![]() |
|
|
#21 |
|
ÇaKaL Üye
![]() Üyelik Tarihi: Jan 2006
Mesajlar: 1,791
Teşekkür Etme: 0 Thanked 88 Times in 15 Posts
Üye No: 26295
İtibar Gücü: 2581
Rep Puanı : 76884
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
GÜÇ İSTENCİ
"Bir gün bayağı kömür 'Niye böyle sertsin!' demiş elmasa. 'Biz seninle yakın akraba değil miyiz ki?' Niye böyle yumuşaksınız? Kardeşlerim, size soruyorum: siz benim, -kardeşlerim değil misiniz? Neden böyle yumuşak, böyle uysal, böyle verimser? Neden yüreklerinizde bunca yadsıma, bunca verinme var? Neden bakışlarınızda bunca az yargı var? Peki siz yazgı olmak, amansız kişiler olmak istemezseniz, bir gün benimle nasıl, iller açabilirsiniz? Peki sertliğiniz çakmak ve kesmek ve parça parça etmek istemezse, bir gün benimle nasıl, yaratabilirsiniz? Yaratıcılar sert olurlar da. Elinizi binyıllara basmak, balmumuna basar gibi basmak, mutluluk sayılmalı sizce, - -mutluluk, binyılların istemine yazmak, tunç üstüne yazar gibi yazmak, -tunçtan daha sert, tunçtan daha soylu. Ancak en soylu kişiler sert olur tepeden tırnağa. Şu yeni levhayı yerleştiriyorum üstünüze, kardeşlerim: sert olun!-" Güç İstemi, Nietzsche�nin felsefesindeki en önemli düşüncedir. Bu düşünceyi iki kaynaktan geliştirir: Schopenhauer�in ve Eski Yunanlıların düşün hayatlarından. Schopenhauer, dünyanın çok güçlü ve kör olan tek bir istem tarafından yönetildiği şeklindeki eski doğu inancını devralmıştı. Nietzsche, bu fikrin içindeki potansiyeli görür ve onu insan ilişkilerine uyarlar. Nietzsche, anlattığına göre, Yunan Kültürü�nü araştırırken, Yunanlıları harekete geçirenin herhangi bir yararlı şey veya doğrudan bir avantajın değil, güç ve iktidar elde etmeye yönelik bir çaba olduğunu farkeder. Nietzsche bundan, tüm insanlığın güç ve iktidar istemi tarafından yönlendirildiği sonucunu çıkarır. Ona göre, tüm eylemlerimizin temel dürtüsü işte bu enerji kaynağından beslenir. Güç istemi çoğunlukla başka birtakım şekillerde, yani şekil değiştirerek, ortaya çıkıyor, ancak daima mevcuttu. Hıristiyanlık, öngördüğü tevazu, sevgi ve merhamet ile, görünüşe göre daima tersini iddia etmekteydi. Gerçekte bu, hastalıklı bir sapkınlıktan başka bir şey değildi. Hıristiyanlık, Romalılar�ın köle zihniyetinden doğmuş ve bu köle zihniyetini hiçbir zaman üstünden atamamıştı. Hıristiyanlığ�ın güç ve iktidar istemi, sırları daha kolay anlaşılabilir güçlü kişilerin değil, köle olanların istemiydi. Nietzsche, insanların geliştirdiği kalıpları analiz etmeye soyunduğunda, onun güç istemi çok yararlı bir araç olarak ortaya çıkar. Eskiden soylu ve saygıdeğer bir fedakarlıktan kaynaklandığı sanılan eylemler, Nietzsche tarafından hasta ve yozlaşmış eylemler olarak deşifre ediliyordu. Ne var ki Nietzsche�nin felsefe yapma eylemi, iki itiraza yanıt vermemektedir. Eğer tek ölçek güç istemiyse, nasıl oluyor da, o istemin doğrultularına uymak istemeyen eylemler, kötüden başka bir şey olabiliyorlar? Ve, azizlerin güç istemlerini başkaları üzerinde değil de, kendileri üzerinde uyguladıkları savı, bu düşünceyi öyle çok yönlü uygulayabilme imkânı veriyor ki, sonunda bu düşünce bizlere hemen hemen hiçbir şeyi açıklayamamaktadır. İkincisi, Nietzsche�nin güç istemi çok döngüsel bir düşünce: Evreni anlama çabamız eğer güç isteminden esinleniyorsa, o zaman Nietzsche�nin güç istemine dair tasarımı şüphesiz evreni anlama çabasından kaynaklanıyor. Ama bırakalım, bu derin ve aynı zamanda tehlikeli fikirle ilgili son sözü Nietzsche�nin kendisi söylesin: "Güç ve iktidar hırsı değişikliğe uğradı, ama o aynı yanardağ hâlâ yanıp duruyor; sabırsızlık ve sınırsız sevgi kurban istiyor; ve önceleri 'tanrı aşkına' yapılan şeyler, şimdilerde para uğruna yapılıyor, ki, bu da en yüksek güç ve iktidar duygusu ve iyi hissetmeyi sağlıyor." (Sabah Alacası, 204) Kaynak: 90 Dakikada Nietzsche Güç İstenci - Der Wille zur Macht - will to power Nietzsche�nin görüngü dünyası, yaşantı dünyası, ruhsal dünyası, bilinci insanlık kuşkusu tarafından belirlendi. İnsanın güvenilmez, inanılmaz, sevilmez olduğuna inanıyordu. Duyarsız, Duyunçsuz, Gerçekliksiz olduğunu sorgulaması bile söz konusu olamazdı. İyimserlik olarak bilinen törel duygunun tehlikeleri karşısında uyanıktı. Tersine, yaşadığı dünyada moral duygunun hiçbir değer ve anlamının olmadığına inanıyordu. Buna göre, tüm düşüncesini, tüm usunu insanın içinde yattığına inandı dizginlenemez ve yatıştırılamaz canavarın varlığını tanıtlamaya adadı. Ama bundan daha da çoğunu yaptı. Modern tinin paylaştığı öz-korkunun üstesinden gelmenin olanaksızlığından hiç kuşku duymadan, bireyi böyle tanımlanan bir varoluşa uyarlamanın yollarını araştırdı ve geliştirdi. Nietzsche zamanın ruh durumunun önemli bir telini yakaladı. Daha şimdiden onun gibi düşünen geniş bir okuyucu kitlesine insanlığın bir bencillik ve saldırganlık egosundan daha iyisine yetenekli olmadığını anlatmayı başardı. İnsanlara çok iyi bildiklerini bir kez daha söyledi: Siz ruhsuzsunuz, değersizsiniz, aslında bir sürüsünüz. Sürü bu öz-çözümlemeyi coşkuyla doğruladı. Nihilist Nietzsche güvenlikten yoksun bir dünyaya, kendi öz-duygusuna aç insanlığa, Tanrısı ölmekte olan bir topluma aslında bunun böyle olması gerektiğini bildirdi. Immanuel Kant�ın "insanlığın yamuk tahtasından doğru hiçbirşey yapılamaz" moral buyrumu ile bütünüyle uyumlu bir dünya görüşü ve bir ruh durumu geliştirdi. Bu ürpertici olgusallık algısı zemininde Güç İstenci hiç kuşkuszu kurtarıcıydı. Güç İstenci, kendi eytişimi gereği, istenç filan değil ama güçsüz olanın itkisidir. Güç İstenci özgür istenç değildir; tersine, güdüsü bilinçsizdir, tam olarak Sigmund Freud�un üst-ben dediği bilinçsiz bir saldırganlık eğilimidir. Bir istenç değil ama denetlenemeyen bir tutkudur, us açısından salt bir kölelik anlatımıdır, dışsal bir güce bağımlılığın ele verilişidir. Ve us tutkuya boyun eğer: Tüm değerleri değersizleştirilen mantık özgür istenci de değersizleştirir, e.d. yok eder. Güç İstenci başka istençleri tanımaz. Tersine, yetkeciliğini dolaysızca gösterir. Varolma koşulunda barışçıllığı, zorun ve zorbalığın ortadan kalkışı olarak türeyi, en özsel eşitliği, kısaca insanlığın üzerinde anlaşabileceği en küçük ussallık düzeyini bile tanımaz. Nietzsche�nin istediği Güç hiç kuşkusuz Doğaya değil ama İnsana karşıdır. Ruhçözümsel olarak, dolaysızca bir paranoya belirtisi, bilinçsiz bir korkunun anlatımıdır. Nietzsche�nin sürü dediği insanlık için duyduğu nefretin bir başka terimde belirişidir. İnancını öldüren, varoluştaki anlam ve değerini yitiren, insan doğasının kendisine yabancılaşan Nietzsche güçsüz, mızmız bir karakterdi çünkü egosunun karşısında yalnızca onun olumsuzlanmasını, �başka�yı, o olmayan, onun sınırı ve sonu olan bir gözdağını algılıyor ve duyumsuyordu. Nietzsche güç istiyordu, ama istediği güç kesinlikle insana ve insanlığa güven duygusuyla birleşen Erdem değildi. Nietzsche o gülünç üstün-insan tasarımında bir yabancılar, bir yarışmacılar, bir hasımlar toplumunda yiten modern bireyin çok yaygın, ama yaygın olduğu denli de budalaca ve tehlikeli özlemine anlatım verdi. Buna göre, Nietzsche�ye son yüklenen sıfatlardan biri de doğalcılıktır. Nietzsche�yi iyi tanıyan, düşünürün dengeli bir tablosunu çizdiği ve her savını bir düzine alıntı ile desteklediği ileri sürülen bir yazar unları söyler (Nietzsche: Naturalism and Interpretation.Christopher Cox. Berkeley: University of California Press, 1999. Pp. xvi + 