![]() |
![]() |
#111 |
Uzman ®
![]() Üyelik Tarihi: Jun 2007
Konum: Cezaevi ¿
Mesajlar: 2,547
Teşekkür Etme: 16 Thanked 27 Times in 23 Posts
Üye No: 43364
İtibar Gücü: 1866
Rep Puanı : 3450
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet : Erkek
|
![]() Ölüyorum Nerdesin Annem
Ölüyorum Nerdesin Annem Dargın bakan gözlerinde nem, Yüreğinde buğu var annem. Seni sordum, 'gitti' dediler. Yüreğimi kesip biçtiler. Eriyorum, nerdesin annem? Bir hasret tarlasıyım sensiz. Ne ekenim var, ne biçenim... Öyle deştiler ki yaramı, Sargı tutmuyor, çaresizim. Sahipsizim, nerdesin annem? Bu şehrin *******i soğuk. Tüm sokaklar buz dağı annem. Şimdi başka üşümekteyim. Nisanda yaprak dökmekteyim. Bitiyorum, nerdesin annem? Ellerim avucunda değil, Düşler hiç ısıtmıyor annem. Sensiz her saat, yüzyıl sanki. Hayat katran karası şimdi. Ölüyorum nerdesin annem? Resul Üstün
__________________
'' Efsaneler Olmez , Shekil Degistirir ''
|
![]() |
![]() |
![]() |
#112 |
Uzman ®
![]() Üyelik Tarihi: Jun 2007
Konum: Cezaevi ¿
Mesajlar: 2,547
Teşekkür Etme: 16 Thanked 27 Times in 23 Posts
Üye No: 43364
İtibar Gücü: 1866
Rep Puanı : 3450
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet : Erkek
|
![]() Özgürlük, İntihar Yüzlü Bir Yaşamdır
O geldiğinde, doğayla birlikte içimizin de kıpır kıpır olduğu, çoluk çocuk ailecek coştuğumuz baharlardan değil bu bahar.Kara bulutlarla kaplı gökyüzünün mavimsi gözyaşları kudurmuş deli bir sel gibi çağlamakta. Önüne katıp silip süpürmekte, güzellikten yana gördüğü ne varsa alıp götürmekte. Bir yanımız çamur deryası, bir yanımız küllenmiş köz içinde yangın yeri anlayacağın. Bildiğimiz toprak ana; analıktan uzak; aşılması olanaksız ıslak bir tuzak… Zemin, iki uçlu keskin bir bıçak gibi kıyıcı ve kaygan. Dokunsan uçuracak, kan gölüne çevirecek pamuk ipliğine bağlı intihar yüzlü yaşamı. Adına yeni yeni alışmaya çalıştığımız bulvar boyunca esas duruşta sıralanan bulanık çimen yeşili rengiyle iğne yapraklı çamların kırılgan dallarında, artık Mayıs cıvıltılarıyla ortalığı ayağa kaldıran tanıdık yüzlü, ürkek dost serçeler de yoklar. Küçücük yüreklerini daha bir güvende hissedebilecekleri başka diyarlara mı göçtüler, yoksa buna fırsat bile bulamadan ölümlere doğru yolculandılar da, biz insancıklar mı anlayamadık? Özlemle beklediğimiz yüreği avucunda soğuk sabahlarımızın tiryakilik yaratan nargile kokulu, yetim ötüşlü guguk kuşlarının kızıl kahverengi gözlerindeki korku ve telaşı görmemek için, deve kuşları gibi başlarımızı olmayan kumlara mı gömdük acaba? Uluorta yerde saklanmaya mı çalışıyoruz? Bilinen gerçeklere ne zamana kadar, nasıl sırt dönülebilir ki…? İnsanın kendi kendisinden kaçması ve gizlenmesi kadar daha saçma bir düşünce olabilir mi? Tarlaların derin toprakaltı labirentlerinin başına buyruk hükümdarları olan gözden yoksun fareleri gibi kör müyüz, yoksa kör görünmek hoşumuza mı gidiyor? Aaah, dünyanın çarkını kaygısızca feleğin çemberinden geçiren, iş başa düşünce de yürümeyi bile beceremeyen biz duyarsız, umursamaz insancıklar ah! Yürek yangınlarına yakalanıp cayır cayır yanan canlara “bir tekme de benden” deyip, sonra da kurtarıcı ilah pozları takınan doyumsuzlar ah! Terkedilmiş sahipsiz, oymalı bazalt duvar yıkıntıları altında yumruk kadar yüreğinde ormanlar büyüten; gerçekte ise, ak yapraklı bir papatya çiçeğine hasret, göz pınarları kurumuş bir anne ağlıyor sessiz sedasız. Yüzlerce acıya ev sahipliği ve tanıklık etmiş duvarda sallanan gazsız, kokusuz uyuz bir şinanay, Kermanşah Bağası’nın sarımtırak rengiyle edepsizce göz kırpıyor donmak üzere olan okulsuz bir okul çocuğuna. Anne yüreği bu, dayanır mı hiç? O ormanlar büyüten koca yüreğinde bir yanardağ volkanı tetikte beklerken; sarılmadan, koklamadan, öpemeden doyasıya, içini doldurmadan evlat kokusuyla; yedi düvel yetmiş bin topla gelse ne yazar? Yüzlerce kez, binlerce yıkıntı altından doğrularak başı dik durmayı ve sendelemeden yürümeyi başarmış bir toprak anadır, bir Mezopotamya kadınıdır o. Şakaklarına karlar yağmış otuzunda bir üniversiteli şoför, yavan kuru ekmeğe sarılan kimsesiz aç bir çocuk gibi iki eliyle sımsıkı sarılmış direksiyona. Gözleri dikiz aynasında, beyni son dersin son sınavında. Dörtyol’un göbek refüjüne yaklaştığında, hızını 60’tan 120’ye çıkararak otosunu uçuruyor adeta. Kırmızı ışık, yeşil ışık… Trafik kuralları kimin umurunda? O, geç de olsa hayallerini gerçekleştirebilme olasılığının son durağında gözlerini kırpmadan ilerliyor.Onun için asıl can pazarı, sabahsız gecenin bir türlü gelmeyen uzak yarınlarındadır. Dilinde “yarınları kuracak olanlar sizlersiniz” özlü sözü, sırtında yıllanmış şarap değerinde pörsümüş sakosu, gözlerinde güneşin tükenmez ışığı, bir eğitim emekçisi yürüyor. Yüreği, ciğerci ustasının mangalındaki közde pişiyor, o bunun farkında değil. Hayallerinin peşine takılmış, ayaklarının götürdüğe bilinmez yere doğru sürükleniyor. Ah öğretmenim! Senin düşünü kurduğun dünya böyle değildi biliyorum. Biliyorum bahar gelmez, otlar yeşermez sen olmasan. Nehirlerin akışı tersine döner emeğin olmazsa. Bir köşe başında üstü başı perişan trilyonluk bir dilenci “Allah rızası için bir sadaka” dileniyor. Onur, şeref... tüm değerler ayaklar altında inliyor. Mecliste bir vekil şeref, namus andı içiyor. Bir metropolde kurşunlanmış öğrenci cesetleri bulunuyor ve Bağdat’ta bir cami bombalanıyor. Bir kuytuda yüzleri ve yürekleri maskeliler boyunlar kesiyor. Yaratana rağmen, yaratan adına canlar alınıyor. Bakarkörler dünyasında doyumsuz bir lider renkli camlardan haykırıyor: Yakarak, yıkarak, çirkinleştirerek ve yok ederek dünya insanlarını özgürleştiriyor! Yaşasın özgürlük! Resul Üstün
__________________
'' Efsaneler Olmez , Shekil Degistirir ''
|
![]() |
![]() |
![]() |
#113 |
Uzman ®
![]() Üyelik Tarihi: Jun 2007
Konum: Cezaevi ¿
Mesajlar: 2,547
Teşekkür Etme: 16 Thanked 27 Times in 23 Posts
Üye No: 43364
İtibar Gücü: 1866
Rep Puanı : 3450
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet : Erkek
|
![]() Pisagor Da Bılmez Bu Hesabi
Gece oli, ay dolani. Ay dolananda ay yüzli olisan. Sabah oli, gün dolani. Gün dolananda gün yüzli olisan. Söyle bahan çayır gözli; Şimdi sen nesen? Ay misen, güneş mi? Yoksam Samanyolında şop mi...? Bi görünisen, bi kaybolisen. Ne gülisen, gülem; Ne ağlisan, ağliyam. Bele sevda da olmaz ki kadan alam. Ya ben gelem, düşman çatlasın, Ya sen gel, göynüm bayram etsın. Yok, eğer çekıp getmaksa kararın; De hade durma get, ne durisan? Daha bu gaybanalığ, Daha bu zalımlığ niye ki...? 'Uğurlar ola, Bastığın torpağlarda güller yeşere' demesem de; Sahan 'kör olsan kız, Kısır ömür olasan, Heç mırad almayasan' da diyemem. Niye, bıli misen çayır gözli? Çünki seni seviyem ulan zalımın kızi! Hemi de çarpmanın en zor işlemi ile... Seni çok kere çok seviyem. De hadi çarp bakayım. Neyi neyle çarpacaksan bi göreyim. Düşüniyem, taşıniyem olmi. Heç bi çığar yol bulamiyem. Kırtlegime kadar dolmuşam. Aşaği top sakal, Yuğari kaytan bıyığtır. Geri yutan da kıcığoğli kıcığtır. Eeeeeee? Peki şımdi ben nere tükürem? Seni anlamakta zorlaniyem. Kimsen, nesen? Yağmur yağanda sel olisan, Kar yağanda tipi, boran... Güneşte de cehennem ataşi olisan. En eyisi daha çok yorma beni. Diri diri mezara gömme. Madem ki getmaktır niyetın; O zaman durma, hedi çek git. Nasılsa geçmişimize dinamit, Gelecağımıza da Sırat'i döşemişsen. Sankim kalsan, ne değgişecak ki...? Nasılsa üregim şimdi kan çeşmesi. Ne dikiş tuti, ne de kör tıpa... Ele ki kırtlegime kadar dolmuşam. Boğuldum, boğulacam, tüküremiyem. Niye, bıli misen sosyete saçli? Çünki seni çok seviyem ulan zalımın kızi. Hemi de çok kere çok... İstersen M.Ö. altı yüzlere git. Pisagor'a sor. İstersen Renê Deskartes'i çıkar mezardan. Yapsınlar bakayım bu hesabi. kaç edimiş 'çok kere çok.' Resul Üstün
__________________
'' Efsaneler Olmez , Shekil Degistirir ''
|
![]() |
![]() |
![]() |
#114 |
Uzman ®
![]() Üyelik Tarihi: Jun 2007
Konum: Cezaevi ¿
Mesajlar: 2,547
Teşekkür Etme: 16 Thanked 27 Times in 23 Posts
Üye No: 43364
İtibar Gücü: 1866
