|
Türk Tarihi Ve Türk Büyükleri Şanlı Türk Tarihi ve Tarihe Damgasını Vurmuş Türk Büyükleri... |
|
Konu Seçenekleri | Görünüm Şekli |
11-28-2006, 02:39 PM | #81 |
Forum Demirbaşı
Kayit Tarihi: Nov 2005
Nerden: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 43
Mesajlari: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Teşekkür Edilme: 2,624 Teşekkür Aldığı Konusu: 685
Üye No: 3332
Rep Power: 3895
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
Cinsiyet :
|
YAVUZ SULTAN SELİM ( 1470-1520 ) 1470 yılının 10 Ekiminde Amasya'da doğdu. Babası ikinci Beyazıt, anası Dulkadiroğlu Bozkurt Bey'in kızı Gülbahar Hatun'dur. Kişilikli, ölçülü, cesur bir kadındı. Oğlunu da öyle yetiştirmiştir. Sağlam bir öğrenim görmüştü. Cengiz töresinin "At, Kılıç, Avrat" felsefesini benimsemiştir. Çok genç yaşta, Trabzon Sancak Beyliği'ne getirildi. Babasının gevşek yönetimi Anadolu'yu, çeşitli yıkıcı akımların cirit attığı bir alan haline getirmişti. Doğu'da, İran'ın başında bulunan Türk asıllı Şah İsmail, yazdığı Türkçe şiirler, gönderdiği halifelerle Şiî'liği yayıyor, kendi adını, Şiî'liği kullanarak efsaneleştiriyordu. Yıl geçmiyordu ki, bir Şiî ayaklanması patlamasın... Öte yandan, Anadolu'nun güneyindeki Dulkadiroğulları'nı himayesi altına alan Mısır Memlükü, Hilafet sancağı ile Anadolu'daki Müslümanları ayaklandırmaya çalışıyordu. Bir yandan Hilafet, bir yandan Şiî'lik, Anadolu'yu tehlikeli bir bölge haline getirmişti. Yavuz Selim, bütün bunları görüyor ve babasının, olaylara seyirci kalması onu kahrediyordu. Bu durum, yeniçerileri de, saray ileri gelenlerini de üzmekte idi. Yeniçerilerin gözü Yavuz Selim'de, bazı saray erkânının ümidi Şehzade Korkut'ta idi. Selim, Sancak Beyliği'nin değiştirilmesini ve İstanbul'a yakın bir yere alınmasını istedi. Arkasından, babasının elini öpmek bahanesiyle İstanbul'a geldi ve yeniçerilerin yardımı ile tahtı ele geçirdi. Bu sırada babası öldü. Kardeşleri, taht üstünde hak iddia ettiler. Yavuz, bütün bunların içinden sıyrılmasını bildi, kardeşlerini bertaraf etti ve devleti tek başına eline aldı. Gözüpek ve amansızdı. Bağışlaması yoktu. Yanılan, yanılgısını kellesiyle ödüyordu. İran'a bir sefer hazırlandı. Ordunun gerisini güven altında bulundurmak için Anadolu Şiî'lerini kılıçtan geçirdi. Oysa, kendi askerleri arasında da Şiî'ler vardı ve Şah İsmail'in üstüne gitmek istemiyorlardı. Şah İsmail ise, bütün umudunu mesafeye bağlamıştı. Durmadan geri çekiliyordu. Sonunda ordudaki bütün huzursuzluk yüze çıktı. Padişahın çadırına kurşun atacak kadar işi ileri götürdüler. Yavuz, çadırından çıkarak kendisine kurşun sıkan askerlerine kısa bir konuşma yaptı. "Karılarının koynunu özleyenler, geri dönsün, er olan peşimden gelsin. Ben tek başıma da düşmana giderim" deyip atını tepikledi. Yeniçeriler, yaman bir serdarları olduğunu fark-etmekte gecikmediler. 23 Ağustos 1514'de Şah İsmail'in ordusu ile Osmanlı ordusu Çaldı-ran'da karşılaştılar. Yavuz, askerini dinlendirmeden İran ordusuna çullandı. Sabahtan akşama kadar devam eden, tarihin en korkunç imha savaşından sonra, İran ordusu parça parça oldu. Şah İsmail,tahtını, karısını bile bırakarak kaçtı. Yavuz, 6 Eylül 1514'de İran'ın merkezi olan Tebriz'e girdi. İran, dize gelmiş, Anadolu'nun fethi tamamlanmış, Şiî gailesi ortadan kaldırılmıştı. DEHŞETLİ BİR SAVAŞ OLDU Sıra Hilâfet propagandası ile Anadolu'yu kaynatan Mısır'a gelmişti. 