270. $45.00.) : "the apparent dogmatism of will to power and becoming is mitigated by perspectivism, which grants that will to power and becoming are themselves interpretations, yet ones that are better by naturalistic standards�� :: �� güç istenci ve oluşun görünürdeki inakçılığı güç istencinin ve oluşun kendilerinin yorumlar olduğuklarını, ama doğalcı ölçünlere göre daha iyi yorumlar olduklarını kabul eden perspektivizm tarafından yumuşatılır" (s. 106). Nietzsche�de (ve anlatımı olduğu modern bilinç yapısında) berbat ve tehlikeli olan şey tam olarak bu yorumun kendisinin anlattığı özgürlük yoksunluğudur: Doğalcılık. Doğa Tinin üzerine ve önüne çıkarılır, ve tutkunun usa, dürtünün sağduyuya birincilliğinde diretilmesi ölçüsünde, nihilizm kendi doğasını sergiler. Görünen şey perspektivist-göreci olmanın tam tersidir çünkü doğal olan zorunlu olandır, göreli değil. Yine bu düzeye dek Doğanın sağladığı ölçünler gerçekten de iyinin ve kötünün ötesindedir ve buna göre �daha iyi� oldukları değil ama yalnızca doğal oldukları söylenebilir. Doğal olan hiç kuşkusuz moral değer kategorilerinin altında durmaz. Çünkü zorunludur, özgür değil. Doğa Hak kavramını içermez. Nietzsche�de ��yüksek�� olan şey gerçekte alt ya da doğal olandır, tinsel olan değil. Türe yasanın gerçekleşmesidir, ama üst-insanın gerçekleştirmesi gereken yasa doğa yasasıdır. Böyle bakış açısından, istenen güç başkalarının güçsüzlükleri pahasınadır. Güç İstenci güç istemi, güçlü olma isteği değildir. Güç İstenci istencini dayatma hakkının uygulanmasıdır. Sürüyü varsayar. Güç İstenci kendi eytişimi gereği zor ve şiddet istencinde somutlaşır. �Zor� kendini güç kavramının arkasında gizleyen yabanıllıktır. Başka bir deyişle, saldırganlıktır. İşi yokediciliktir. Nietzsche güçsüzdü çünkü dünyası İyi, Gerçek, Güzel hiçbirşey içermeyen değer yoksunu bir dünyaydı. Tıpkı bilinci gibi. Tüm dünya karşısında güçsüzdü. Ama zayıflığın çıkarsaması bir nefret duygusundan başka birşey değildir. Nietzsche dünyadan, insanlıktan nefret etti. Nietzsche doğanın güçleri karşısında değil ama insan karşısında güçsüzdü. İnsanlar karşısında insan olduğunu anlamayı başaramadı: Sevme ve sevilme yeteneği yıkılmıştı. Değer bilmeyi başaramadı. İnsanları ne denli güçlü gördüyse, onları usa ve erdeme ve türeye ne denli bağlı gördüyse, kendi hiçliğini o denli derinden duydu, nefreti o denli yeğinleşti, ve herkesten önce erdemsizliği güçsüzlük olarak gören Sokrates'ten, �moral manyak� olduğunu söylediği bu en yürekli, en güçlü bireyden nefret etti. Güçlü insan Nietzsche için parası, malı mülkü, politik yetkesi ya da ünü olan, varoluşun anlamını dışsallıklarda bulan mutçu soytarı değildi. Tüm bu tür öğeler özsel olarak insana dışsaldır, ve Nietzsche bunları gerçek güç kaynağı olarak görmedi. Nietzsche Gerçek, Güzel ve İyiden yana olmakla, insan özünü doğrulamakla güçlü olan insandan, erdemli insandan nefret etti. Nietzsche insanlıktan kuşku duyar, insan bir us değil ama bir içgüdü varlığı olduğuna inanır ve buna göre vargılar çıkarır. Tanıdığı, bildiği, bir parçası olduğu insanlık alanında hiç de yanılıyor gibi görünmez. Tersine, işlerin yürürlükteki durumuna kavramsal anlatım verir. Tanrısı ölen bir insanlık için duyuncun da öldüğünü ileri sürerken bütünüyle tutarlı, bütünüyle geçerli, bütünüyle gerçek bir nihilist uslamlamayı formüle eder. Yaşamın kendisi söz konusu olduğu sürece, Nietzsche�ye öncüllerinin tutarlı vargılarını görmeyi, türetmeyi, ve doğrulamayı beceremeyen mızmız pozitivistlerden, varoluşçulardan, özdekçilerdan daha fazla önem vermeliyiz. Modern dünya gerçekten de insan doğsında yatan canavarlığın bir sonucu olarak bütün tarihinde ilk kez bir küresel ölüm-kalım sorunu ile karşı karşıya gelmiştir. Modern birey ve onun modern devleti Nietzsche�nin en çoğundan kağıt ve mürekkep düzleminde edimselleştirdiği korku-nefret-saldırganlık temasını Yaşamın kendisinin ortasında normal bir varoluş koşuluna çevirmiştir. Modern Bilinç nihilist insanlık çözümlemeleri ile anlaşmada hiçbir sorun görmez. Tersine, böyle kötümser yorumlarda varolan duruma ortak olmanın aklandığını duyumsar. Rahatlar. Suçluluk duygusu acı verici birşey olmaya son verir, sadistik bir haz kaynağı olur. Bireysel ruh ve bilinç kendini baştan sona değersizleşmiş bir ekinin kucağına bırakır. Yirminci yüzyılın olayları, dünya savaşları, soykırımlar, ve dünyanın dört bucağına yayılan daha başka acımasızlık eylemleri Nietzsche�nin ve irrasyonalizmi izleyen daha başka sayısız modern düşünürün kuşkucu insanlık görüşlerinin haklı olduğunu düşündürür. Büyük nihilistin ölümünü izleyen yüzyılın tüm olguları insan doğasının bir sevgi, duyunç ve gerçeklik doğası olmaktan ne denli uzak olduğunu tanıtlar, tersini değil. Usu reddeden tüm soyut kuramcılık ona kalan biricik yöntemle, tümevarım yöntemi ile yetinmek zorunda olduğunu bilir. Nihilizmin yalnızca bir çözümleme olmadığını, kendisinin karşı-moral tutumunun tam olarak bir moral tutum olduğunu anlamak için olgusal olarak söylediklerinden çok mantıksal olarak söylemek zorunda olduklarına bakmamız gerekir. Nietzsche yalnızca betimleme ya da çözümleme yapmakla kalmaz. Modern dünyanın yaşadığı ve gelecekte yaşayabileceği trajedilerin kendileri tam olarak nihilist düşünürün insanlığa salık verdiği duyunçsuzluk zemininde olanaklı oldular. Nietzsche hiç kuşkusuz modern kötülüğün mimarı değildi. Ama us-dışını, duyunç-dışını, duygu-dışını kutlayan bir yazardı. İnsanlığı sürü olarak aşağılaması, üst-insan dediği soytarılığı yüceltmesi Nietzsche�nin raslantısal buluşları değil ama insan duyuncunu anlayış yolundan doğan sonuçlardı. "Üst İnsanlar tarafından kitlelere karşı bir savaş bildirimine gereksinim var! ... Yumuşak ve kadınsı yapan herşey Halkın ya da Kadınların ereğine hizmet eder. Evrensel oy hakkından, eş deyişle, aşağı insanların egemenliğinden yana işler. Ama karşı önlemleri almalı ve bu bütün sorunu aydınlığa ve yargının mahkemesi önüne getirmeliyiz." (Nietzsche, Güç İstenci, Kesim 861). Nietzsche modernizme düşmanlığında modernizmin ürünüydü. Ona sevgi vermeyen bir dünyayı değil ama sevginin kendisini yadsıdı, Nefreti, Güç İstencini yüceltti. Modern �uygarlık� kendi tarihsel kökenlerinden ötürü yalnızca sevme değil ama sevilme yeteneğini de tinsel dokusundan dışlar, ve geriye duyguya kendini anlatmak için saldırganlıktan başka bir çıkış yolu bırakmaz. Nietzsche bu karanlık duygunun sanatını yaptı ve modern toplumda yaygın bir duygudaşlık kazandı. Popülerliği nedensiz değildir. Evrensel bir bilinçaltına anlatım veriyordu. "Eğer yaratmak istiyorsak, kendimize hiç kadar büyük bir özgürlük vermek, böylece ahlaktan kurtulmak ve şenlikleklerle neşelenmek gerekir. (Geleceğin önsezileri! Geçmişi değil geleceği yüceltmek! Geleceğin mitini bulmak! Umut içinde yaşamak!) Şanslı anlar! Ardından perdenin yeniden inmesine izin vermek ve düşüncelerimizi kesin ve yakın amaçlara indirgemek!" (Güç İstenci)
__________________
CaKaLBot Banlanmış ve üyeliği iptal edilmiş üyelerin mesajlarını tek nickte toplayan bir bottur. |
|
|
|
|
|
#22 |
|
ÇaKaL Üye
![]() Üyelik Tarihi: Jan 2006
Mesajlar: 1,791
Teşekkür Etme: 0 Thanked 88 Times in 15 Posts
Üye No: 26295
İtibar Gücü: 2581
Rep Puanı : 76884
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
"Tanrının ölümünü, büyük bir reddedişe ve kendi üzerimizde sürekli bir zafere dönüştürmezsek, bu kaybın bedelini ödemek zorunda kalırız."
