleri kısıtlaması ve baskıya alması, Tevfik Fikret üstünde boğucu bir etki yapıyordu. "Sis", "Bir Lahza-i Teahhür", "Tarih-i Kadim" gibi şiirlerini bu sıralarda yazmış ve bu şiirleri yayınlanamadığı için, o günün gençliği ve devrimci aydınları arasında, elden ele geçerek okunmuştur. 1908 devriminden sonra bu şiirleri "Tanin" gazetesinin birinci sayfasında yayınladı. Fakat "İttihat ve Terakki" fırkasının yönetimi de Fikret'in düşüncelerine uygun düşmüyordu. Bir avuç aydın, birbirine düşmüştü. Osmanlı Devleti’nin başında tehlike bulutları dolaşıyordu. Politikadan nefret etti ve bu sırada, teklif edilen Galatasaray Sultanisi'nin müdürlüğünü kabul ederek, kendisini eğitime verdi. Tevfik Fikret'in şairliği, kültürü, düşünce yapısı tartışılabilir; üzerinde çeşitli yorumlar yapılabilir; fakat, Tevfik Fikret'in karakteri üzerinde hiçbir tartışma yapılamaz. Dürüst, faziletli, inandığı gibi konuşan, inandığı gibi yazan ve inandığı gibi davranan ve yaşayan bir insandı. Birçok şairler, yazarlar, sanatçılar, hayatları ile eserleri arasında tam bir köprü kuramamış olabilirler ama Tevfik Fikret, eserleriyle hayatı arasında tam ve kusursuz bir köprü kurabilmiş seyrek insanlardan biridir. "Millet yoludur, hak yoludur, tuttuğumuz yol, Ey hak yaşa, ey sevgili Millet, yaşa, varol!.." diye yazıyordu; fikirleri ve duyguları da budur. Abdülhamit'e suikast yapan Ermeni'ye "Şanlı avcı" demek zaafını mı gösterdi; bu zaafı da hayatında taşır... Velhasıl Fikret, dış planında ne gösteriyorsa, iç planında da onu yaşamıştır. Galatasaray Sultanisi, onun zamanında en ileri ve örnek bir okul haline geldi. Öğrencilerini de kendisi gibi dürüst, ahlâklı, temiz yetiştirebilmek için çok çalıştı. Okulu istediği duruma getirmek için, hem Maarif Vekâletiyle boğuşuyor, hem okuldaki Fransız öğretmenlerin fanatikliği ile uğraşıyordu. Bu sırada devletin bütçesi açık veriyordu. Açığı kapatmak için hükümet, memurların maaşlarından yüzde 10 kısıntı yaparak bütçeyi denkleştirme kararı aldı. Tevfik Fikret: "Memurların maaşından yüzde 10 keserek denk bütçe yapan devlete hizmet etmem" dedi, Galatasaray müdürlüğünden ayrıldı. ÇOCUK ŞİİRLERİNİ «ŞERMİN» ADLI KİTABINDA TOPLADI Parası yoktu, sıkıntı çekiyordu. Devletin bütün memurları gibi, Fikret'in de birikmiş aylıkları vardı, fakat hazinede para olmadığı için alamıyordu. Bu sırada Fikret'in arkadaşları harekete geçtiler ve özel bir emirle Fikret'in birikmiş aylıklarının ödenmesi kararını çıkardılar. Kendisine bu haberi getiren arkadaşlarına, Fikret'in cevabı şu oldu: "Hayır!... Herkes sıkıntıda iken, ferahlamak istemem... Onların sıkıntısını paylaşmak, ferah olmaktan çok daha iyidir. Parayı kabul etmiyorum." Robert Kolej 'de hocalık etti. Çok sevdiği oğlu Halûk için yazdığı şiirleri, "Halûk" adı altında yayınlamıştır. Daha sonraları, 1914'te hece vezniyle yazdığı çocuk şiirlerini "Şermin" adlı kitabında topladı. 19 Ağustos 1915'te öldü. Kendisini anlatan bu kıt'ası, hayatına tıpatıp uyar: "Kimseden ümmid-i feyz etmem, dilenmem perri-bal, Kendi cevvim, kendi eflâkimde kendim tairim. İnhina, tavk-ı esaretten girandır boynuma, Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim." |
