www.cakal.net Forumları YabadabaDuuuee  

Geri Git   www.cakal.net Forumları YabadabaDuuuee > Her Telden > Güncel Haberler ve Olaylar > Bilim Ve Teknoloji Haberleri

Bilim Ve Teknoloji Haberleri Bilim Ve Teknoloji`de ki tüm yenilikler tüm habeler ve aradığınız her şey...

CevaplaCevapla
 
Konu Seçenekleri Görünüm Şekli
Eski 12-01-2006, 12:05 AM   #1
Bostandere
Forum Aşığı
 
Kayit Tarihi: Dec 2005
Mesajlari: 4,764
Teşekkür Etme: 111
Teşekkür Edilme: 1,308
Teşekkür Aldığı Konusu: 803
Üye No: 4863
Rep Power: 2992
Rep Puanı : 65437
Rep Derecesi : Bostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond repute
Cinsiyet :
Belirlenen BİLİM ve GELİŞİM

Bilim Nedir?
TDK sözlügünde bilim söyle tanimlaniyor:

Bilim: "Evrenin ya da olaylarin bir bölümünü konu olarak seçen, deneysel yöntemlere ve gerçeklige dayanarak yasalar çikarmaya çalisan düzenli bilgi."

"Genel geçerlik ve kesinlik nitelikleri gösteren yöntemli ve dizgesel bilgi."

"Belli bir konuyu bilme isteginden yola çikan, belli bir erege yönelen bir bilgi edinme ve yöntemli arastirma süreci."

Bilim ile ugrasan bir kisinin bu tanimlari yeterli bulmayacagini söylemeye gerek yoktur. Bu nedenle, bilimin eksiksiz bir tanimini yapmaya kalkismak yerine, onu açiklamaya çalismak daha dogru olacaktir.

Insan dogaya egemen olmak ister!

Derler ki insanoglu varolusundan beri dogayi bilmek, dogaya egemen olmak istemistir. Bu nedenle, insan varolusundan beri dogayla savasmaktadir. Son zamanlarda, bu görüsün tersi ortaya atilmistir: Insan dogayla baris içinde yasama çabasi içindedir.Bence bu iki görüs birbirlerine denktir. Bazi politikacilarin dedigi gibi, sürekli baris için, sürekli savasa hazir olmak gerekir.

Gök gürlemesi, simsek çakmasi, Ay'in ya da Günes'in tutulmasi, hastaliklar, afetler, vb. doga olaylari bazen onun merakini çekmis, bazen onu korkutmustur.

Öte yandan, bu olgu, insani, doga korkusunu yenmeye ve merakini gidermeye zorlamistir. Korkuyu yenebilmenin ya da meraki gidermenin tek yolunun, onu yaratan doga olayini bilmek ve ona egemen olmak oldugunu, insan, önünde sonunda anlamistir. Peki, insanoglunun dogayla giristigi amansiz savasin tek nedeni bu mudurs Baska bir deyisle, bilimi yaratan güdü, insanoglunun gereksinimleri midir?

Elbette korku ve merakin yaninda baska nedenler de vardir. Insanin (toplumun) egemen olma istegi, begenilme istegi, daha rahat yasama istegi, üstün olma istegi vb. nedenler bilgi üretimini saglayan baska etmenler arasinda sayilabilir. Ynsanin korkusu, meraki ve istekleri hiç bitmeden sürüp gidecektir. Öyleyse, insanin dogayla savasi (barisma çabasi) ve dolayisiyla bilgi üretimi de durmaksizin sürecektir.

Bilim neyle ugrasirs

Bilimin asil ugrasi alani doga olaylaridir. Burada doga olaylarini en genel kapsamiyla algiliyoruz. Yalnizca fiziksel olgulari degil, sosyolojik, psikolojik, ekonomik, kültürel vb. bilgi alanlarinin hepsi doga olaylaridir. Özetle, insanla ve çevresiyle ilgili olan her olgu bir doga olayidir. Insanoglu, bu olgulari bilmek ve kendi yararina yönlendirmek için varolusundan beri tükenmez bir tutkuyla ve sabirla ugrasmaktadir.

Baska canlilarin yapamadigini varsaydigimiz bu isi, insanoglu akliyla yapmaktadir.

Bilimin gücü

Bilim, yüzyillar süren bilimsel bilgi üretme sürecinde kendi niteligini, geleneklerini ve standartlarini koymustur. Bu süreçte, çagdas bilimin dört önemli niteligi olusmustur: çesitlilik, süreklilik, yenilik ve ayiklanma.simdi bunlari kisaca açiklamaya çalisalim.

Çesitlilik: Bilimsel çalisma hiç kimsenin tekelinde degildir, hiç kimsenin iznine bagli degildir. Bilim herkese açiktir. Ysteyen her kisi ya da kurum bilimsel çalisma yapabilir. Dil, din, irk, ülke tanimaz. Böyle oldugu için, ilgilendigi konular çesitlidir; bu konulara sinir konulamaz. Hatta, bu konular sayilamaz, siniflandirilamaz.

Süreklilik: Bilimsel bilgi üretme süreci hiçbir zaman durmaz. Krallar, imparatorlar ve hatta dinler yasaklamis olsalar bile, bilgi üretimi hiç durmamistir; bundan sonra da durmayacaktir.

