07-26-2009, 01:41 AM | #11 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Aug 2005
Nerden: ManisA
Yaş: 38
Mesajlari: 7,071
Teşekkür Etme: 5 Teşekkür Edilme: 16 Teşekkür Aldığı Konusu: 15
Üye No: 4
Rep Power: 3490
Rep Puanı : 67186
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Babür İmparatorluğu
Hindistan'da kurulan büyük Türk devleti (1526-1858). Baba tarafından Timur'un, ana tarafından Cengiz Han'ın soyundan gelen Zahirüddin Muhammet Babür, Fergana hükümdarı olduğu zaman (1494) on bir yaşında bir çocuktu. Bu yüzden saltanat iddiasında bulunan amcasının, dayısının ve daha başkalarının hücumuna uğradı. Hepsiyle çarpıştıysa da sonunda tahtından oldu (1501). TAHT PEŞİNDE Babür bu çarpışmalar içinde pişmiş cesur, iradeli, ince zekâlı bir adamdı. Yenilgisinden yılmadı, yanındaki askerleri ile birlikte Afganistan'a geçti, büyük bir güçlükle karşılaşmadan Kabil'i ele geçirdi (1504). Merkezi Kabil olmak üzere küçük bir devlet kurdu, Fergana ve Semerkant'tan kaçıp gelen Türkleri de buralara yerleştirdi. Bir süre eski ülkesini geri almak, egemenliğini Türkistan'a yaymak için savaştıysa da bir sonuç alamadı. Bunun üzerine gözünü Hindistan'a çevirdi. HİNT PADİŞAHI BABÜR O zamanlar Hindistan kargaşalık içinde bir ülke, bir ülkeden de öte âdeta bir kıtaydı. Babür bunu fırsat bilerek güneye yöneldi. Zaten o sırada Delhi padişahlığı için kendisine başvurmuşlardı. Bu fırsattan yararlanarak Hindistan'a yürüdü, 1524'te Pencap'ı, 1526'da kanlı bir çarpışma sonunda Delhi'yi ele geçirdi. Art arda öteki büyük şehirleri de ele geçirerek 1528'e kadar Kuzey Hindistan'ın fethini tamamladı. Babür'ün kurduğu imparatorluk 1858'e kadar 332 yıl sürdü. Babür'ün ölümünden sonra yerine geçen Hümayun devrinde imparatorluk sarsıntı geçirdiyse de onun oğlu Ekber Şah zamanında en yüksek kudretine ulaştı. Avrupalıların Büyük Moğol İmparatorluğu adını verdikleri bu büyük Türk-Hint İmparatorluğu Babür ve Ekber şahların attığı sağlam temeller sayesinde yüzyıllarca yaşadı. BABÜRNAME Babür, aynı zamanda sairdi. Başından geçenleri, başarılarını ve yenilgilerini bu eserinde anlatmıştır. Türkçe'nin Çağatay diyeleğinde yazılmış olan Babürname büyük dillerin hepsine çevrilmiştir.
__________________
|
07-26-2009, 01:43 AM | #12 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Aug 2005
Nerden: ManisA
Yaş: 38
Mesajlari: 7,071
Teşekkür Etme: 5 Teşekkür Edilme: 16 Teşekkür Aldığı Konusu: 15
Üye No: 4
Rep Power: 3490
Rep Puanı : 67186
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Bizans İmparatorluğu
İmparator Bizans'ın imparatorluk kavramı Roma ve Helen kaynaklıdır. Tanrı-imparator anlayışı ve uygulaması Hıristiyanlaşmış haliyle karşımıza çıkmaktadır. İmparator, Tanrı iradesiyle gönderilmiş bir kişidir. Tanrı'nın seçilmiş kuludur ve onun himayesinde hüküm sürmektedir. Kilise ve imparator bir bütündür ve imparator kimsenin sorgulayamayacağı ve buna cüret edemeyeceği son derece önemli bir şahıstır. Bu özellikler taşıyan kişinin başında olduğu imparatorluk da, tüm devletlerin, kavimlerin içinde olduğu ortaçağ hiyerarşisinin tepesinde bulunmaktadır. Törenler hipodromda yapılır ancak hükümdarlık ünvanının verilişinin en önemli aşaması, taç giyme, Ayasofya'da gerçekleşirdi. Patrik yeni hükümdara tacını giydirir ve hükümdar kendini " Tanrı'nın sevgili ve yeryüzündeki vekili" olarak tanıtırdı. Hukuk İmparator, adalet örgütünün başıydı. 14.yüzyılın başlarına kadar en yüksek mahkeme imparatorun başkanlık ettiği mahkemeydi. Üyeleri yüksek memurlardan seçilirdi. Ağır suçlar burada görüşülür ve karara bağlanırdı. Bu yüksek mahkemenin dışında, yüksek daire başkanlarının yönettikleri mahkemeler ve ayrıca kentlerde birçok ilk mahkemeler bulunmaktaydı. Ordu Bizans ordusu kara ve deniz kuvvetlerinden meydana geliyordu. İmparatorluğun kurulduğu dönemde kara ordusu iyi örgütlenmiş ve iyi eğitim görmüştü. Kara ordusu sınırlarda oturan birliklerle merkezde bulunan ve her cepheye gönderilen esas kuvvetlerden oluşurdu. 7. yüzyılda ordu ordu örgütünde önemli değişiklikler oldu. Thema sistemi ile eyaletlerdeki askeri birlikler yeni bir sisteme bağlandı. Strategos, aynı zamanda themasının askeri birliklerinin komutanıydı. Kara ordusu piyade ve süvari olmak üzere iki kola ayrılmıştı. Silah olarak kılıç, kalkan, mızrak, zırh ve çeşitli savaş baltaları, mancınıklar kullanılıyordu. Bizans İmparatorluğu kurulduğu zaman düzenli bir donanması olmadığı gibi 7. yüzyıla kadar Bizans'ın denizlerde kuvvetli bir düşmanı da yoktu. Fakat Müslüman donanmasının kurulmasından ve Bizans'a karşı ilk başarıları kazanmasından sonra donanmanın önemi anlaşılmış ve deniz kuvvetleri esaslı bir biçimde örgütlenmişti. Herakleios reformları ile bütün deniz kuvvetleri tek bir ad altında birleştirildi. 3. Leon zamanında deniz kuvvetleri İstanbul donanması ve deniz themaları donanması olarak ikiye ayrıldı. 10. yüzyılda donanma 3-5 Dromondan meydana gelen birliklere ayrıldı. Rum ateşi en önemli silahlarıydı. 11. yüzyıldan itibaren Bizans donanması zayıfladı. 2. Andronikos donanmayı kaldırınca denizlerde üstünlük Venedik ve Cenova'ya geçti. 