![]() |
![]() |
![]() |
#7 |
Forum Demirbaşı
![]() Üyelik Tarihi: Nov 2005
Konum: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 44
Mesajlar: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Thanked 2,624 Times in 685 Posts
Üye No: 3332
İtibar Gücü: 3940
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
![]() TİMUR ( 1336-1405 ) "Cengiz"e kadar uzanan bir soykütüğü var. Babası Togay, Barlas adlı bir kabilenin başkanı idi. Timur, Semerkant çevresinde Yeşilşehir (Keş) kasabasında doğdu (1336). İlk gençlik çağına ait bilgiler karışıktır. Hırçın bir delikanlı olarak bilinir. Ata biner, ok atar, avlanmayı severdi. Vuruşmak, döğüşmek, mizacında yatıyordu. Nitekim çok genç günlerinin birinde bir gece baskınına katıldı ve bacağından aldığı bir yara yüzünden, bütün hayatınca topal yaşadı. Bir başka vuruşmada da kolu sakatlanmıştı. Fakat çolak ve topal olmak, Timur'a ne aşağılık duygusu vermiş, ne hırslarına bir gem olabilmişti. Gözü pekliği, ataklığı sayesinde çabucak çevresinde kendisini tanıttı. Çağatay Hanlığı valilerinden Kaşgan Han'ın emrine girdi ve az sonra da kızı Olcay Türkân hatunla evlendi. Bir süre sonra Kaşgan Han, düşmanlarının bir tuzağına düştü ve öldürüldü. Kayınpederini öldürenlerden öç almak Timur'a düşmüştü. Timur, tuzak kuranları bir bir tuzağa düşürerek öldürdü. Bu başarısı Çağatay hükümdarı Kutluk Han'ın dikkatinden kaçmadı. Timur'u 10.000 kişilik bir ordusuna komutan tayin etti. AMAÇ, TİMUR' U BEYAZIT 'LA KAPIŞTIRMAKTI Timur, ikbal merdivenlerini adım adım çıkıyordu. Kutluk Han'a başarılı hizmetler gördü ve günün birinde de Belh şehrinde bağımsızlığını ilân etti. Hırslıydı, gözü pekti, acımasızdı. İyice güçlendiğine kanaat getirince, kurultay toplayıp kendisini hükümdar seçtirdi. Timur, ülkenin dizginlerini ele geçirince, çevresindeki devletlere saldırmaya başladı. Her birini bulduğu bir sebeple savaşa zorluyor, topraklarını, kendi topraklarına katıyordu. Doğu'da Çin sınırına kadar genişledikten sonra, İran ve Azerbaycan üzerine yöneldi ve buralarını da ele geçirdi. O sıralar, Osmanlılar, Yıldırım Beyazıt günlerini yaşıyorlardı. Gerek Yıldırım gerekse babası ve dedesi, Anadolu'daki birtakım beylikleri ele geçirmişler ve Anadolu birliğini kurma yoluna girmişlerdi. Beyliği elinden alınanların arasında Karakoyunlu hükümdarı Yusuf Han da vardı. Yusuf Han, kaçmış ve Timur'a sığınmıştı. Beyliğini ele geçirmek için Timur'u, Beyazıt ile kapıştırmaya çalışıyordu. Bahane bulmakta üstüne olmayan Timur, Beyazıt'a bir mektup yazarak, Anadolu'daki beylere topraklarını geri vermesini istedi. Fakat asıl maksadı, Osmanlıların