Yenilik: Bir evrim süreci içinde her gün yeni bilimsel bilgiler, yeni bilim alanlari ortaya çikmaktadir. Dolayisiyla, bilime, herhangi bir anda teknigin verdigi en iyi imkânlarla gözlenebilen, denenebilen ya da var olan bilgilere dayali olarak usavurma kurallariyla geçerligi kanitlanan yeni bilgiler eklenir.

Ayiklanma: Bilimsel bilginin geçerligi ve kesinligi her an, isteyen herkes tarafindan denetlenebilir. Bu denetim sürecinde, yanlis oldugu anlasilan bilgiler kendiliginden ayiklanir; yerine yenisi konulur.

Bilimsel Bilginin Özellikleri

* Bilim olgusaldir. Olgusal olmak demek bilimin gözlenebilir olgulara dayanmasi demektir.
* Bilim mantiksaldir. Arastirma sonuçlarinin kendi içerisinde tutarli olmasi gerekir.
* Bilim genelleyicidir. Bilim tek tek olgularla degil olgu türleriyle ugrasir.
* Bilim nesneldir (Objektif). Bilimsel bilgi, bireyin kisisel görüsünden bagimsizdir.
* Bilim elestiricidir.

Bilimin Degeri

Bilim, dogal ve sosyal gerçekligin daha iyi anlasilmasini ve belirli ölçüde de olsa denetlenmesini saglar. Toplumun itici gücünü, üretim biçimini ve gelismesini belirler. Bir toplumun bilim düzeyi, onun geri, az gelismis ya da gelismis oldugunun ölçütüdür.

Bilim üç bakimdan degerlidir:

1. Bilimin her seyden pratik bir degeri vardir. Baska bir deyisle bilim bize hem bireysel ve hem de toplumsal yasantimizda, teknoloji yoluyla büyük yararlar saglar. Bilim sayesinde teknoloji üreten insan, dünyadaki yasantisinin süresini uzatabilir, temel problemlerini çözebilir, yasamini niteliksel olarak ve manevi bakimdan gelistirilebilir. Bilim bundan dolayi, bir toplumun itici gücüdür. Toplumun üretim tarzini ve itici gücünü belirler.

2. Entelektüel degeri vardir. Yani bilim insanin bilme istegini, merakini tatmin eder. Insana evreni anlama olanagi saglar. Insan bilim sayesinde dogal ve toplumsal gerçekligi anlayabilir.

3. Ahlaki degeri vardir. Buna göre bilim insana belirli bir dünya görüsü olusturma, belli ilkelere göre düsünme, dünyaya bilimin sagladigi verilere göre bakma olanagi verir. Yani bilim insanlara bilimsel bir zihniyet kazandirir. Bilimsel zihniyet ise, insanlara dürüst ve tarafsiz olmayi, karsilasilan problemleri sabirli, ayrintili ve uzak görüslü bir biçimde ele almayi ögretir ki bunlar ahlak ve erdemin en önemli özellikleri arasindadir.

Bilimsel zihniyetin, insanlarin daha erdemli ve yüksek ahlakli olmalarini saglayacagini düsünmek bos bir hayal degildir. Ynsan sahip olabilecegi bilimsel zihniyet yoluyla hem kisisel yasayisini ve hem de toplumsal yasayisini düzenleyebilir; insan bu sayede, içinde yasadigi toplum için çalismayi ögrenebilir.

Bilim Tarihi Nedir?

Bilim tarihi kisaca bilimin dogus ve gelisme öyküsüdür. Amaci nesnel bilginin ortaya çikma, yayilma ve kullanilma kosullarini incelemektir.
Bilim çogu kez sanildigi gibi ilk defa ne Rönesans’tan sonra, ne de Bati dünyasinda ortaya çikmistir. Bilim; insanligin kafa ürünüdür. Kökleri ilkel toplumlarin yasamina kadar uzanir.

Bilimsel yöntem

Amaci evreni anlamak ve açiklamak olan bilimin, bu amaca ulasmak için izledigi yola bilimsel yöntem adi verilir. Bilimsel yöntem, bilim adamlarinin ortaklasa olarak kullandiklari betimleme ve açiklama yollarini kapsayan bir süreçtir.

Bilimlerin Tarihi Gelişimi

ASTRONOMİ TARİHİ

Orta Çağ


Çeviriler yoluyla Yunanlılardan alınan bilimlerden birisi de astronomidir. İslâm Dünyası'nda astronomi, Aristoteles'in bilim anlayışının etkisi ile matematiğin bir dalı olarak benimsenmiş ve bu nedenle Güneş, Ay ve diğer beş gezegen ile yıldızlara ilişkin gözlem verileri, hareketli geometrik düzeneklerle anlamlandırılmaya çalışılmıştır.

İslâm Dünyası'nda astronomlar, birbirleriyle bağlantılı olan iki tür etkinlik üzerinde yoğunlaşmışlardır: Hem gözlem aletleriyle gökyüzünü gözlemlemişler hem de gözlem verilerini hareketli geometrik düzeneklerle anlamlandırmaya çalışmışlardır. Bunlardan ilki, gözlemsel astronominin alanına girmektedir ve bu konuda İslâm astronomları, belki de gözleme daha yatkın olan bilim anlayışlarının bir sonucu olarak Yunanlılardan daha derin izler bırakmışlardır.