3. Andronikos donanmayı tekrar kurmaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Bilim Bizans İmparatorluğu'nda bilim ve fikir hayatı ilk iki yüzyıl boyunca Antik Yunan ve Latin dünyası arasındaki ilişkilere sıkı sıkıya bağlıdır. Büyük Constantinus ile birlikte Hıristiyanlık resmen kabul edilmekle beraber Antik geleneğini devlet ve fikir hayatı üzerinde birinci derecede etkili olduğu kesindir. Putperestliğin son kalıntıları 6. ve 7. yüzyılda kaybolmuş, Antik dşüncenin son kalesi olan Atina Okulu 529 yılında kapatılmıştır. Bu arada Hellenistik düşüncenin devam ettiği Mısır, Suriye ve Filistin'in müslümanlar tarafından alınması ile bütün bilim ve kültür hayatı İstanbul'da toplanmıştır. Tarihçilik Bizans İmparatorluğu'nda tarihçilik çok önemli idi. Bizans tarihçilerinin eserleri yanlız Bizans İmparatoru için değil, ilişkide bulunduğu kavimlerin tarihi içinde değerli bilgiler içermektedir. Bizans tarihçiliği kilise tarihi ve dünya tarihi ile başlar. Örneğin: Eusebios'un Khronogrophia'sı, Theophanes'in Khronogrophia'sı, Skylitzes'in Synopsis Historion adlı eserleri. Genel dünya tarihine paralel olarak Antik tarzda yazılan monografilerde Bizans'ın kuruluşundan yıkılışına kadar olan dönem konu alınır. Prikopius'un Gizli Tarih'i ve Yapılar adlı eserleri. Tıp, matematik, astronomi, kimya, botanik, zooloji gibi bilim dallarında ise çok fazla eser yoktur. Edebiyat Bizans edebiyatı, diğer konularda olduğu gibi ilk zamanlar Antik edebiyatın bir devamıdır. Hıristiyanlığın devlet dini olarak kabul edilmesine rağmen eski putperest edebiyat hemen ortadan kalkmamıştır. Ancak Hıristiyan düşünüşü çok geçmeden edebiyatta da ağırlığını ortaya koymuştur. Şekil olarak eskiye bağlı kalmakla beraber ruh bakımından Hıristiyan idi. Bizans yazarlarının çoğunda Kitab-ı Mukaddes'in bilinmesi, Antik eserlerin bilinmesi kadar önemli sayılırdı. Bizans edebiyatı en parlak dönemini Justinianos zamanında yapmıştır. İstanbul merkez olmakla beraber Anadolu, Suriye, Filistin ve Mısır'daki kentlerde de canlı bir edebi faaliyet göze çarpıyordu. Tarih, hukuk, bilim ve teknoloji şiirin konusunu oluşturuyor ve her çeşit düz yazı şiire çevriliyordu. Önemli şairler arasında Nannos, Romanos, Musaios, Patrik Sergios'u sayabiliriz. 7. yüzyılın ortalarından itibaren Bizans edebiyatında bir duraklama dikkati çekmektedir. Özellikle ikon-oklazma yanlız kutsal resimleri yok etmekle kalmamış aynı zamanda bilim ve edebi faaliyetlerin de durmasına neden olmuştur. Bu dönemde çoğunlukla din konuları işlenmiştir. Ayrıca din uğruna ölenlerin biyografileri de bu dönemde oldukça yoğun işlenen konular arasındadır. Bizans'ın ilk kadın şairi Kosia bu dönemde yaşamıştır. İki yüzyıl devam eden duraklama döneminden sonra yeni ve parlak dönem İstanbul Üniversitesi'nin yeniden kurulmasıyla (863) başlamıştır. Antik ve Bizans eserleri toplanmış ve incelenmiş, özetlerini içeren ansiklopediler yazılmaya başlanmıştır. Bunun en önemli örneği Suidas'dır. Bu dönemde ayrıca milli destanlar, epigramlar, ilahiler, manzumlar yazılmıştır. 12. yüzyıldan itibaren halk diliyle yazılmış didaktik, satirik, lirik şiirlere, atasözlerine ve hikayelere rastlanır. Diğer yandan eski mitolojik konular halk edebiyarı üzerinde etkili olmuştur. Eğitim Öğretim yaygın değildi. Daha çok erkek çocuklar okula gönderilirdi. Öğretimde Antik Yunan yazarlarının metinleri okutuluyor ve açıklanıyordu. Orta öğretimin amacı memur yetiştirmekti. Büyük Constantinus'un, İstanbul'u başkent yapmasından sonra imparatorluğun çeşitli bölgelerinden, özellikle de Atina, Mısır ve Suriye'den gelen bilginler burada toplanıyor ve burasını bir bilim merkesi haline getiriyorlardı. 2. Thedosius döneminde İstanbul'da ilk yüksekokul kurulmuştu. Eğitim süresi 5 yıldı. Sonraki dönemlerde kapatılan bu okul, 863 yılında tekrar açılmıştır. Burada felsefe, matematik, astronomi, gramer ve müzik okutulmaya başlandı. İstanbul'da Thedosius'tan itibaren kurulan ve kapatılan üniversite ve yüksekokulların dışında patrikhaneye bağlı olan ve teoloji öğretimi yapan okullar da bulunuyordu. Burada dini derslerin yanında Eski Yunan felsefesi, dil ve edebiyatı, matematik gibi dersler de veriliyordu. Din Bizans İmparatorluğu'nda dinin ve dolayısıyla kilisenin önemi çok büyüktü. Hıristiyanlığın resmen kabulünden sonra kiliseye karşı zaman zaman imparatorların önlem almasına rağmen kilise her zaman saygınlığını korumuştur. Patrik imparator tarafından seçiliyordu ve patrik imparatora taç giydiriyordu. Kiliseye bağlı olarak geniş bir manastır ağı kurulmuştu. Halkın manastırlara olan ilgisi oldukça fazlaydı. Kimileri hayatı boyunca buraya kapanırken kimileri de maddi destek sağlıyordu. Bizans İmparatorluğu'nda manastırların böyle önemli olmasını nedeni; çeşitlilik gösteren, esnek ve akışkan bir kurum olması, toplumun ihtiyaçlarını karşılar nitelikte olması, her sınıftan insana açık olmasıydı. İnsanlar buraya gelip, Tanrı'ya olan borçlarını ödemekte ve aynı zamanda huzur, mutluluk ve güven dolu bir hayat yaşamaktaydılar. Ekonomi Bizans İmparatorluğu'nda ekonomik hayatın temelini tarım meydana getiriyordu. Toprak devletin malıydı. Themalara bölünmüştü ve buralara askeri valiler atanmıştı. Valinin görevi theması içinden gelen toprak gelirlerini imparatora iletmektir. Devlet tarım yapması için kişiye toprak verir o da burayı işler, böylece hem ailesinin ihtiyacını karşılar hem de ürün fazlasını satarak vergi giderlerini karşılardı. Genel olarak buğday, üzüm, tahıl ürünleri, meyve, pamuk yetiştirilir; arıcılık, hayvan yetiştiriciliği (koyun, keçi, sığır ve at) yapılırdı. Bizans sanayisi deyince akla tekstil gelmektedir. Başta pamuklu ve ipekli dokumacılık olmak üzere ketencilik ve halıcılık ileri düzeydeydi. Madencilik, camcılık, kuyumculuk da oldukça gelişmiştir. Her sanayi kolu loncalar şeklinde örgütlenmiş ve sıkı devlet kontrolü altında idiler. Konstantinapolis Büyük Constantinus, doğudaki başkent olarak, Antik dönemin devamı olabilecek şehirleri değil, İstanbul'u (konstantinapolis'i) seçti. Her taraftan işçi, sanatçı ve malzeme getirtti. Roma, Atina, İskenderiye, Efes ve Antakya'nın en güzel tapınakları yeni kenti süslemek için kullanıldı. Yeni merkezi Roma'ya benzetmek için elinden geleni yaptı ve 330 yılında şehri büyük bir törenle açtı. İmparator, doğudaki başkent olarak Antik devir devamı olabilecek şehirleri değil, Konstantinapolis'i seçmişti. Bunun nedenleri arasında kentin coğrafi konumu, ekonomik ve siyasal koşulları sayılabilir.