kendi himayesine girmelerini sağlamaktı. Yıldırım ile Timur arasında hakaret dolu yazışmalar yapıldı. Sonunda iki tarafın ordusu, Ankara'ya yakın bir yerde Çubuk ovasında karşılaştılar. PAPANIN EKMEĞİNE YAĞ SÜRMÜŞTÜ Yıldırım Beyazıt komutanlarının ihaneti yüzünden Timur'a yenildi ve esir düştü. Bu esaret sırasında Timur'un Yıldırım Beyazıt'a karşı davranışı çeşitli tarihlerde başka başka anlatılmıştır. Bazı tarihçiler, Timur'un, Yıldırım'ın karısı ile evlendikten sonra Yıldırım'ı demir kafese koyduğunu ve gözü önünde karısı ile âlemler yaptığını yazarlar. Bazı tarihçiler de Yıldırım'a iyi davrandığını, itibar ettiğini söylerler. Fakat nasıl davranılmış olursa olsun, Yıldırım Beyazıt kahrından öldü. Timur, Anadolu'yu baştan başa ele geçirdikten ve eski beylere yerlerini vererek kendisine bağladıktan sonra Semerkant'a döndü. Timur'un hırsı, Yıldırım'ın gururu yüzünden tarihin en büyük hatası işlenmiştir. İki büyük Türk devleti, hiçbir ciddî sebep olmadığı halde, meydan savaşı vermiş ve biri, diğerini yok etmiştir. O tarihte Avrupa'nın Belgrad'a kadar olan toprakları, Osmanlı hakimiyeti altına girmişti. Avrupa'nın Türk ordularına karşı direnme gücü yoktu. Asya, Avrupa kıtalarını kaplayan büyük bir Türk imparatorluğu kurulmak üzere idi. Timur'un, Çin'e döneceği yerde, Osmanlı Türklerine dönmesi, kendi imparatorluğunun da işine yaramamış fakat Papa'nın ekmeğine yağ sürmüştü. Çünkü Papa, Osmanlı orduları ile başa çıkamayınca, Timur'a heyetler göndermiş ve ona Osmanlılar üzerine yürümesini ve kendisini kurtarmasını rica etmişti. Nitekim Timur'un Anadolu'yu ele geçirmekle yetinmesi ve asıl bereketli Balkan topraklarına geçmemesi de bu yorumun berkitir. TEŞKİLATÇI, STRATEJİST OLARAK BÜYÜK BİR KOMUTAN Kimin doğru, kimin yanlış bir iş gördüğünü tarih ortaya koymuştur. Osmanlı İmparatorluğu'nun, sadece 30 yıl gibi çok kısa bir duraksama döneminden sonra, yeniden ve eskisinden daha güçlü olarak kurulabilmesi buna karşılık Timur İmparatorluğu’nun, Timur'un ölümünden kısa bir zaman sonra eriyip gitmesi, hangi imparatorluğun fikir temeline, hangi imparatorluğun kör güce dayalı olduğunu ortaya koymuştur. Timur 1405'de öldü. Timur'un kan yağmuru altında kurduğu imparatorluğu, yüzyıl bile sürmemiş, kardeş kavgaları, komutan başkaldırmaları içinde yüzerek, sönüp gitmiştir. Timur, bir teşkilâtçı, bir stratejist, bir komutan olarak büyüktür. Fakat acımasız olduğu için çok kan dökmüştür. Sağlığında, savaş ve politika hakkındaki görüşlerini, Moğol geleneklerini, kendi hayatını ve çocuklarına öğütlerini içeren bir kitap yazdı: "Tüzükât-ı Timur". |
![]() |
![]() |
![]() |
#8 |
Forum Demirbaşı
![]() Üyelik Tarihi: Nov 2005
Konum: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 44
Mesajlar: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Thanked 2,624 Times in 685 Posts
Üye No: 3332
İtibar Gücü: 3940