İlk gözlemevleri onlar tarafından kurulmuş, gözlemlerin dakikliğini arttırmak için yeni gözlem araçları ve gözlem teknikleri geliştirilmiştir; hatta bu amaçla, açıların ölçümünde kirişler yerine yeni bulunan trigonometrik fonksiyonlar kullanılmaya başlanmıştır. Ancak kuramsal astronominin alanına giren ikinci etkinlikte, aynı ölçüde başarılı olduklarını söylemek olanaksızdır.

Müslüman astronomlar, Aristoteles'in yolundan giderek, Yer'in hareket etmeksizin Evren'in merkezinde durduğuna ve Güneş de dahil olmak üzere diğer bütün gök cisimlerinin onun çevresinde dairesel yörüngeler üzerinde sabit hızlarla dolandığına inanmışlardır. Bu konuda, Ptolemaios tarafından önerilen eksantrik ve episikl düzenekleri önemli değişiklikler yapılmaksızın benimsemişlerdir.

Astroloji ise, Hellenistik Dönem bilginlerinde olduğu gibi, astronominin bir dalı olarak görülmüş ve bir iki istisna dışında hemen bütün astronomlar tarafından benimsenmiştir.

İslâm Dünyası'nda Ptolemaius'un Tetrabiblos (Dört Kitap) adlı meşhur eseri ile yaygınlaşan astroloji, yıldızlar ve gezegenlerin, insanların mizacı ve geleceği üzerinde etkili olduğu ilkesine dayanmaktadır. Bu dönem astronomisinin geniş kitlelere nüfuz etmesinde kısmen yararlı olmuşsa da, bu dalın bilimsel hiçbir değeri yoktur.

Yeni Çağ

Bu dönemde en önemli gelişme, astronomi alanında olmuştur. Kopernik, Yunan Dönemi'nden beri yürürlükte bulunan Yer Merkezli Evren Kuramı'nın yerine, Güneş Merkezli Evren Kuramı'nı kurmuş ve Yer'in, Güneş'in çevresinde dairesel bir yörünge üzerinde dolanan bir gezegen olduğunu savunmuştur. Böylece, Yer'in Evren'in merkezinden kaldırılmasına bağlı olarak insanın Evren'deki konumu da yeniden sorgulanmaya başlanmıştır.

Tycho Brahe ise Yer'i Evren'in merkezinden kaldırmanın doğuracağı bilimsel ve dinsel sakıncaları göz önünde bulundurmuş ve Yer-Güneş Merkezli Evren Kuramı ile Kopernik'e karşı çıkmıştır.

Kopernik'in kurmuş olduğu Güneş Merkezli Evren Kuramı çerçevesinde yürütülen araştırmalar sonucunda Eudoxus, Aristoteles ve Batlamyus'tan beri savunulagelmekte olan Yer Merkezli Evren Kuramı yıkılmış ve Galilei ile Kopernik kuramı gözlemsel açıdan, Kepler ile kuramsal açıdan geliştirilmiş ve çağdaş astronominin temelleri atılmıştır. Böylece Kepler'in Elips Yörüngeler Kanunu ile gök mekaniğine giden yol açılmıştır.

Yakın Çağ

Yakın dönem astronomi çalışmalarının genellikle üç alanda yoğunlaştığı görülmektedir:

Özellikle Herchell ve Halley'in yapmış oldukları gözlemler sonucunda Güneş Sistemi'ne ilişkin gözlemsel veriler artmıştır.

Astronominin kuramsal yönünü oluşturan ve elde edilen gözlemsel verileri değerlendirerek gökcisimlerinin hareketlerinin matematiksel açıklamasını veren dinamik astronomi gelişmiştir. Mesela Laplace, Güneş Sistemi'ndeki bütün gezegenlerin hareketlerinin matematiksel olarak gösterilebileceğini öne sürmüştür.

Fizik ve kimya alanlarında yapılan araştırmalar sonucunda elde edilen veriler doğrultusunda, yıldızların yapısını inceleyen astrofizik ve Evren'in yapısını inceleyen kozmoloji gibi yeni bilim alanları ortaya çıkmıştır. Özellikle astrofizikte Frounhofer ve Kirchoff'un, kozmolojide ise Kant ve Laplace'ın yapmış olduğu araştırmalar çığır açıcı niteliktedir.

Bu dönemde astronomi alanında yıldızlar ve Evren'in yapısına ilişkin çalışmalar artarak devam etmiş ve Evren'in oluşumuna ilişkin Büyük Patlama Kuramı ortaya atılmıştır. Diğer taraftan, insanın bu evrende yalnız olup olmadığı tartışılmış ve bunu belirlemeye yönelik çeşitli projeler geliştirilmiştir.

Yine bu dönemde gezegenlere ilişkin çalışmalar da ön plana çıkmış ve 1930 yılında Tombaugh tarafından Plüton Gezegeni ve daha sonra da bu gezegenin uydusu Charon bulunmuştur.
-----------------------------------------------
BİYOLOJİ TARİHİ

Orta Çağ

Ortaçağ İslâm Dünyası'ndaki biyoloji araştırmalarını, bitkibilim ve hayvanbilim çerçevesinde değerlendirilecek olunursa, bu alanların daha çok Aristoteles ve Dioscorides gibi Yunan bilginleri tarafından derlenmiş olan bilgi birikimine dayandırılmış olduğunu söylenebilir. Ancak, bu birikime Müslüman araştırmacıların yaşamış oldukları çevreden edindikleri bilgilerle kişisel gözlemleri de eklemek gerekir.