Rep Puanı : 3450
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet : Erkek
|
![]() Probus'tan Gelen Sevgili
Güneşin turuncu saçlarına tutunarak yüreklere şenlik bir miras uzanır. Asur'lardan, Hitit'lerden, Probus'tan taaa Bekilli'ye... Tırnakla kazılan toprak anadan, Ege'nin yeşili İrem bağlarına... Yârin dudağına işlenen bir şarab-ı bigaş, Yanaklarına nakışlanan bir şarab-ı erguvan... Tadı Hamravat'tan, Hevsel'den, Adı doğurgan Hilar bağlarından... Bazen hasretten damıtılan kanlı gözyaşları, Bazen dudaklardan dökülen efsunlu bir şiir... Gizemli sözcüklerin şarab-ı rozesi, Ah-u zarlı bülbülün şarab-ı tahuru... Söyler misin ey güneşin kızıl saçlı kızı! Sen misketten misin, pirinçten mi? Duttan mısın, ahudududan mı... Vişneden misin, kirazdan mı? Yoksa güzelim, sen üzüm habbesinden misin? Ulaşılmaz sevgilinin kar beyazı sinesi misin; Yârin al yanağı, Kızıl dudağı şarab-ı ruhi misin? Şiirle ilgili açıklamalar: Probus: İ.S. 282'de Roma'da üretilen bir şarap. Bekilli: Denizli İline bağlı, İle 86 km uzaklıkta, üzüm bağları ve şarabıyla ünlü şirin bir ilçe. İrem: Cennet Şarab-ı bigaş: Hilesiz, katıksız şarap. Şarab-ı erguvan: Erguvan renkli şarap Hamravat: Diyarbakır'da bir semt (eskiden şarabi üzümlerin yetiştirildiği bağ,bahçe) Hevsel: Eskiden Diyarbakır'da üzüm bağlarıyla meşhur olan bir yer (şimdi semt, bahçe) Hilar: İnsanoğlunun ilkel yaşam biçiminden, yerleşik aile düzenine geçtiği ve dünyada ilk tarımın yapıldığı, bu tarımla şarap üzümlerinin yetiştirildiği, Ergani'de tarihi bir sit alanı. Efsun: Sihir, büyü Şarab-ı roze: pembe renkli şarap Şarab-ı tahur: İçilmesinde dince sakınca olmayan içecek. Şarab-ı ruhi: Yıllanmış şarap Resul Üstün
__________________
'' Efsaneler Olmez , Shekil Degistirir ''
|
![]() |
![]() |
![]() |
#115 |
Uzman ®
![]() Üyelik Tarihi: Jun 2007
Konum: Cezaevi ¿
Mesajlar: 2,547
Teşekkür Etme: 16 Thanked 27 Times in 23 Posts
Üye No: 43364
İtibar Gücü: 1866
Rep Puanı : 3450
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet : Erkek
|
![]() Protesto
Karanlığın gönüllü bekçileri, ve ölüm şakşakçıları bir bir sustu. Dolunay hızla uzaklaşmakta. Gece sessiz sedasız çekilip yerini sabah ışıklarına bırakmakta. taptaze umutlarla birlikte, günahsız yeni bir gün doğmakta. Karanlık sokaklar aydınlanırken, tenhalar hızla canlanmakta. Ve karamsar bir yaralı yine yok yerine, biraz daha sevdalanmakta. Bir kadın çığlık çığlığa, acılar içinde can çekişmekte. Eros bin yılların kurnazlığıyla, sinsice ve haince gülümsemekte. ve inadına düşman gibi üstümüze düşmekte. Rüzgarlar kasırga olmuş, tufanlar yaratmakta. Kalan umutları da silip süpürmekte. Ve bir kuytuda ıslak bir serçe, uçmayı boşuna denemekte. Çırpındıkça çamura batmakta. kanatları güçsüz ve dermansız. Telekleri yakışıksız bir direnişte. Pusuda aç gözlü bir atmaca, iştahla fırsat kollamakta. Bir yediveren çiçeği anlaşılmaz bir protestoda. 'Yer Demir, Gök Bakır' misali yine çelişkiler ardı sıra yoğunlaşmakta. Resul Üstün
__________________
'' Efsaneler Olmez , Shekil Degistirir ''
|
![]() |
![]() |
![]() |
#116 |
Uzman ®
![]() Üyelik Tarihi: Jun 2007
Konum: Cezaevi ¿
Mesajlar: 2,547
Teşekkür Etme: 16 Thanked 27 Times in 23 Posts
Üye No: 43364
İtibar Gücü: 1866
Rep Puanı : 3450
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet : Erkek
|
![]() Sabotaj
Dilim dilinize, Yüreğim yüreğinize bağlandı. Gökyüzündeki yıldız sayısınca sırlarım, Gözlerinizde tutsaklığın esaretini yaşadılar. Böyle de olmaz ki… Damar damar içinde sarmaşıklara döndük. Ya azat edin gideyim, Ya öldürün aslıma döneyim. Yangın yerinden arta kalan Firari bir köy türküsüyüm şimdi. Bülbüller dokunamazken notalarıma Baykuş diline mahkum ettiniz beni. Paslı bir çivi gibi beynime çakılı kaldınız. Düşüncelerimden söküp atmak, Kurtulmak ne mümkün sevdanızdan. Bir yandan şah damarıma, Öbür yandan bedenime egemen oldunuz. Bahar kokulu düşlerime sabotaj kurup Yarınlarımın tam ortasında infilak ettiniz. Resul Üstün
__________________
'' Efsaneler Olmez , Shekil Degistirir ''
|
![]() |
![]() |
![]() |
#117 |
Uzman ®
![]() Üyelik Tarihi: Jun 2007
Konum: Cezaevi ¿
Mesajlar: 2,547
Teşekkür Etme: 16 Thanked 27 Times in 23 Posts
Üye No: 43364
İtibar Gücü: 1866
Rep Puanı : 3450
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet : Erkek
|
![]() Sakıncalı
Yurduma, insanlarıma, dağlarıma, ovalarıma, kuşlarıma, ormanlarıma, nehirlerime, derelerime, göllerime, denizlerime, ve bir avuç da olsa toprağıma, bir çakıl da olsa, taşıma sevdalıyım. Öyleyse ben sakıncalıyım. Sakının benden. Tan yeri ağarırken kumrunun, seherde gül dalında bülbülün, bahçede nar çiçeğindeki serçenin, karlı dağdaki kınalı kekliğin, sevdalı ötüşlerini seviyorum. Öyleyse ben sakıncalıyım. Sakının benden. İşçimi iş başında gülümserken, patronumu ekmeğini bölüşürken, ağamı ırgatıyla el ele yürürken, aydınlığın karanlığa egemenliğini görürken, kanatlanır, uçarım sevincimden. Öyleyse ben sakıncalıyım. Sakının benden. Resul Üstün
__________________
'' Efsaneler Olmez , Shekil Degistirir ''
|
![]() |
![]() |
![]() |
#118 |
Uzman ®
![]() Üyelik Tarihi: Jun 2007
Konum: Cezaevi ¿
Mesajlar: 2,547
Teşekkür Etme: 16 Thanked 27 Times in 23 Posts
Üye No: 43364
İtibar Gücü: 1866
Rep Puanı : 3450
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet : Erkek
|
![]() Sanal Söyleşiden Kalıcı Dostluğa Yolculuk
SANAL SÖYLEŞİDEN KALICI DOSTLUĞA YOLCULUK Sanırım 2005’in Kasım’ıydı. Aynı şehirde yerleşik olmamıza rağmen, aylardır görüşemediğim çocukluk arkadaşım İsa’yı çalıştığı kendi ofisinde görmeye gitmiştim. Kısa süreli bir hal hatır ve gidişat sorma muhabbetinden sonra ikimizin de yoğun ilgi alanı olan şiire getirdik konuyu. İkinci şiir kitaplarımızı karşılıklı imzalayıp birbirimize armağan ettik. Şiirlere kısa bir göz gezdirme etkinliğinden sonra İsa bana “ yahu kardaş, neden Antoloji’ye üye olmuyorsun? ” diye sordu. Üyeliğin nasıl olacağı konusunda beni yeterince aydınlattıktan sonra vedalaşıp İsa’nın Ofisi’nden ayrıldım. Eve geldiğimde yaptığım ilk iş Antoloji Yetkili Şairliği’ne üye olmak oldu. Sonra şiirlerimi kaydederek, duygu ve düşüncelerimin daha geniş kitlelerle buluşmasını sağlamaya çalıştım. Şiirlerim yurt içinden ve yurt dışından bir çok kişi tarafından okunmaya, eleştirilmeye ve yorumlanmaya başladığında kendime olan güvenim artmış, mutluluğum katlanarak artmıştı. Hiç tanımadığım, bilmediğim uzak diyarlardaki kişilerden övgü dolu ve cesaretlendirici iletiler aldıkça, yazmaya olan düşkünlüğüm vazgeçilmez bir tutku haline dönüştü. Adına “Sanal Âlem” dedikleri ortamda kişilikli, kişiliksiz, kültürlü ve cahil bir çok insanla tanışma ve tartışma olanağına kavuşmuş, karşılıklı bilgi alış verişinde bulunma olanağı yakalamıştım. Günün birinde netteki elektronik posta adresime gelen bir ileti beni bir şiir grubuna davet ediyordu. “Değerli şairim, sizi yeni kurduğumuz Cemre Şiir Grubu’na davet ediyorum. Aramıza katılmanız bizleri onurlandıracaktır” deniyordu. Bu çağrıyı yapan kişi, adını ilk defa duyduğum ve Londra’da yaşayan Ahmet Güven isimli gurbetçi bir halk ozanımızdı. Herhangi bir endişeye kapılmadan çağrıldığım gruba hemen üye oldum. Bu benim sanal yolculuktaki ilk durağım, ilk mola yerimdi. İlerleyen zaman süreci içerisinde diğer dostlarımla olduğu gibi, Ahmet’le de sık sık yazışmaya, bilgi alış verişinde bulunmaya başladık. Ben ona Diyarbakır’ı, o bana Londra yaşamını anlatıyordu. Derken, birbirimizin geçmişini deşmeye, karşılıklı geleceğe ilişkin düşüncelerimizi aktarmaya başladık. Dört dörtlük bir düşünce birliği olmasa da, ülke ve dünya geleceği ile ilgili birbiriyle çakışan düşüncelerimiz vardı. Daha sonraki günlerde birbirimizin aile bireylerini isimleri ile tanıma şansını da yakalayarak, onlarla da söyleşmeye başlamıştık. Fiziki ve coğrafi olarak birbirimizden binlerce km. uzakta olmamız, birbirimize ısınıp candan bağlanmamızı engelleyememişti. Artık Ahmet bizim aileden biri, biz de onun ailesinin birer bireyiymişiz gibi yakınlaşmıştık. Öyle ki çocuklarım ona “Ahmet amca” diyorlar, Ahmet