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
![]() TİRYAKİ HASAN PAŞA ( ? – 1611 ) Enderun'da yetişti. Uzun süre saray çevresinde görev aldı. Sonradan dış görevlere verildi. En uzun kaldığı görev, Zigetvar Beylerbeyliği’dir. Burada sürekli olarak 20 yıl kaldı. Macaristan'ı ve Batılıları çok iyi tanımıştı. Palangalardaki hayatı iyi biliyordu. Osmanlılar, belki de bu yüzden uzun yıllar Hasan Paşa'yı hep sınır-boyu valiliklerinde bulundurdular. 1594'de Bosna Valiliği'ne atandı. Kısa bir zaman sonra da Kanije muhafızlığına getirildi. Kanije Macaristan'ın 5 sancağını birleştiren bir genel valiliğin merkezi idi. Berkitilmiş kalesi ile, Batı'dan gelecek akınları göğüslüyordu. Bu yüzden, Batı sınır hayatını çok iyi bilen Hasan Paşa, bu valiliğe getirilmişti. Fakat getirilişinin üstünden pek bir şey geçmeden Almanlar, yanlarına Macarları da alarak 100.000 kişilik bir ordu ile Kanije üzerine yürüdüler. Yanlarında, 47 ağır top taşıyorlardı. Kanije'yi kuşattılar. KALEDE NE YİYECEK NE DE BARUT VARDI Tiryaki Hasan Paşa, gafil avlanmıştı. Kalede ne yeterli kadar yiyecek, ne de barut vardı. Almanlar, her gün kalelere bir iki bin gülle savuruyorlar, Hasan Paşa açılan gedikleri örüyor ve karşılık veriyordu. Kaledeki bütün asker 3000 kadardı. Kış bastırmıştı, İstanbul'dan yardım gelmesi olanaksızdı. Hasan Paşa'nın da kalede 100 kadar topu vardı ama, barutu çok azdı. Nitekim bir an geldi barut da tükendi. Hasan Paşa kalede barut yapmanın çarelerini aramaya başladı. Buldu da... 5. bölüğün ağası Ahmet Ağa, barut yapmasını biliyordu. Gerekli maddeler bulundu ve barut yapımı başladı . Fakat bu da yetmedi. Çünkü bir süre sonra yiyecek de tükenecek ve kaledekiler aç kalacaklardı. Fakat Hasan Paşa, kurnazlık ediyor, geceleri kale dışına saldığı adamları ile ölülerin ceplerine mektuplar koyduruyor , bu mektuplarda güya büyük bir ordu ile Hasan Paşa'nın imdadına gelen sadrazama bilgi veriyordu. Düşmanın eline geçen bu mektuplar, kale dışındakilerin moralini bozdu, çünkü mektuplara göre, kalede bol yiyecek vardı ve bitmez tükenmez barutları ile yıllarca dayanabileceklerdi. Yüz binlik ordunun başındaki Arşidük Ferdinand, kendi askerini heveslendirmek için, kalenin yakında düşeceğini söylüyor ve Hasan Paşa'nın kellesini getirene, Kırk köyünü bağışlayacağını ilân ettiriyordu. İçerdekiler başka sıkıntı içinde, dışardakiler, başka sıkıntı içindeydiler. Çünkü Almanlarla kuşatmaya katılmış bulunan Macarlar, Türklere karşı dövüşmek istemiyorlar, silahlarını gelişigüzel boşaltıyorlar ve Almanları çileden çıkarıyorlardı. Yetmiş üç günlük kuşatmadan sonra, Hasan Paşa'nın dayanacak tarafı kalmadı. Çünkü yiyecek de bitiyor ve barut yapmak için malzeme bulamıyorlardı. Tiryaki Hasan Paşa, son oyununu hazırladı. Düşmana yakalattığı son mektubunda, sadrazamın çok yakınlara geldiğinden ötürü duyduğu memnuniyeti bildirdi. Arşidük, tedirgin günler geçirmeye başladı. 