Erken tarihli biyoloji yapıtları, genellikle ansiklopedik bir nitelik taşır. Bunlarda, bitkilerle ve hayvanlarla ilgili yüzeysel gözlemlerin yanı sıra, hikayelere ve hadislere de yer verilmiştir. İncelenen bitkiler, daha çok tıbbî bitkilerdir. Hayvanlara ilişkin açıklamaların ise, özellikle at, deve ve koyun gibi gündelik yaşantıyı doğrudan doğruya etkileyen canlılar üzerinde yoğunlaştığı görülmektedir.

Bitkibilimle ilgilenenler genellikle doktorlardır; bunlar tedavi sırasında daha çok bitkilerden yapılan ilaçlar kullanılmaktadır. Hayvan türlerinden ve onların yararlarından ve zararlarından söz eden hayvanbilim ise, Aristoteles tarafından kurulmuş ve Ortaçağ İslâm Dünyası'nda özellikle Câhiz ile Demirî'nin yapıtları sayesinde tanınmıştır.

Ancak Müslüman hayvanbilimcilerin, Yunanlıların bilimsel birikiminden yeterince yararlandıklarını ve hayvanbilimi, mesela bir coğrafya veya bir tıp ölçüsünde geliştirdiklerini söylemek olanaklı değildir.

İslâm ülkelerinin zengin bir hayvan örtüsü ile kaplı olduğu, Aristoteles'in Hayvanların Tarihi'nin daha 8. yüzyılın sonlarında Arapça'ya tercüme edildiği ve İslâm Hukuku'nun hayvanlara büyük bir ilgi gösterdiği hesaba katıldığında, Müslüman düşünür ve bilginlerin hayvanbilim alanındaki bilimsel kayıtsızlıklarını anlamak oldukça güçtür.

Yeni Çağ

Bu dönemde geliştirilen mikroskop aracılığı ile Malpighi, Leewenhook ve Swammerdan gibi bilim adamları, değişik canlı yapılar üzerinde araştırmalar yapmış ve böylece Hücre Kuramı'nın kurulmasını sağlamışlardır. Ayrıca, Willis, Hooke ve Mayow yapmış oldukları çalışmalar sırasında canlı ve cansız yapıların çok küçük parçacıklardan oluştuğunu ve temel yapılarının benzer olması dolayısıyla işlevlerinin de birbirine benzemesi gerektiğini düşünmüşlerdir.

Yakın Çağ

Bu dönemde doğa bilimlerinden botanik ve zooloji alanlarındaki çalışmalar gelişmiş ve özellikle Darwin'in dedesi Erasmus Darwin ve Lamarck'ın yapmış olduğu araştırmalar sonucunda, yeni bitki ve hayvan türlerinin oluşumunu açıklamaya yönelik Evrim Kuramı'nın temelleri atılmıştır.

Bu dönemde hücrenin yapısı ve işlevlerine ilişkin çalışmalar biyolojiyi büyük ölçüde etkilemiştir. Bunun yanı sıra genetik alanında çok önemli adımlar atılmış ve özellikle son dönemde yapılan araştırmalarla klonlama yöntemine götüren yol açılmıştır. Ayrıca kimyaya dayanan hormon çalışmaları, tarım alanındaki verimi arttırmış ve canlıların kökeni ve evrimiyle ilgili araştırmalar, yeni bilimsel bulgularla güç kazanmıştır.
-----------------------------------------------
FİZİK TARİHİ

Bilimler içinde hemen de en eksiksiz olan dal fiziktir. Fizik, bir yandan, cisimlerin düşmesi, âşığın yayılması, titreşimler, sürtünmeler gibi, her gün tanığı olduğumuz çok sayıda doğal olayla ilgilenir; öte yandan, uygulama alanının çeşitliliği nedeniyle, günlük hayatımızın her zaman içindedir. Sözgelimi, fiziğin en önemli konularından biri olan elektrik olmasaydı, yaşama düzenimizin nasıl olacağını düşünebiliyor musunuz?

Dünyayı Açıklamak

Fizik bilimi, insanların doğada geçen olayları açıklama isteğinden doğdu ve İlkçağ Yunan filozoflarının bu konudaki çalışmalarıyla kuruldu. Bu filozoflar öncelikle, Dünya'nın oluşum ilkesini bulmağa çalışmışlardı. Aristoteles, su, hava, toprak ve ateşi değişik bileşimleri ve dönüşümleriyle, Evren'deki bütün bilinen maddeleri oluşturan dört temel öğe olarak kabul ediyordu. Leukippos ve Demokritos, "maddenin bölünmesi ve yok edilmesi mümkün olmayan sayısız küçük taneden, atomlardan meydana geldiğini sezinlemişlerdi.

Pithagoras ve öğrencileri akustik ile uğraşmışlar, yani ses olayının incelemelerini yapmışlar; Eukleides ise optik konusunda bir araştırma kitabı yazmıştı. Ayrıca, yansıma ve kırılma olaylarını fizik açısından inceleyen birçok filozof, ışığın nitelikleri hakkında ortaya sorular atmıştı. O çağda Yunanlılar mekanikte de hayli ileriydiler, nitekim Arkhimedes'in bu alandaki buluşları büyük yankılar yapmıştı.