5 Haziran 1516'da ordusu ile Üsküdar'a geçti ve 24 Ağustos 1516'da iki ordu Mercidabık'da karşılaştılar. Tarihin en dehşetli savaşlarından biri oldu. Mısır Memlükü Kansu Gavrî, savaş meydanında öldü. Zafer, yine Yavuz'da idi. Sinan Paşa komutasındaki ordunun bir parçası, Mısırlıların peşine düşmüş, Gazze'de parlak ve yeni bir zafer daha kazanmıştı. Şimdi sıra, düşmandan daha korkunç bir düşman olan, Tih çölünden geçmeye gelmişti. Yol uzundu, su yoktu, güneş ordunun beyninde kaynıyordu. Bugün de modern orduların örnek olarak benimsedikleri bir ikmal teşkilâtı planı yapıldı. Sahra geçildi. Osmanlı ordusu, Kahire'ye 15 kilometre mesafedeki Ridaniye'de Memlûk ordusu ile karşı karşıya geldi. Memlüklerin yeni hükümdarı Toman Bey, ordusunun bir kanadını Nil nehrine dayamış, bir kanadını da El Mukaddem Dağı'na yaslamıştı. Derin bir hendek de orduları birbirinden ayırıyordu. Yavuz, beklenmedik bir şey yaptı. Çok sarp olan El Mukaddem Dağı'nı gece dolanarak aştı ve 22 Ocak 1517'de Mısır ordusuna arkadan saldırdı. Mısırlılar, cepheden yapılacak bir saldırıyı beklerken, arkalarından hücuma uğramaları karşısında afalladılar, iki taraf da ölüm kalım savaşı veriyordu. O kadar ki, Toman Bey Türk ordugâhına kadar girmiş Yavuz Sultan Selim sandığı birisinin kellesini bile almıştı. Fakat, Yavuz'un kuvvetlerine dayanamadı ve Osmanlı kılıçları altında can verdiler. 30 Ocak 1517'de Kahire düştü. KAHIRE'YI YENİDEN İMAR ETTİ Yavuz, kışı Mısır'da geçirdi. Kahire'yi yeniden imar etti. Elyazması kitapları İstanbul'a gönderdi. İstanbul'a dönerken, "Emanat-i Mukaddese" (Kutsal Eşyalar) ile birlikte, son Abbasi Halifesi Mütevekkil’i de beraberinde getirdi. Mütevekkil, Hilafeti, Yavuz Sultan Selim'e gönül rizasıyla devrettiğine dair bir belge imzalamış, böylece Hilâfet, Osmanlılara geçmiştir. Yeni bir sefere hazırlanırken, Yavuz, 21 Eylül 1520'de hastalanarak öldü. Tarihin en büyük hükümdarlarından, komutanlarından biri daha böylece dünyadan göçtü. |
11-28-2006, 02:39 PM | #82 |
Forum Demirbaşı
Kayit Tarihi: Nov 2005
Nerden: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 43
Mesajlari: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Teşekkür Edilme: 2,624 Teşekkür Aldığı Konusu: 685
Üye No: 3332
Rep Power: 3895
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
Cinsiyet :
|
YILDIRIM BEYAZIT ( 1360- 1403 ) Sırp kralının kızı ile evlenip, Sırp ordusunu kendi emrinde bulundurmak, Bizans imparatoru Manuel'in taht meşruiyetini tanıyıp, ordusunu, savaşlarda kullanmak, çok üstün bir politikacının başarabileceği bir işti. Yıldırım Beyazıt, bunu hakkı ile başarmıştır. KARDEŞLERİNİ ORTADAN KALDIRDI Osmanlı İmparatorluğu, kuruluş dönemindeydi. Ele geçirdiği topraklarda teşkilât olarak tam anlamı ile yerleşmemişti. Bu toprakların eski sahipleri, her an başkaldırıp topraklarında yeniden egemen olmak istiyorlardı. Böyle bir durumda kardeş kavgasına meşruiyet tanımak, imparatorluğu batırmakla birdi. Yıldırım, buna izin vermedi. Asker ve beyliğin ileri gelenleri kendisine biat eder etmez, kardeşlerini ortadan kaldırdı. Dünyada hiçbir kardeş katilini hoşgörmek mümkün değildir. Fakat kardeş kanı, devletin bekası için akıtılmışsa, bir başka deyişle, toplum çıkarı uğruna bir iş görülmüşse, mazeretini beraberinde getirir. Yıldırım Beyazıt'ın tek kusuru, Timurlenk gibi usta bir savaşçıyı ve büyük bir Türk ordusunu karşısına almak ve papanın oyununa düşmektir. Bunu da hayatı ile ödedi. 