Kendine "tehlikeli belki'nin filozofu" diyen Nietzsche'nin yazıları arasında masalsı bir parça vardır, DELİ: O deliyi duymadınız mı: Tanla kalkan, fener yakıp pazar yerine koşan, durmadan bağıran: "Tanrıyı arıyorum! Tanrıyı arıyorum!" Tanrıya inanmayan bir nice kimse vardır o sıra, bir gülüşmedir kopar. Biri: "Ne, yitirmiş mi?" der. "Çocuk gibi yolunu mu yitirmiş?" der bir başkası. "Yoksa saklanıyor mu bizden? Yolculuğa mı çıkmış? Göçmüş mü yoksa?" Bu düzen üzre bağrışırlar, gülüşürler. Deli ortalarına dalar, onları bakışlarıyla deler. "Nerde mi Tanrı?" diye bağırır. "Söyleyeyim: ÖLDÜRDÜK ONU, sen, ben. Hepimiz onun katilleriyiz. Peki bunu nasıl yaptık? Nasıl yutabildik denizi? Bütün çevreni silmek için süngeri kim verdi bize? Yeryuvarlağını güneşten boşlamakla ne yapmış olduk? Şimdi nereye gidiyor? Biz nereye gidiyoruz şimdi? Bütün güneşlerden uzaklaşmıyor muyuz? Dalmıyor muyuz boyuna: Geriye doğru, yana, ileriye doğru, bütün yönlere? Aşağı diye, yukarı diye bir şey kaldı mı? Sonsuz bir yokluk içindeymiş gibi yoldan sapmıyor muyuz? Soluğunu duymuyor muyuz boş uzayın? Daha da soğumuş değil mi? Gece üstüne gece değil mi yaklaşan? Sabahları fener yakmamız gerekmez mi? Tanrıyı gömen mezarcıların gürültüsünü hiç mi duymuyoruz? Tanrının çürümesinden yayılan kokuyu burnumuz almıyor mu hiç? Tanrılar dahi çürürler. Tanrı öldü. Tanrı ölü duruyor. Hem onu biz öldürdük. Şimdi biz, katiller katili, nasıl avutalım kendimizi? Acunun şimdiye dek edindikleri arasında en kutlu, en güçlü olanı can verdi bıçaklarımız altında. Kim silecek bu kanı üstümüzden? Su var mı arıtacak bizi? Nice yazık-silme yortuları, nice kutsal oyunlar bulmamız gerek bunun için? Bu işin büyüklüğü, bize göre pek büyük değil mi? Buna yalnız değerli görünmek için bile Tanrı olmamız gerekmez mi bizim? Bundan büyük iş başarılmamıştır; her kim bizden sonra doğarsa -bu iş yordamıyla- şimdiye kadar ki bütün tarihten daha yüksek bir tarihin parçası olacaktır. Deli burada susar, kendisini dinleyenlere bakar; onlar da susarlar, şaşkınlık içinde ona bakarlar. Derken fenerini yere çalar, fener kırılır, söner. "Çok erken geldim" der sonra. "Benim vaktim daha gelmedi: Yolda şimdilik bu devce olay, yürüyor daha, daha erişmedi kulaklarına kişioğullarının. Şimşek, yıldırım zaman ister, zaman ister işler yapıldıktan sonra bile, görülmeden işitilmeden önce. En uzak yıldızlardan daha uzak onlara bu iş şimdilik. OYSA BUNU KENDİLERİ YAPTILAR." Yine derler ki, o gün deli, birçok kiliseye girer, TANRIYA SONRASIZ AĞIT'ını okur. Dışarı çıkarılıp sorguya çekildikte hep şöyle karşılık verdiği söylenir: "Tanrının mezarlarından, türbelerinden başka nedir ki bu kiliseler?" Nietzsche'ye göre durum budur; Tanrı insanın içinde ölmüştür, insan kendi eliyle öldürmüştür onu; Tanrının ölümüyle açılan boşluğa yuvarlanmakta; en büyük tehlikeyle, yok olmakla karşı karşıya; fakat bu en büyük tehlike, onun en büyük olanağıdır, insan ne yapıp yapıp bu boşluğu kendi varlığıyla, kendini altederek, doldurmalıdır, ancak böyle değer kazanacaktır Tanrıyı öldürmesi. ("Zerdüşt"ün Önsözünden) ...................................*.............. ..................... * * Tanrı ve Nietzsche: iki uç kavram. (...)İsa'nın öldürülmesi, Hıristiyanlarca bir kötülük olarak görülmüştür. Bugüne kadar işlenmiş günahların en büyüğüdür. Hatta bu günah sınırsız bir özelliğe sahipti. Katiller yalnızca dramın aktörleri değillerdir: Günah tüm insanlara aittir. Bir insan kötülük yaptığı sürece (her insan kendi payına bu kötülüğü yapmak zorundadır), İsa'yı çarmıha gerer. Pilatus'un cellatları İsa'yı çarmıha germişlerdi, ama onların çarmıha gerdiği Tanrı kurban edilerek öldürülmüştü: Kurban eden, Adem'den beri günahkârların sınırsızca işledikleri Cürüm'dü. İnsan yaşamının iğrenç bir biçimde gizlediği şey (kirli ve imkânsız olarak taşıdığı her şey, pis kokusu içine yoğunlaşmış kötülük), iyiliği o kadar eksiksiz bir biçimde bozmuştur ki buna yaklaşan hiçbir şey hayal edilemez. İsa'nın öldürülmesi, Tanrı'nın varlığına saldırır. Olayların gelişimi öyle bir hal almıştır ki, sanki, yaratıklar yaratıcılarıyla ancak bütünlüğü parçalayan bir yara aracılığıyla iletişime girebilirlermiş gibi görünmektedir. Yara, Tanrı tarafından istenmiş, arzulanmıştır. Tanrı da bu yarayı açan insanlardan daha az suçlu değildir. Diğer yandan -bu da daha az ilginç değildir- bu suçluluk, her suçlu varlığın bütünlüğünü parçalayan yaradır. Bu şekilde, insanların suçluluğu ile yaralanmış Tanrı ve Tanrı karşısındaki suçluluklarının yaraladığı insanlar, kendi sonları gibi görünen birliğe acı çekerek ulaşırlar. Eğer karşılıklı olarak bütünlüklerini korumuş olsalardı, eğer insanlar günah işlememiş olsalardı, bir taraftan Tanrı, diğer taraftan insanlar yalnız kalmakta direnirlerdi. Yaratıcı ile yaratılanların birlikte kanlarını akıttıkları, birbirlerini parçaladıkları ve her taraftan -utancın sınır noktasında- işin içine dahil edildikleri bir ölüm gecesi birliktelikleri için zorunlu olmuştur(...) Kaynak: Nietzsche Üzerine ...................................*.............. ..................... * * TANRI'NIN ÖLÜMÜ Trajediyi başlatan �Zerdüşt� şiiri olmuştur. Tüm doğu edebiyatının en güzel şiirlerinden birisi olan bu şiir, aynı zamanda bize Nietzsche'nin evriminin kilidini sunan şiirdir. Berrak ve canlandırıcı bir havanın olduğu Sylvapna'nın karlı doruklarının yakınlarında, masasını kurduğu bu yaylanın üzerinde, Nietzsche geçmişini ve geleceğini kucaklıyordu. Basel'de, -çalışmalarını ve derslerini Sokrates öncesi felsefecilerine adadığı zaman- yavaş yavaş bilincinde çizdiği projeyi şimdi gerçekleştiriyordu. Nietzsche için tarih, cansız ve geride kalmış olayları boş yere seyretmek, derin bir bilginin basit bir araştırması değildir. Tarih, bütün bir geçmişin ve bugüne bir anlam kazandırabilecek tek unsur olan geleceğin, duyarlılığın en derin yerine yerleştirilmesidir. Nietzsche işte bu kavramını doğrulamaya çalışacaktı. "Bu ağaç tek başına duruyor şu dağ başında; insan ve hayvan üzre yükselmiş. Ve konuşmak istese, kendisini anlayacak kimse bulunmaz; öylesine yükselmiş. İşte bekler de bekler, -nedir beklediği? Bulutlar otağına pek yakın barındırdığı yer: Yoksa ilk şimşeği mi bekler?" Zerdüşt'ün kehanetleri, daha doğrusu, hürriyetlerini kazanmak istemeyenler için saklı olan bir geleceğin önceden görünmesi, parabol ve semboller şeklinde "Ahlakın Soykütüğü Üstüne" ve Nietzsche'nin diğer yapıtlarında ortaya çıkar. Peter Gast'a Sils-Maria'dan yolladığı bir mektuptan öğrendiğime göre Nietzsche, �Zerdüşt�ün ikinci bölümünü bitirir bitirmez, bilmecelerle dolu bir kitap yazmayı düşünüyordu: -Çünkü maskeli peygamber, bilmecelerle konuşuyordu. -�Evrimin Masumiyeti.� Oysa, kendi benliklerini bulabilmek için, kendisinden uzaklaşmalarını istediği bu garip yandaşlardan ilk kez uzaklaştığında, Zerdüşt onlarla gizemlere bürünmeden konuşur: "Ve dostlarım olacaksınız bir daha, ve bir tek umudun çocukları: O zaman büyük öğleyi sizinle kutlamak için, üçüncü bir kez olacağım aranızda. Şudur büyük öğle: İnsan, hayvanla Üstinsan arasındaki yolun ortasındadır ve akşam yolunu en büyük umut olarak kutlamaktadır: Çünkü bu yeni bir sabah yoludur. O zaman kutsar kendini batan kişi, karşıya ve öteye geçen kişi, karşıya ve öteye geçen olduğu için; ve bilgisinin güneşi tam tepesinde durur. �Öldü bütün Tanrılar. Üstinsanın yaşamasını istiyoruz artık.� -O büyük öğlede son arzumuz bu ola." Uzun yolculuklara mahkûm edilen Gezgin, uzun aylar boyunca dolaşıp şimdi yaşama geri döndükten sonra, aslında bu yolculuğun, insanlığın büyük bir olayın bilincine varacağı zaman meydan okuması gerektiği bir macera olduğunu anlıyordu. Bu olayı henüz insanlar işitmemişlerdir. İnsanları eğitmek için dağından ilk kez inen Zerdüşt, ormanda bir ermiş ile karşılaşır. Bu ermiş mutlu yalnızlığını şarkılar besteleyerek ve Tanrı'yı oynayarak meşgul ediyordur. Zerdüşt şaşırmıştır: "Nasıl olur! Bu yaşlı ermiş, Tanrı'nın öldüğünü daha işitmemiş ormanında." Nietzsche'yi, inançtan uzaklaştıran ve bilginin baş döndürücü ama aynı zamanda tehlikelerle dolu maceralarına sürükleyen nedenler hakkında birçok kez sorular sorulmuştur. Bu açıdan bakılacak olunursa, Nietzsche ve André Gide arasında çok az bir benzerlik vardır. Çünkü Nietzsche omuzlarında Protestanlığın ağır yükünü, "Dünya Nimetleri"ni yazan yazar kadar duyumsamıştır. Renan düşünülüyordu, ama Renan da kuşkuluydu... Nietzsche Hıristiyanlıktan, uzun tartışmalar ve derin bir diyalektik sonucunda kurnazlaşmış bilgeler sayesinde kopmuştur. Nietzsche'deki kopukluk zamansız ve çabuk olmuştur. Gerçeği söylemek gerekirse, yanılmamıştır. Onlar için olduğu gibi, Nietzsche içinde kötülük, çözülmesi gereken soyut bir problem değildir. Kötülük galip gelinmesi gereken bir