Bu yüz ağartıcı başlangıçtan sonra, Rönesans'ın sonuna kadar fizikte hiç bir ilerleme görülmedi. Romalılar fizik bilimine hiç bir yenilik getirmediler ve Yunan bilimini aktarmakta önemli bir aracılık görevi yapmış olan Araplar hemen de sadece optik konusunda gelişmeler sağladılar. Avrupa'da, bilimsel gelişme, XIII. yy .a kadar tamamen durdu; Rönesans süresince de fizik, öteki bilim dallarının tersine, çok az ilerleme gösterdi. Bu dönemde anılmağa değer tek bilgin, birçok buluşu olan Leonardo da Vinci oldu.

Galilerden Newton'a

Fizik ancak XVII. yy .da gelişti. Galilei dinamik ve astronomi konularını inceledi ve deneyler yapmayı, deneylerden çıkan sonuçları saptamayı ve bunları kesin matematik yasalara bağlamayı öngören deneysel yöntemi kurdu. Hollandalı Huygens sarkacı inceledi ve sarkaçlı saatleri geliştirdi, İtalya'da Torricelli'nin ve Fransa'da Pascal'ın çalışmaları atmosfer basıncını meydana çıkardı. Gassendi ile Mersenne, ses hızım ölçmeyi denediler. Işık olayları da bol bol incelendi:

Hollanda'da Snellius ve Fransa'da Descartes birbirinden habersiz kırılma yasalarını açıkladılar; Newton beyaz ışığın bileşimini keşfetti; Römer ilk defa ışığın hızını saptadı. Bununla birlikte, ışık ışınlarının niteliği gene de anlaşılamadı: ışık Descartes ile Newton'un dediği gibi küçük tanelerden mi, yoksa Huygens'in dediği gibi dalgalardan mı oluşuyordu? Bu sorunun karşılığı daha sonra gelecekti. O sıralar ancak, optik araçlar (mikroskop, gök dürbünü, teleskop) bulunup geliştiriliyordu, tıpkı barometreler ve boşaltma tulumbaları gibi. Bu çağın en önemli olayı ise, Newton tarafından evrensel çekim gücünün (yerçekimi) bulunması olmuştur.

Deneysel Fizik

Fizik XVIII. yy.da gelişti ve son derece yaygınlık kazandı. Bilginler, «fizik odaları»nda, halk önünde basit, ama gösterişli deneyler yaptılar. Bu, elektrikte ilk önemli buluşların gerçekleştiği dönem oldu: yalıtkan ve iletken cisimler arasındaki ayırım, pozitif ve negatif elektriğin ortaya çıkartılması, Amerikalı Franklin'in paratoneri icadı bu döneme rastlar. Optikte, Fransız Bouguer ışık yoğunluğunu ölçmek için fotometreyi icat etti. Nihayet, hassas termometreler de bu sıralarda yapıldı.

Uzmanlık Dalları

XIX. yy.da fizikte, mekanik ve ısı olayları arasındaki ilişkileri inceleyen termodinamik; elektrik akımlarının magnetik özelliklerini ve uygulama alanlarını inceleyen elektromagnetizma gibi yeni dallar ortaya çıktı. Aynı zamanda, «evrensel» düşünürler de artık yerlerini uzmanlara bıraktılar. Optikte, girişim (iki noktasal kaynaktan çıkan ışık ışınlarının üst üste çakışmasıyla ortaya çıkan ardışık ve almaşık parlak ve karanlık şeritler) ve polarma (bazı maddelerin yansıttığı veya kırdığı ışığın özgülüklerindeki değişim) olaylarının keşfedilmesi, Fresnel'in savunduğu dalga kuramı'nın zaferini geçici olarak sağladı. Bu arada spektroskop! ve fotoğrafçılık gibi yeni teknikler ortaya çıktı; ve görünmeyen iki ışın bulundu: kızılaltı ve morötesi.

Elektrikte, Volta'nın pili icat etmesi (1800), elektrik akımının incelenmesine yol açtı. Elektriğin özgülüklerini açıklamak için Ohm, Pouillet, Faraday, Ampere, Örsted birtakım yasalar buldular, daha sonra Maxwell bunların sentezini gerçekleştirdi. Bu kuramsal sonuçlara, telgraf, telefon, akümülatörler, elektrik lambası, dinamo gibi birçok pratik uygulama eklendi.

1880'e doğru, bazıları, fiziğin artık hemen hemen tamamlandığını söylerken, radyoelektrik dalgalar, elektron, X ışınları ve radyoaktiflik gibi bir dizi yeni buluş, yüzyılın sonunu belirledi.

Sonsuz Küçük

Fizikçiler, gözlenen olayları daha iyi anlamak için, XX. yy. başlarında, geleneksel düşünceleri altüst eden kuramlar öne sürdüler. Alman Max Planck 1900'de kuvanta (enerji «tanecikleri») kuramı'nı ortaya attı; bu kurama göre, enerji ancak aralıklı, kesik kesik yayınlanabilirdi. 1905 yılında başka bir Alman, Albert Einstein, bağıllık (izafiyet) kuramını yayımladı.

Bu yeni kuramlar, maddenin yapısının incelenmesinde geniş ölçüde ilerleme olanağı sağladı. 1913'te Danimarkalı Niels Bohr, kuvanta kuramını atoma uygulamayı önerdi ve Alman Sommerfeld 1916'da bu kuramı, bağıllık aracılığıyla tamamladı. 1924'te, ışık için önceden varılmış bir sonucu genelleştiren Louis de Broglie, her madde taneciğinin bir dalga ile birlikte bulunduğu düşüncesine dayanan dalga mekaniği iddiasını öne sürdü. Alman Heisenberg, 1925'ten başlayarak, bir taneciğin hızının ve konumunun aynı anda kesin olarak bilinmesi olanaksızlığını gösteren kendi kuvanta mekaniği'ni geliştirdi.