1389 yılında Bursa'da doğdu. Babası, Kosova savaşında şehit düşen yiğit hükümdar 1. Murad, annesi Gülçiçek Hatun'dur. Çocukluğu Bursa'nın yeşil ile yıkanmış topraklarında ve Bursa Sarayı'nın sade dekorları içinde geçti. Ata, silaha, cenge meraklıydı. Cıva gibi hareketli bir şehzade idi. Hızlı düşünür, hızlı karar verir, verdiği kararı hızla gerçekleştirirdi. Çevresindeki beylik ileri gelenleri, onun ilerde yaman bir padişah olacağını çabuk farkettiler. Nitekim babası, savaş alanında bir yaralının hançeri ile şehit olunca, hemen Beyazıt'ın etrafında toplandılar ve savaş sancağının gölgesinde kendisine biat ettiler. Önce, kardeşlerini ortadan kaldırarak taht kavgasının kapısını kapadı. Gençliğinden yararlanmak için başkaldıran Anadolu beylerini kısa bir zamanda tepeledi. Fakat doğuda bu işini güvenle görebilmesi için, batıdan emin olması lâzımdı. Bu yüzden, Sırp kralının kızı ile evlendi ve Sırp ordusunu, müttefik ordu haline koydu. Böylece, bir taşla iki kuş vurmuş, hem doğuda, hem batıda güvenliğini sağladıktan sonra Bizans'ı ele aldı. Bizanslılar Türklerle başa çıkamayınca, onları müttefik olarak kullanmayı çıkarlarına uygun görmüşlerdi. Nitekim Orhan Bey'i damat edinmişler ve Türk kuvvetlerini, kendi toprakları üzerindeki nüfuzlarını sürdürmekte kullanmışlardı. Fakat Türkler de bu hizmetlerine karşılık, Bizans tahtı üzerinde söz sahibi idiler. Türk ordusu, Bizans'ın gailelerini nasıl ortadan kaldırıyorsa, Bizans ordusu da Türklerin savaşlarına katılıyorlardı. HIZLA ORDUSUNU RUMELİ'YE GEÇİRDİ Yıldırım Beyazıt, Anadolu'da hâkimiyetini pekiştirirken, akıncıları da Orta Avrupa'- ya akınlar düzenliyorlardı. Evrenos Bey, Kitros ve Vodina'yı ele geçirdi, Tesalya'ya sarktı. Firuz Bey, Eflak üstüne akınlar düzenliyor, Şahin Bey, Arnavutluk topraklarında ilerliyordu. Bu akınlarından kurtulmak isteyen Eflak Beyi Mirce ile, Macar Kralı Sigismond ortak bir ordu ile Osmanlı üzerine yürümeyi denediler. Fakat Yıldırım, adına yakışır bir hızla ordusunu Rumeli'ye geçirince, hemen silahlar bırakıldı ve Osmanlılar savaşsız anlaştılar. Venediklilerin, Macar kralı ile ortaklaşa yaptığı deneme de, fiyasko ile sona erip, Osmanlı ordusu Tırnova'ya girince, Çar Şişman, Osmanlı'ya bağlı bir prens haline düştü. Yıldırım, İstanbul kuşatmasına başlamıştı. Anadolu Hisarı'nı yaptırmış, Boğaz'ı kontrolü altına almıştı. Avrupalılar telâşa düştüler, bir Haçlı ordusu kuruldu. Niğbolu kalesi kuşatıldı. Yıldırım gerçekten bir yıldırım gibi davranıp İstanbul kuşatmasını bıraktı ve Niğbolu'ya erişti. Haçlı ordusu perişan olmuştu (1396). KARAMANOĞLU'NU ÖLDÜRÜP TOPRAKLARINI ÜLKESİNE KATTI Bizans'la, İstanbul'da bir Türk mahallesi kurulması, adlî işlerin bir kadı tarafından yürütülmesi ve bir cami yaptırılması şartları ile anlaştı. Karamanoğlunu öldürüp topraklarını ülkesine kattı. Mısır Memlüklerine bağlı, Elbistan'ı, Malatya'yı ve Divriği'yi aldı. Anadolu beyleri, Timurleng'e sığınmışlardı. Yıldırım ile Timurleng arasında sert yazışmalar oldu. Yıldırım, Timur'un papa tarafından teşvik edildiğini, Anadolu beylerinin de kendisini kışkırtmakta olduğunun hesabını yapmadan savaşa karar verdi. İki Türk ordusu Ankara civarında karşılaştılar. Yıldırım'ın ordusundaki Türk komutanlar, Türklerle savaşmak istemiyorlardı. Nitekim Timur'un ustaca düzenlenmiş propagandalarına kandılar ve Timur tarafına geçtiler. Yıldırım Beyazıt'la sonuna kadar dövüşen, kendi yakın güçleriyle, Sırp ordusu oldu. Yıldırım hem yenildi, hem esir düştü. (1402 - 28 temmuz) Bir yıl sonra da bu yiğit serdar, tutsaklığa dayanamayıp öldü. |