çatışmadır. Üstelik, Hıristiyanların görüş açısına göre kötülük, dinsizlikten daha büyük bir suçtu. Kuşkusuz Nietzsche, düşman bir dünyada, kendisi gibi, terk edilenleri, öncüleri olarak görüyordu. Özellikle Pascal onun için büyük bir önem taşır. Pascal, Nietzsche'nin yardımına başvurmaktan hoşlandığı kafalı adamlardan birisidir: "Platon, Pascal, Spinoza ve Goethe hakkında konuştuğum zaman, onların kanlarının benim damarlarımda aktığını biliyorum." Ama yine de Nietzsche, Pascal'dan çok Yunanlıların yanında yer alır. Onlar gibi Nietzsche'de tinsel kötülükten çok fiziki kötülüğe daha fazla duyarlıdır. Ona göre tinsel kötülüklere, günâha önem veren insanlar, kendilerine ait olmayan bir sorumluluk yüklenirler. Kabullendikleri suçluluk kompleksi onların yaşamında bir engel oluşturur ve kişinin kendi yaşantısını kontrol etmesini önler. Sanatçı Tanrı kendisini Yunanlıya bir model olarak sunar: Onun kendisine bir şekil vermesini, mermerin ya da taşın içinde gizli kalan heykeli çıkarıp, sonra da gerçekleştirilen bu sanat yapıtının tadına varmasına önerir. Hıristiyan Tanrı ise emredicidir. İnsanın dünya nimetlerinden faydalanması yerine, çile çekmesini ister. Ona göre iyi olan, güzel olan ile birleşemez, çünkü güzelin içinde sakınılması gereken bir günâh eğilimi mevcuttur. Kant'ın dediği "olmalısın" koşulsuz zorunluluğun formülüdür. Bu koşulsuz zorunluluk insanı köleleştirir: "Koşulsuz zorunluluk askeri komuta alanına girer. Emredildiğinde ve bu emre tamamen boyun eğildiğinde güvenliğin ve düzenin sağlandığında inanan prensler bunu insanlara körü körüne öğretirler." Kant'dan önce ve Kant'dan sonra da her şey şu problemin etrafında dönüp durur: İnsanı nasıl özgürlüğüne kavuşturmalı? Onu köleliğinden nasıl kurtarmalı? ...Nietzsche şöyle yazar, "Tanrı olgusunu çürütmek, aslında yalnızca soyut Tanrı'yı çürütmektir." Şimdi, Nietzsche'nin böylesi korkunç bir mesaja nasıl geldiğini daha yakından görelim. "Ahlakın Soykütüğü Üstüne" adlı yapıtının önsözünde bulunan değerli bir metin, bizi düşüncelerinin çıkış noktası hakkında aydınlatır: "Bana özgü ve itiraf etmeyi sevmediğim bir utanma sayesinde -çünkü utanma, ahlak ile, bugüne kadar ahlak adı altında yücelttiğimiz olgular ile ilgilidir- beklenmedik bir zamanda ve ani bir şekilde karşı konulamaz bir güç ile ortaya çıkıveren, gençliğime ve çevreme tamamen zıt olan utanmam sayesinde şu soru önünde kuşkularım ve merakım duruveriyor: İyi ve Kötü hakkındaki düşüncelerimizi kesin olarak nasıl tanımlayabiliriz? -Gerçekte henüz on üç yaşında bir çocuktum ve kötülüğün kaynağı kafamı kurcalayıp duruyordu: Ben o yaşta ilk felsefik yazı denememi bu soruna adadım. (Aslında bu onun ilk otobiyografisidir.) Tüm düşüncelerimden sonra vardığım inanç: Tanrı kötülüğün babasıdır
__________________
CaKaLBot Banlanmış ve üyeliği iptal edilmiş üyelerin mesajlarını tek nickte toplayan bir bottur. |
|
|
|
|
|
#23 |
|
ÇaKaL Üye
![]() Üyelik Tarihi: Jan 2006
Mesajlar: 1,791
Teşekkür Etme: 0 Thanked 88 Times in 15 Posts
Üye No: 26295
İtibar Gücü: 2581
Rep Puanı : 76884
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
Felsefe Nedir...
Yunanca seviyorum, peşinden koşuyorum, arıyorum’ anlamına gelen phileo ve ‘bilgi, bilgelik’ anlamına gelen sophia sözcüklerinden türeyen terimin işaret ettiği entelektüel faaliyet ve disiplin. Buna göre, felsefe Yunanlılar için, ‘bilgelik sevgisi’ ya da ‘hikmet arayışı’ anlamına gelmiştir. Başlangıçtaki bu özgün anlama göre, her türden bilimsel araştırmacıya filozof adı verilmiştir. Başlangıçtaki söz konusu anlamına rağmen, felsefenin bir tanımını vermek oldukça zordur. Bunun en önemli nedeni, hemen bütün felsefe tanımlarının tartışmalı olmasıdır. Bu ise büyük ölçüde felsefe denen faaliyet ya da disiplini anlamının, veya felsefe anlayışlarının tarihin akışı içinde çağdan çağa, hatta filozoftan filozofa kökten bir biçimde değişmesidir. Örneğin, Platon ve Platoncular için felsefe, empirik gerçekliği değil de, idealar alemini, soyut kendilikler dünyasını betimleyen ve bütün doğruları nihai ilkelerden çıkarsamak suretiyle temellendiren a priori bir disiplindir. Oysa Aristoteles’te felsefe, gerçekliğin daha genel yönlerini betimlediği için, bilimlerin bir devamı olmak durumundadır. Felsefe bilimlerin ya kraliçesi, ya da onların önündeki engelleri ortadan kaldırdığı için, ağır işçisidir. Ortaçağda dini inançları temellendirmek için, teolojinin hizmetkarı olma görevini üstlenen, başta ilahi gerçeklik ve onun dünya ile olan ilişkisi olmak üzere, yine gerçekliği betimleyen felsefe, empiristlerin, ama özellikle de J. S. Mill ve W. O. Quine gibi radikal empiristlerin gözünde de, diğer bütün disiplinler gibi, gerçekliği betimleyen bir etkinlik olmak durumundadır. Felsefenin anlamı ve göreviyle ilgili bu mutabakatı bozan filozof, ünlü Kopernik devrimiyle Kant olmuştur. Zira ona göre, felsefenin nesnelerden ziyade, nesneleri bilme tarzımızla meşgul olması gerekir. Başka bir deyişle, Kant, bilimin gerçekliği betimlediği yerde, felsefenin şu ya da bu türden nesnelerle, Platon ‘un varoluşunu öne sürdüğü cinsten kendiliklerle uğraşmadığını savunmuştur. Felsefe, bunun yerine dış dünyadaki nesneleri deneyimleyebilmemizin veya bilebilmemizin zorunlu önkoşullarını araştırır.Bir de bunları bir şekilde tamamlayan, bilimin kendine özgü bir teknolojik, kültürel mana kazandığı 19. yüzyılın felsefe konsepsiyonlarından, bilime, bilimlere dayanan bilimsel felsefeyle dünyayı ve insanın dünyadaki yerine ilişkin genel bir görüş, bir dünya görüşü olarak felsefe anlayışından söz edildiğinde, herhalde felsefenin özü itibariyle rasyonel bir eleştirel düşünce, dünyanın genel doğasıyla (metafizik ya da varlık teorisi), dünya ile ilgili inançların mahiyeti ve haklılandırılması (epistemoloji) ve dünyamızdaki eylem tarzımız üzerine sorgulayıcı ve de refleksif bir düşünce etkinliği olduğu söylenebilir. Buna göre, felsefenin konusu ‘nihai ve en yüksek şeyler’, genel olarak varlık, bir bütün olarak evrenin kendisini ya da insanın eylemlerini, yaşamını ve yazgısını en temelli bir biçimde etkileyen şeylerdir. Varlığı bir yönüyle ya da belli bir bakımdan ele alan bilimlerden farklı olarak, felsefe, varlığı bir bütün olarak ele aldığı, varlığı varlık olmak bakımından incelediği, olanı betimleyen bilimlerden farklı olarak olması gerekene yöneldiği için, konularına uygun düşen yöntem ya da yöntemleri kullanır. Buna göre, felsefenin konuları arasında yer alan şeyler, duyuların ya da duyusal kavrayışın çok ötesinde kaldığı için, felsefe duyuları kullanmaktan özenle kaçınır. Felsefe saf düşünceye, refleksiyona dayanır ve a priori bir araştırmadır. Buna göre, felsefe bir kavram analizinden oluşur ya da kavramsal analiz temeli üzerinde yükselir. Öte yandan, felsefe ulaştığı sonuçları kanıtlamak için, belirli ve kesin birtakım işlem ya da yöntemler kullanmaz. Felsefe bilimle kıyaslandığında, bilimin dünyada yer alan şeyleri betimlerken, felsefenin onları sınıfladığını söylemek gerekir. Bilim bilgi verirken, felsefe bilginin ne olduğunu, neyi ve nasıl bilebileceğimizi araştırır. Öyleyse, felsefe varolan şeylerle ilgili olarak akla dayalı bir açıklama sağlar; bilimlerin ayrı ayrı ele aldığı olgu sınıflarının tümünü birden açıklayacak en genel ilkelere ulaşmaya çalışır. Bu anlamda felsefe, varlığın ilk ilkelerinin bilimidir. Özel bilimlerden kazanılan tüm bilgilerin eleştirisini ve sistematizasyonunu gerçekleştiren en genel bilim, bilimlerin bilimidir. Ve nihayet, felsefe insanın yaşamını, değerlerini ve amaçlarını sorgulayan, bu alanda insan yaşamının ve eylemlerinin kendilerine dayanacağı genel ilkelerin bilgisidir. Felsefe bir faaliyet, bir düşünce faaliyetidir. İnsanın soru sorabilme yeteneğine dayanır ve bu bağlamda, o belirli türden sorular hakkında belirli bir türden düşünme faaliyetidir. Felsefeyi tüm diğer disiplinlerden ayıran en önemli özelliği, felsefenin bu türden sorular üzerinde düşünürken, mantıksal argüman ya da akıl yürütmeye dayanmasıdır. Buna göre, filozoflar, bu mantıksal akıl yürütmeleri ya kendileri yaratırlar ya da başkalarının akıl yürütmelerini eleştirirler. Filozoflar, aynı zamanda bu akıl yürütmelerin temelinde bulunan kavramları analiz eder ve açıklığa kavuştururlar. Filozoflar, insan yaşamını ilgilendiren her şey hakkında akıl yürütebilir, her şeyi felsefi bir problem konusu yapabilirler. Filozoflar, örneğin bizim apaçık ve doğru olduklarına inandığımız inançlarımızı sorguya çekerler. Yaşamın anlamını meydana getirdiğini söylediğimiz temel sorular üzerinde dururlar. Dinle, Tanrı’nın varoluşuyla, doğru ve yanlışla, dış dünyanın varoluşuyla, bilginin kaynağı ve sınırlarıyla, bilimle, sanatla ve daha birçok konuyla ilgili sorular üzerinde akıl yürütüp, bu sorulara genel geçer ve nesnel yanıtlar getirmeye çalışırlar.