__________________
|
07-26-2009, 01:45 AM | #13 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Aug 2005
Nerden: ManisA
Yaş: 38
Mesajlari: 7,071
Teşekkür Etme: 5 Teşekkür Edilme: 16 Teşekkür Aldığı Konusu: 15
Üye No: 4
Rep Power: 3490
Rep Puanı : 67186
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Bilge Kağan
Bilge Kağan, 683 yılında doğdu. Babası Göktürk Devleti'ni yeniden kuran İlteriş Kutlug Kağan, annesi İlbilge Hatun'dur. 8 yaşında babasını yitiren Bilge, 24 yıl boyunca Göktürk Devleti kağanlığı yapan amcası Kapağan Kağan'ın elinde büyüdü. Bilge Kağan, amcası öldüğünde yerine geçen oğlu İnal'ı devirerek 32 yaşında Göktürk Devleti'nin başına geçti. Devletin yönetimini ele alan Bilge'nin ilk işi iyi bir yönetim oluşturmak oldu. Bunun için, ordunun başına 31 yaşındaki kardeşi Kül Tegin'i, vezirliğe de Tonyukuk'u getirdi. Bilge Kağan'ın en büyük hayali milletini yerleşik hayata geçirip onları şehirlerde oturtmak idi. Ama buna vezir Tonyukuk karşı çıkarak, "Türkler, Çinlilerin yüzde biri kadar bile değildiler. Su ve otlak peşindedirler. Avcılık yaparlar. Belli bir yerleri yoktur ve savaşçıdırlar. Kendilerini güçlü görünce, orduları yürütürler. Güçsüz bulunca kaçarlar ve gizlenirler. Çinlilerin sayı üstünlüklerini böylece etkisiz kılarlar. Türkleri surlarla çevrili bir kentte toplarsanız ve bir kez Çin'e yenilirseniz, onların tutsağı olursunuz " dedi. Bilge Kağan, bir dönem de Türkler arasında Budizm'i yaymak hevesine kapıldı. Tapınaklar yaparak Türkleri Budist yapmak arzusunu taşıdı. Vezir Tonyukuk, bu düşünceye de karşı çıkarak, Budizm'in insandaki hükmetme ve iktidar duygusunu zaafa uğrattığını, kuvvet ve savaşçılık yolunun bu olmadığını, eğer Türk milletinin yaşaması isteniyorsa bu din ve tapınakların ülkeye sokulmaması gerektiğini söyledi. Bilge Kağan, çok itibar ettiği Veziri Tonyukuk'un tavsiyelerine uyarak, aklından geçen bu planları yapmadı. Bilge Kağan döneminde Göktürk Devleti'nin sınırları Çin'in Şan-Tung ovasından, İç Asya'da Karaşar bölgesine, kuzeyde Bayırku sahasından Ani ırmağı havalisi ve Batı Demir Kapı'ya (Ceyhun Irmağı'nın yakınında Semerkant-Belh yolu üzerinde) kadar ulaştı. Önce veziri Tonyukuk'u sonra kardeşi Kül Tegin'i kaybeden Bilge Kağan'ı, Çinlilerle işbirliği yapan bakanı Buyrak Cor zehirledi. Yatağında hasta yatarken, kendisini zehirleten bakan ve yardımcısını öldürten Bilge Kağan, 25 Kasım 734'de öldü. Bilge Kağan'ın cenazesi 22 Haziran 735 tarihinde büyük bir törenle defnedildi.
__________________
|
07-26-2009, 01:46 AM | #14 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Aug 2005
Nerden: ManisA
Yaş: 38
Mesajlari: 7,071
Teşekkür Etme: 5 Teşekkür Edilme: 16 Teşekkür Aldığı Konusu: 15
Üye No: 4
Rep Power: 3490
Rep Puanı : 67186
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Cengiz Han
1167 yılında doğdu. Moğol Kağanı ve Moğol Devleti'nin kurucusudur. Asıl adı Temuçin’dir. Temuçin, 13 yaşlarında iken, babasını kaybetti. Henüz küçük olduğundan, kabilesi, onu bırakıp Tayciutlar’a katılmak istedi. Annesi Helün Hatun, binbir çaba ile kabilenin küçük bir bölümünü geri çevirebildi. Nice güçlük ve sıkıntıya rağmen, varlıklarını sürdürebildiler. Bütün bu olaylar sırasında, Temuçin’deki önderlik yetenekleri kendisini belli ediyordu. Cengiz, han olduktan sonra Çin’deki Kitün/Chin Sülalesi'nin, kuzey sınırlarında Tatarlar’a karşı giriştiği bir harekete katıldı ve Tatarlar ezildi. Ona göre Tatarlar, atalarına kötülük edip, ölümüne neden olmuşlardı. 1202’te Tatar kabileleri ile savaştı ve onları yendi. Cengiz Han, Moğolistan’ın tek gücü durumuna gelmişti. 1206 İlkbaharı'nda, Onon Irmağı boylarında bir kurultay toplandı. Bu kurultay, bütün kabilelerin temsilcileri Han Cengiz’i, bakanlığa (Kağan) getirdiler. Cengiz unvanı da bu sırada verilmiş olmalıdır. Cengiz Kağan, Çin’den batıya giden ticaret yolunu denetimlerinde tutan Tangutlar’la savaştı. 1209’da kendisi de sefere katıldı. Başkent Ning-hia düşmediyse de, Tangutlar denetim altına alındı. Cengiz Kağan, Asya’nın doğusunda büyük bir güç olarak ortaya çıkarken, Orta Asya’nın kudretli devleti de Harezmşahlar’dı. İki ülke arasında birçok elçiler gidip gelmişti. Cengiz, iki ülke arasında özellikle ticaretin gelişmesinden yana olduğunu belirtmiş, Harezmşah'tan gelen kervan mallarını uygun fiyatlarla satın almıştı. Cengiz, 1218’de bir kaç elçisi dışında tamamı Müslüman olan tacirlerin yönettiği 450 kişilik bir kervan hazırlatıp gönderdi. Cengiz’in Moğollar’ı tek bir devlet altında toplaması sonucu, eski Göktürk topraklarındaki bazı Türk Boylarının Batı’ya doğru göçü başlamıştır. Asya’daki dinler mücadelesinde, Cengiz’in Şaman inancında olmasına karşın, siyasal açıdan İslamiyet’e yakınlaşmasıyla İslamiyet’e destek sağlamıştır. Cengiz’le birlikte Asya’nın iktisadi yaşamı da değişime uğramıştır. Ülkelerarası ticaret yeni boyutlar kazanmış, sınırlar ve gümrükler ortadan kalkmıştır. Asya’da tek bir devletin egemen olmasıyla, Asya’nın batısı ile doğusu arasındaki ticari ilişkiler gelişmiştir. Cengiz Han, 1227 yılında ölmüştür.
__________________
|
07-26-2009, 01:46 AM | #15 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Aug 2005
Nerden: ManisA
Yaş: 38
Mesajlari: 7,071
Teşekkür Etme: 5 Teşekkür Edilme: 16 Teşekkür Aldığı Konusu: 15
Üye No: 4
Rep Power: 3490
Rep Puanı : 67186
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Büyük İskender
Makedonya kralı (M.Ö. 356-323). Asya içlerinde fethedilmiş binlerce kilometre, geniş yankılar uyandıran bir dizi zafer, uçsuz bucaksız bir imparatorluğun tek sahibi... İlkçağ'ın en büyük fatihi Büyük İskender'in serüveni kısaca böyle özetlenebilir. İskender, daha çocuk denecek yaşlarda, babası Makedonya kralı Filip'in (Philippos) sarayında zekâsı ve canlılığıyla kendini göstermeyi bildi. On üç yaşına geldiğinde, ünlü Yunan filozofu Aristoteles onun eğitimiyle görevlendirildi. On beş yaşındayken, kendi gölgesinden bile ürken ve kimseyi sırtına bindirmeyen Bukephalos adlı ata binmeyi başardı. 336 yılında kral olduğu zaman henüz yirmi yaşındaydı. Zafer Peşinde İskender tahta çıkar çıkmaz, muhteşem bir düşü gerçekleştirmeyi, doğuyu fethetmeyi aklına koydu. 334 yılının ilkbaharında, 37,000 askerle Hellespontos'u (Çanakkale Boğazı) geçip Pers kralı Darius (Dara) III'ün kalabalık ordusunu yendi. Gordion'da, o güne dek kimsenin çözemediği ünlü Gordion düğümünü bir kılıç darbesiyle kesiverdi: kentin kehanetinde, bu düğümü çözecek kişinin bütün dünyaya egemen olacağı söylenmişti. Birkaç ay sonra, İssos Ovası'nda Pers kralının ordularına karşı yeni bir zafer kazanıp hükümdarın paha biçilmez hazinelerini ele geçirdi. Bu savaştan sonra Mısır'a doğru indi, İskenderiye şehrini kurdu, çölde ilerledikten sonra tekrar kuzeye doğru çıktı. Dicle ve Fırat'ı aştı, Arbela'da (Erbil) Darius'un son ordusunu da bozguna uğrattı (331). Hindistan Yolu Artık bütün kentler ona kapılarını açıyor, birbiri ardına bütün doğu eyaletleri ona baş eğiyordu. Ne var ki, bunca zafer fatihin başını döndürmüştü: bir çeşit zafer sarhoşluğu içinde, bundan böyle herkesin önünde secdeye kapanmasını istedi. Kolayca öfkeleniyor, kendisine karşı çıkanlara, direnenlere hiç tahammül edemiyordu. Fetih açlığı artık sınır tanımaz hale gelmişti: Asya'nın içlerine daldı, Hindistan'a ulaştı. Fakat 326 yılında, yürümekten, iklimin sertliğinden ve sürekli savaşlardan bitkin düşen askerleri başkaldırdılar ve onu geri dönmeğe zorladılar. İndus Irmağı'nı izleyerek Hint Okyanusu'na kadar indi, sonra Babil'e geldi ve buradaki sarayında, görülmemiş bir lüks içinde, bütün dünyadan gelen elçileri huzuruna kabul etti. 13 Haziran 323'te, 33 yaşındayken, tahta bir vâris bile bırakmaksızın, bu zenginlik içinde yüzen şehirde öldü. İmparatorluğu da onunla birlikte yeryüzünden silinecekti.