amcaları da onlara “yeğenlerim” diyordu. Her ne kadar sanal bir ortam da olsa, adeta birbirimizin tiryakisi olmuştuk. Haberleşmediğimiz, söyleşmediğimiz günü yaşanmamış sayıyorduk. Zamanın ve kokuşmuş sistemlerin gazabına uğramış, çile çekmiş, en yoğun acıları yaşamış biz mağdurlarına hazırladığı karanlık pusuları, kurulan yeni ve candan dostluklarla yıkmaya çalışıyorduk. Sanal ortamda ilerleyen günlerle beraber onlarca şair ve yazardan oluşan yeni arkadaşlarımız ve dostlarımız olmuştu. Fiziki, coğrafi, dini ve siyasi inanç farklılığı olan bu dostlarımızla adeta geniş bir aile sistemi, demokratik bir sanal yaşam biçimi oluşturmuştuk. Sanki “sanal dostluklar ciddi dostluklar değildir” diye direten birilerinin inadına aksini kanıtlamaya çalışıyorduk. Kişisel ve siyasal çıkar kaygılarından uzak bir yaşam biçimini bu sanal ortamda gerçekleştirmek için her birimiz ayrı ve yoğun bir çaba harcıyorduk. Bunun en güzel örneğini 2006 Temmuz’unun ilk yarısında gösterdiğimizi sanıyorum. Ahmet uzun yıllar sonra, özlemiyle yanıp tutuştuğu toprağına, baba ocağı Afşin / Gözpınar’a geliyordu. Ahmet’im bu olayı, büyük bir düğün sonrası zifaf gecesine hazırlanan bir damat heyecanıyla biz dostlarına şöyle müjdeleyerek haykırıyordu adeta: “ Dostlar, yaklaşık bir hafta sonra baba ocağım Gözpınar’dayım! ” Ardından bana özel iletiler gönderip “Amedi ve sizleri çok seviyor ve merak ediyorum. Keşke olanağım olsaydı da, birkaç günümü bu kadim şehirde sizlerle birlikte geçirebilseydim” diyerek, yüreğinde kanayan derin özlemini ve bu özlemini giderememenin yarattığı üzüntüsünü dile getiriyordu. SEN DİYARBAKIR’A GELEMİYORSAN, DİYARBAKIR SANA GELİR Ahmet’in bacaklarından bir rahatsızlığı olduğunu ve yürüme güçlüğü çektiğini daha önceki yazışmalarımızdan öğrenmiştim. O yüzden Diyarbakır’a gelse bile, istediği gibi gezip dolaşamayacağını da biliyordum. Gerçi her yazışmamızda, severek ve isteyerek onun ayakları olabileceğimi, hatta onu sırtımda gezdirebileceğimi söylemiştim. Ama o bana böyle bir yük yüklemek istemediği için mi, yoksa zaman darlığından mı bilemiyorum; bu önerimi kabul etmemişti. Ancak her ne pahasına olursa olsun bu buluşma ve yüz yüze görüşme mutlaka gerçekleşmeliydi. Kendisine “sen Diyarbakır’a gelemiyorsan, Diyarbakır sana gelir” diye yazdığımda sevincinden adeta havalara uçtu. “Gerçekten sen gelir misin? Bu olası mı? Haydi yap böyle bir güzellik de gönlümüz bayram etsin be dostum! ” Ahmet’im bu tümceleri yazarken, sözcüklerinin yaydığı dostluk kokusu sanalın dışına taşarak, ta buralara kadar yayılıyor, bedenimi çalıştıran yüreğimi bu sevgiye bağımlı kılmaya yetiyordu. Karar verdim, Kahramanmaraş’ın Afşin İlçesi’ne, Ahmet’imin köyüne gidecektim. Ama tek başıma değil, Cemre Şiir Grubu’ndan birkaç şair dostumu da yanıma alarak gitmeyi düşünüyordum. Bunu gerçekleştirebilirsem, Ahmet için çok güzel ve anlamlı bir sürprizi de yaşama geçirmiş olacaktım. İlk iş olarak, Hakkari Yüksekova’dan şairliğe onurlu bir giriş yapmış olan sevgili dostum İrfan’a bu düşüncemi bildirdim. Sevgili İrfan, bu düşünceme olumlu yaklaşmakla birlikte zaman konusunda kaygılar taşımaktaydı. “İşlerimi yoluna koyup, zamanı denk getirebilirsem neden olmasın” diyordu. Kendisine, önümüzde daha iki hafta gibi koca bir zaman dilimi olduğunu söyleyip, Temmuz’un 25’ine kadar işlerini ayarlayabileceğini yazdım. O da “tamam abi. Ayarlamaya çalışacağım. Zaten seni de görmek ve tanımak için bir fırsat kolluyordum. Bu arada bir taşla iki kuş vurmuş olurum” diyerek bu gezi projeme destek sunuyordu. İrfan tamamdı. Ama bununla yetinmemeli, dostlar buluşmasının sınırlarını daha geniş tutmalıydım. Diyarbakır’dan çocukluk arkadaşım, şair dostum sevgili Serçe Yüreği (İsa Tekin) de arayarak bu düşüncemi ilettim. İsa da bu tanışma ziyaretine olumlu bakınca, sıra öğretmen arkadaşım Mikail’e gelmişti. Mikail de grubumuzun atak, canlı ve yazmaya meyilli bir üyesiydi. Onun bu yanını geliştirmek ve kendisine güvenini artırmak için onu da bu geziye dahil etmeliydim. En azından şair ve yazar kimliklerle bir araya gelerek, yazmaya olan eğilimi daha da artacaktı. Mikail de bu düşüncemi sevinçle karşıladı. Artık tek başıma değil, üç değerli şair dostumla birlikte yola çıkacaktım. Ama bu değişikliği Ahmet’e bildirmeyecek, sadece bir sürprizim olduğunu söylemekle yetinecektim. Çok diretse bile bu sürprizi kendisine açıklamayacaktım. Öyle de yaptım. Sabah saat beş gibiydi. Güneş Diyarbakır’ın üzerine yakıcı bir şemsiye gibi açılmaya başlamıştı ki, telefonum çaldı. “Sabahın köründe bu da kim” diye bakarken, sevgili İrfan’ın sesiyle kendime geldim. “Hocam ben İrfan. Diyarbakır’a vardım. Şimdi otogardayım” dedi telefonda. Sevincimden kanatlanacak gibi olmuştum. “Bekle geliyorum” dedim ve adeta uçarcasına yola koyuldum. Şehirlerarası otobüs terminali ile evimizin arası yaya olarak yaklaşık on beş dakika kadar sürüyordu. Ama ayaklarım beni öyle hızlı sürüklemişlerdi ki… Beş altı dakika sonra oradaydım. Şimdi sıra İrfan’ı tanımaya gelmişti. Öyle ya. O güne kadar birbirimizi hiç görmemiştik. Bakalım önce kim kimi tanıyacaktı. Otobüsler arasında dolaşarak, kafamda canlandırdığım İrfan tipini arıyordum. Bulamayınca, bir kenara çekilip telefonla aradım. Güya bir köşeye gizlenip beni görmesini engelleyecektim. Ama telefondaki ses “abi ben dışarıdayım. Anayol üzerinde bekliyorum” dedi. Terminalin her gün binlerce insanın ayakları altında ezilmeden dimdik ayakta duran kara bazalt taşlarından örülü merdiven basamaklarını heyecanla birer birer çıktım. Anayola çıktığımda uzun boylu, esmer tenli, güleç yüzlü bir delikanlı benden yirmi metre kadar uzakta bekliyordu. Bunun sevgili kardeşim İrfan’dan başkası olmayacağını biliyordum. Çünkü resimlerini görmüştüm ve tam da kafamda yarattığım şekildeki gibiydi. Üstelik elinde telefonu, sağa sola merakla bakınıyordu. Gülümseyerek yaklaştım ona. O da bana doğru yürüyerek, adımlarını hızlandırdı. Aynen bazı Türk filmlerindeki yavaşlatılmış çekim karelerinde olduğu gibi yaklaşıyorduk birbirimize. Ben “İrfan? ” diye sorunca, o da “Resul abi! ” diye büyük bir sevinçle haykırdı ve bedenlerimiz, çok uzun yıllar öncesinden tanışıyormuşuz gibi birbirine kenetlendi. Sonra ilköğretim çocuklarının heyecanını ve sevincini aratmayan bir biçimde el ele tutuşarak evimize doğru yola koyulduk. Yolda yürürken, İrfan bir itirafta bulunmayı da ihmal etmedi. “Abi ya, eğer kızmazsan sana bir itirafta bulunmak istiyorum” dedi ve cevabımı beklemeden “valla ne yalan söyleyeyim, ben seni oldukça iri yapılı, en az bir seksen boyunda biri olarak bekliyordum. Çünkü resimlerin bende öyle bir intiba bırakmıştı” dedi. “Eeee? Diye sorunca da “ Çıka çıka karşıma küçük bir dev adam çıktı. Şaşırmadım desem yalan söylemiş olurum” dedi. Birlikte attığımız kahkaha ile belki onlarca kişiyi de sabahın tatlı uykusundan uyandırmıştık. Olsun! Biraz da biz keyfimize göre takılıp, kural dışı davranmış olalım. Eve vardığımızda sevgili eşim Yaşayan, konuğumuza yer sofrasında sabah kahvaltısı hazırlamıştı. Biraz utangaç ve mahcup bir şekilde “ne gereği vardı yenge? Zahmet etmişsiniz” diyerek mütevazılığı da elden bırakmadı İrfan kardeşim. Birlikte bir iki bardak tavşan kanı Nusaybin çayı yudumlayarak, söyleşimize kaldığımız yerden devam ettik. Bu arada birbirimizle ilgili kafamızda hiçbir soru işareti kalmayacak şekilde sorular sorduk, doyurucu yanıtlar aldık. O arada telefonumun kulakları sağır edercesine öten müziğiyle o hoş ortamdan uyandırıldık. Arayan okul müdürümdü. “Bugünkü direksiyon sınavında size görev yazılmış. En geç saat dokuzda Mardin Karayolu’nda bulunmanız gerekiyor. Arkadaşlar dün size ulaşamamışlar. Bunun için de ayrıca özür diliyorum” demiz mi. İşin ucunda sarı bir ellilik duruyordu. Bizim gibi bordro mahkumları için bulunmaz bir fırsattı ve kaçırmak doğru olmazdı. Üstelik tam da yolculuk yapacağımız ve paraya gereksinim duyduğumuz bir zamanda… Ama bu durumu, konuğum sevgili İrfan’a nasıl açıklayacaktım. Ya yanlış anlarsa, ya “daha ilk saatlerimizde benden kurtulmaya