11-28-2006, 02:40 PM | #83 |
Forum Demirbaşı
Kayit Tarihi: Nov 2005
Nerden: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 43
Mesajlari: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Teşekkür Edilme: 2,624 Teşekkür Aldığı Konusu: 685
Üye No: 3332
Rep Power: 3895
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
Cinsiyet :
|
YUNUS EMRE ( ?- 1320-21) Hangi tarihte, nerede doğdu, kesin olarak bilinmiyor. Söylentiler çeşitli. En kesine yakın tahmin, Sakarya dolaylarında doğmuş bir Türkmen köylüsü olduğudur. Yaşadığı 13. yüzyıl Anadolusu, o kadar karışık akınların Arap saçına döndüğü bir zamandır ki, kimin nereden geldiğini bulup çıkarmak mümkün değil... Şiirlerinde kendisine "Miskin", "Cahil" terimlerini kullandığı için, bazı edebiyat tarihçileri Yunus’u, okur-yazar olmayan biri gibi görmek isterler. Oysa bu terimler, dervişliğin gereği alçak gönüllülükten gelmektedir. Yunus, belki ilk yıllarında okur yazar değildi ama, Tekkeye girdikten sonra okuma yazmadan başka, zamanının bilgilerini öğrendiği, hatta tasavvuf bildiği bugün için tartışmasızdır. BİTİP TÜKENMEZ ANADOLU GEZİLERİNE ÇIKMIŞTI Yunus, her halde doğup büyüdüğü çevrede kurulu olan Taptuk Emre'nin tekkesine kapılanmış olmalıdır. Bu dergâhta Yunus'un odun taşıyarak şeyhine hizmet ettiği ve en küçük mertebeden başlayarak, en ileri mertebeye kadar yükseldiği biliniyor. O kadar ki, sonunda Taptuk Emre'nin kızı ile evlenmiştir. Yunus, Taptuk Emre'nin dergâhında piştikten ve tarikatın önemli fikir ve yollarını başkalarına açıklayacak ölçüye geldikten sonra, bir söylentiye göre, Şeyhinin emri ile, bir söylentiye göre, kendi isteği ile, bitip tükenmez Anadolu gezilerine çıkmıştır. Yunus, her uğradığı köyde, handa, konakta, tanrı sevgisi ve insan muhabbeti üzerinde konuşmuş, şiirler söylemiş, çağının kargaşalığını, beraberlik potası içinde eritmeye çalışmıştır. Aşkın aldı benden beni, Bana seni gerek seni; Ben yanarım dünü, günü, Bana seni gerek seni,.. Aşkın, âşıklar öldürür. Aşk denizine daldırır Tecelli ile doldurur Bana seni gerek seni. Sofilere sohbet gerek Ahilere ahret gerek Mecnunlara Leylâ gerek Bana seni, gerek seni. Yunus durur benim adım Gün geçtikçe artar odum İki cihanda maksudum Bana seni gerek seni... Böyle söyleye, konuşa, köy, köy, kasaba, kasaba Anadolu’yu gezmiş ve bu arada Konya'ya giderek zamanın büyük mutasavvıfı Mevlânâ Celaleddin Rumî ile görüşmüştür. Yunus, Doğu Anadolu'yu gezmiş, Şam’a kadar uzanmış, sonra tekrar doğduğu topraklara dönüp, ömrünün gerisini burada tamamlamıştır. Mezarı, Porsuk Suyunun Sakarya'ya döküldüğü kavşakta, Sarıköy'dedir. Fakat öylesine sevilmiş bir şairdir ki, birçok yerlerde "Bu, Yunus'un Mezarıdır" diye aslı astarı olmayan hikâyelerle Yunus'a mezar tayin ederler. Belki bu mezarlar da bir başka Yunus'a aittir ama, herkes o Yunus'un, Yunus Emre olmasına özenir. EN BÜYÜK TASAVVUF ŞAİRLERİNDENDİR Son yıllarda Yunus'un Sarıköy'deki mezarı