18 Kasım 1601 gecesi, Hasan Paşa bir baskın hareketi düzenledi. Birkaç bin kişiden ibaret kuvvetlerini, iyice hazırladı ve bir anda kale kapılarını açarak düşman üzerine saldırdı. Bir yandan da mehter takımı, gökleri dolduran davul sesleri ile cehennemi bir gürültü koparmıştı. Mehter seslerine, Allah Allah sesleri karışıyor, bu gürültü ile uykularından uyanan Almanlar, başta Arşidükleri olduğu halde, atlarına atlayıp kaçıyorlardı. Çünkü beklenen serdarıâzamın ordusunun yetiştiği mehterden belli idi! Akıncı taburu Komutanı Kara Ömer Bey, bir avuç atlısı ile düşmanın peşine düştü. 18.000 kelle uçurulmuştu. Arşidükün karargâhı, olduğu gibi ele geçti. Tiryaki Hasan Paşa, Arşidük'ün çadırında altın ve gümüşten iki taht ve 12 kürsü buldu. Ordunun hazinesi ve mücevherlerini götürememişlerdi. Alman müttefik ordusu, bu savaşı 80.000 ölü ile kapattı. 47 top, 14.000 tüfek ele geçirilmişti. Artık Hasan Paşa'nın, yıllarca dayanacak malzemesi vardı. HASAN PAŞA , ZEKASI VE ÇABUK KARAR VERMESİYLE TANINMIŞTI Haber İstanbul'da padişaha ulaştığı zaman, III. Mehmet, son derece memnun oldu. "Tiryaki Hasan Paşa'ya mareşallik rütbesini vermekle kalmadı, mücevherli bir kılıçla, yine mücevherli 3 at takımı gönderdi ve savaşta yararlığı görülen Kara Ömer Beyi, tümgenerallik rütbesi ile, Beç Valiliği'ni verdi. Tiryaki Hasan Paşa, zekâsı , cesareti, keskin kavrayışı ve çabuk karar verme yeteneği ile tanınmış bir Türk komutanıdır. Bulunduğu bütün görevlerde bu hassalarını iyi kullanmış, yenilgi görmeden uzun yıllar yaşamıştır. Kanije'den sonra Bosna Valiliği'ne, oradan da Rumeli Valiliği'ne gönderildi. Celâli eşkıyalarından Canbulat'ın üstüne düzenlenen ordunun komutanlığına yine Hasan Paşa getirilmiş ve bu işi de başarı ile sonuçlandırmıştır. Yeniden Budin Valiliği'ne tayin edildi. Bu görevi sırasında hayata gözlerini yumdu. |
![]() |
![]() |
![]() |
#9 |
Forum Demirbaşı
![]() Üyelik Tarihi: Nov 2005
Konum: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 44
Mesajlar: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Thanked 2,624 Times in 685 Posts
Üye No: 3332
İtibar Gücü: 3940
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
![]() TURGUT REİS ( 1490-1574 ) yiğit!.. Barbaros'un "benden üstündür" dediği denizci... Batı'nın en büyük amirali olan Anderya Dorya'yı yenmiş, hem yenilmiş bir amiral... Akdeniz kıyılarını adı ile titretmiş bir bahadır... Frenk gemilerinde forsalığın bile çürütemediği yaman bir Osmanlı... 