__________________
CaKaLBot Banlanmış ve üyeliği iptal edilmiş üyelerin mesajlarını tek nickte toplayan bir bottur. |
|
|
|
|
|
#24 |
|
ÇaKaL Üye
![]() Üyelik Tarihi: Jan 2006
Mesajlar: 1,791
Teşekkür Etme: 0 Thanked 88 Times in 15 Posts
Üye No: 26295
İtibar Gücü: 2581
Rep Puanı : 76884
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
Felsefe Tarihi...
İLKÇAĞ FELSEFESİ M.Ö. 7. yüzyılın sonundan başlayıp, M. S. 2. yüzyıla dek süren dönemin felsefesidir. ilkçağ felsefesi, mitolojiden ya da çoktanrılı dinden kopuş ve doğal olayların yine doğal nedenlerle açıklanması gerektiği inancıyla başlamıştır. En seçkin temsilcileri arasında Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi büyük filozofların bulunduğu ilkçağ felsefesinde, bilimle felsefe hep bir arada olmuş, başlangıçta doğa felsefesi ön plandayken, sonlara doğru pratik felsefe ağırlık kazanmıştır. GENEL ÖZELLİKLERİ İlk döneminde Yunan felsefesi hemen hemen bütünüyle dış doğaya, cisimlerin dünyasına yönelmiş olan bir doğa felsefesidir. Bundan sonra insana karşı uyanan ilgi klasik dönemin geniş sistemlerine yol açmıştır. Bu sistemlerde Tanrı, insan ve doğa, bir düşünce bağlantısı içinde kavranmak istenmiştir. Sistemli bağımsız ve kişiseldir inanca ve sezgiye değil akla dayalıdır. Mitolojiye çoktanrıcılığa tepkiyi dile getirir Görünüşün,çokluğun,ilişkilerin,oluşların ardındaki değişmez olanı arar.Bunada birlik adını verirler. Aristoteles’in kendi felsefesiyle okulunda gelişen ve biriken çok zengin bilgi kadrosu, tek tek bilimlerin bağımsızlığına her bilgi kolu üzerinde ayrıca çalışmalara yol açmıştır. Bundan sonra, her şeyi, bütün konuları içine almak isteyen bir sistem yerine: aralarında gittikçe ayrımlaşan bilimlerin bir karmaşası geçmiştir. Felsefe kendini bu bağlantıdan ayırmış, onun payına dünya ve hayat görüşleriyle ilgili genel sorunlarla uğraşmak düşmüştür.
__________________
CaKaLBot Banlanmış ve üyeliği iptal edilmiş üyelerin mesajlarını tek nickte toplayan bir bottur. |
|
|
|
|
|
#25 |
|
ÇaKaL Üye
![]() Üyelik Tarihi: Jan 2006
Mesajlar: 1,791
Teşekkür Etme: 0 Thanked 88 Times in 15 Posts
Üye No: 26295
İtibar Gücü: 2581
Rep Puanı : 76884
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
Hellenistik Felsefe
Kent devletinin sona erdiği M.Ö. 323 yılıyla Hellenistik çağın son büyük imparatorluğunun Roma’nın bir parçası olduğu M.Ö. 30 yılı arasındaki dönemin felsefesine verilen ad. Bu dönemde yer alan dört büyük felsefe okulu sırasıyla, Akademi, Peripatetik okul, Epikürosçu ve Stoacı okuldur. Bu dört okuldan, hazcı ahlâkı ve Tanrı’nın evrene müdahalesini reddeden varlık görüşüyle Epiküros felsefesi, daha ağır basan ve döneme çok büyük ölçüde damgasını vuran felsefe olmuştur. Amaçlı bir evren anlayışıyla en yüksek insani iyi olarak, aklın doğru ve yerinde faaliyetine duyulan inanç ise, en güçlü ifadesini Stoacılarda bulmuştur. Stoacıların görüşlerinde somutlaşan bu amaçlı evren görüşü, son çözümlemede Sokrates’ten miras alınan bir görüş olarak Epiküros’un varlık görüşüyle karşıtlık içindedir. Bu dönemde ortaya çıkan başka bir felsefe okulu da, dogmatik oldukları gerekçesiyle tüm felsefelere ve özellikle de Stoacı felsefeye gösterilen tepkiyle seçkinleşen, kuşkuculuk olmuştur. Nihayet dönemin sonlarına doğru, Poseidoinos Panaetios ve Antiokhos, Stoa felsefesini Platon ve Aristotelesçi öğretilerle birleştirmeye çalışmıştır. GENEL ÖZELLİKLERİ Hellenistik felsefenin en önemli özelliği, bu felsefenin konularını mantık fizik ve etik şeklinde düzenlemesidir. Mantık, Aristoteles’ten miras alınan bir tavırla, bilgi teorisini de kapsayacak şekilde, doğru bilgiye ulaşmanın yöntemi ve felsefenin vazgeçilmez aracı olarak görülmüştür. Nitekim, bu anlayışın bir sonucu olarak, özellikle Stoacılar mantık alanına çok önemli katkılar yapmışlardır. Aynı şekilde, fizik de arka planda kalıp, yalnızca etik için bir temel ve hazırlık olma fonksiyonunu yerine getirmiştir. Bundan dolayı, bu dönemde filozoflar, fizik ya da varlık alanında yeni teoriler geliştirmek yerine, Sokrates öncesi doğa filozoflarının görüşlerini aynen benimsemişlerdir. Bu bağlamda, Stoalıların Herakleitos’un fiziğini Epiküros’un ise Demokritosun atomcu görüşünü pek büyük bir değişiklik yapmadan benimsediğini söylemekte yarar vardır. Hellenistik felsefede ön plana çıkan çalışma alanı ya da disiplin, etik olmuştur. Bunun nedeni, bireyin amacına ulaştığı, iyi bir yaşam sürdüğü, kendisini her bakımdan evinde gibi hissettiği kent devletinin yıkılması, kent devletinin yerini alan imparatorlukla birlikte, bilinen dünyanın sınırlarının genişlemesi ve bireylerin kaçınılmaz bir biçimde dünyaya topluma ve kendilerine yabancılaşması, yalnız ve başıboş kalmasıdır. Böylesi bir toplum düzeninde, felsefeden beklenebilecek tek şey, ilgisini birey üzerinde yoğunlaştırması, bireyin felsefeden beklediği yol göstericilik görevini yerine getirmesidir. Bu dönemde, felsefenin herkesçe kabul görmüş amacı, insanı mutlu bir yaşama ulaştırmak, bireye güven ve bilgelik kazandırarak, onun yaşadığı yabancılaşma ve yolunu kaybetmişlik duygusunu aşmasını sağlamaktır. İşte bundan dolayı, Hellenistik dönemin en. büyük ve en önemli iki sistemi olan Epikürosçulukla Stoacılık kişisel bir ahlâk üzerinde yoğunlaşmışlar, siyasi ya da toplumsal düzenle ilgili problemlere pek az önem vermişlerdir. Bir tinsel bağımsızlık ve kendi kendine yetme idealini ön plana çıkartan iki akımın da ahlâkı, fiziklerinin katkısız materyalizmini yansıtacak şekilde doğalcı ve ‘bu dünyacı’, yani içinde yaşadığımız dünyayla, bu dünyadaki yaşam ve değeri temele alan bir ahlâk anlayışıdır.