onarılmış, bir park içine alınmış, anıt ha-line getirilmiştir. Giriş kapısında: "Sevelim, sevilelim" sözü vardır. Mezarının altındaki çeşme taşına da: "Haktan inen şerbeti, içtik elhamdülillah" kazılmıştır. Yunus, Ahmet Yesevi'den kaynaklanıp 13. yüzyılda Anadolu'ya atlayan Tasavvuf edebiyatının yetiştirdiği en büyük şairlerden biridir. Tasavvufu, halkın anlayabileceği arı bir dille yazıyor ve o yüzyılın Türkçesi ile, günümüzde bile ifade edilmesi güç fikirleri kolayca anlatabiliyordu. Yunus Emre, şiirleriyle, Türkçe’nin büyük ve zengin bir dil olduğunu ispatlamış şairlerin başında gelir. Tanrı, insan ve ölüm problemleri tarihler boyunca insanları düşündürmüştür. Böylesine bir metafizik konu, Yunus'un dilinde sular seller gibi akıp söylenmektedir. Yunus, felsefi şiir yazan öteki şairlerin sıkıntısını hiç çekmemiş, çünkü, bütün soyut düşünceleri somutlaştırarak anlatmasını bilmiştir. BAZI ŞİİRLERİ BESTELENMİŞTİR Yunus, mistik bir şairdir. Fakat realist bir anlatıma sahiptir. Bu yüzden, tasavvufla hiç ilişiği olmayan insanlar bile, onun şiirlerini zevkle, lezzetle okuyabilirler, anlayabilirler. Yazarken, hiç özentili değildir. Bazen kafiyeyi ihmal ettiği, yarım kafiyeleri bol bol kullandığı görülür. Onun için şiir, objektif birlikte değil, sübjektif birliktedir. Şiirlerini daha çok ilâhi ve nefes biçiminde yazmıştır. Bu ilâhi ve nefeslerden oluşan kitabına "Yunus Emre Divanı" denmekte ise de, bunun, divan edebiyatı şairlerinin divanlariyle hiçbir ilgisi yoktur. Belki divan edebiyatı tarihçileri bu kadar büyük bir şairi kendilerinin dışında görmeğe razı olamadıkları için, Yunus'un kitabına divan denmesini istemişlerdir. Yunus Emre, iki eser bırakmıştır. Biri, "Risaletün Nushiyye"ydi ki, mesnevî biçiminde kaleme alınmıştır. Bu mesnevide şairin gerçek gücünü bulmak mümkün değildir. Fakat 365 parça şiirden oluşan "Yunus Emre Divanı" tasavvufun, lirizmin, söyleme sanatının zirvesidir. Ancak, bütün titiz çalışmalara rağmen, bu divanlara, Yunus'tan başkalarının da şiirleri girdiği kesindir. Çünkü o kadar sevilmiştir ki, birçok şair Yunus'tan çok sonra da bu ağızla şiirler söylemiş ve bunu Yunus'a bağlayarak bir tatmine kavuşmuştur. Yunus'un bir bölüm şiiri, Adnan Saygun tarafından bestelenmiş ve "Yunus Emre Oratoryası" adı ile yayınlanmış ve dünyanın birçok ülkelerinde icra edilmiştir. |
11-28-2006, 02:40 PM | #84 |
Forum Demirbaşı
Kayit Tarihi: Nov 2005
Nerden: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 43
Mesajlari: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Teşekkür Edilme: 2,624 Teşekkür Aldığı Konusu: 685
Üye No: 3332
Rep Power: 3895
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
Cinsiyet :
|
ZİYA GÖKALP ( 1875-1924 ) 1875'de Diyarbakır'da doğdu. Babası, edebiyatı seven, mahallî gazetelere başyazı yazan Mehmet Tevfik Efendi'dir. Gökalp'in asıl adı, Mehmet Ziya'dır. Yıllar sonra, Selanik'te "Genç Kalemler" dergisini yayınladığı sırada, arkadaşı Ali Canip Yöntem'in —bir yazısına— "Gökalp" takma adını kullanması, bundan sonra adını Ziya Gökalp yapmıştır. İlk derslerini babasından aldı. Babası gibi Gökalp de, Namık Kemal hayranı olarak yetişmiştir. Diyarbakır Askerî Rüştiyesi’ni bitirdikten sonra, Mülkiye İdadisi'nde okumasını sürdürdü. Kendi kendisine Fransızca öğrendi. Amcasından, Arapça ve Farsça dersler aldı. Tasavvuf felsefesini, İslâm tarihini öğrendi. 