1485 yılında Muğla'nın bir köyünde doğdu. Babası fakir bir çiftçi... Turgut, gözünü budaktan esirgemez, attığı taşın altına koşan bir haşarı çocuk... iyi ok atıyor, iyi güreş tutuyormuş... Kabına sığmadığı için, köyüne de Muğla'ya da sığmamış; günün birinde, limanlardan birinden bir Türk gemisine levend yazılıp Akdeniz'e açılmış... Böylesine bir yiğidi, ancak deniz paklar... BARBAROS'UN KARDEŞLERİ İLE BİRLEŞTİ Kısa bir zamanda Turgut, kendisine bir gemi uydurmuş ve adamlarını topladığı gibi, ver elini Cerbe adası!.. Cerbe Adası, o yıllarda, korsanların harman olduğu yer... Her milletten bileğine güvenen, Cerbe adasındadır. Burada, Barbaros Hayrettin'in kardeşleri de var. Turgut, Barbaros'un kardeşleriyle arkadaş olur. Birleşirler, Hıristiyan sahillerini velveleye verirler. Artık, Barbaros'un büyük filosundadır. Gemi bağlamaları, sahil yağmaları gırla gider. Turgut'un adı artık bütün Akdeniz kıyılarını tutmuştur: Dragot... Derken, 1538 yılının 27 Eylülüne geliriz. Anderya Dorya, bütün Hıristiyan devletlerinin donanmasını arkasına takmış, Ehli salip donanması halinde Preveze önlerine gelmiştir. Tarihin en büyük kalyon savaşı yapılacak. Barbaros, bütün gemicilerini toplar. "Düşman sayıca üstün. Biz Preveze limanında mı kalalım, açıkdenize mi çıkalım?.. Ne dersiniz?.." deyince, Turgut Reis, Barbaros'un yürekten dilediği cevabı patlatır: "Açık denize!" Sonunda karar da öyle çıkar. Turgut Reis, gönüllü gemileri yönetir bu savaşta ve Anderya Dorya'nın koca kalyonlarını, baştardalarını biçer geçer... Turgut'un Akdeniz günlerinde bütün Avrupa sahilleri, dehşet yıllarını yaşamıştır. Fakat, bir gün, "Leventler, az biraz soluklansınlar, gemiler yağlanıp perketilsin, ben de birkaç gün 'Gerallata'nın hamamlarında kemiklerimi yumuşatırım" deyip Korsika adasının limanına yanaşınca, Anderya Dorya'nın gemilerini de limanı da kapatır. 1540 yılının 15 Haziranında bir baskın!.. Turgut yenilir ve tutsak edilir. Akdeniz'i tir tir titretmiş koca Turgut, şimdi bir baştardanın küreklerinde forsalık ediyor! Gemilerin kürekleri çürür ama, Turgut'un çelikten bilekleri çürümez. Sonunda gemide kalmasını sakıncalı bulanlar, Turgut'u götürüp Cenova zindanlarına kapatırlar... BARBAROS, TURGUT REİS'İ KURTARIR Derken, 1543 yılı gelir. Piyale Paşa komutasındaki Türk donanması, Fransız Kralı'na yardım için İspanya sahillerini hallaç pamuğuna çevirdikten sonra, Barbaros, gemilerin bir bölümünü alır, Cenova limanına dayanır: "Verin Turgut'u!.." Cenovalılar bakarlar ki, çare yoktur. Barbaros'un isteğini yerine getirirler ve zindandan Turgut Reis'le, Salih Reis'i çıkarıp Barbaros'a teslim ederler! İki büyük dost, iki büyük denizci, kucaklaşırlar böylece... 1546'da Barbaros ölünce, Kaptanıderyalık, Turgut Reis'e düşerdi. Ama saray fitneleri ve fiskosları yüzünden bu makam Turgut Reis'e verilmedi. Elbette, yüreği burkulmuştur Turgut'un... Fakat sesini çıkarmadı. Tam bu sırada, Haçlılar'ın şerrinden Cezayir tehlikeye düşmüştü. Koştu Turgut, bunu padişaha haber verdi. Padişah bu hizmetine karşılık Kariyeli Sancak Beyliği'ni verdi Turgut'a... Bu üçüncü sınıf bir hizmet yeri idi. Memnun kalmadı. Fakat Kanunî, "Kim Tunus'u alırsa, beyliğini ona vereceğim" demişti. DİN GÜCÜ, MİLLET AŞKI İLE VURUŞTU Turgut Reis, donanma ile birlikte Malta adasına