__________________
|
07-26-2009, 01:48 AM | #16 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Aug 2005
Nerden: ManisA
Yaş: 38
Mesajlari: 7,071
Teşekkür Etme: 5 Teşekkür Edilme: 16 Teşekkür Aldığı Konusu: 15
Üye No: 4
Rep Power: 3490
Rep Puanı : 67186
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Dandanakan Savaşı
Sultan Mes'ud, Selçukluların artık kendi devleti için ne kadar büyük bir tehlike olduğunu anlamış ve onlar üzerine sefere çıkmıştı. Nihayet Sultan Mes'ud ilk iki savaşta Selçukluları mağlup ettti (1039). Ancak bu Gazneliler için Selçukluları tamamiyle itaat altına alabilecek kesin bir zafer değildi. Bu bakımdan Selçuklulara barış teklif edildi. Selçuklular tarafında da kabul edilen bu teklife göre; Gazneli ordusu Herat'a gidecek, Nesa, Baverd, Fevare şehir ve hududları Selçuklulara teslim edilecek, Selçuklular ele geçirmiş oldukları Nişabur, Serahs ve Merv'i tahliye edeceklerdi. İki tarafın da bu geçici barışı kabul etmelerinin sebebi, dinlenmek ve yeniden savaşa hazırlanmaktı. Selçuklular barış şartlarına uymadıkları gibi, Gazneli topraklarına yeniden akınlara başladılar. Sultan Mes'ud tekrar Selçuklulara karşı harekete geçti. Selçuklular ile Gazneliler arasında devam eden savaşların en büyüğü ve önemlisi Merv civarındaki Dandanakan kalesi yakınında oldu. Selçuklular, Sultan Mes'ud idaresindeki ordu karşısında kesin sonucu alarak Gaznelileri hezimete uğrattılar (24 Mayıs 1040). Dandanakan savaşını kazandıktan sonra Selçuklu Beyleri toplanarak Tuğrul Bey'i "Horasan Emiri" ilan ettiler. Artık Horasan'da tamamen bağımsız bir devlet kuruyorlar ve büyük bir imparatorluk için ilk adımlarını atıyorlardı. Ayrıca devrin adeti gereğince civardaki hükümdarlara zaferlerini bildiren "fetih-nameler" gönderdiler. Selçuklu reisleri aynı ay içinde Merv şehrinde toplanan Kurultay'da bir araya gelerek mühim kararlar aldılar. Bu toplantıda alınan kararlardan birisiyle Abbasi Halifesi Kaim bi-Emrillah'a sadık olduklarını ve Horasan'da adaleti tesis edeceklerini bildirdiler. Bundan sonra Selçuklular hakim oldukları ve ayrıca ilerde ele geçirmeyi tasarladıkları ülkeleri yine eski Türk geleneği gereğince bölüştüler. Bu bölüşmeye göre; Tuğrul Bey "sultan" sıfatı ile Nişabur'u alarak batıya Irak tarafına gidecekti. Çağrı Bey'e "Melik" unvanı ile merkez Merv olmak üzere Ceyhun ile Gazne arasındaki bölge, Musa Yabgu'ya, Büst, Herat ve Sistan havalisi verildi. hanedana mensup şehzadeler de birer bölgenin zabtı ile görevlendirilmişlerdi. Selçuklular bu esas üzerine fetihlere giriştiler ve bu sür'atle gerçekleştirdiler. Çağrı Bey Gaznelilere karşı başarılı savaşlar yaparak, onları Horasan'dan tamamen uzaklaştırdı. Bir Gazneli ordusunu mağlup ederek Belh şehrini ele geçirdi (1040 yılı sonbaharı). Tuğrul Bey ile beraber Harezm'e yürüdüler ve ezeli düşmanları Şah Melik'i mağlup ederek, geçmişte uğradıkları baskının acısını çıkardılar ve Harezm ülkesini Selçuklu Devleti'ne bağladılar (1043). Daha sonra Çağrı Bey oğlu Alp Arslan'ın yardımı ile başarısını sürdürdü ve Karahanlıları mağlup etti. Ele geçirdiği bölgelerde Selçuklu hakimiyetinin tanınması ve buralara Karahanlıların saldırmamaları şartı ile başarılı bir anlaşma yaptı (1050). Çağrı Bey ayrıca Gazneliler sultanı İbrahim ile de Hindikuş dağları arada sınır olmak üzere anlaştı (1059). İki devlet arasındaki bu anlaşma yarım asır kadar devam etmiştir. Selçuklu Devleti'nin kuruluşunda büyük rolü olan Çağrı Bey, yetmiş yaşında Serahs şehrinde öldü (1060). Ailenin en büyüğü Musa Yabgu, Dandanakan savaşından sonra Herat'ı zabtetti (1040). O Sistan bölgesini idaresi altında bulunduruyor ve daha çok Herat'da oturuyordu. Ancak onun hanedanın öteki üyeleri kadar başarılı olmadığı anlaşılıyor. Nitekim 1064 yılında Sultan Alp Arslan'a isyan etti. Neticede Herat kalesinde yakalanarak Alp Arslan'ın yanına götürüldü ve böylece siyasi hayatı sona erdi.