24 yaşlarında iken bir bunalım geçirdi ve tabancayı alnına dayayarak intihar etmeyi denedi. Ölmedi. Fakat ondan sonraki hayatı sürekli çalışmalar içinde geçmiştir. MEŞRUTİYET YANLISI İDİ Yüksek öğrenimini yapmak için İstanbul'a geldiği yıllar, Albülhamid'in saltanatı günlerine rastlıyordu. Yüksek okullarda Abdülhamit düşmanlığı moda idi. Ayrıca, Gökalp, Namık Kemal hayranı olduğu için, meşrutiyet yanlısı idi. O yıllarda kurulan İttihat ve Terakki gizli cemiyetine girdi. Bütün heyecanı ile ittihatçılığa sarıldı. Diyarbakır'daki bir arkadaşına yazdığı mektup, polisin eline geçince, okuldan çıkarıldı. Dokuz ay hapis yattıktan sonra tekrar Diyarbakır'a döndü (1898). 1908 Devrimi olunca, Diyarbakır'da "Dicle" adlı bir gazete çıkarmaya başladı. Gençleri etrafına toplayarak onları yetiştirmeye çalıştı. Bu sırada, İttihat ve Terakki Fıkrası'nın merkezi olan Selanik'te Gökalp'i genel merkez üyeliğine aldılar, ve sanat-fikir çalışmalarını kendisine bağladılar. «TÜRKÇELEŞMİŞ TÜRKÇE» KURALINI GETİRDİ Ziya Gökalp, başta Ali Canip Yöntem ve Ömer Seyfettin olmak üzere genç hikâyeci ve şairleri etrafına toplayarak "Genç Kalemler" adiyle bir dergi kurdu ve ilk sayısını 11.Nisan 1911'de yayınladı. Bu dergi, Türk edebiyatında ve Türk dili tarihinde önemli görevler yapmıştır. O zamana kadar kullanılan terkipli Osmanlıca dili bırakılmış, günlük konuşma diline dönülmüştü. Yâni, Şinasi'nin başlattığı sadelik hareketi, bu kadro tarafından yeniden ele alınıyordu ve akım haline getiriliyordu. Genç Kalemler'in sade dili, edebiyat çevrelerinde, önceleri yadırgandı. Fakat gençlik, dergiyi beğenmiş ve dili benimsemişti. Edebiyat dünyası, Osmanlıca yazanlarla Türkçe yazanlar diye ikiye bölündü. Gökalp, dil konusunda ileri gitmiyor, "Türkçelesmiş Türkçe" kuralını getiriyordu. Halkın diline geçmiş yabancı kelimeler de yazı dilinde kullanılacaklar, fakat söylendikleri gibi yazılacaklardı. Ziya Gökalp, Genç Kalemler'de, şiir, hikâye ve romanda sade bir dil kullanılması davasının yanı başında, "Türklük" davasını da yürütüyordu. Yayınladığı bir şiirde: "Vatan ne Türkiye'dir Türklere, ne Türkistan. Vatan, büyük ve mûebbed bir ülkedir: Turan:" diyordu. Turan, belli bir ülke değildi, bir idealdi. Nesillerin ruhlarını tutuşturan, gayretlerini pekiştiren, umut, sevinç, yaşamak coşkusu veren bir idealdi. Böylece sanat ve edebiyatta da yeni bir parlama oldu. Ziya Gökalp, edebiyat ve tarih kültürünün yanı başında, kuvvetli bir felsefe ve sosyoloji kültürü ile beslenmişti. Okuduklarını, birçoklarının yaptığı gibi sadece öğrenmiş olmak için okumuyor, öğrendiklerini hayata ve memleketin ilerlemesi yolunda yapılacak devrimlere uygulamak için okuyordu. O yıllarda üç akım vardı: Türkleşmek, İslâmlaşmak, çağdaşlaşmak... İslamcılar, bütün Müslüman ülkelerin bir araya getirilmesi ile hem Müslümanların, hem Osmanlı İmparatorluğu’nun kurtulacağına inanıyorlar, bu yolda çalışıyorlardı. Çağdaşlaşmak yanlıları ise, Batıyı olduğu gibi kopye ederek Osmanlı ülkesinin uygar bir ülke olarak hayatını sürdüreceği düşüncesindeydi. Ziya Gökalp'in önderlik ettiği çağdaş Türkçülük, hem Türk unsuruna dayanıyor, hem Batı uygarlığını, İslâm ahlâkı ve Türk töreleri üstünde geliştirmeyi amaçlıyordu. TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN ESASLARINI HAZIRLADI