geldi. Burası bir korsan yuvası idi. Kuşatıldı. Eğer Sinan Paşa, Turgut'un dediklerine kulak verseydi, ada alınmış, devletin bayrağı kalenin burcuna çekilmişti. Ama olmadı. Tunus'a varıldı ve Turgut, din gücü, millet aşkı ile vuruştu. Tunus alınmıştı. Fakat yine saray oyunları başladı. Tunus Beyliği'ni Turgut Reis'e vermediler. Ama Turgut, bu sefer kararlı idi. Atladı, Edirne'ye gitti. Edirne'de selâmlık alayında iken Kanunî'nin önüne çıktı: "Bize Tunus Beyliği vaad etmiştin Sultanım... İşte sana Tunus'u getirdik... Hani beylik?.." deyiverdi. Padişah, vaadini de, sarayda dönen oyunları da hatırlayıverdi Gülümsedi yaşlı deniz kurduna, geçti. Ertesi gün ferman çıkmış, Turgut Reis, Tunus Bey'i olmuştu. Koynunda fermanıyla geldi, oturdu. Ama İtalyanlar, hele İspanyollar telâşa düştüler. Korsanken başede-medikleri Turgut'la, Osmanlı beylerbeyisi olarak nasıl geçineceklerdi. Büyük bir donanma topladılar. Haçlı sefer hazırlandı. 14 Mayıs 1560 tarihinde Cerbe sularında iki donanma kozlarını pay etmek için karşılaştılar. Kaptanıderya, Piyale Paşa'nın komutasındaki donanma, Turgut Reis'in aklı ve ustalığı ile, Haçlı donanmasını parça parça etti. Malta Kuşatması'na katıldığı sırada, ateş hattında "Ha yiğitlerim" diye askeri yüreklendirirken şehit oldu (22 Haziran 1576). Onunla Akdeniz, en yiğit ve savaş ustası dostunu kaybetmiştir. |
![]() |
![]() |
![]() |
#10 |
Forum Demirbaşı
![]() Üyelik Tarihi: Nov 2005
Konum: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 44
Mesajlar: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Thanked 2,624 Times in 685 Posts
Üye No: 3332
İtibar Gücü: 3940
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
![]() ULUĞ BEY ( 1344- 1449 ) Timur'un küçük oğlu Şahruh, Uluğ Bey'in babasıdır. Onu, büyükannesi Imparatoriçe Saray Mülk Hanım himayesine aldı ve yanında büyütüp, eğitti. 22 Mart 1394'de İran'ın Sultaniye şehrinde doğdu. Çağın bilginlerinden ders aldı. 17 yaşına bastığı 1411 yılında, Maveraünnehir eyaletine, imparatorluk naibi olarak görevlendirildi. Maveraünnehir eyaletinin başkenti, Semerkant'tır. ÇAĞININ EN İLERİ FİKİRLERİ İLE DOLU İDİ Semerkant, Buhara, Fergana, yani Maveraünnehir havzası, tarihin büyük fikirlerine ve fikir adamlarına yataklık ve kaynaklık etmiş bir bölgedir. Çok değerli din, tasavvuf, fikir ve sanat adamı yetiştirmiştir. Daha 17'sinde iken, böyle bir bölgeye imparator naibi atanan Uluğ Bey, çağının en ileri fikirleriyle dolu idi. 38 yıl bu bölgede, gerçek bir imparator gibi yaşamış ve çevresine, çağın en ileri bilginlerini, sanatkârlarını toplamış, sarayını bir üniversite haline koymuştur. Tarih felsefecilerinin, "Timuroğulları Türk Rönesansı" adını verdiklerini uygarlık hamlesinin gerçek kurucularından biri olmuştur. Yalnız çevresinin değil, çağının en ünlü matematikçilerinden, astronomlarından biri idi. Osmanoğullarının 2. Murad döneminde yaşıyordu. 