çalışıyor” gibi bir düşünceye kapılırsa… Bir yanda görev aşkı (pardon para aşkı) , öbür yanda konuğum. Siz olsaydınız nasıl davranırdınız? Elbette ya, ben de aynen öyle yaptım. Durumu açıkça İrfan’a izah edip izin istedim. Bereket versin ki sevgili İrfan da benden farklı düşünmediğini söyledi de, böylece fire vermeden bu kâbustan kurtulmuş oldum. Hemen sevgili arkadaşım Mikail’i arayıp durumu ona da anlattım ve sınavdan dönünceye kadar İrfan’ı kısa bir süreliğine konuk olarak ağırlamasını istedim. Mikâil bu duruma çok sevinmişti. Sanki İrfan dostu benden çalmak için bir fırsat kollamaktaymış zaten. Hemen gideceğim yolun üzerinde bulunan evlerine doğru yola koyulduk. Mikail’lerin evi bizden iki yüz metre kadar uzaktaydı. Yolun karşı tarafına geçtiğimizde Mikail dostumuz küçük kızı ile birlikte konuğumuzu bekliyordu. Konuğumu teslim ederken “ona gözün gibi iyi bak, İrfan benim için çok değerlidir” diye tembihte bulunmayı da ihmal etmedim. CİĞER MÜPTELASI HIRSIZ BÜCÜR TAVUKLAR Sınav dönüşü Mikail’i telefonla arayarak, nerede ve nasıl görüşebileceğimi sordum. “Biz şimdi Belediye Konuk Evi’nin yanındaki çay ocağındayız. Sen nereye dersen, biz de oraya gelelim “ dedi. Ben de, öğlen yemeği için iyi bir yer sayılan Batıkent Çay ve Yemek Bahçesi’ni önerdim ve “Orada buluşalım” dedim. Dostlarım yaklaşık yarım saat sonra verdiğim adresteydiler. Çınar, dut, meşe ve çam ağaçlarının arasına kurulmuş olan otantik kanepelere kurulup yemek siparişlerimizi verdik. İrfan ısrarla “ acılı ciğer kebap yiyeceğim” diye tutturdu. Ne de olsa konuk. Başımızın üstünde yeri var, kıracak değiliz ya! Mikâil “benim için fark etmez, ne olsa yerim. Yeter ki taştan yumuşak olsun” dedi. Doğrusunu isterseniz ben de ciğer özlemiştim. Yemeyeli uzun süre olmuştu. Malum, doktorlar orta yaş ve üstü yaştakiler için sakıncalı buluyordu sakatatı. Olsun! Yılda bir defa bazı kuralları ihlal etmekle dünya yıkılmaz ya. Zamanın birinde bir başbakanımız da “yasayı bir defa ihlal etmekle bir şey olmaz” dememiş miydi? Üstelik bizimkisi yasa falan da değildi. Bir sağlık uzmanının öngörüsüydü sadece. Bugün bizim buraların rüzgârı da bir tuhaftı doğrusu. Sanki sırf İrfan’a muhalefet olsun diye ha bire esiyordu. İnadına inadına homurduyor, tarladan topladığı kurumuş otları gelin başına dökülen rengarenk konfetiler gibi başımıza serpiştiriyordu. Aslında o güne kadar hava bayağı iyiydi. İrfan dostum bu inatçı fırtınayı Yüsekova’dan mı getirmişti, ne! Biz üstümüzü başımızı temizlemekle meşgulken, yemek bahçesinin müdavim yerli bekçileri (tavukları) da etrafımızı sarıp, çemberi iyiden iyiye daraltıyorlardı. Biz “kışkış”ladıkça, onlar inadına masamızın altına doğru ilerliyorlardı. Bunlar nasıl tavuklardı, anlamakta zorlandım doğrusu. Korku falan da bilmiyorlar. Ya da korkutula korkutula korkularını yenmişlerdi galiba. Hele içlerinde biri vardı ki; bizim Kürtçe “cure” dediğimiz cinsten… Ufacık tefecik boyu ile bir civcivden farksızdı, ama yaptığı yaramazlıklar kat be kat boyunu aşmıştı. İrfan konuk ya; yaramaz tavukları da ev sahibi falan bellemiş olacak herhalde ki, ayıp olmasın diye “çıt”ı bile çıkmıyordu. İlk etapta sadece yaramazlıklarını uzaktan izlemekle yetiniyordu. Bahçenin şef garsonu velimdi. Beş yıl boyunca çocuğunun kahrını çekmiş, okutmuş, “ilim irfan” öğretmiştim (bizim İrfan’dan söz etmiyorum tabii ki) . Adamcağız, emeklerimin karşılığını kendi mekânında yaptığı hizmetle ödemeye çalışıyor gibi bir tavır içindeydi. Oldukça kibar olmaya çalışıyordu. “ Buyurun hocam efendim, siparişleriniz… Başka bir emriniz var mı efendim hocam? ” demeyi de ihmal etmedi. Ben “ közde pişmiş birkaç acı Urfa Biberi istiyorum., zahmet olmazsa” diyerek, velimin o nazik ve kibar yaklaşımına kibarca karşılık vermeye çalıştım. Ama olmadı. Adam “ zahmet ne demek baba, yani hocam, yani efendim, emriniz olur. Başımla beraber” diye iltifatlarda bulundukça; valla ne yalan söyleyeyim, kendimi kabarık yıldızlı turistik lüks otellerde sandım bir ara. (doğrusu oraları da hiç görmedim ya) . Biz büyük bir ustalıkla, on sekizlik yöresel gelinlerimizin beyaz gerdanına dizilen kara inciler misali, şişlere dizilmiş olan kara ciğerleri sıcacık lavaş ekmeğinin arasına dürüm yapıp iştahla yiyoruz. Gören de, bizi kıtlıktan çıkmış sanacak. Biz ciğerlere böyle iştahla yumulmuşken, İrfan “ yahu hocam bunlar nasıl tavuk? Vallah içlerinden biri önümdeki ciğeri kızgın şişiyle birlikte kapıp gitti. Ağzı falan da yanmıyor bunların. Şişlerin sıcaklığına, ciğerlerin acılığına nasıl dayanacak bu yaratıkların o küçücük işkembeleri? ” diye takıldı. Başımı şöyle hafiften eğip masanın altına bakındım. Gerçekten de bizim alaca “cure” tavuğun küçücük gagaları arasında kocaman bir ciğer şişi… Nefes almakta zorlandığı her halinden belliydi. Mikail, oturduğu kanepeden tavuğa seslendi “Şşşş hey tavuk kardeş! Ciğerin tadı nasıl, beğendin mi bari? Anlaşılan acıyla ve sıcakla da aran iyi ” diye takıldı tavuğa. Tavuk, Mikail’in söylediklerini anlamışçasına başını bir yukarı, bir aşağı sallamaz mı? Gül babam gül… Bin bir emekle dokunmuş Siirt El Dokuma Halılarını aratmayacak biçimde bahçenin toprak zeminine serildik gülmekten. Artık kalkıp gitmenin zamanıydı. Yemek bedelini kasaya öderken “ Bir şiş parası eksik al kardeş” dedi Mikail. Kasacı tuhaf tuhaf yüzümüze bakıp Mikail’in ne demek istediğini anlamaya çalışırken, İrfan devreye girdi: “ Valla baba, bir şiş ciğeri sizin alaca tavuk kaçırdı. İstersen onu da bizim konuğumuz say, önemli değil. Zaten Mikail arkadaşım tavuğa “kardeş” diye de seslendi ya…” deyince adam Mikail’in ne demek istediğini anlamakta gecikmedi ve başladı gülmeye. Sonra da: “ Bizim tavuklar öyle rast gele herkesle yemek yemezler kurban. Mutlaka sizi aileden saymışlar ki birlikte yemek yemeyi kabullenmişler” deyince, İrfan biraz kızgınca: “ Ne yani, şimdi biz tavukgiller familyasına mı girdik dostum? Öyle sizin tavuklara benzer bir tarafımız mı var? ” dedi. Adamımız bilmeden pot kırdığının farkına vardı ve kibarca özür diledi bizden. Şimdi artık Serçe Yürek İsa’nın yanına gitme zamanıydı. İsa, Hazar Gölü’ndeki yazlığında bizi bekliyordu. Onu da oradan alıp öyle yola çıkacaktık. Neyse ki fazla zaman kaybetmeden Göl’e günü birlik yolcu taşıyan bir minibüs denk geldi de, binip uzun yolculuğun ilk adımını atmış olduk. YİRMİLİ YAŞLARDAKİ EBEVEYNLERDEN DÖRT ÇOCUKLU BİR AİLE Minibüste bulunan on altı yolcunun büyük çoğunluğu gençlerden oluşuyordu. İçlerinden sadece biri kitap okuyor, diğerleri de kendi aralarında havadan sudan bahsediyorlardı. Konuşurken öyle çok gürültü çıkarıyorlardı ki… Kitap okuyan genç, birkaç defa şöyle bir göz ucuyla onları süzerek kibarca uyarmaya çalıştıysa da, tüm iyi niyetli hamleleri boşa gitti. O arada İrfan, yayınevinden birkaç ay önce çıkmış olan Zaman Pusuda isimli şiir kitabımı istedi okumak için. “Bu gürültüde nasıl okuyacaksın? Okusan bile ne anlayacaksın ki” dedimse de ikna edemedim. İlle de “sen ver hocam, ben tiyatroda bile kitap okumuş adamım, bana ne bu gevezeliklerden. Hiçbir gürültü benim konsantrasyonumu bozamaz” dedi. Çaresiz, biraz da sevinerek verdim kitabı. İrfan arada bir şiirlerimle ilgili sorular soruyor, kafasında hazırladığı yanıtlarla çakışanlara “evet” anlamında başını sallıyor, çatışanlara da “haaa, öyle mi? ” diye söyleniyordu. Ergani’ye vardığımızda, yolcuların su ve benzeri gereksinimleri için kısa bir dinlenme arası verildi. O arada dört çocuklu bir aile daha bindi hınca hınç dolu minibüsümüze. Çocukların aralarında en fazla bir yaş fark vardı sanırım.