__________________
CaKaLBot Banlanmış ve üyeliği iptal edilmiş üyelerin mesajlarını tek nickte toplayan bir bottur. |
|
|
|
|
|
#26 |
|
ÇaKaL Üye
![]() Üyelik Tarihi: Jan 2006
Mesajlar: 1,791
Teşekkür Etme: 0 Thanked 88 Times in 15 Posts
Üye No: 26295
İtibar Gücü: 2581
Rep Puanı : 76884
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
Ortaçağ Felsefesi
Klasik çağ ile modern çağ arasında kalan tarihsel dönemde söz konusu olan felsefe faaliyeti; düşünce tarihinde M.S. 1. ya da II. yüzyılla, XV. yüzyıl arasında kalan tarihsel kesitin felsefesi. Ortaçağ Felsefesi kendi içinde dört ayrı geleneği ihtiva eder: 1- Batı ya da Avrupa’da gelişip, Latince ifade edilmiş olan Hıristiyan felsefesi, 2- Doğuda İslam dünyasında zuhur etmiş ve Arap dilinde ifade edilmiş olan İslam felsefesi, 3- Sadece Hıristiyan ülkelerinde değil, fakat İslam dünyasının çok çeşitli bölgelerinde Musevi düşünürler tarafından İbranice ifade edilmiş olan Yahudi felsefesi ve 4- Hıristiyan Bizans İmparatorluğu içinde Grek diliyle ortaya konmuş olan Bizans felsefesi. Dört farklı geleneğine, ve söz konusu geleneklerin kendi aralarında sergilediği temel birtakım farklılıklara rağmen, Ortaçağ felsefesi bir bütün meydana getirir. Bunun üç temel nedeni vardır. Her şeyden önce, gerek Hıristiyan felsefesi, gerek İslam felsefesi ve gerekse Musevi ve Bizans felsefesi ortak bir felsefi mirası paylaşır: Antik Yunan felsefesi. Buna göre, Grek düşüncesi geç Antikçağda, özellikle Yeni-Platonculuk eliyle Ortaçağ felsefesine önemli bir etki yapmıştır. Ortaçağ felsefesinin kendi içinde bir bütün oluşturmasının ikinci büyük nedeni, sözünü ettiğimiz dört ayrı felsefe geleneğinin birbirleriyle yakın bir ilişki içinde olmasıdır. Nitekim, Ortaçağda Musevi düşünürler, okudukları İslam düşünürlerden, özellikle de Farabi ve İbni Sina’dan yoğun bir biçimde etkilenmiş, aynı İslam felsefesi 12. yüzyıl Rönesans’ı yoluyla Batı’ya kaynaklık, ya da en azından antik Yunan felsefesinin aktarılmasına aracılık etmiştir. Nihayet, dört ayrı gelenek de, vahye dayalı tek Tanrılı dinlerin hakim olduğu kültürlerin bir parçası olmak durumundadır. Dini öğretiyle felsefi spekülasyon, veya teoloji ile felsefe arasındaki ilişki bu geleneklerin her birinde farklılık gösterse de, ele alınan felsefi problemler hepsinde üç aşağı beş yukarı aynıdır. GENEL ÖZELLİKLERİ 1- İlkçağ Yunan felsefesinin belli bir halkın, antik Yunan ya da Atina halkının, modern felsefenin ise farklı uluslara mensup ayrı bireylerin felsefesi olduğu yerde, Ortaçağ felsefesi, bireylerin ve halkların karakteristik özelliklerinin üstünde olan dini bir topluluğun, bir ümmetin, Hıristiyan ya da İslam toplumunun veya Yahudi cemaatinin felsefesidir. 2- Antik Yunan felsefesinin bütünüyle dünyevi bir felsefe olduğu, klasik aklın en temel özelliğinin sekülarizm olduğu yerde, Ortaçağ felsefesi kendisine öte dünyasal bir ilginin hakim olduğu bir felsefedir. Başka bir deyişle, Yunan’da insanın temel probleminin bu dünyada mutluluğa erişmek olduğu kabul edilmiştir; Yunan’da, insanın bu problemi çözebilecek güce sahip bulunduğuna ve kendi çabasıyla iyi ve mutlu bir hayata ulaşabileceğine inanılmışken, Ortaçağda problemler, bu dünyadaki hayattan ziyade, ahiret hayatıyla ilgili olan problemlerdir. Aranan mutluluk, bu dünyadaki mutluluk değil, fakat ebedi bir saadettir. Bundan dolayı, antik Yunan’da bağımsız bir felsefe disiplini olan etik ve estetik yerini çok büyük ölçüde teolojiye bırakır. 3- Başka bir deyişle, Ortaçağ düşünürleri önemli olan biricik şeyin insanın doğaüstü varlık alanıyla, aşkın ve mutlak olarak yetkin varlıkla olan ilişkisi olduğunu öne sürmüşlerdir. Bu da, doğal olarak Ortaçağda felsefenin mahiyetini ve konu alanını baştan sona değiştirmiştir. Buna göre, antik Yunanda doğa bilimiyle sosyal bilimler hem kendi başlarına, ve hem de iyi ve mutlu bir yaşam amacı için sağlam araçlar olarak değer taşımaktaydılar. Oysa özellikle Hıristiyanlar için bunlar sadece yararsız değil, fakat bazen de zararlı ve hatta tehlikeli disiplinler olup çıkmışlardır. Yine, Yunanlı ahlâklılığı bir toplumsal etik içinde ve mutluluk amacını gözeterek ele alırken, Ortaçağda ahlâklılık dinin bir parçası haline gelmiştir. Dolayısıyla, Yunan’da etik zaman zaman kozmolojik olarak, zaman zaman da toplumsal bir zemin üzerinde temellendirilirken, Ortaçağda etik teolojik bir düzlemde temellenir. Nitekim, bu dönemde davranış ya da insani eylem, amacına göre değil, fakat Tanrı‘nın emirlerine uygun düşmekliğine veya düşmemekliliğine göre değerlendirilir. Tanrı, insan için yüce ve yüksek bir ideal getirdiğinden, Ortaçağ insanı eksikliliğini, başarısızlığını. ve hatta günahkarlığını her daim duyumsamak durumunda olan biridir. İşte bu durumun bir sonucu olarak, Yunan düşüncesinin özü itibariyle iyimser bir felsefe olduğu yerde, özellikle Hıristiyan Ortaçağ felsefesi kötümserlik üzerine yükselen bir felsefedir. 4- Yine Yunanlının temelde bir olan, birlik içinde bulunan bir evrende, yani bir mikrokosmos olarak kendisinin bir parçası olduğu özde anlaşılabilir olan makrokosmosta yaşadığı yerde, yaratıcısından ayrı düşmüş bir varlık olarak Ortaçağ insanı kendisine yabancı bir evrende yaşamak durumunda olmuştur. Bu insan için, bir tarafta aşkın, yaratıcı Tanrı, diğer tarafta ise kendisini Tanrı’dan her geçen gün biraz daha uzaklaştıracak, özüne yabancı bir varlık alanı bulunmaktadır. Bundan dolayı, Ortaçağ felsefesi için problem, teorik ya da bilimsel bir problem olmayıp, tümüyle pratik bir problemdir: Yaratıcısına bozulmamış, maddenin kiriyle pislenmemiş olarak nasıl dönülebileceği problemi. 5- Ortaçağ felsefesi, İlkçağ felsefesinden öncelikle bir kopuşu gözler önüne serer. Bununla birlikte, iki felsefe arasında, her şeye rağmen bir sürekliliği ve çok önemli bir noktada da ortaklık vardır. Kopuş temelde, İlkçağ felsefesinin, dini açıklama ya da mitolojiyi reddedip, kendisini öne sürmek suretiyle oluşan ve gelişen’ özerk bir felsefe olduğu yerde, Ortaçağ felsefesinin özerkliğini yitirip, tümüyle dine, dini dogmaya tabi olan bir felsefe olmasından kaynaklanmaktadır. Süreklilik ise, Ortaçağ felsefesinin hem Doğuda ve hem de batıda kültürel ya da felsefi bir miras olarak doğrudan doğruya İlkçağ felsefesine dayanmasından meydana gelir. Nitekim, Ortaçağ felsefesi dine dayalı, din temelli bir felsefe olsa bile, kavram ve kategorilerini, terminoloji sini kendi başına yaratmış bir felsefe değildir. Ortaçağ felsefesi, ihtiyaç duyduğu kavram ve kategoriler için, doğrudan doğruya Yunan felsefesine yönelmiştir. Ortaçağ felsefesinin temelinde bulunan felsefe geleneği, Platon ve Plotinos’un, ve bu arada Aristoteles’in felsefelerinden oluşur. Fakat iki felsefe arasındaki, onları birlikte modern felsefeden bütünüyle farklılaştıran, sürekliliğin temel unsuru, gerek İlkçağ ve gerekse Ortaçağ düşüncesine damgasını vuran, modern çağın mekanik dünya görüşünün kendisinin yerini alacağı, teleolojik dünya görüşüdür. 6- Ortaçağ felsefesi, teleolojik bir anlayışla, doğayı Tanrı tarafından bir amaca göre yaratılmış ve düzenlenmiş statik bir sistem olarak görmüştür. Açıklamadan niteliksel bir açıklamayı anlayan ve nedensellikten büyük ölçüde ereksel nedenselliği anlayan Ortaçağ düşünürlerine göre, maddi dünya, tanrısal gerçekliğin çok soluk bir gölgesinden başka hiçbir şey değildir. 7- Ortaçağ felsefesi, hemen her felsefe gibi, birtakım kabulleri olan bir felsefe olmak durumundadır. Bu kabullerin en önemlisi ise, Ortaçağ düşüncesine Platon felsefesinden intikal eden, en yüksek veya en yüksekte olanın, en üstte bulunanın ontolojik olarak en gerçek, aksiyolojik olarak da en değerli varlık olduğu kabulüdür. 8- Ortaçağ felsefesi dini anlamlandırma ve temellendirme çabasında, ana düşüncelerinde, problemlerinde ve bu problemlere getirdiği çözümlerde, hemen her zaman Yunan felsefesine bağlı kalmıştır. Bu felsefede yapılan iş, daha çok Antik Yunan’ın düşünce dünyasını benimsemek ve Yunan felsefesinin temel kavramlarını işleyerek, inancı temellendirmek olmuştur. Ama, Ortaçağ felsefesi benimsediği ve kendisine göre biçimlendirdiği felsefeyi, genellikle olmuş bitmiş, yetkin bir sistem olarak görmüştür. Buna göre, antik Yunan felsefesinin dinamik bir yapı sergilediği yerde, Ortaçağ felsefesi mutlak hakikatleri bulmuş olduğuna inanan statik bir felsefedir. 9- Yine, Ortaçağ felsefesinin merkezinde Tanrı vardır. Başka bir deyişle, Ortaçağ felsefesi teosantrik, ya da Tanrı merkezli bir felsefedir. Nitekim, bu felsefenin temel konuları, Tanrı ve Tanrı’nın varoluşu problemi, iman ya da otorite ve akıl ilişkisi, Tanrı-evren ilişkisi, kötülük problemi ve tümeller problemiyle belirlenir. İlk bakışta, Tanrı konusunun dışında kaldığı düşünülen temeller konusu bile, tümellerin en azından XIV. yüzyıla kadar Tanrı’nın zihninde bulundukları veya Tanrı yaratısı ebedi ve bağımsız gerçeklikler oldukları öne sürüldüğü için, Tanrı konusuyla yakından ilişkili olmak durumundadır. 