Bütün bu çalışmaların sentezi, 1930 yılında İngiliz Dirac tarafından gerçekleştirildi: onun bağıllık, kuvanta ve dalga mekaniği konusundaki görüşleri, çok geçmeden pozitif elektronların bulunmasıyla doğrulanmış oldu.

O tarihten sonra, atom çekirdeğinin parçalanması başarıldı ve yapay radyoaktifliğin bulunması, atom bombasının ve atom pilinin yapımına yol açtı. Günümüzde, nükleer fizik ile ortaya çıkan taneciklerin çeşitliliği, atomun ne kadar zengin olduğunu gösterdi. Öte yandan, astrofizik dalı, yıldızları yöneten mekanizmayı öğrendikten sonra, bağıllık yasalarını uygulayarak Evren'in tarihini yazmağa girişti. Böylece, fizik bilimi, kendine yeni temeller bulduktan sonra, araştırmalarını, sonsuz küçükten sonsuz büyüğe doğru genişletme yoluna girdi.
Elektrik Öpücüğü

XVIII. yy.da sürekli kıvılcım çıkartan elektrostatik makinelerin icadıyla elektrik, bazı salonlarda moda oldu. Bu salonlarda, hayvanlara elektrik vermekle veya kıvılcım yardımıyla eşyayı tutuşturmakla eğleniliyor veya yalıtkan bir tabureye çıkmış iki deneycinin, dudakları arasından şimşek çaktırmaları seyrediliyordu: buna «elektrik öpücüğü» deniyordu.
-----------------------------------------------
GEOMETRİ TARİHİ

Uzayın ve uzayda tasarlanabilen biçimlerin, kurallara uyularak incelenmesini konu alan matematik dalı. Yunanca «ge», yer ve «metron», ölçüden.

Geometri Nil kıyılarında doğdu. Bu ırmağın düzenli aralıklarla taşması, tarlaların sınırlarını siliyor, Mısırlıları güç sorunlarla karşı karşıya bırakıyordu: çünkü tarlaların sınırlarını yeniden çizmek, herkese kendi yerini vermek, bunun için de tarlaların yüzölçümünü hesaplamak, nirengiler dikmek, kısacası, geometri yapmak gerekiyordu.

Doğru Kavramının Anlaşılması İçin

insanlara, yer ölçümüne ilişkin somut sorunları çözümleme olanağını veren geometriden, giderek soyut bir geometri doğdu. Böylece aynı kavramın değişik durumlara uygulanabileceği anlaşıldı. Sözgelimi, deniz üzerindeki ufuk çizgisiyle çekülün gergin ipi arasında hiç bir maddi ortaklık yoktur; ama ikisi de geometride doğru adı verilen kavramı belirtir; doğru kavramı, ancak bunun gibi somut örneklere bakılarak anlaşılabilecek bir kavramdır.

Bir kâğıdın üstüne çizilen düz bir çizgi, doğru hakkında yaklaşık bir fikir verir. Oysa doğru, sınırlı değildir (çizgi ise yaprağın kenarında biter) ve doğrunun kalınlığı yoktur (çizginin ise ne kadar ince çizilmiş olursa olsun, bir kalınlığı vardır). Bunun gibi, bir topa, bir küreye bakılarak küre kavramı hakkında bir fikir sahibi olunabilir.

Eukleides'in Aksiyomları ve Teoremleri

İskenderiyeli bir Yunan bilgini olan Eukleides, M.Ö. III. yy .da geometri hakkında ilk mükemmel kitabı yazdı. Eukleides o zamanki kitaplarında (bunlar somut sorunların çözümünü gösteren basit «reçete» derlemeleriydi) farklı bir açıdan bakarak, öne sürdüğü sonuçları, kesin kanıtlara başvurma yoluyla kanıtlamak istiyordu.

Bunun için önce, sezgiye dayanan birtakım kavramlar (nokta, doğru, düzlem) kabul etti (aksiyom), sonra doğru sandığı, ama doğruluğunu kanıtlayamadığı birtakım gerçekleri belirledi (bütün, parçadan daha büyüktür; üçüncü bir niceliğe eşit olan iki nicelik birbirine de eşittir) [postulat]. Bu aksiyom'larla postülat'lara dayanılarak geometri teorem'leri kurulur.

Kuşkusuz Eukleides, aksiyomlarının doğruluğunu kanıtlayamazdı, ama ona ve çağdaşlarına göre bunlar, tartışma götürmez gerçeklerdi. Sözgelimi, dik açı konusunda kesin bir yargıya varabiliyordu, çünkü gerçek hayatta, deniz üzerindeki ufuk çizgisiyle, elindeki bir çekülün yaptığı dik açıyı gözleriyle görebiliyordu.

Eukleides geometrisi, üstünde yaşadığımız dünyayı anlamak için mükemmel bir araçtır; bu geometri, bilim ve tekniğin ilerlemesinde önemli bir etken olmuştur.