Çünkü en büyüğü altı yaş civarıydı. Sanırım bu genç çiftler hiç dinlenmeden, ara vermeden her yıl bir çocuk yapmışlardı. Ne aceleleri olduğunu doğrusu ben de merak etmiştim. Oturdukları koltuğa zor sığıyorlardı. Tabi buna oturma denirse… Anne ve baba ikişer çocuk kucaklarına almış, öyle sıkışık bir durumda koltuklara yerleşmeye çalışıyorlardı. Bu durumdan hepimiz rahatsız olmuştuk, ama bir şey de diyemiyorduk doğrusu. Ya adam “size ne kardeşim, ekmeğimizi siz mi veriyorsunuz” dese ne olacak? Çünkü birkaç yıl önce yine buna benzer bir manzara ile karşılaşmış ve eğitimci olmamın da verdiği cesaretle adama çıkışmıştım da boyumun ölçüsünü fazlası ile almıştım. Adam, çocuk sayısının fazla oluşunu işsizliğe bağlamış ve şöyle demişti: “ Valla kardaş, karım işsiz, ben işsizim. Kışın evde boş boş oturmaktan canımız çıkıyor. Öyle sosyal yaşantımız falan da yok… nasılsa boş zamanımız da çok ya… ne yapalım, biz de can sıkıntısından çocuk yapıyoruz. Varsa torpilin falan, babanın hayrına bir iş bul da; zaman darlığından ve yorgunluktan çocuk yapacak zaman bulamayalım” O yüzden bu adama da “bu genç yaşta neden ara vermeden bu kadar çok çocuk yapıyorsunuz? ” diye soramamıştım. Ama İrfan kardeşim benden daha mı cesaretliydi, yoksa benimki gibi bir deneyim yaşamadığından mıydı bilemiyorum. Adamın duyabileceği yüksek bir ses tonuyla “bu ne ya kardeşim? Koca en fazla otuz, kadın da yirmi, bilemedin yirmi iki yaşında. Ama kucaklarına aldıkları çocuk sayısına bakın hele! Bunların yarınları ne olacak? Beslenme, barınma, sağlık, eğitim … gibi sorunlarla ilgili hiç mi kaygıları yok bu insanların” diye çıkıştı. Ben her ne kadar “sus, duyacaklar” dedimse de, kafasını kurcalayan birikmiş soruları çekinmeden bir çırpıda döküverdi. Adamcağızın sorunları zaten başından aşkın. Ağlayan çocuklarına “susun” demekten İrfan’a yetiştirecek cevabı mı kalmış sanki. Sadece kaşlarını çatarak sinirli bir bakış fırlattı İrfan’a. Gerçi susup sinmemize o bile yetmişti ya, neyse… Elazığ’ın Maden İlçesi’ni birkaç kilometre geçince, genç çiftin çocuklarından biri kustu, diğeri de altına kaçırdı. Baba kusan çocukla, anne de altını kirletenle ilgilendi. Yolcular karşı karşıya oldukları bu manzarayı görmemek için yüzlerini pencereden yana, dışarıya doğru çeviriyorlar. Hepsinin de yüzlerinde buruk, kekremsi bir ifade. Ama başka çare de yok, bu çocukların üstleri başları temizlenecek ve gereksinimleri karşılanacak. Baktık olacak gibi değil, İrfan olaya el koyarak minibüsü durdurdu. Bu sayede dolmuşun kapıları açık tutularak içerdeki ekşimsi kötü koku azaltılmaya çalışıldı ve bu arada biz yolcular da fırsattan istifade ederek biraz temiz hava almak için dışarı ile serin bir bağ oluşturmuş olduk. HAZAR BALIKLARININ GÜNEŞLE VALS DANSLARI Hazar Gölü’ne üç kilometre kala telefonla Serçe Yüreği aradım. “Fırının yanına geldiğinizde inin, ben sizi orada bekliyor olacağım” dedi. Minibüsümüz fırının hizasına geldiğinde durdurup indik. Van Gölü’nden sonra en güzel dinlence yerimiz burasıydı ve bu göl bölgemiz insanı için herhangi bir denizden farksızdı. Çok temiz ve serin bir havası vardı buranın. Hatta ülkeyi iyi bilen bizim bazı yerli turistlerimiz buranın havasını Karadeniz Bölgesi’nin havasına benzetirlerdi. Eskiden ben de her yaz buraya gelirdim. Hatta bende öyle bir tiryakilik yaratmıştı ki bu göl, gelmediğim zamanlar o yaz dinlencesini hiç yaşamamış gibi sayardım. Ama artık gelemiyordum buralara. Tam beş yıl oldu gelmeyeli. Neden mi? Biri üniversitede, ikisi lisede okuyan yetişkin üç çocuğu olan tek maaşlı bir öğretmen baba nah gidebilir bu tür yerlere, biraz sıkar. Neyse biz yine Serçe Yürek’i alacağımız yere, yani fırına geri dönelim. Minibüsten indiğimizde etrafta serçeye benzeyen bir insan göremeyen İrfan “işte Serçe Yürek bu arkadaşlar” diyeceğim anı sabırsızlıkla bekliyordu. İrfan’ın bu heyecanını sezmek, onun o merakla yüzüme bakan gözlerinden anlamak o kadar zor değildi. Biz kendi aramızda böyle kısa süreli sorgulayıcı bakışlarla bakışırken, Serçe Yürek İsa’da küçük kızı Sevgi ile birlikte yolun karşı tarafından bize yaklaşmaktaydı. Üzerinde oranın giyim tarzına uygun bir tişört ve bizim “don” diye tabir ettiğimiz bir şort vardı. Mikail ile İrfan’a “İşte bizim Serçe Yürek de geliyor” dediğimde; İrfan işaret ettiğim yöne şaşkın şaşkın bakınıp “ hani nerede kekê? Ben öyle serçeye benzer bir adam göremiyorum” diye takıldı. Haksız da sayılmazdı hani. Çünkü o, İsa’yı Serçe Yürek adından ötürü kafasında kısa boylu ve zayıf, cılız biri olarak kurgulamıştı. Ama karşıda bu tanıma uyan kimseyi göremeyince de şaşkınlığını soru sorarak giderdi doğal olarak. “İşte, şu küçük kızın elini tutan şortlu bizim Serçe Yürek” dedim. İki arkadaşımın da şaşkınlığı ve heyecanı bir kat daha artmıştı. Tanışmışlıkları sanal ortamdan öteye gidememiş olan dostlarımız artık yüz yüze ve beden bedene fiziki bir ortamın yarattığı maddi koşullar altında da tanışmış oldular böylece. İsa, konukları için fırına bizim yöresel yemeklerimizden çömlek içinde güveç attırmıştı fırına. Onun çıkmasını beklerken fırın önündeki masalardan birinin etrafına dairsel oturarak koyu bir söyleşiye daldık. Bu arada İsa’nın sevimli küçük kızına takılmaktan zevk aldığımı da belirtmeden geçemeyeceğim. Yine her zamanki bu rutin takılmalarımdan birini gerçekleştirmek için atağa geçtim: “Kız Sevgi. Baban doğru dürüst bir pantolon bulamadı mı ki don giymiş. Ayıp değil mi? Bu kadar insan içinde de bu giyilir mi” dedim. Küçük Sevgi bir babasına, bir bize bakıp kısa bir süre sessiz kaldı. Sanırım bu sorumu babasının yanıtlamasını bekliyordu. Ama babadan bir yanıt gelmediğini görünce, yaşından beklenmeyen bir olgunlukla: “O don değil bir kere. Biz ona şort diyoruz akıllım” dedi sinirlenerek. Hep birlikte gülüştük Sevgi’nin bu beklenmedik yanıtına. Sevgi’nin bu agresif tavrı İrfan’ın da hoşuna gitmiş olacak ki, o da küçük kıza takılarak tansiyonun iyice yükseltilmesine, ortalığın gerilmesine adeta çanak tuttu: “Sen birinci sınıfa mı gidiyorsun cici kız” diye sordu gülümseyerek. Bu soru Sevgi’yi çıldırtma noktasına getirmeye yetmişti. Birden haykırarak: “ Ne birinci sınıfı be! Ben dördüncü sınıftayım.” dedikten sonra babasına dönerek: “ Baba ya! Şu arkadaşlarına bir şey söylesene! Neden benimle dalga geçiyorlar? ” İsa, kızının üzüldüğünü görünce dayanamayıp ses tonunu da biraz yükselterek: “ Lütfen arkadaşlar, artık kızımı kızdırmaktan vazgeçin. O dördüncü sınıfa gidiyor ve sınıfının da en çalışkan öğrencisidir. Ben kızımla gurur duyuyorum.” deyip gergin ortamı da yumuşatmak için sol elinin işaret parmağını dudaklarına götürüp “sus” işareti yaptı bizlere. Neyse ki o arada da fırıncı çırağı “İsa abi, güveciniz hazır” diye seslendi de, küçük Sevgi’nin olası başka bir gazabından da böylece kurtulmuş olduk. Fırından çıkan güvecimizi ve sıcak ekmeklerimizi alıp İsa’nın yazlığına doğru yola koyulduk. Yazlık, bulunduğumuz yerden iki kilometre kadar uzaktaydı. Otomobille, sığ iğde, söğüt ve meşe ağaçlarıyla kaplı stabilize yoldan geçerek beş dakikada eve ulaştık. Otomobilden inerken, İsa’nın eşi Berfin hanım, dünya güzelleri diğer iki kızı ve eniştesi İsmail, konukseverliğin verdiği içten bir gülümseme ile karşıladılar bizi. Sırayla, oldukça sıcak ve dostane bir yakınlıkla ellerimizi sıkarak “hoş geldiniz” dediler. Gölün berrak mavi sularına kuşbakışı bakan bir tepede kurulmuştu ev. Balkonun sağlı solu iki yanına değişik koku ve renkte güller ekilmişti. Güllerin aralarında da mavi gök yüzüne doğru selviler uzanmıştı boylu boyunca. Çok güzel ve iç açıcı bir görsel mutluluk manzarası vardı.Tıpkı Nazım Usta’nın büyük ressam Abidin Dino’ya sorduğu şu ünlü “ Abidin, mutluluğun resmini yapabilir misin” diye sorduğu sorunun yanıtı gibiydi gördüğümüz o muhteşem tablo. Gökyüzünde en ufak bir bulut lekesi bile yoktu. Gölün masmavi berrak sularına dikey yansıyan güneş ışınları mavinin tüm değişik tonlarını gözler önüne sererek adeta bir mavi müzayede salonu oluşturmuştu. Öyle ki göl balıklarının yüzeye çıkarak güneşle yaptıkları o muhteşem vals danslarını bile net bir şekilde görebiliyorduk. Mikail, doğanın bu davetkâr tutumu karşısında kendini tutamayıp: “Yahu arkadaşlar, şu Afşin yolculuğunu bir gün erteleyemez miyiz? Baksanıza; göl bize kucağını açmış resmen davet ediyor. Mavi gelinlikli bu müstehcen apak kucağı görmezden gelmemiz delikanlılığa sığar mı sizce? ” diye söylendi. “Delikanlılığa elbette sığmaz. Ama Ahmet’e verdiğimiz sözü de unutmamak gerek. Adamcağız iki ayağı bir pabuçta