__________________
|
07-26-2009, 01:49 AM | #17 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Aug 2005
Nerden: ManisA
Yaş: 38
Mesajlari: 7,071
Teşekkür Etme: 5 Teşekkür Edilme: 16 Teşekkür Aldığı Konusu: 15
Üye No: 4
Rep Power: 3490
Rep Puanı : 67186
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Danişmendliler
Anadolu'da fetihlere memur edilen Gazi Ahmed Bey, Türkmenlere hocalık, öğretmenlik yaptığı için "Danişmend" lakabı ile anılıyordu. Danişmend Gazi Ahmed Bey, Kızılırmak ve Yeşilırmak dolaylarını ele geçirmişti. Emir Danişmend'in Bizanslar ile bir savaşta ölen Battal Gazi (öl. 740)'nin neslinden geldiği söylendiği gibi, onun Anadolu fatihi Sultan Süleyman b. Kutalmış'ın dayısı olduğu da rivayet edilmektedir. 1086'da Süleymanşah ölünce gücünü arttırdı. I. Kılıçarslan'ın Haçlılarla yaptığı Savaşlara katılarak başarı gösterdi. Antakya Prensi Bohemond'u esir aldı ve Malatya'yı ele geçirdi. Bu prensin serbest bırakılmasını isteyen Kılıçarslan'la arası açıldı ve aralarında savaş çıktı. Bu savaşta Gazi Ahmed Bey yenildi ve 1106'da öldü. Bu Türkmen hanedanının kuvvet merkezi aslında, Kuzey Anadolu'da Tokat, Amasya ve Sivas çevresinde idi.. Ancak Danişmend'in asıl adının Taylu olduğu ve hocalık yaptığı biliniyor. Buna göre Emir Danişmend 1080 yılında Sivas'a gelmiş ve hiçbir mukavemetle karşılaşmadan burada yerleşmişti. Daha sonra Yeşilırmak havzasında fetihlerde bulundu, Niksar'ı muhasara ve zabtetti (1097'den önce). Emir Danişmend Anadolu'daki emirler arasında mücadelelerden yararlanarak devletinin hudutlarını genişletmiş, Haçlı Seferleri'nin başlaması ile batıdan gelen bu yeni düşmana karşı çetin mücadelelere katılmıştır. Türkiye Selçuklu sultanı I. Kılıç Arslan, İznik önünde doğuya çekildikten sonra, Haçlılara karşı Emir Danişmend ve Kapadokya Emiri Hasan ile birleştiler. Bu müttefik Türk ordusu 1 Temmuz 1097'de Darylaeum (Eskişehir) civarında Haçlılara karşı savaşa tutuştu, fakat Türkler ağır kayıplar vererek çekilmek zorunda kaldılar. Haçlıların ulaşamadıkları yerlerde Danişmendliler faaliyetlerini sürdürdüler ve 1098 yılında Bayburt'u aldılar. 1101 yılında muhtelif batılı prenslerin idaresindeki üç büyük Haçlı ordusu peşpeşe Anadolu'ya girdi. Emir Danişmend, Haçlılara karşı I. Kılıç Arslan ile birleşerek onları perişan etti. Danişmend Gazi bu zaferlerden sonra derhal Malatya'nın üzerine yürüyerek orayı zabtetti (1103). Danişmend Gazi 1106 yılında öldü. Yerine oğullarından Emir Gazi geçti. I. Kılıç Arslan ise Danişmend'in ölümünden yararlanarak Malatya'yı ele geçirmişti (1105). Ancak Türkiye Selçuklularının bu üstün durumu I. Kılıç Arslan'ın ölümüne kadar sürdü (1107). Emir Gazi Selçuklu şehzadelerinin taht kavgalarına karışmış ve bu şehzadelerden damadı olan Mes'ud'u destekleyerek, onun Konya'da sultan olmasını sağlamıştır (1116). Daha sonra 1127'de Kayseri ve Ankara'yı zabtetti. Böylece Emir Gazi, Sultan Mes'ud'un arazisi dışında, Fırat'dan Sakarya kaynaklarına kadar uzanan Orta ve Kuzey Anadolu'ya hakim oluyor ve Danişmendliler Anadolu'daki devletlerin en kudretlisi haline geliyordu. Emir Gazi daha sonra Çukurova'ya girerek Ermeni Leon'u itaate mecbur ediyordu (1131). Bizanslılar, Haçlılar ve Ermenilere karşı zaferleriyle Türk-İslam dünyasında haklı bir şöhret ve hürmet kazandı. Bu sebeple Bağdat Halifesi el-Müsterşid ve Büyük Selçuklu sultanı Sencer onun "melik" unvanını tasdik etmişlerdi. Yerine geçen oğlu Melik Muhammed de Haçlılar ve Ermeniler ile savaştı. Melik Muhammed'in ölümü ile (1142), Danişmend Devleti'nin temelleri taht mücadeleleriyle sarsılırken, Anadolu'da üstünlük yavaş yavaş Selçuklulara geçiyordu. Muhammed'in oğulları ile kardeşleri arasında taht mücadeleleri başladı. Kardeşi Yağı-basan Sivas'da kendisine hükümdar ilan ederken, öteki kardeşi Ayn ed-Devle, Elbistan ve Malatya'da aynı yolu takip etmişti. Oğlu Zu'n-Nun ise Kayseri'yi aldı. Böylece bir müddet için Danişmendlilerde birbirine rakip üç şube meydana çıktı. Danişmendlilerin üçe bölünmesi Türkiye Selçuklu sultanları için bulunmaz bir fırsattı. Bu durumdan yararlananların başında II. Kılıç Arslan geliyordu. O, muhtelif zamanlarda Sivas şubesinin işine karıştı. Nihayet 1169'da Kayseri ve Zamantı'yı zabtetti. Zu'n-Nun, Suriye'de Atabeg Nur ed-Din Mahmud'un yardımı ile tekrar Anadolu'ya döndü ve Sivas şehri ile Danişmendli ülkesinde hüküm sürmeğe başladı. Ancak Nur ed-Din Mahmud'un ölümü II. Kılıç Arslan iyi bir fırsattı. Zu'n-Nun'u ortadan kaldırmak için önünde artık hiçbir engel kalmamıştı. Derhal harekete geçerek Danişmendlilere ait Sivas, Tokat, Niksar ve Amasya gibi şehirleri zabtetti (1175). Zu'n-Nun ise Bizans imparatoruna sığındı. Malatya'da ise 1162'de ölen Zülkarneyn'in üç oğlu arasında anlaşmazlık mevcuttu. Bunlardan Nasır ed-Din Muhammed, bir süre II. Kılıç Arslan'ın vassalı olarak hüküm sürdü. Daha sonra II. Kılıç Arslan 1178'de Malatya'ya giderek, Danişmendlilerin burada hüküm süren koluna da son verdi ve böylece Anadolu'nun birliğini sağlamış oldu. Bundan sonra Danişmendli ailesine mensup emirlerin bir kısmı Selçukluların hizmetine girdiler. Danişmendlilerin XII. yüzyılda yaptıkları camiler orijinal şekilleri ile zamanımıza kadar gelmemiştir. Onlara ait oldukları tespit edilen birkaç cami, medrese ve kümbet vardır. Camilerden; Niksar Ulu Camii, Kayseri Ulu Camii, Kayseri Kölük Camii ve Sivas Ulu Camii değişiklikler ve ilavelerle zamanımıza kadar gelmiştir. Danişmendlilerden Yağı-basan biri 1151-2'de Tokat'da, öteki 1157-8'de Niksar'da olmak üzere iki medrese yaptırmıştır. Danişmenlilerden zamanımıza altı kümbet (türbe) kalmıştır. Bunlardan hanedanın kurucusu Emir Danişmend'e nisbet edilen türbe Niksar'dadır ve ötedenberi bir ziyaretgah kabul edilmektedir.