İttihat ve Terakki'nin merkezi Selanik'ten İstanbul'a taşınınca, Gökalp de İstanbul'a geldi. Bir yandan, İstanbul Darülfünunu'nda(Üniversite) hocalık ediyor, bir yandan, başına topladığı sanatçı ve fikir adamlariyle çağdaş Türk toplumunu yaratmanın yollarını arıyordu. Oysa, siyasî kanaatlerini paylaştığı İttihatçılar, eskiden beri devam eden Osmanlı politikasını sürdürmekte idiler. Gökalp, bu fikir çatışmasına hiç önem vermeden Türk milliyetçiliğinin esaslarını hazırladı. İstanbul'da çıkardığı "Türk Yurdu" dergisinde, "Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak" adı altında bu üç cereyanı bilimsel açıdan inceledi. Fikirlerini, modern sosyolojiye dayatıyor, Türk toplum yapısını araştırıyor ve ayakta kalmanın tek çaresi olarak milliyetçiliği görüyordu. Bu çalışmalarına "Türk Ocakları"nda da devam etti. Fakat Birinci Dünya Savaşı'nın patlaması, yenilgi ve İttihat ve Terakki Fırkası'nın dağılması üzerine, İngilizler İstanbul'u işgal edince, Gökalp'i, Malta'ya sürdüler. Gökalp, Malta dönüşü Diyarbakır'da çıkardığı "Küçük Mecmua"da fikirlerini yaymaya devam etti. 2. dönem B.M. Meclisi'ne Diyarbakır Milletvekili olarak katılmış ve 25 Ekim 1924'de ölmüştür. Yeri, günümüze kadar doldurulamayan bir fikir adamımız idi. |
11-28-2006, 02:40 PM | #85 |
Forum Demirbaşı
Kayit Tarihi: Nov 2005
Nerden: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 43
Mesajlari: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Teşekkür Edilme: 2,624 Teşekkür Aldığı Konusu: 685
Üye No: 3332
Rep Power: 3895
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
Cinsiyet :
|
NENE HATUN
(1857-1955) Mukaddesâtını, vatanım her zaman canlarından aziz bilen halkımız, vatanlarına gelen hücumlara karşı yediden yetmişe, erkeğiyle, kadınıyla, yaşlısıyla, genciyle karşı durmuş ve tarihe şan veren müdafalar yapmışlardır. Vatan müdafaasında kadınlar da erkekleri ile fedakârlık yarışına girişmiştir. Zaman olmuş cephe gerisinde yaralılara hizmet etmiş, cephane taşımış, cephane imâlinde çalışmış, zaman gelmiş düşmanı Yurdundan defetmek için cepheye koşmuştur. İşte Nene Hatun da düşmanı defetmek için cepheye koşan kahraman kadınlardan birisidir. 93 Harbinin en çetin safhalarının cereyan ettiği günlere gidiyoruz. Rus ordusu 160 bin asker ve 189 topla Kafkas cephesine hücum etmektedir. Buna karşılık ordumuzun asker mevcudu 60 bindir. Silah ve cephane de Ruslarınkinden çok çok azdır... Doğu Beyazıt'tan Batum'a kadar uzanan 340 kilometrelik cephe boyunca ordumuz, Müşir Katırcıoğlu Ahmed Muhtar Paşa'nın kumandası altında düşmanla amansız bir mücadeleye girişmiştir. Düşmanın kalabalık oluşuna, silah üstünlüğüne aldıran yoktur. Lâkin ağır kış şartları askerlerimizi yıpratmaktadır. Moskof ordularının hedefi Erzurum şehridir. Burası ele geçirildiği takdirde Doğu Anadolunun bütünüyle ele geçirileceğine inanmaktadırlar. Düşmanın bütün hücumları kahraman askerlerimizin göğsüne çarpıp erimektedir. Mertlikle galebe çalamayacağını anlayan düşman hileye başvurur. Tabyaları baskınlarla ele geçirmeyi planlar. Bunun için de Türkçeyi ana dilleri gibi konuşan Ermenilerin yardımıyla ve onlann kılavuzluğu altında 9 Kasım 1877'de Aziziye tabyasına, saldınp nöbetçileri şehit ederler. Durum anlaşılınca tabyada boğaz boğaza bir muharebe başlar. Düşmanın siperlerimize hücum edip, tabyalarımıza