sabırsızlıkla bizleri bekliyor. Üstelik en ufak bir gecikme gurbetçi kardeşimizin tüm planlarını alt üst edecek. Bu da bize yakışmaz doğrusu. Ben de tüm işlerimi öylece bırakıp geldim. Valla ne yalan söyleyeyim, benim için birkaç saatin bile önemi çok büyük.” diye Mikail’e karşılık verdi İrfan. Bunun üzerine masadaki tüm bakışlar İsa’nın üzerinde odaklaştı. İsa, kısa bir paniklemeden sonra hemen toparlandı ve: “Yooooo! Olmadı şimdi. Sizler benim konuklarımsınız. Burada “kalalım veya gidelim” gibi bir düşünceye yön vermek bana düşmez, üstelik yakışık da kalmaz. Ama bir gece bende konaklamanızı isterim doğrusu. Yer çok, yatak çok… Bizde her şey “eşirki”dir (Aşiretvaridir anlamında) . Buranın mehtabı da bir başka güzel olur valla. Gece, aslan sütü eşliğinde “Mehtaplı *******, Sana Mehtabım Diyerek, Derdo Derdo… ne güzel gider bilemezsiniz” diyerek aslında kendi oyunun rengini de çaktırmadan belirtmiş oldu. Mikail ile İrfan her ne kadar İsa’nın üstü kapalı bu düşüncesini sessiz kalarak onaylamaya yönelik bir tavır içine girseler de; Ahmet’i köyde daha fazla bekletmemek adına bu düşünceye karşı çıkmak durumundaydım. Üstelik köyde Ahmet’in amca kızının düğünü de vardı ve bu düğüne de bir şekilde yetişmeliydik. Güveçli, pilavlı ve ayranlı yemeğimizi aceleden atıştırdık. Yolumuz uzaktı ve kaybedecek zamanımız yoktu. Yemeğin üzerine birer bardak tavşan kanı çayı da yudumladıktan sonra yola koyulmak üzere aile bireylerine “Allah’a ısmarladık” diyerek vedalaştık. İsa direksiyona, ben İsa’nın yanına, İrfan ve Mikail de arka koltuklara… Acil durumlar dışında Afşin’e kadar durmak yoktu. Neden mi öne ben oturdum? Onun da geçerli bir nedeni ve bir öyküsü vardı elbette. Yolculuğun sıkıcılaştığı anda, canımız sıkılmasın diye öyküyü arkadaşlarıma anlatmayı düşünüyordum. O yüzden daha gerçekçi olsun diye öne oturmalıydım. Çünkü öykünün kahramanı, bizim “şoför mahalli” diye tanımladığımız EVCİL HAYVAN SESLERİNDEN CANLI KONSER DİNLETİLERİ sürücünün yanındaki ön koltukta oturuyor ve olay burada gelişiyor. Elazığ’ı geçtikten sonra bu trajikomik öyküyü arkadaşlarıma anlatmaya başladım: “1970’li yıllarda, ulaşım araçları şimdiki kadar gelişmemişti. Köy ile ilçe arasındaki ulaşım hizmetleri üstü açık kamyonlarla yapıldığından; “şoför mahalli”nin önemi büyüktü. Hele köy ağası, köy imamı ve şeyh söz konusu olunca, daha da büyük bir önem taşıyordu bu mevki. Anlatacağım bu yaşanmış olay, bizim Ergani’nin Gevran Ovası’ndaki köylerden birinde geçiyor arkadaşlar. “Köylüler, henüz tan yeri ağarmadan sabahın erken saatinde kamyonun dededen kalma üstü açık külüstür kasasını tıka basa dolduruyorlar. Pazara götürüp satmak için de beraberlerinde keçi, koyun, hindi, tavuk… yani paraya dönüştürülebilecek canlı ne malları varsa, onları da yanlarına, ya da kucaklarına istiflemişler. İnsan sesleri ile değişik türdeki evcil hayvan seslerinin birbirine karıştığı canlı bir mızıka orkestrası yaratılmış kendiliğinden. Konuşanlar, meleşenler ve vak-vak-layanlar… Bir de arada bir cıyaklayarak bu yurttan sesler korosuna vokal yapan bebekleri de unutmamak gerek. İşte böyle bir ruh haliyle Ergani ilçe merkezine yolculuk başlıyor. Ha, bu arada şoförün kendi yanına kimseyi almadığını, yani şoför mahallinin boş olduğunu da söylememde yarar var sanırım. Neden mi? Allah korusun! Yolda ağa, şeyh, imam gibi değerli müşteriler binerlerse “yerimiz yok” dememek için şoför önceden kendi önlemini alıyor. Şimdilerde bu değerli! müşterilerin arasına bir de köy korucuları eklendi, haberiniz olsun. Bunu neden mi ekledim? Olur ya; aklı başında bir vatandaşın şoför olarak buralara yolu düşerse; önceden önlemini alsın diye… Yağmurun gökyüzünden çiseleyerek yeryüzüne düştüğü armonikalı, mazot kokulu yolculuk ağır aksak devam ederken, yol güzergahındaki ikinci köye ulaşılır. Sırılsıklam ıslanmış bir vatandaş, çamur deryası içinde sabırsızlıkla kamyonun gelmesini beklemektedir. Şoför Çolo, hemen acı bir frenle durur adamın yakınıda. Kamyonun tıka basa istifli kasasında yer olmadığı için, ıslak adam daha fazla ıslanmasın diye çarçabuk şoför mahalline alınır.. Bizim şoför asla müziksiz yola çıkmaz. Kendi boynuna asmış olduğu küçük kasetçaların düğmesini tıklayarak, yörenin meşhur dengbêjlerinden Termılli Hesen’den “Lawukê Metinê’yi dinleyerek yoluna devam eder.. Henüz birkaç yüz metre yol almışlardı ki, şoför mahallindeki Bitlis Tütünü kokulu sigara ısısının da etkisiyle bizim ıslak adamın dili çözülür ve: “ Ula şofor baba! Sen benim Zilanli oldığımi bıliydin, onun için mi hemen durup, beni şofor mahline aldın? ” diye sorar yerel şivesiyle. Islak yolcunun bu kışkırtıcı sorusundan dolayı Çolo amcanın tepesi atsa da, pek renk vermemeye çalışır. Ne de olsa müşteri velinimetti. Adam Zilanlı ya; ille de insanı çileden çıkaracak bir şeyler bulur. Yine kendinden emin bir edayla: “He, lo kurban, niye demedın? Sen benım Zilanli Dedo olduğumi bilidin, korkudan mi durup beni şofor mahline aldın” demez mi? Bunun üzerine beyin fonksiyonları devreden çıkıp iyi niyet ve akıl sigortaları atan şoför, yine acı bir fren yaparak avazı çıktığı kadar bağırır: “İn ulan aşağıya! Ben sahan acıdığım için aldım. Yolda tir tir titriydin, çamaşır ipine asılmış bir fistan gibi sallaniydin de, onun için seni aldım. Bahan ne ulan senin nereli olduğun? Çabuk in, gözüm görmesin seni” diye azarlayarak, bizim ıslak yolcuyu ite kaka atar aşağıya ve yoluna devam eder. İşte arkadaşlar, şoför mahallinde oturmanın ayrıcalığını hep birlikte gördünüz. Şimdi benim neden şoför mahallinde oturmak istediğimi anladınız mı? dedim. Hep birlikte kahkahalarla gülüştük. İrfan; “abi bilmemizde yarar var. Yoksa sen de mi Zilanlısın? diye takıldı. Yine gülüştük. Hatta İsa o kadar çok güldü ki, neredeyse direksiyon hakimiyetini kaybediyordu. Neyse ki çabuk toparlandı da, o daracık yolda kaza yapmaktan kurtulduk. Böyle güle eğlene, hiç sıkılmadan Malatya’ya vardık. Hem biraz soluklanmak, hem de Lavabo, su… gibi acil ihtiyacımızı gidermek için ana yol üzerindeki bir dinlenme tesisinde kısa bir mola verdik. Masadaki yerimizi alırken, yanımıza güler yüzlü, sempatik biri geldi ve selam verip boş bir sandalyeye oturdu. “Diyarbakırlı mısınız kardeşler? Plaka 21 de…”dedi. “Evet, Diyarbakırlıyız” dedi İsa. “Yolculuk nereye? ” “ Doğrusu, biz de konuşacak birini arıyorduk. Yolculuk, Afşin’e. Ama yolu tam bilmiyoruz. Bize yardımcı olursanız seviniriz” dedi İsa. Meğer adam tesisin sahibiymiş, üstelik de şoförmüş. Tüm yolları avucunun içi gibi biliyormuş. Nasıl bilmesin ki… Her gün onlarca yolcu otobüsü ve diğer özel araçlar buradan geçiyordu. Sağ olsun, hem sözlü anlatımla, hem de tam anlaşılır bir vücut dili kullanarak, Afşin’e nasıl ve hangi yollardan gideceğimizi anlattı. Yolumuz uzun, süremiz kısıtlıydı. O yüzden hiç zaman kaybetmemeliydik. Tesis sahibinden izin isteyerek yola çıktık. Malatya – Maraş arasında bir yerde İrfan’ın telefonda biriyle konuştuğunu fark ettim. “Biz şu anda yoldayız. Ben, Mikail, Serçe Yürek ve Resul Abi… Afşin’e Ahmet Güven’in köyüne gidiyoruz. Bir isteğin var mı” diye sordu telefonda konuştuğu kişiye. Sonra da telefonu bana uzatarak: “Abi telefon sana” dedi. Ben, “telefondaki kim” diye soracakken, “Zeynep’tir abi, Zeynep Güngör… İstanbul’dan arıyor” dedi Zeynep arkadaşımızı hiç görmemiştim. Telefonda bile görüşmüşlüğümüz yoktu o ana kadar. O’nu da Londra’dan Ahmet’i, Yüksekova’dan İrfan’ı, Yalova’dan Hekim’i, Adana’dan Melih’i ve İstanbul’dan Hülya’yı ve diğer dostlarımı sadece sanaldan tanıdığım gibi tanıyordum. Bir an ne diyeceğimi, söze nasıl başlayacağımı bilemeden kısa bir panik yaşadımsa da, “alo, merhaba Zeynep kardeş” diyebildim ve diğer sözcükler daha önceden çalışılmış gibi bir bir dökülüverdi ağzımdan: “ Nasılsınız, İstanbul’da havalar nasıl, yeni şiirleriniz var mı…? gibi soruları peş peşe soluksuz bir şekilde sordum. Sanırım kızcağızın bir an kendini sınava girmiş gibi hissetmesine de neden oldum. Konuşma, yanıt verme sırası Zeynep’e gelmişti. Öyle ya; hep ben konuşacak değildim