__________________
|
07-26-2009, 01:50 AM | #18 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Aug 2005
Nerden: ManisA
Yaş: 38
Mesajlari: 7,071
Teşekkür Etme: 5 Teşekkür Edilme: 16 Teşekkür Aldığı Konusu: 15
Üye No: 4
Rep Power: 3490
Rep Puanı : 67186
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Deniz Kavimleri
Mısır yazılı kaynaklarına göre MÖ 13. yy sonları ile 12. yy başlarında birçok Yakındoğu devletinin yıkımına neden olan ve "kuzeyden ya da kuzeydeki denizden gelen halklar"ın göçü olarak nitelenen "Kavimler Göçü" olayı gerçekleşmiştir. Tarihte daha çok "Deniz Halkları Göçü" adıyla tanınan bu göç hareketi, "Deniz Budunları Göçü", "Deniz Kavimleri Göçü", "Ege Göçleri", "Ege Halkları - Budunları, Kavimleri - Göçü" ya da yalnızca "Kavimler Göçü" gibi farklı adlarla da anılırlar. Gerçekte "Sea People" yani "Deniz Halkları" terimi, Fransız bir Mısır tarihi ve dili uzmanı olan Gaton Maspero tarafından ilk kez 1881 yılında ortaya atılmış "yeni" bir adlandırmadır. Mısır yazıtları üzerinde genellikle "adalardan" ya da "denizin ortasından" geldikleri ifade edilen bu halkların tek tek isimleri de verilmiştir. Adlandırma tartışmaları ne olursa olsun, bu olayın incelenmesi söz konusu olduğunda göçten önce, göç olayının seyri sırasında ve sonrasında, Ege Havzası, Anadolu, Kuzey Suriye ve Doğu Akdeniz'deki ne kadar halk ve devlet adı ve varlığı varsa hepsi işin içine girer ve bunların tarihsel, toplumsal, siyasi, kültürel ve konumlanmalarına (lokalizasyon) ilişkin durum ve tartışmalar da kendiliğinden konuya dahil oluverir. Toplumların yer değiştirmesi olayına, bir de söz konusu bölgeleri ve çağı ilgilendiren kronolojik, teknolojik değişmeler ve gelişmeler ve toplumlararası ilişkiler boyutu da eklendiğinde, gerçekte çok geniş bir bölge ve karmaşık bir dönemin sorgulandığı açıkça ortaya çıkar. Bu olayla birlikte Tunç Çağlar'ın bittiği ve Anadolu'nun doğusu hariç tümünde Demir Çağlar'ın başladığı kabul edilir. Demir ya da daha doğru bir deyişle metal işleme teknolojisindeki köklü dönüşümler ve sonucunda meydana gelen savaş aletlerindeki değişim, yeni başlayan dönemin özelliklerini ve önemini gösterir. Tüm bu olgulara ek olarak bu göç olayının, eski ve köklü doğu dünyasının karşısına yeni bir Ege dünyasının doğuşunu hazırlayan etmenleri içinde barındırmış ve Eski Doğu ile Eski Batı arasındaki ilişkileri birbirine daha çok yaklaştırmış olması da, konunun bir çok araştırmacı tarafından ilgiyle incelenmesine neden olmuştur. Ege Göçleri'nin ve konuyla ilgili çalışmaların bir başka özelliği ise, 13. yy sonlarındaki tüm Yakındoğu'nun Tunç Çağ kültürleri ve göçler sırasında adı geçen halk, devlet ve ülke isimleriyle, olayların gerçekleştiği dönemden sonraki gelişmeleri "Karanlık Çağlar" ve hatta 400 500 yıl sonrasındaki Frig, Muşki, Lydia vb. uygarlıkların tarihini ve onlarla ilgili bazı sırları da ilgilendiriyor olmasıdır. Yukarıda aktarılan tüm bu olguları ortaya koyabilmek için, bu göçlerin nereden ve ne sebeple başladığını, nasıl bir gelişim çizgisi izlediğini ve ne gibi sonuçlan olduğunu ortaya koymak oldukça ayrıntılı ve uzun süren bir araştırma süreci isteyeceği gibi, konuyu aydınlatabilmek için şimdikinden daha güvenilir ve zengin arkeolojik verilere de ihtiyacımız olduğu ortadadır. Bu nedenle bu çalışmada daha çok göçler öncesi Ege ve Yakındoğu Dünyası ile Göç olaylarına ilişkin bilgi veren yazılı ve arkeolojik kaynaklar ve Göç'lerin etki ve sonuçlan üzerinde genel nitelikleriyle durulacak ve konunun detayları ve özellikle de lokalizasyon tartışmaları üzerinde çok fazla yoğunlaşılmayacaktır.
__________________
|
07-26-2009, 01:50 AM | #19 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Aug 2005
Nerden: ManisA
Yaş: 38
Mesajlari: 7,071
Teşekkür Etme: 5 Teşekkür Edilme: 16 Teşekkür Aldığı Konusu: 15
Üye No: 4
Rep Power: 3490
Rep Puanı : 67186
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Dürziler
Dürzilik, Fatımi halifesi Hakim Biemrillah’ı tanrı olarak kabul eden ezoterik bir inanç akımıdır. XI. Yüzyılda Suriye’de ortaya çıkan bu akımın adını kurucularından Ebu Abdullah Muhammed bin İsmail Anuştegin ed-Derezi’ den aldığı ileri sürülmektedir. Kimi araştırmacılar Dürziliği İslam’ın Batıni akımları arasında saymalarına karşın, Sünni şeriatıyla olduğu kadar Şii-Batıni anlayışla da çatışan tarafları vardır. Dürziler bugün Lübnan, Suriye, İsrail ve Ürdün’de dağınık topluluklar biçiminde yaşamaktadırlar. En yoğun olarak yaşadıkları bölge Lübnan’ın dağlık yöreleridir. Dürziler uzun yıllardan beri Lübnan dağının güneyi ile Anti-Lübnan dağlarının batısı arasında kalan; kuzeyde Beyrut’tan güneyde Sur’a ve Akdeniz kıyılarından Şam’a kadar uzanan bölgede oturmaktadırlar. Ayrıca az sayıda da olsa Avrupa, ABD ve hatta Avustralya’da da Dürzi toplulukları bulunmaktadır. Dünya üzerinde toplam sayılarının yaklaşık 350.000 kadar olduğu sanılmaktadır. Müslümanlar, Dürzileri Müslüman olarak görmezler. Oysa Dürziler kendilerini Müslüman olarak, hatta Müslümanların en doğru inançlısı biçiminde değerlendirirler. Kendilerini “Muvahhidin” (Tanrı’nın birliğine inananlar) olarak adlandırırlar. Dürziliğin Kökeni Dürziler’in ırk olarak kökenleri konusu tartışmalıdır ve oldukça farklı köken kuramları ileri sürülmüştür. Bir görüşe göre Dürziler’in kökeni Hititler’e ya da Galatlar’a kadar geri götürülür. Bazı araştırmacılar, eski İran kavimlerinden Persler’in ve Medlerin inançları olan Mazdeizm ile Dürzilik arasındaki benzerlikleri kanıt sayarak, Dürziler’in bu kavimlerin soyundan geldiklerini ileri sürerler. Kimi etnograflar ise Dürziler’in Asurlular tarafından sürgün edilmiş barbar bir kavmin devamı olduklarını savunurlar. Dürziler’in kökeni hakkında bir başka görüş, bunları Fenikeliler ile ve özellikle Eski Ahit’te I. Krallar 5:6’da sözü edilen ve Süleyman Tapınağı’nın yapımı sırasında Lübnan dağlarından kereste sağlayan Sayda'lı işçilere bağlamaktadır. Uzun yıllar boyunca Lübnan’da yaşamış olan Haskett-Smith, “The Druses of Syria” (Suriye Dürzileri) adlı yapıtında: Dürziler, kendilerinin Süleyman Tapınağını yapanların torunları olduklarını ileri sürüyorlar; oysa Eski Ahit ve Yahudi tarihi hakkında bilgileri pek sınırlı” diye belirtmektedir. Dürziler, kendilerini Arap ırkından sayarlar. Dürzilerin kökeni konusunda en çok yandaş toplamış olan görüş, Dürziler’in Yemen’deki Süryani kökenli Araplar oldukları biçimindedir. Bu görüşe göre Dürziler, büyük bir sel felaketinden sonra Yemen’den ayrılarak kuzeye göç ettiler. İslam’ın yayılması sırasında bu yeni dini benimseyerek, Lübnan’ın