Eukleides Dışı Geometriler

Eukleides aksiyomlarının kesinliği, XIX. yy .dan itibaren tartışılmağa başladı. Alman matematikçisi Riemann ve Rus matematikçisi Lobaçevski, Eukleides aksiyomlarının tam karşıtı olan aksiyomlardan işe başladılar. Böylece ilk bakışta hiç bir pratik yararı yokmuş gibi görünen değişik geometriler (Eukleides dışı geometriler) doğdu. Ve bu yeni geometriler o zamandan beri birçok alanda (nükleer fizik, astronotik v.b.) işe yaradı (Einstein bunlar sayesinde bağıllık kuramını kurabildi).

Cebir tekniklerinin geometriye uygulanması, noktaları sayılara veya koordinatlara bağlayarak bütün eğrileri hesaplamak ve saptamak olanağı sağlayan analitik geometri'yi doğurdu (Descartes).

Rönesans Ressamları ve Tasarı Geometri

Tasarı geometri'de, uzay geometrinin şekilleri veya öğeleri, tam ve aslına uygun biçimde bir düzleme (üzerine şekil çizilen kâğıt) aktarılır. Rönesans'ın büyük ressam ve mimarları tasarı geometriden yararlanmışlarsa da, onu gerçek bir matematik sistemi haline getiren (temel geometri, kaba perspektif), matematikçi Monge olmuştur.

İzdüşüm geometrisi (bir şeklin herhangi bir noktasını esas alarak tümünü bir düzleme izdüşümle aktarmak), resim ve süsleme sanatı için de çok önemlidir. Ama asıl yeri, aksiyomları ve ilişkileri bakımından izdüşüm geometrisi, matematiğin bir dalıdır.

Saf (Katıksız) Geometri

Geometride, her yerde geçerli kesin belirlemeler giderek azalmakta, başlangıç aksiyomları artık sadece belirli bir geometri için doğru sayılmaktadır. Burada gerçek olan başka bir yerde yanlış olabilir. Her şeye rağmen, maddi gerçeklerin incelenmesinde uygulamalı geometrinin sağladığı olanaklar sonsuzdur.

Yüzölçümü hesaplanmak istenen bir tarlanın çizgisel taslağından tutun da gökcisimlerinin yörüngelerinin saptanmasına, haritalara, planlara, coğrafyada kullanılan ölçeklere, makine yapımına, mimarlığa varıncaya kadar, geometri bilgisinin mutlaka gerekli olduğu alan pek çok ve geniştir.

Bununla birlikte, matematik çalışmaları daha ileriyi, uzak geleceği de göz önünde tutar. Hemen yararlanma kaygısına kapılmadan yapılan matematik araştırmalar saymakla bitmez. Bu çalışmalar, doğruluğu mevcut koşullara bağlı olmayan kusursuz örnekler yaratma amacı güder. Saf geometrinin esası budur.

Thales

Ünlü bir bilgin ve filozof olan (Yunanistan'ın Yedi Bilge'sinden biridir) Miletoslu Thales (M.Ö. 640-562), düzlem geometrinin ilk teoremlerini hazırladı. Thales, bir yapının yüksekliğini, onun gölgesini ölçerek hesaplayabiliyordu.

Pithagoras

«Birdik üçgende, hipotenüs (dik açının karşısındaki kenar) üzerine kurulan kare öteki iki kenar üzerine kurulan karelerin toplamına eşittir»: bu teoremi M.Ö. VI. yy.da yaşamış ünlü Yunan filozof ve matematikçisi Pithagoras bulmuştur. Çarpım tablosunu ve telli çalgılarda gamı icat eden de odur.

Monge

Tasarı geometrinin yaratıcısı ve analitik geometrinin büyük kuramcısı Gaspard Monge (1746-1818), bütün XIX. yy. matematikçilerinin eşsiz ustasıdır.
-----------------------------------------------
KİMYA TARİHİ

Orta Çağ

İslâm Dünyası'ndaki kimya çalışmaları, daha önce Hellenistik Çağ'da İskenderiye'de yapılmış olan simya çalışmalarından yoğun bir biçimde etkilenmiştir. Bu çalışmalar sırasında yavaş yavaş belirginleşmeye başlayan Yapısal Dönüşüm Kuramı'na göre, doğadaki bütün metaller, aslında bir kükürt-civa bileşimidir; ancak bunların iç ve dış niteliklerinde farklılıklar bulunduğu için, kükürt ve civa kullanmak suretiyle istenilen metali elde etmek mümkündür.

Bilindiği gibi, simyagerler, tarih boyunca, bu kurama dayanarak, kurşun ve bakır gibi nisbeten daha az kıymetli metalleri, altın ve gümüş gibi metallere dönüştürmek istemişlerdir. İslâm Dünyası'ndaki kimya çalışmaları da genellikle bu doğrultuda sürdürülmüştür.

Yine Müslüman simyagerlerin maksatlarından birisi de bu dönüşümü gerçekleştirecek el-İksir'i, yani mükemmel maddeyi bulmaktır. Mükemmele en yakın metal, altın olduğu için, genellikle bu çalışmalarda altının kullanıldığı görülmektedir. İksir, aynı zamanda sonsuz yaşamın kapısını aralayacak bir anahtar olarak da düşünülmüştür.

Simyagerler, Yeryüzü'ndeki metallerle Gökyüzü'ndeki gezegenler arasında da ilişki kurmuşlardır. Örneğin altın Güneş'le ve gümüş ise Ay'la eşleştirilmiş ve bu metalleri göstermek için Güneş ve Ay'a benzeyen simgeler kullanılmıştır. Bu simgeler, 18. yüzyıla kadar pek fazla değişmeden gelmiştir; günümüzdeki simgeler ise 18. yüzyıldan itibaren şekillenmeye başlamıştır.