girdiği haber; Erzurum'da bomba gibi patlar. Müezzinler minarelerden durumu haber vererek, herkesi cihada davet ederler. Bütün Erzurumlular kadın, erkek ellerine ne geçirdilerse alarak Aziziye tabyasına koşuşmaya başlarlar. Haberi duyan henüz yirmi yaşlarında olan Nene Hatun kundaktaki kız çocuğunu ve biraz büyükçe oğlunu "Sizleri Allah"a ısmarladım yavrularım" diyerek bağrına basmış, onları öptükten sonra eline et satırını alarak cepheye koşmuştur. Nene Hatun'un evinde başkaca kimse yoktur. Cepheden ağır yaralı gelen kardeşi Hasan bir gün önce şehid olmuştur. Kocası cephede düşmanla vuruşmaktadır... Aziziye tabyasına ulaşan Nene Hatun bacılarıyla, kardeşleriyle birlikte düşmanın üzerine atılır. Haberi duyar duymaz koşuşan Erzurumluların elinde sopa, taş, kazma, kürek ve yaralayıcı, öldürücü ev âletleri ve bir de dillerinde, kalplerinden kopup gelen "Allah Allah" sadâsı vardır. Âhirete inananlar şehâdeti en yüce mertebe bilmenin heyecaniyle cansiperane vuruşmaktadırlar. Nene Hatun'un elindeki et satın düşman askerlerinin kafalarına yıldırım gibi inmektedir. Bir yandan da "vurun kardaşlarım, vurun bacılarım, kâfirlere aman vermeyin" diye haykıran Nene Hatun'un bu kahramanlığını gören Erzurumlular coşmuştur. Neticede Aziziye tabyasındaki düşman bütünüyle imha edilmiş ve tabya düşmandan geri alınmıştır. Yüzlerce şehit veren Erzurumluların bu cihetten gönülleri yaralı, fakat düşmanı defettikleri için kalpleri ferahtır... Aziziye tabyasının geri alınmasında canla başla çalışan Nene Hatun bir semboldür. Müslüman kadınların yeri geldiklerinde nasıl kahraman kesileceklerine bir örnektir... O hayatı boyunca bu hâdiseden fazlaca bahsetmemiş, bahsi geldiğinde, "Biz ne yaptık ki, bizim yaptığımız ne ki yavrularım..." diyerek Anadolu insanının engin tevazuunu nur yüzüne peçe yapmıştır... O, ne yapmışsa rıza-ı İlâhi için yapmıştır. Bu yüzdendir ki kendisinden ve gösterdiği fedakârlıktan bahsetmemiştir. 1857'de Erzurum'da doğan Nene Hatun 22 Mayıs 1955'te Hakkın rahmetine kavuşmuştur. |
11-28-2006, 02:42 PM | #86 |
Forum Demirbaşı
Kayit Tarihi: Nov 2005
Nerden: Ç.KALE/BİGA
Yaş: 43
Mesajlari: 5,907
Teşekkür Etme: 594 Teşekkür Edilme: 2,624 Teşekkür Aldığı Konusu: 685
Üye No: 3332
Rep Power: 3895
Rep Puanı : 132808
Rep Derecesi :
Cinsiyet :
|
(Ayşe Bulut hanım efendiye sonsuz teşekkürler..)
|
12-01-2006, 06:54 PM | #87 | |
ÇaKaL Üye
Kayit Tarihi: Jan 2006
Mesajlari: 1,791
Teşekkür Etme: 0 Teşekkür Edilme: 88 Teşekkür Aldığı Konusu: 15
Üye No: 26295
Rep Power: 2503
Rep Puanı : 76884
Rep Derecesi :
Cinsiyet :
|
Alinti:
lakin papaların ayağımızın altında dolaşması yenidir.... ve hayır'a alamet değildir... yinemi bir rica vardır...:confused:
__________________
CaKaLBot Banlanmış ve üyeliği iptal edilmiş üyelerin mesajlarını tek nickte toplayan bir bottur. |
|
Bu Konudaki Online üyeler: 4 (Üye Sayisi : 0 Ziyaretçi Sayisi : 4) | |
|
|
Benzer Konular | ||||
Konu | Konu Baslangic | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Tarihte Ve Günümüzde Türk-Yunan Mücadelesi | ÇaKıR- | Eskiler (Arşiv) | 0 | 04-22-2008 02:16 AM |
12 Dev Adam üç büyükleri solluyor | Shekil | Eskiler (Arşiv) | 1 | 08-21-2007 10:11 AM |
Türk Büyükleri... | M@D_VIPer | Tarih | 35 | 05-11-2007 12:48 AM |
Tarihte Kurulan 16 Büyük Türk Devleti | KaPGaN | Tarih | 16 | 04-21-2007 12:19 AM |