dağlık yörelerini yurt edindiler. Dürziler’in kökeni hakkında Batı’da geliştirilmiş olan bir söylenceye göre Dürziler, Haçlı Seferleri sırasında Lübnan dağlarına yerleşmiş olan Dreux Kontu ve adamlarının soyundan gelmektedirler. Bu topluluğun torunları kendi dil ve dinlerini tümüyle yitirmişlerdir. Dürzi sözcüğünün kökeni de Dreux’den türemiştir. Söylenceye göre, XII. yüzyılda yörede kalıp, memleketlerine dönemeyen bu Haçlılar, Müslümanların baskısı karşısında Comte de Dreux’nün komutası altında dağlara çekilmişler ve yerliler ile evlenerek ayrı bir topluluk oluşturmayı başarmışlardır. XVII. Yüzyılda bu söylence daha da geliştirilmiş ve Dürziler’in başında bulunan Emir II. Fahreddin’in Lorraine hanedanı ile kan bağı bulunduğu ve bu yolla ilk Kudüs Haçlı Kralına bağlandığı ortaya atılmıştır. Fahreddin’in 1613-1618 yılları arasında Floransa ve Paris’te kaldığı, hem Medici hanedanı hem de Fransa Kralı XIII. Louis ile Osmalılar’a karşı ittifak kurduğu bilinmektedir. Dürziliğin inançsal kökeni Mısır’daki Fatımi devletine dayanmaktadır. Araştırmacılar Dürziliğin tarih sahnesine çıkışını, Fatımi halifesi Hakim Biemrillah’ın kendisinin tanrı olduğunu ileri sürdüğü 1017 yılı olarak kabul ederler. Bu yıl Dürzilerce takvim başlangıcı biçimde değerlendirilir. Hakim’in veziri olan Hamza bin Ali, Hakim’in tanrılığına dayanan bu yeni inancı yaymak görevini üstlenir ve Hakim’in imamlığını ve tanrılığını savunan iki risale kaleme alır. Bu risalelerde Allah’ın yedi imama hulul ederek insan biçimine büründüğünü, Hakim’in özünde Allah’ı bulunduran son imam olduğunu iddia eder. Hamza, Hakim’in tanrılığının yanısıra, kendisinin de peygamber olduğunu ortaya atar. Hamza bu yeni inançları yayması amacıyla Anuştegin ed-Derezi’yi Suriye’ye gönderir. Anuştegin, Suriye ve civarında yaptığı propagandalarda oldukça başarılı olur. Diğer taraftan 1020 yılında Hamza, Kahire’de bir camide inançlarını açıkça duyurur ve bunun üzerine Hamza karşıtı büyük bir ayaklanma başlar. Hamza, bir süre Hakim tarafından korunur ve sonra ortadan yok olur. Halife Hakim ise, giderek genişleyen ayaklanma karşısında özellikle Fustat kentine karşı müthiş bir intikam hareketine girişir. Ne var ki tam bu sırada halife Hakim de 23 Şubat 1021 gecesi esrarengiz biçimde ortadan kaybolur. Hakim ve Hamza’nın yandaşları Mısır’ı terketmek ve Suriye’de Anuştegin ed-Derezi tarafından oluşturulan topluluklara katılmak zorunda kalırlar. Zamanla güçlenen Dürziler, Haçlı Seferleri sırasında İsmaililer ile birleşerek İslam ordularına karşı Hıristiyanların yanında yeralırlar. Ancak bu dönemde o yörede yaşayan İsmaililer ile Dürziler arasındaki ilişkiler hakkında açık bir fikir edinmek olanaklı değildir. Bir çok araştırmacı bu iki mezhebi birbirine karıştırmıştır. Kesin olarak bilinen her iki mezhebin de Haçlı Seferlerinin sonuna kadar Hıristiyanların müttefiki olarak kaldıklarıdır. Haçlı Seferlerinden sonra yörede varlıklarını sürdüren Dürziler, Kaysiler ve Yemanilerdiye iki kola ayrıldılar. Yemaniler Mercidabık savaşında (1516) Osmanlılar’ın yanında yeraldı. Daha sonraki yıllarda sık sık çıkardıkları ayaklanmalar ve kargaşalıklarla Osmanlı İmparatorluğundaki sorunlu topluluklardan biri olma özelliklerini sürdürdüler. Birinci Dünya Savaşı sırasında diğer Arap kabileleri gibi Osmanlılar’a karşı harekete geçtiler ve Fransız işgali sonucu (1918) Osmanlı yönetiminden ayrıldılar. Fransızlar Dürziler’in yaşadıkları yörede özerk “Cebel-i Dürz Emirliği”ni kurdular (1921). Dürzi Emirliği 1936 yılında kaldırıldı ve Dürziler’in bir kısmı Suriye’ye bir kısmı Lübnan’a bağlandı. İnançları Dürziliğin inançsal temeli Hamza bin Ali tarafından oluşturulmuştur ve dört temel ilkeye (farz) dayanır. 1. Hakim’i Allah Bilmek: Hakim, hem Allah hem de insandır (Lahut-Nasut). Bu iki nitelik birbirinden ayrılmayacak ölçüde içiçe geçmiştir. Allah’ın tüm işleri anlamlı ve bilgecedir. İnsan aklı O’nu ve işlerini kavrayıp tanımlayamaz. Allah, bir çok kez insan biçiminde zuhur etmiştir; en son olarak Hakim biçiminde kendisini göstermiştir. Kötülükler ve bozukluklar ortadan kalktığında gizlendiği yerden bir kez daha ortaya çıkacak, Dürzileri ödüllendirip inançsızları cezalandıracaktır. 2. Emri Bilmek: “Kaim al-Zaman” olarak da adlandırılan emir, Hamza bin Ali’nin kendisidir. Hamza, Allah’ın ilk yarattığı, ilk cevheridir. Evren ve tüm diğer varlıklar ondan yaratılmıştır; bu nedenle Hamza, yaratıkların en onurlusu ve Allah’ın elçisidir. Dünya ve Ahiret işlerini yöneten, ceza ve ödül veren odur. Allah’ın öz nurundan yaratıldığı için, imamların imamı olup, kıyamet gününde sevap ve ikab onun eli ile yapılacaktır. Yer, içer, el ile tutulur. Babası ve anası vardır. Karısı ve çocukları yoktur. O, nedenlerin nedeni ve tümel akıldır(Akl-i Külli). 3. Hududu Bilmek: Tanrısal emirleri öğreten ve yayanlara “Hudud” denir. Hudud’un başı Hamza’dır ve onunla birlikte sayıları beşe ulaşır. Bunlara “Vezir” de denilir. Hamza’dan sonra gelen dört hudud yaratıkların en onurlularıdır, evlenmedikleri gibi her türlü günahtan uzaktırlar. Bunlar dışında hudud sayılan üç grup daha vardır: “Dai”ler, “Mezun”lar ve “Mukassir”ler. Dinin önderleri diye adlandırılan “hudud” aslında beş tanrısal ilkeyi temsil etmektedir. Beş Dürzi önderin de kişiliklendirilen bu beş ilkeden ilki erkek ilke olan Evrensel Akıl’dır ve Tanrı’nın ilk yarattığı varlık olan Hamza bin Ali tarafından temsil edilir. İsmail bin Muhammedtarafından kişiliklendirilen ikincisi Evrensel Ruh’tur (Nefs) ve dişi ilkedir. Bunların ikisinden, Muhammed bin Vehb’te kişiliklenen, Söz (Logos) türemiştir. Söz ve Evrensel Ruh’tan üreyen ve Selame bin Abdullah’da kişilik kazanan dördüncüsü ise Sağ Kanat (el-Cenahu’l-Eymen) ya da Yöntem’dir. Sağ Kanat’tan aynı biçimde üreyen ve Bahaeddin Muktena’da kişiliklenen Sol Kanat (el-Cenahu’l-Yesar) ya da İzleyen beşincileridir. Bunlar, aynı on sefirotun Kabalacılar’ın gizem ağacını oluşturması gibi, Dürziliğin dinsel hiyerarşisini oluştururlar. Büyük olasılıkla Dürziler bu kavramları Kabalacılar’dan almışlardır. Dürzilerin kutsal simgesi beş köşeli bir yıldızdır. Bu yıldızın her bir köşesi ayrı renkte olup, beş hududu ve onların niteliklerini temsil eder: Yeşil: Gerçeğin anlaşılması ve kavranması için gerekli olan “Akıl” dır. Allah’ın iradesini temsil eder. Kırmızı: “Nefs”dir ve varlığın sınırlarını belirler. Akla yardımcıdır. Sarı: Gerçeğin en yalın ifadesi olan “Söz”dür. İlk ikisine yardımcı olmaktadır. Mavi: “as-Sabik”tir. İradenin düşünsel gücünü temsil eder. Söz’e yardımcı olmak ve onu her türlü kötülükten koruyarak, evreni uyum ve düzen içinde tutmak üzere yaratılmıştır. Beyaz: “al-Tali”dir. Mavi’nin gerçekleşmesi ve gücün maddeleşmesidir. 