her halde. “Sağ ol abi, ben iyiyim. Siz nasılsınız? “ diye başlayan konuşma, sonrasında bir siteme dönüşüverdi. “Abi alacağınız olsun! İstanbul’da canı sıkılan, sıkıntıdan bunalan Zeynep adında bir kardeşiniz olduğunu nasıl unutursunuz? Bana da haber veremez miydiniz? Sözde kadın – erkek ayırımı yapmayan eşitlikçi dostlarım vardı.Yoksa size yük olacağımı sandınız da; onun için mi bensiz gidiyorsunuz? ” diye dert yandı. Gel de sitem dolu bu haklı serzenişlere yanıt ver şimdi! Bir ara ne diyeceğimi bilememenin ezikliğiyle durakladım. Sonra, karşımda bir toplantı salonunu doldurmuş kalabalık bir kitle varmış da, onlara sesleniyormuşum gibi hissettim kendimi. “ Haklısınız kardeş. Ne deseniz yeridir valla. Ama size haber vermeme nedenimiz, bu sıraladığınız gerekçelerden hiç biri değil. Kaldı ki haftalardır Cemre’den duyurular yaparak Afşin’e gideceğimizi tüm dostlara bildirmiştik. Ne yazık ki kimseden olumlu bir yanıt alamamıştık. Fakat şunu unutmayın sevgili Zeynep kardeş. Her ne kadar fiziki olarak yanımızda değilseniz de; sizi yüreğimizde taşıdığımızı ve oraya gidecek olan bu dört yürekle birlikte sizi de taşıdığımızı sakın unutmayın” dedim. “Bundan hiç şüphem yok Resul abi. Beni ve diğer dostlarımızı da yüreğinizde taşıyarak Afşin’e sevgili Ahmet’in köyüne götürdüğünüzü biliyorum. Ahmet dostumuza ve oradaki herkese selam ve sevgilerimi iletin lütfen. Hepinizi çok seviyorum. Ne olur, arabayı dikkatli kullanın. Kazasız, belasız gidip dönün olur mu? ”dedi Zeynep. “Abi helal olsun sana! Bir hatip gibi konuştun valla. Sana boşuna ustam demiyorum herhalde. Sözcüklere adeta dans ettirdin kurban” diyerek, iltifatlarda bulundu İrfan. Dağlar, tepeler arasından aşağıya doğru yılan gibi kıvrılan yoldan ilerlemeye devam ediyorduk. Yolda rastladığımız koyun güden çobanlara, ekin toplayan köylülere, araç bekleyen yolculara… kısacası, gördüğümüz insana el sallayarak onları selamlıyorduk. Yol çok eğimli ve dardı. Öyle ki, bazen karşıdan gelen araca yol vermek için otomobilimizi kenara çekmek zorunda kalıyorduk. Güneş dağların ardına gizlenip o muhteşem doğayı gece karanlığının kucağına atmıştı artık. Arada bir baykuşların arabanın farına takılan gözleri dışında bir şey göremez olmuştuk. Havanın kararmasıyla birlikte ısı da düşüş göstermişti. Otomobilin içinde olmamıza rağmen üşüyorduk. Bir tek İrfan’ın soğuktan şikayeti yoktu. Ne de olsa karlı dağların çocuğuydu o. Kışı, Yüksekova’da altı ay kesintisiz yaşıyordu. Bizim gibi kırk beş dereceyi bile aşan çöl sıcaklarını hiç görmemişti. O yüzden “siz yumurta çocuklarısınız abiler. Bana bakmayın, siz önleminizi alın” diye takılmaktan geri kalmadı. Haksız da sayılmazdı hani. Diyarbakır’dan çıktığımızda kırk derecenin üzerinde bir sıcaklık vardı. Maraş’ın bu mevsimde bu kadar soğuk olacağını bilemediğimizden, üzerimize kalın giysi de almamıştık. Arkada oturan Mikail’in çenesinin zangırtısı leyleğin yavrulama dönemindeki gagasının şakırdayan sesini aratmıyordu. Öyle ki, İsa bir ara kendini tutamayıp “yahu arkada leylek mi var arkadaşlar” demekten kendini alamamıştı. AFŞİN GÖZPINAR’DAYIZ Artık Afşin topraklarındaydık. Ahmet’i telefonla arayıp bulunduğumuz yeri bildirdik. Bölgeyi Ahmet’ten daha iyi bilen köyün muhtarı ve aynı zamanda Ahmet’in de amcasının oğlu olan Hasan telefonu almış ve bize yolu tarif ediyordu: “ Şu anda seyretmekte olduğunuz yoldan hiç ayrılmayın. Dört kilometre kadar ilerledikten sonra, sağ tarafta kullanılmayan eğreti eski bir petrol karşınıza çıkacak. Biz arabamızın farlarını yakarak sizi orada bekliyor olacağız” dedi. Gerçekten de dört kilometre kadar ancak gitmiştik ki; farları yanıp sönen bir otomobil yol kenarında duruyordu. Farların aydınlattığı ön tarafta, yol kenarında dört kişi bize el sallıyordu. Diğer arkadaşlarımı bilmem ama, itiraf edeyim ki ben çok heyecanlıydım. Tıpkı çok sevdiği bir oyuncağını kaybedip sonradan bulan bir çocuğun yaşadığı sevincin doruk noktasındaki heyecanı gibi… Sanki Ahmet’le önceden çok samimi iki arkadaşmışız da; uzun yıllar sonra yeniden karşılaşıyormuşuz gibi çocuksu bir heyecan içindeydim. Bizi bekleyen bu dört kişi arasından onu tanıyabilecek miydim? Ya da o beni tanıyabilecek miydi? Eğer o da İrfan gibi beni iri yapılı biri olarak kurgulamışsa; elbette tanıyamayacaktı. Neyse, tüm bu soruların yanıtını az sonra alacaktım zaten. Onların otomobili kolay dönüş alsın diye, birkaç metre geçtikten sonra durduk. Ben önde, diğer arkadaşlarım da benim arkamda, dostlarımıza doğru ilerliyoruz. Gecenin ürkütücü karanlığı ve Afşin Temmuzu’nun son günlerindeki soğuk esintisi bacak ve kol kaslarımızı iyice germişti. Ama gergin kaslarımıza inat, sımsıcak bir karşılaşma yaşandı buğday tarlasını ikiye bölen şose yolda. Kimsenin bizleri tanıştırmasına gerek kalmadan, ben “Ahmet” dedim. O da “Resul abi” diyerek sarıldık birbirimize. Sonradan da diğer dostlarla ayak üstü tanışarak otomobillerimize atladık. Hareket etmeden önce Muhtar Hasan bizim otomobile, ben de Ahmet’in bulunduğu otomobile bindim. Köye vardığımızda çok büyük bir kalabalıkla karşılaştık. Boş, geniş bir alan elektrik direklerine ve evlerin damına takılan lambalarla gündüz gibi aydınlatılmıştı. Ahmet’in baba tarafından akrabası olan bir yakınının düğünüymüş. Davul zurna eşliğinde oynamayalı çok olmuştu. Ama çok istememe rağmen, oynamaya fırsat bulamamıştım, çünkü düğün dağılmıştı. Düğünde bulunanların azımsanmayacak sayıdaki konukları Avrupa’dan gelen gurbetçilerdi. Hemen hepsi de geleneksel konukseverliğin gereklerini yerine getirircesine Diyarbakır’dan gelen biz konuklarına “hoş geldiniz” inceliğinde bulundular. Bizim de içinde bulunduğumuz on beş kişilik bir konuk grubu, Muhtar Hasan’ın evine yönlendirildi. Diğerleri de, evleri konuk ağırlamaya uygun olan öbür köylülerin evlerine götürüldüler. Önce bir odaya alındık. Odaya sığmayacağımız, daha doğrusu sıkışık oturacağımız anlaşılınca balkona çıkmamız önerildi. Balkona çıktık. Balkon odadan daha geniş olmasa da oldukça uzundu. Gökyüzünde parlayan yıldızlar ve bizleri selamlar gibi gülümseyen ay dede balkondaki lamba ışığının yanında sönük kalsa da, buluşmamıza ayrı bir hava ve renk katıyordu. Hemen masalar, masaların etrafına da sandalyeler yerleştirildi. Ben ve İrfan, kuzeyden esen rüzgâr yönündeki sandalyelere; sağ tarafıma Ahmet, onun yanına da Mikail oturdu. Balkonun güney tarafında, yemyeşil ağaçlarla çevrili yana da İsa, muhtar Hasan ve daha önceleri Diyarbakır’da hizmet vermiş olan bir emekli öğretmen arkadaş oturdu. Onların yanına, odanın balkona açılan kapısı tarafına da diğer konuklar oturdular. Böylece sabaha kadar sürecek olan söyleşimize başlayabilirdik. Biz karşılıklı soru ve yanıtlarla birbirimizi daha iyi tanımaya çalışırken, masamız da çeşitli yiyecek ve içeceklerle donatılıyordu. Bal, tereyağı, yoğurt, yoğurt kaymağı, eritme peynir, çökelek, et kavurma, turşu… gibi. İçecek olarak da meyve suyu, kola, doğal kaynak suyu, rakı, viski, bira ve şarap getirildi. Tüm bu yiyecek ve içeceklerin hepsini bir arada görmek sık rastlanan bir durum olmasa da; konuksever halk geleneğin masamıza yansıyan bir realitesiydi. Masanın sakiliğini konuksever ev sahibimiz Muhtar Hasan, gönüllülük esasına dayalı bir şekilde üstlendi. Bu işi zevkle yapmak istediğini, hatta sakiliği ondan daha iyi yapabilecek başka birini bulmanın mümkün olmadığını söyleyerek, içki konusundaki tercihlerimizi söylememizi istedi bizden. Masada bulunanlardan sadece ikisi içkiyle aralarının iyi olmadığını söyleyerek, içki içmeyeceklerini söylediler. İrfan ve Mikail viski, ben ve İsa rakı, Ahmet ve yeğeni bira, diğerleri de şarap içeceklerini söylediler. Muhtar Hasan bu istekler doğrultusunda bardakları doldurdu. Ahmet, ilk yudumlarımızı almamız için bardağını havaya kaldırarak: “Köyüme hoş geldiniz dostlar! Bu buluşmayı kalıcılaştırıp her yıl başka bir diyarda, dost sayımızı da artırarak devam ettirmeye var mısınız? ” diye gür bir sesle sordu. Sanki Ahmet’in ne diyeceğini önceden tahmin ediyormuşuz gibi hep bir ağızdan “eveeeet! ” diye