10- Ortaçağ felsefesinde, felsefe inanca, inançta vahye tabi olmak durumundadır. Bundan dolayı, Ortaçağ kültüründe çok önemli bir rol oynayan din, felsefe ve rasyonel bir hayat görüşü üzerinde de çok temelli bir etki yapmıştır. Örneğin, Skolastik felsefede, vahyin temel ya da en azından aklın vazgeçilmez bir yardımcısı olduğuna inanılmıştır. Skolastik dönemin filozofları, akıl ile iman arasında bir ayırım yapmış ve zaman zaman da felsefenin göreli bağımsızlık ya da özerkliğini vurgulamış olmakla birlikte, Ortaçağın dünya görüşünde, bilimde ve felsefede, bir çözüme kavuşturulacak problemlerin çözümü de dahil olmak üzere hemen her şey teoloji tarafından belirlenmiştir. 11- Yine Ortaçağ felsefesi söz konusu olduğunda, belli bir gelenek, ve vahye dayanan bir din çerçevesinde oluşan otoriteye duyulan saygı esastır. Bu dönemde felsefenin mahiyeti, kapsamı ve sınırları dini çerçeve ve ruhani otorite tarafından belirlenir ve hiçbir şekilde değiştirilemez. Ortaçağ felsefesi, otoriteye duyulan inancı temele aldığı için de, doğal olarak eleştiriye ve şüpheciliğe kesinlikle kapalı olan bir felsefedir. 12- Ortaçağ felsefesi, bütünüyle realist bir çizgi boyunca gelişmiştir. Yani, Ortaçağ düşünürleri, Skolastiğin gerileme döneminde çok etkili olan Ockhamlı William bir kıyıya bırakılacak olursa, tümeller konusunda benimsedikleri realist tavırdan başka, zihinden bağımsız bir gerçekliğin var olduğundan hiçbir zaman kuşku duymamışlardır. Başka bir deyişle, Ortaçağ düşünürleri, ontolojik realizm bağlamında gerçekliğin zihinden bağımsız olduğunu öne sürmüşlerdir. Bununla birlikte, Ortaçağ düşüncesinde, zihinden bağımsız bu gerçeklik, gerçekten ve mutlak olarak var olanın ezeli ebet ve değişmez Tanrı olması anlamında, tinsel bir yapıdadır. Buna göre, realizmi tamamlayan yaklaşım, aynen Platon ve Plotinos’ta olduğu gibi, spiritüalizmdir. 13- Ortaçağ felsefesi varlığın bilgi konusundan, ya da ontolojinin epistemolojiden önce geldiği bir felsefedir. Buna göre, Ortaçağ felsefesi, özneden hareket eden, bilimin gelişimine koşut olarak önce bilgi konusunu ele alan, ve varlığı bilimin taleplerine göre sınıflayan ya da yorumlayan modern felsefenin tersine, önce zihinden bağımsız bir gerçekliğin varoluşunu teslim edip, bu gerçekliğin bilgisine nasıl ulaşılabileceği konusunu daha sonra ele alır. 14- Yine, aynı ontolojik bağlamda, Ortaçağ felsefesi, özellikle varlığı bilinen maddi varlık alanı ve bilen özne, madde ve zihin olarak ikiyi ayıran modern felsefenin düalizminin tersine, baştan sona birci olan bir felsefedir. Bu, hem ezeli-ebedi, mutlak, değişmez ve yetkin bir varlık olarak Tanrı’nın, gelip geçici maddi varlık alanıyla kıyaslandığında, biricik gerçek varlık olması; hem modern dönemde ikiye bölünen insanın, her ne kadar madde-form, beden-ruh analizine tabi tutulabilse de, birlikli, bütünlüklü ve ahenkli bir töz olması; ve hem de geliştirilen öğretiler bağlamında, resmi görüşe uygun olmayan hiçbir öğretiye izin verilmemesi anlamında, böyledir. 15- Ortaçağın metafizik anlayışı, varolan her şeyin nedeni ya da kaynağı olan aşkın bir gerçekliğe ilişkin araştırma, varolanları varlık kaynağı olan Tanrı’yla ilişkisi içinde ele alma anlamında teoloji olarak metafizikten meydana gelir. Ortaçağda gelişen metafizik, ayrı, değişmez ve ezeli-ebedi bir varlığa ilişkin araştırmadır. İstisnasız tüm Ortaçağ filozofları, sistemlerinde Tanrı’dan yola çıkar ve önce Tanrı’nın varoluşunu kanıtlayarak, varlığı yaratan-yaratılmış olan ilişkisi çerçevesinde ele alır. Buna en iyi örnek, ünlü “beş yol”uyla, Aquinalı Aziz Thomas’tır. O, Tanrı’nın varoluşunu beş ayrı kanıtla ispat ettikten sonra, yaratıcı ve doğaüstü bir Tanrı dışındaki varlıkları ya da yaratılanları Aristotelesçi bir kavramsal çerçeveyle açıklama çabası vermiştir. Aynı şey, İslam dünyası filozofları için de geçerlidir, şu farkla ki Farabi, İbn Sina ve İbni Rüşd’de, Aristotelesçi bir kavramsal çerçeve, Plotinos’tan gelen bir südür ya da türüm öğretisiyle tamamlanmıştır. Ortaçağ düşüncesinin teoloji olarak metafizik anlayışının temelinde ise, varlığın ancak ve ancak varlığın kaynağı olan yaratıcı Tanrı aracılığıyla açıklanabileceğini ve Tanrı’nın varlığının akıl yoluyla kavranabileceğini dile getiren iki kabul bulunur. 16- Ortaçağ felsefesindeki söz konusu teoloji olarak metafizik anlayışı, doğal olarak hemen her Ortaçağ düşünüründe bir örneğine rastladığımız değere dayalı bir varlık hiyerarşisine yol açmıştır. Böyle bir varlık hiyerarşisi, varlıkları hiyerarşideki yerlerine göre sınıflar ve onlara varlık ve belli bir değer yükler. 17- Ortaçağ felsefesinin en belirleyici yönlerinden biri, de hiç kuşku yok ki, onun yöntemidir. Buna göre, Ortaçağ düşünürleri, Tanrı sözü olan kutsal kitaba dayanan imanı sistematik bir biçimde ifade etmek, savunmak ve geliştirmek için, daha çok şerhe, kutsal metinleri yorumlama metoduna ve mantıksal/dilsel analize yönelmişlerdir. Ortaçağ düşünürleri bu bağlamda, öncelikle Yunanlıların bilimsel ve felsefi terminolojilerini kullanmışlar ve daha sonra da, Yunan mantığını bir bütün olarak almışlardır. Şu halde, Ortaçağ filozofları, imanı sistemleştirme ve temellendirme çabalarında aklı ve mantığın tümdengelimsel tekniklerini kullanmışlardır.
__________________
CaKaLBot Banlanmış ve üyeliği iptal edilmiş üyelerin mesajlarını tek nickte toplayan bir bottur. |
|
|
|
|
|
#27 |
|
ÇaKaL Üye
![]() Üyelik Tarihi: Jan 2006
Mesajlar: 1,791
Teşekkür Etme: 0 Thanked 88 Times in 15 Posts
Üye No: 26295
İtibar Gücü: 2581
Rep Puanı : 76884
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
RÖNESANS FELSEFESİ
Avrupa’da XV ve XVI. Yüzyılda yaşanan rönesans hareketinin düşüncesine, bu dönemin felsefe anlayışı. Rönesans felsefesine damgasını vuran akım, hiç kuşku yok ki, hümanizm olmuştur. Bu dönem felsefesi, insan merkezli bir felsefedir. Rönesansın, insanüstü olana ya da yalnızca doğal olana karşı, insani boyutu ön plana çıkartan felsefesi, doğal olarak, insan bilgisiyle ilgili problemleri göz ardı ettiği ve mutlak bir gerçekliğin mutlak bir bilgisine sahip olma varsayımının, insanın aktüel bilgisine hiçbir katkı sağlamadığı düşünülen mutlakçılığa; insanın bilişsel faaliyetlerdeki etkinliğini gözden kaçırdığına, ve bütün bir doğayı, doğanın daha aşağı parçaları aracılığıyla tanımladığına inanılan doğalcılığa, kısacası geçmişin metafiziğiyle doğa bilimlerini belirleyen insansızlaştırma ve kişiliksizleştirme sürecine karşı tavır almıştır. Rönesans felsefesi, epistemoloji ve mantık alanında ise, bilmenin psikolojik yönlerini ve arzu, istek, duygu, amaç ve yönelimlerle kişiliğin düşünce süreçleri üzerindeki etkisini dikkate almayan rasyonalist bir bilgi anlayışına ve klasik mantığa karşı çıkmış ve pozitif, empirist bir bilgi anlayışı ve yeni bir mantık geliştirmiştir. Bu dönemde, a priori felsefelerin zorunlu düşünce doğruları, insanın bilgiye ulaşma sürecindeki somut başarılarıyla doğrulanan postülalara dönmüştür. Zorunlu doğru düşüncesi ortadan kalkarken, doğruluk insan düşüncesinin bilgilenme sürecindeki başarısına işaret eden arzu edilir bir değer olup çıkmıştır. Rönesans felsefesinde teori ve pratik arasındaki mutlak antitez yok olup giderken, doğruluk ve yanlışlık mutlak olmayıp, bilginin sonu gelmeyen ilerlemesine bağlı ve göreli olan değerler olarak anlaşılmıştır. Bilgi teorisi bakımından empirist bir bakış açısı sergileyen Rönesans felsefesinde, insan zihni, yalnızca dış dünyadan gelen izlenimlerin pasif bir alıcısı olarak görülmemiş, zihnin etkinliğini vurgulayan aktivizm, iradecilik, personalizm ve bireycilikle birleşmiştir. KISACA; bireyselliğin yaşanan dünyaya önem vermenin demokrasinin bilimin din yerine aklı öne almanın yeniden canlandırılmasıdır AYRICA ORTAÇAĞ'IN dindarlığına metafiziğine bireyselliği yok etmeyi amaçlayan hristiyan ahlakına ve felsefesine tepkidir
__________________
CaKaLBot Banlanmış ve üyeliği iptal edilmiş üyelerin mesajlarını tek nickte toplayan bir bottur. |
|
|
|
|
|
#28 |
|
ÇaKaL Üye
![]() Üyelik Tarihi: Jan 2006
Mesajlar: 1,791
Teşekkür Etme: 0 Thanked 88 Times in 15 Posts
Üye No: 26295
İtibar Gücü: 2581
Rep Puanı : 76884
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
17. YÜZYIL FELSEFESİ
Rönesansın birikimlerini değerlendiren ve sistemler kuran bir yüzyıldır. Rönesansta kuşku öne çıkarken 17.yy.da akıl öne çıkar.Kesin ve güvenilir bilgi türü olarak matematik seçilmiştir.ancak fizikten kopmak, metafiziğe yönelmek anlamına gelmez. GENEL ÖZELLİKLERİ Bu dönemde felsefeya rasyonalizm yani gerçeğe akılla ulaşılabileceği inancı hakimdir. Doğa ölçülebilir sayılabilir cinsen birşey olarak kabul edilir. Doğa hakkındaki hakkındaki güvenilir bilgiye ölçme ve saynalarla ulaşılabilir.Yani fiziğin bilhgisine matematik metod uygulanır. Tanrı ,doğa ile akla aynı ilkeleri vermiştir.Bu nedenle doğa ile akıl , nesneyle zihin arasında uygunluk vardır. Güvenilir ve kesin bilgnin mükemmel örneği olarak matematik görünür. Kesin bilgiye ulaşmada duyulara güvenilmez.