4. Vasiyetlere Uymak: Bazı ahlak kurallarından oluşan ve “Hasıl” da denilen vasiyetlere uyulması zorunludur. Bu kurallar: Doğru sözlü olmak (Sıdk al-Lisan). Kardeşlik, mezhep üyelerini koruma (Hıfz al-İhvan). Önceki tüm ibadetlerin ve dinsel inançların terk edilmesi. İblis’ten ve tüm kötülerden uzak durmak. Hakim’in tek tanrı olduğuna inanmak (Tevhid al-Hakim). Hakim’in buyruk ve eylemlerine boyun eğmek. Hakim’in iradesine teslim olmak. Öğretileri şu şekilde özetlenebilir: Yalnızca tek bir Tanrı vardır. O, bilinmez ve bilinemez, tahayyül edilemez. Yalnızca O’nun varlığını, varolduğunu doğrulayabilir ya da bilebiliriz. Tanrı insan biçiminde dokuz kez görünmüştür. Bunlar, bedenlenme (incarnation) biçiminde değildir, zira Tanrı bir bedene gerek duymaz, bu belirmeler daha çok bir insanın elbise giymesi gibi Tanrı’nın beden giymesi tarzında olmuştur. Dürziler’de bilgeliğe yalnızca belirli bir dinsel eğitimi tamamlamış olan seçkin kişilerce ulaşılır; bunlara “akıllılar” anlamına gelen “Ukkal” denir. Bunlar başlarına beyaz sarık sararlar ve kendi aralarında özel toplantılar düzenlerler. Dürzilikte “Ukkal”in uygulamakta olduğu dokuz dereceli bir hiyerarşik yapılanma bulunmaktadır. İnisiyasyonun ilk yılında deneme süresini tamamlayan aday asıl üyeliğe kabul edilebilir. Çıraklık devresini tamamlayan Dürzi’nin ancak ikinci yılda inancının simgesi olan beyaz sarık takmasına izin verilir ve mezhebin tüm gizem törenlerine katılmaya hak kazanır. Çoğunluğu oluşturan diğerleri Dürzi inançlarının yalnızca sınırlı bir bölümünü bilirler ve bunlara da “cahiller” anlamına gelen “Cuhhal” denilir. Bunlar ancak herkese açık ibadet yerlerinde buluşurlar. Böylelikle iki katlı bir inançsal yapıya sahip olan Dürzilik, kendine özgü bir ezoterik yapı ortaya koymaktadır. Bu tür iki katlı inançsal yapıların özellikle Manicilik, Bogomiller, Paflikyanlar ve Batı’da Katharlar’da bulunduğu bilinmektedir. Dürzilerin inançsal ilkelerinin yalnızca bir tür inisiyasyondan geçmiş kendi mezhep üyelerine açıklanan gizler olması nedeniyle, inanç ve öğretileri tam olarak bilinmemekle beraber Musevilik, Hristiyanlık ve İslamiyet karışımı bir uzlaşımcı sentez gibi değerlendirilmektedir. Tapınmaları gizli olduğundan törenleri hakkında güvenilir bilgilere sahip değiliz. Yüksek ağaçlıklar arasında veya dağların tepelerinde gizlenmiş kutsal yapılarında hemen hiç süsleme yoktur. Belirli bir ritüelleri ve okudukları bir duaları da yoktur, ama törenler sırasında ilahiler söyler ve kutsal kitapları okurlar. Son olarak, sanki gizli bir örgüte benzerliklerini tamamlamak için, Dürziler’in birbirlerini tanıyabilmek amacıyla benimsedikleri işaret ve şifreler olduğunu ve bunların karşılıklı olarak alınıp verilmemesi halinde gizemlerine dair tek sözcük etmedikleri bilinmektedir. Tampliyeler ve Dürziler Haçlılar’ın Kutsal Topraklar’da egemen oldukları dönemde, Tampliyeler’in karşılaştığı Doğu’ya özgü birçok gizemci inanç akımlarından biri de Dürzilik’tir. Dürziler’in inanç sisteminin ve ezoterik uygulamalarının Tampliyeler’i etkilediği sıkça ileri sürülen bir savdır. Bu sava göre Tampliyeler, daha sonra Avrupa’ya aktarılan ve zamanla Masonluk sistemine yerleşen bir takım inanç ve geleneklerinin esinini Dürziler’den almışlardır. Tampliyeler’in Dürziler ile bağıntısının hem tarihsel hem de geleneksel bir takım kanıtları olmakla beraber, bunun Masonluk ve Tampliyeler üzerinde ne gibi etkileri olduğu konusunda yalnızca varsayımlarda bulunulabilir. Leonard W. King’in Gnostikler ile ilgili yapıtında ileri sürdüğüne göre: “Mısır halifesi Hakim’in mezhebin kurucusu olduğu ileri sürülmesine karşın Dürziler’in, Procopius’un VI. yüzyılda Lübnan ve Suriye’de hızla çoğaldıklarını söylediği Gnostik mezheplerin kalıntıları olmaları daha akla yakındır. Komşuları arasındaki yaygın kanıya göre Dürziler, dana şeklindeki bir puta tapınmakta ve gizli toplantılarında Roma döneminde Ophitler’e (yılanı kutsallaştıran ve ona tapan bir tarikat), Ortaçağda Tampliyeler’e ve çağımızda da Masonlar’a atfedilen törenler yapmaktadırlar.” Bu görüşün başka yazarlarca da onaylandığı görülüyor. Ancak King’e göre, önemli ve ilginç olan nokta: “Dürziler’in kendi önderlerinin İskoçya’da gizlendiğine inanmalarıdır”. Kuşkusuz bu, Tampliyelerin o yörede çok güçlü oldukları dönemlerden kalma bir inanıştır.
__________________
|
07-26-2009, 01:50 AM | #20 |
Forum Kalfası
Kayit Tarihi: Aug 2005
Nerden: ManisA
Yaş: 38
Mesajlari: 7,071
Teşekkür Etme: 5 Teşekkür Edilme: 16 Teşekkür Aldığı Konusu: 15
Üye No: 4
Rep Power: 3490
Rep Puanı : 67186
Rep Derecesi :
Cinsiyet : Erkek
|
Ege ve Yunan Medeniyetleri
Girit Adası, Yunanistan, Makedonya, Trakya, Batı Anadolu ve Ege Adalarında yaşayan toplulukların meydana getirdiği medeniyettir. Girit Medeniyeti Ege ve Yunan Medeniyeti'nin ilk ortaya çıktığı yer Girit Adası'dır. Bu medeniyet, buradan diğer adalara, Mora ve Yunanistan'a yayılmıştır. En önemli eserleri Knossos Sarayı'dır. Miken (Akalar) Medeniyeti Anadolu'dan M.Ö. 2000'de Yunanistan'a gelen Akalar tarafından kurulmuştur. Şehir devletleri halinde yaşamışlardır. En önemli şehirleri Miken'dir. Bu yüzden Miken Medeniyeti diye anılır. Akaların siyasi tarihinin en önemli olayı Truva Savaşları'dır. Boğazların egemenliği için Mikenlilerle Truvalılar arasında yapılmıştır. Truva Savaşları tarihte ilk defa boğazlar sorununu ortaya çıkarmıştır. Homeros'un İlyada adlı eserinde bu savaşlar anlatılır. Önemli mimari eserleri Miken ve Tirins Şatoları'dır. Miken Uygarlığı, Dorlar tarafından yıkılmıştır. Yunan Medeniyeti Akalar'a son veren Dorlar tarafından kurulan bir medeniyettir. Yunan Medeniyeti, kendinden sonraki Hellen ve Roma Medeniyetleri üzerinde etkili olmuştur. Polis adı verilen şehir devletleri kurmuşlardır. Önemli şehir devletleri Atina, Sparta ve Korint'dir. Yunan şehir devletleri, güç olarak birbirlerine denk olduklarından, birbirlerine karşı üstünlük sağlayamamışlardır. Bu nedenle Yunanistan'da İlkçağ'da milli bütünlük sağlanamamıştır. Sadece ülkelerini ele geçirmeye çalışan Persler'e karşı birlik sağlamışlar ve Peleponnes Savaşlarında Persler'i yenilgiye uğratmışlardır. Yunanistan'da halk; soylular, tüccarlar, köylüler ve köleler olmak üzere sınıflara ayrılmıştı. Bu sınıf farkları. sınıflar arası çekişme ve mücadeleyi doğurmuştur.
__________________
|
Bu Konudaki Online üyeler: 1 (Üye Sayisi : 0 Ziyaretçi Sayisi : 1) | |
|
|