karşılık verdik. Ve bardaklar bir biri ardına tokuşturuldu: “Haydi öyleyse, en kötü günümüz böyle geçsin dostlar” temennisinde bulunan Muhtar Hasan’ın gözleri sevinçten güneş gibi parlıyordu. Bir insanın bu kadar içten bir konukseverlik gösterebileceğini görmeden, yaşamadan kabullenebilmenin çok zor olduğunu biliyorum. Ve yine biliyorum ki; bu coşkulu konukseverliğin temelinde Ahmet yatıyordu. Bu temel babadan, deden kalma en büyük zenginlikti onlar için. Bu kültürün yerleşmesi ve yaygınlaşması için ayrı bir çabanın harcanması da gerekmiyordu aslında. Tarihin değişik evrelerinde bir çok uygarlığa ev sahipliği yapmış olan Mezopotamya uygarlık geleneğinin vazgeçilmezleri içinde en başta gelenidir konukseverlik. Çok şiddetli yozlaştırma dayatmalarına rağmen, bu güzel yönümüzden bir zerre bile eksiltememiş olmamız çok sevindiriciydi benim için. Ahmet bir ara dışarı çıktı ve sazıyla birlikte geri döndü. Âşık Mahsuni’den iki türkü çalıp söyledikten sonra “sıra şiir okumaya gelmedi mi dostlar? Hem de üç şairi bir arada yakalamışken…” dedi. Masadakilerin gözleri benim üzerimde odaklanmıştı. Bakışları sanki bana “önce sen oku” der gibiydi. “Tamam” dedim ve Ahmet’ten sazıyla bana eşlik etmesini istedim. Ben şiir okurken, Muhtar Hasan da bu geceyi ölümsüzleştirmek için kamerayla çekim yapıyordu. Benim şiirim bittikten sonra, İsa aldı sırayı. Ondan sonra da İrfan… Geri dönüşümlü bir şekilde okuduğumuz şiirlerin ve türkülerin yarattığı renk cümbüşü gecenin soğuk koynunda izdüşümler yaratarak yankılanıyordu. Tüm köy halkı çoktan uykuya dalmıştı. Sadece karşımızdaki kavak ağacının üzerine tünemiş olan bir baykuş, esen rüzgarın yapraklardan çıkardığı hışırtıya nispet yaparcasına kısık sesiyle arada bir öterek coşkumuza katılıyordu. Neredeyse gün ağarmak üzereydi. Bize ayrılan odadaki yataklarımıza çekildik. Hiç olmazsa bir iki saat kadar uyuyabilseydik… Bizim uykusuzluğumuz bir şey değil de; otomobili kullanan İsa arkadaşımızın uykusunu alması gerekiyordu. Ne de olsa yüzlerce kilometrelik şehirlerarası bir yolda şoförlük yapacaktı. Lambaları söndürüp birbirimize “iyi *******” diledik. Tam uykuya dalacakken bir horlamadır başladı. Ama nasıl horlama… Evdeyken eşim benim de horladığımı söyler, hep şikâyet ederdi. Ama böylesini hiç görmemiştim. Koyun sürüsü çobanının koyunlarını suya çağırışını andıran bir ses… “horrrr pışşşşş”. Ardından da ıslığı andıran bir üfleme… Uyu uyuyabilirsen. Sesin kimden geldiğini anlamak için biraz kulak kabarttıysam da sesin sahibini anlayamadım. Saat sabahın altısı gibiydi. Güneşin ilk ışıkları penceremizden odanın içine nazik bir “uyanın” daveti gibi sızmıştı. O ara İsa’nın “haydi arkadaşlar! Yolcu yolunda gerek” diyen sesiyle yataklarımızdan fırladık. Uykusuzluğun verdiği sersemliği üzerimizden atmak için evin bahçesindeki musluğa yöneldik. Gül bahçesinin içindeki musluktan akan suyun rafine her damlası da sanki gül kokuyordu. Elimizi yüzümüzü yıkadıktan sonra ev dışına çıkıp, hemen yanıbaşımızdaki dağın dibindeki büyük kayaya yaslanıp güneşin ilk ışıklarını ve esen rüzgârın getirdiği temiz havayı yüreklerimize çektik. İsa “ben sabah kahvesi içmeden kendime gelemem arkadaşlar. Çabuk bana bir kahve bulun. Ya da sıcak su…” diye tutturmaz mı! Bu dağ başında, tüm köylüler uykudayken kaynamış suyu ve kahveyi nereden getirecektik? Şaşkınlıkla ve soran ifadelerle birbirimizin yüzüne bakarken Ahmet de çıka geldi. “Günaydın dostlar! Nasılsınız? Umarım geceniz iyi geçmiştir” dedi. İsa’nın isteğini sevgili Ahmet’e ilettik ve hamile kadın gibi aşeren arkadaşımızın sorununa acilen bir çözüm bulması gerektiğini, aksi halde arkadaşımızın kendine gelemeyeceğini ve bu gidişle direksiyona geçemeyeceğini söyledik. Ahmet “bundan kolay ne var ki… Demliğimiz mutfakta kaynamak üzere arkadaşlar. Bir iki dakika sonra suyumuz da, kahvemiz de hazır, merak etmeyin” dedi. Gerçekten de dediği gibi iki dakika sonra elinde kahve fincanı olduğu halde yanımıza döndü Ahmet. Bizim İsa fincandaki kahveyi her höpürdetişinde derin bir “oohhhhh” çekerek ne kadar çok rahatladığını bize kanıtlamaya çalışıyordu sanki. Onun rahatladığını görmek bizi de rahatlatıyordu doğrusu. Çünkü o dümende bir kaptandı ve hayatımız onun parmakları arasındaki direksiyonun ucundaydı. O kahveyi höpürdettikçe, biz kahkahalarla gülüyorduk. Çıkardığımız aşırı gürültüden olacak ki, artık tüm ev halkı da uyanmıştı. Ahmet’in eşi sevgili Turna yengemiz kahvaltının hazır olduğunu gayet nazik ve kibar bir şekilde haber verdi. Hep birlikte mutfaktaki kahvaltı sofrasının çevresindeki yerimizi aldık. Sofrada yumurta, zeytin, bal, peynir ve tereyağından tutun da; bir köy yerinde bulunması gereken tüm doğal besinler vardı. Artık yola çıkmanın zamanı gelmişti. Ahmet kardeşimizin ve amcasının oğlu, güzel insan, örnek muhtar sevgili Hasan’ın “gitmeyin, bugün de kalın, bir gece daha konuğumuz olun” diye direten ısrarlarına rağmen gitmemiz gerektiğini söyledik. Gitmeden önce günün anlam ve önemini kalıcılaştırmak adına hep birlikte birkaç poz fotoğraf çektirdik. Ahmet’in tüm akrabaları ve neredeyse tüm köy halkı bizleri uğurlamaya gelmişlerdi. Bir dahaki sefere daha geniş kapsamlı bir buluşmayı Diyarbakır’da gerçekleştirmek için sözleşerek ve sanal söyleşiden kalıcı dostluğa doğru yaptığımız yolculuktaki o güzel dostluk anılarını da yüreğimizde taşıyarak Diyarbakır’a doğru yola çıktık. Resul Üstün
__________________
'' Efsaneler Olmez , Shekil Degistirir ''
|
![]() |
![]() |
![]() |
#119 |
Uzman ®
![]() Üyelik Tarihi: Jun 2007
Konum: Cezaevi ¿
Mesajlar: 2,547
Teşekkür Etme: 16 Thanked 27 Times in 23 Posts
Üye No: 43364
İtibar Gücü: 1866
Rep Puanı : 3450
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet : Erkek
|
![]() Sarılmış Dört Yanım -Desteğim Ol
Güçsüz sanma beni. Hele yüreksiz, hiç değilim. Ama öyle dumanlı ki başım; Bir pusu kurulmuş ki yoluma, yürümek ne mümkün. Adım atamıyorum. Her yanım bir Nagazaki, bir Hiroşima sanki... Sırtımda koca bir ülke sevdası. Sendelememek, düşmemek ne mümkün. Bağışla beni gülüm. Yüküm oldukça ağır. Zorlanıyorum. Tek başıma sırtlamak, taşımak zor geliyor. Bu iş; mitinglerde slogan atmaya, kampüslerde bildiri dağıtmaya, dergi- kitap satmaya, üç beş gün uykusuz kalmaya, hiç mi, hiç benzemiyor. Benzemiyor be gülüm. dedim ya; güçsüz değilim. Hele yüreksiz, hiç değilim. Ama sarılmış dört yanım, cehennemde gibiyim. Önüm mayın tarlası, arkam napalm yarası... Tutuşmamak ne mümkün. Patlamak üzereyim be gülüm. Her şeye rağmen, sen yine de uzat ellerini. Desteğim ol. Azalt, hafiflet yükümü. sokakları ışıksız, yüreği emanet bu şehri diriltmeme yardım et. tut ellerimden gülüm. Desteğim ol. Resul Üstün
__________________
'' Efsaneler Olmez , Shekil Degistirir ''
|
![]() |
![]() |
![]() |
#120 |
Uzman ®
![]() Üyelik Tarihi: Jun 2007
Konum: Cezaevi ¿
Mesajlar: 2,547
Teşekkür Etme: 16 Thanked 27 Times in 23 Posts
Üye No: 43364
İtibar Gücü: 1866
Rep Puanı : 3450
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet : Erkek
|
![]() Sen Bensiz Yapamazsın
Kırlangıç baharsız, çiğdem yağmursuz yaşayamaz. Sen kırlangıçsan, ben baharım. Sen çiğdemsen, ben yağmurum. Sen bensiz yaşayamazsın. Güneşsiz günün gölgesi, bulutsuz göğün kıvılcımı olmaz. Sen gölgeysen, ben Güneş'im. Sen kıvılcımsan, ben yıldırımlar yaratan bulutum. Sen bensiz olamazsın. Ben varım ki sen varsın. Çeker gidersem eğer; adın suya yazılır, köpükten ibaret kalırsın. Bensiz yapamazsın, üşürsün sen. Ellerin, gözlerin... Yüreğin donar biliyorsun. Dalından kopan yaprağa dönersin, Sürünürsün, çiğnenirsin biliyorsun. Ben gidince aklın karışır, çıldırırsın. Sen bensiz yapamazsın. Ben senin toprağın, sen bağrımda bir tohumsun. Bensiz yeşeremezsin biliyorsun. Hareketsiz, bereketsiz kalırsın. Ben senin baharın, yazınım anla artık. Alnına kazılan yazgınım. Sen bensiz bir ölüsün biliyorsun. Resul Üstün
__________________
'' Efsaneler Olmez , Shekil Degistirir ''
|
![]() |
![]() |
![]() ![]() |
Konuyu Görüntüleyen Aktif Kullanıcılar: 1 (0 üye ve 1 misafir) | |
|
|