__________________
CaKaLBot Banlanmış ve üyeliği iptal edilmiş üyelerin mesajlarını tek nickte toplayan bir bottur. |
|
|
|
|
|
#29 |
|
ÇaKaL Üye
![]() Üyelik Tarihi: Jan 2006
Mesajlar: 1,791
Teşekkür Etme: 0 Thanked 88 Times in 15 Posts
Üye No: 26295
İtibar Gücü: 2581
Rep Puanı : 76884
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
18. YÜZYIL FELSEFESİ
(AYDINLANMA) Avrupa’da 17. yüzyılın ikinci yarısıyla, 19. yüzyılın ilk çeyreğini kapsayan ve önde gelen birtakım filozofların aklı insan yaşamındaki mutlak yönetici ve yol gösterici yapma ve insan zihniyle bireyin bilincini, bilginin ışığıyla aydınlatma yönündeki çabalarıyla seçkinleşen kültürel dönem, bilimsel keşif ve felsefi eleştiri çağı, felsefi ve toplumsal hareket. Aydınlanma hareketi içinde yer alan düşünürler., düşünce ve ifade özgürlüğü, dini eleştiri, akıl ve bilimin değerine duyulan inanç, sosyal ilerlemeyle bireyciliğe önem verme başta olmak üzere, bir dizi ilerici fikrin gelişimine katkıda bulunmuşlardır. öyle ki söz konusu temel ve laik fikirlerin modern toplumların ortaya çıkışında büyük bir rolü olmuştur. Genel olarak değerlendirildiğinde, Aydınlanmayı belirleyen birtakım tavır ya da eğilimden söz edilebilir. Bunlar sırasıyla hümanizm, deizm veya ateizm, akılcılık, ilerlemecilik, iyimserlik ve evrenselciliktir. Bunlardan hümanizm, Aydınlanmada, her şeyden önce dünyanın, sınırları doğa tarafından değil de, ulusal sınırlar tarafından çizilen, insan! bir dünya olduğu, anlamına gelir. Dünya Tanrı tarafından yaratılmıştır, fakat o artık insanların elindedir. Buna göre, dünya, insanın değerleri, tutkuları, umut ve korkularıyla belirlenen insani bir evrede bulunmaktadır. Bu evrede, insanın evrensel olan doğasına büyük bir inanç beslenmiştir. Temel duyguların, fikirlerin her yerde aynı olup, ulusal, kültürel ve ırk bakımından olan farklı*lıkların yapay olduğu savunulur. Aydınlanma boyunca, bir yandan farklılıklara hoşgörüyle bakılırken, bir yandan da insanın doğası ve gerçek anlamı gün ışığına çıkartılmaya çalışılır. ‘İnsani olan hiçbir şey bana yabancı değildir’ sözü, Aydınlanmanın en önde gelen sloganlarından biridir. Aydınlanmada hümanizmi tamamlayan tavır ise ateizm veya deizmdir. Başka bir deyişle, Aydınlanmanın hemen tüm düşünürleri çoğunluk ateist ya da deist idiler. Hıristiyanlıktan nefret eden bu düşünürler, batıl inançlarla, bağnazlık ve dini insanlığın ilerlemesi önündeki en büyük engel olarak görmüşlerdir. İnanç ve dine karşı çıkarken akıl ve bilime sarılan Aydınlanma düşüncesi, Tanrı’nın evrene müdahalesine kesinlikle karşı çıkmış ve bilimin gerektirdiği kendi içinde kapalı ve düzenli bir sistem olarak evren görüşünü benimserken, Tanrı’yı en iyi durumda bir seyirci durumuna indirgemiştir. Akılcılık ise, Aydınlanmada insanın rasyonelliğine, doğuştan getirdiği aklına inançla belirlenir. Buna göre, akıl insana matemati*ğin en soyut, en karmaşık doğrularını anlama ve öğrendiği bu doğruları evrene uygulama olanağı vermiştir. Aklı yine insana, iyi planlanmış gözlem ve deneylere dayanarak, doğayla ilgili sorular sorup yanıtlama imkanı sağlamıştır. Bununla birlikte, akla ve insanın rasyonelliğine duyulan inanç, doğa bilimleri ve matematik alanındaki başarılarla sınırlanmış değildir. Bu çerçeve içinde, bütün bir toplumun, insan doğasına ve hümanizmin değerlerine göre, aklın ışığında yeniden düzenlenmesi gerektiği inancı, Aydınlanmanın en önemli inançlarından bir başkasıdır. Bu dönemde din bile, aklın süzgecinden geçirilir ve dinin kendisinden çok, akıl yoluyla temellendirilemeyen batıl inançlara saldırılır. Aydınlanmanın akılcılığını tamamlayan şey, sınırsız iyimserlik olmuştur. Bu iyimserliğin temelinde ise, evrenin tüm yönleri ve her ayrıntısıyla rasyonel olduğu inancı bulunmaktadır. Fiziki evren rasyonel olduğuna göre, onda bir düzen vardır ve bu düzeni belirleyen şey de, belli sayıdaki rasyonel ilkelerdir. İnsan varlığı akıllı bir varlık olduğundan, ya da insan zihninin kendisi de rasyonel olduğundan, o bu ilkeleri keşfetme ve evrendeki düzeni anlayabilme kapasitesine sahip bir varlıktır. Öte yandan, insan iradesini belirleyen öğe de akıl olduğu için, insan evrenin yapısına ve düzenine ilişkin bilgisine dayanarak eylemek durumundadır. Bundan dolayı, insan varlığı yalnızca kendisini değil, içinde yaşadığı toplumsal düzeni de geliştirip yetkinleştirebilir. Bu bağlamda, Aydınlanmaya damgasını vuran bir diğer özellik, insan doğasının evrenselliğine duyulan inançtan başka bir şey değildir. Buna göre, herkes aynı akla sahip olduğundan, herkes aynı rasyonelliği sergilediğinden, uygun bir eğitim sürecinden geçmiş olan herkes aynı doğru sonuçlara ulaşmak durumundadır. Aydınlanmanın sonuncu ve en belirleyici yönü, ilerlemeciliktir. Aydınlanma hareketi içinde yer alan düşünürlere göre, Avrupa, bütün bir Ortaçağ boyunca süren bir batıl itikatlar ve bağnazlık dönemini geride bırakmıştır. Bu bağnazlığın yıkılışında, din karşısında kesin bir zafer kazanan bilimin etkisi büyük olmuştur. Modern bilim, evrenin tüm farklı görünüşlere rağmen, temelde çok büyük, fakat oldukça basit ve düzenli bir mekanizma olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu düzenli evrenin bir parçası olan insanın olup, insanla içinde yaşadığı toplum bu bilgi ışığında sonsuzca geliştirebilir. İnsanın refahı açısından büyük bir ilerleme kaydedilmiş olduğuna göre sınırsız ve sürekli bir ilerlemeyi engelleyecek hiçbir şey yoktur. GENEL ÖZELLİKLERİ Akla duyulan güven nedeniyle sadece dinsel değil, siyasi otporitelerede başkaldırılmıştır Laik bir dünya düzeni benimsenmiştir. düşüncw özgürlüğü ve hoşgörü fikri ortaya çıkmıştır. Sistemci felsefelerin yerini ; dil, kültür, toplum, sosyal düzen konusundaki düşünceler almıştır. Filozofun yerini aydın, düşünür, yazar almıştır.
__________________
CaKaLBot Banlanmış ve üyeliği iptal edilmiş üyelerin mesajlarını tek nickte toplayan bir bottur. |
|
|
|
|
|
#30 |
|
ÇaKaL Üye
![]() Üyelik Tarihi: Jan 2006
Mesajlar: 1,791
Teşekkür Etme: 0 Thanked 88 Times in 15 Posts
Üye No: 26295
İtibar Gücü: 2581
Rep Puanı : 76884
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
19. YÜZYIL FELSEFESİ
19. yüzyılın en tipik özelliği siyasi ideolojiler çağı olmasıdır. 18.yy.da aydınlanma sadece dine ve geleneğe değil, siyasi otoriteyede başkaldırarak devletin gücünü azaltıp bireyin gücünü arttırmayı amaçlamıştır. O yüzden de siyasette ve ekonomide liberalizmin yıldızı parlamıştır. Ancak arzu edilen eşitlik, güvenlik yine sağlanamamıştır. Buna tepki olarak 19.yy.da sosyalizm ortaya çıkmış ve eşitlik kavramına önem vermiştir. 19.yy liberalizm ile sosyalizmin çekiştiği bir ideolojiler çağı olmuştur. Genel özellikleri Sosyal ve siyasal sorunlara yönelme ideolojilerin öne çıkması Olgulara dayalı biim anlayışı Din ve geleneğe karşı olma Yeni kültür ve insan tipi arayışlarına yönelmedir
__________________
CaKaLBot Banlanmış ve üyeliği iptal edilmiş üyelerin mesajlarını tek nickte toplayan bir bottur. |
|
|
|
![]() ![]() |
| Konuyu Görüntüleyen Aktif Kullanıcılar: 1 (0 üye ve 1 misafir) | |
|
|
Benzer Konular
|
||||
| Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
| Felsefe ve Mitler | [FX][SOLDIER] | Eskiler (Arşiv) | 0 | 07-18-2007 04:49 PM |
| Felsefe | yuko_can | Eskiler (Arşiv) | 8 | 01-02-2007 12:11 PM |
| Felsefe | Tathar Elanessé | Eskiler (Arşiv) | 1 | 05-12-2006 12:37 AM |
| Felsefe... | Misyoner | Eskiler (Arşiv) | 1 | 10-04-2005 03:09 AM |