2. Murad, Semerkant hükümdarının fikir ve sanatta açtığı çığırı yakından izliyor, bu hareketlerden yararlanıyor, Uluğ Bey de, 2. Murad'ın Osmanlı ülkesinde başlattığı fikir ve sanat hareketlerini dikkatle izliyordu. ORDUSUNU DÜZENLEDİKTEN SONRA KENDİNİ BİLİME VERDİ Hükümdarlığının ilk yıllarında, bölgesindeki asayişi sağladı, çevresini düzene soktu, ordusunu caydırıcı bir güç haline getirdikten sonra, kendisini bilime ve uygarlığa verdi. Dünyanın ve insanların, savaşla değil barışla düzeleceğine, bilim, sanat ve fikrin savaş değil, barış aradığına inanıyordu. Uygar bir dünya kurmadan, insanların mutlu olacaklarına inanmak hayaldi. Bir taraftan Çin'e, bir taraftan Osmanlılara heyetler göndererek, oralardaki bilginleri kendi ülkesinde, toplamaya çalıştı. Kendisi de, Semerkant'ta kurduğu rasathanede çalışıyor, Arapların bir yere kadar geliştirdikleri gökbilgisini, hem daha da geliştiriyor, hem yanlışlarını düzeltiyordu. Babasının ölümü üzerine Uluğ Bey, Doğu Türk Hakanlığı tahtına oturdu. (1446) Fakat üç yıl geçmeden oğlu, Uluğ Bey'e başkaldırdı. Etrafına topladığı insanlarla Semerkant'a yürüdü. Oğlunun bu hareketi, duygulu, bilgin babayı çok üzdü. Fakat o da ordusu ile oğlunun karşısına çıktı ve onu yendi. Merhametli idi. Oğlunu bağışladı. Baba, oğlunu bağışlamıştı ama, oğlunun hırsı babayı bağışlamamıştı. Yeniden bir ordu topladı ve yeniden babasına saldırdı. Bu sefer talih oğlundan yana idi. Uluğ Bey 1449'da öldürüldü. Baba katili oğlu da tahta geçti. TÜRK KÜLTÜRÜNÜN EN BÜYÜK İNSANLARINDAN Uluğ Bey, Semerkant Rasathanesi'nde bir ömür boyu yaptığı gözlemlerini "Ziyc" adlı bir eserde toplamıştır. Bu eser, daha 15. yüzyılda Latince'ye çevrildi ve 16. yüzyılda hemen bütün Batının astronomi ve matematik kaynağı olarak elden ele geçti. 17. yüzyıl Avrupa üniversitelerinde okunan ders kitabı olmuştur. Galile'den çok evvel, Galile'nin vardığı yere varan ve dünyanın döndüğünü fark ederek hesaplarını buna göre yapan Uluğ Bey, Türk kültürünün en büyük insanlarından biridir. Yazık ki, ömrünün en verimli bir çağında 55 yaşında iken evlât ihanetini görerek öldü. Uluğ Bey'in 38 yıllık hükümdarlığı sırasında Semerkant, Buhara, Fergana, Kâşgar ülkelerinde bilim, sanat, edebiyat ve fikir, en yüksek doruklara ulaşmıştır. Bir uygarlık öncüsüydü. Türk soyunun büyükleri arasındaki yerini, gelecek zamanlarda da şerefle koruyacaktır. |
![]() |
![]() |
![]() ![]() |
Konuyu Görüntüleyen Aktif Kullanıcılar: 2 (0 üye ve 2 misafir) | |
|
|
![]() |
||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Tarihte Ve Günümüzde Türk-Yunan Mücadelesi | ÇaKıR- | Eskiler (Arşiv) | 0 | 04-22-2008 02:16 AM |
12 Dev Adam üç büyükleri solluyor | Shekil | Eskiler (Arşiv) | 1 | 08-21-2007 10:11 AM |
Türk Büyükleri... | M@D_VIPer | Tarih | 35 | 05-11-2007 12:48 AM |
Tarihte Kurulan 16 Büyük Türk Devleti | KaPGaN | Tarih | 16 | 04-21-2007 12:19 AM |