Ortaçağ İslâm Dünyası'nda, simyayı benimseyenlerle benimsemeyenler arasında süregelen tartışmaların, kimyanın gelişimi üzerinde çok olumlu etkiler yaptığı görülmektedir. Çünkü bu tartışmalar sırasında, taraflar, görüşlerinin doğruluğunu kanıtlamak için, çok sayıda deney yapmış ve bu yolla deneysel bilginin artmasında önemli bir rol oynamışlardır.

Yeni Çağ

Bu dönemde kimya alanında maddenin yapısına ilişkin deneysel çalışmalar başlamış ve özellikle Boyle, Mayow ve Hook gibi bilim adamları sayesinde yeni bir atom kuramı geliştirilmiştir.

Yakın Çağ

Bu dönemde kimya, sanayinin belkemiği haline gelmiştir; ancak kimya çalışmaları sadece sanayide değil, tıp başta olmak üzere değişik bilim dallarında da önemli rol oynamıştır. Atom konusundaki çalışmalar, genetik ile ilgili çalışmaları ve canlıların temel maddesi konusunda yapılan araştırmaları büyük ölçüde etkilemiştir.

Bu dönemde çağdaş kimya, yanma olgusunu açıklayan Lavoisier tarafından kurulmuştur. Bu sayede Lavoisier, Filojiston Kuramı'nı yıkmış ve oksijeni bulmuştur.

Modern Kimyanın Doğuşu

15. yüzyıla dek kimya, eskiden beri bilinen kalıplarını bir türlü aşamamıştı. Bu kalıplaşma, efsanevi açıklamalarla ve ilkel reçetelerle örtülmeye çalışılıyordu. Kimya, halâ simya idi. 15. yüzyıldan itibaren simya, kıpırdamaya, kimya olmaya başladı.

Fosfor, bizmut, platin gibi yeni bulunan elementlerin gösterdikleri tipik özellikleri yeni açıklamalar istiyordu; öteyandan sürekli uzmanlaşan endüstri ve ticaret de kimya sanayinin yeni şeyler üretmesini bekliyordu. Güherçile, şap, yeşil vitriol (demir sülfat), vitriol yağı (sülfürik asit) soda gibi maddelerin üretiminin arıtırlması gerekiyordu. Bütün bunlar da eski kalıpları kırmayı ve bunu önleyen geçmişle hesaplaşmayı dayatıyordu.

Rönesans kimyacılarının tek ilgi alanı elbette madenler değildi. Georgius Agricola'nın 1556'da yayınlanan ve gelecek 200 yıl boyunca madencilik ve metalürji alanlarından çalışanların el kitabı olarak işlev gören on iki ciltlik dev eseri "De Re Metalllica" da maden ocaklarının yapımı, maden filizlerinin ocaklardan çıkarılması ve ocaklarda biriken suyun boşaltılması gibi konuların yanısıra metal işletmeciliğine ilişkin çok önemli bilgiler verilmektedir.

Onun izleyicilerinden Bernard Palissy (1510-1589), seramik üretimini; Glauber, cam, güherçile ve bazı boyaların üretimini geliştirdi. Bu sırada, yani 16. yüzyılda İran ve Çin, porselen (çini) ve çömlekçilikte Avrupa'dan öndeydi. Kumaş ve deri sanayiinde önemli olan şap, Avrupa için önemli bir üretim dalıydı.

Kimya alanındaki bir başka üretim alanı damıtmaydı. Damıtma, bir sıvı karışımının ısıtılması ve buharlaştırılarak bulunduğu karışımdan ayrılması ve yoğiunlaştırılarak yeniden elde edilmesidir. 15., 16. ve 17. yüzyıllarda Avrupasında kuvvetli alkollü içkiler içiliyordu. Onun için damıtma işlemi yaygın ve büyük bir üretim koluydu.

İçkiler, yalnızca aristokrasinin yemek alemleri için önem taşımıyordu; aynı zamanda cahil yerlilerin topraklarını ve vücutlarını da teslim almanın ikinci (birincisi baruttu) silahıydı.

Hava ya da daha genel olarak gazlar, 17. yüzyıl başına dek bir "ruh" ya da "kaos" olarak görülmüştü. Gaza "gaz" adını veren van Helmont (1577-1634) idi.

Helmont, Paracelsus'un izleyicilerindendi ve büyük bir deneyciydi. J. Bernal’a göre birinci sınıf bir dahiydi. Mevcut maddeler olarak sadece suyu ve havayı kabul ediyordu. O'nun görüşlerinin kaynağı eski İyonyalılardı. Ama o, felsefi bir varsayımdan çok deneysel souçlara dayanıyordu.

Su koyduğu bir kapta söğüt ağacı yetiştirdi ve yaşam için hava ve suyun alınmasının yeterli olacağını savundu. Kaosu gaz olarak o adlandırdı; kimyanın ileriki zaferlerinin yolunu aydınlattı. Ayaklanmalarla ve içsavaşlarla geçen bir dönemin ardından 17. yüzyılın ikinci yarısı bilimin gerçek doğuşuna tanıklık etti.
-----------------------------------------------
MATEMATİK TARİHİ

Orta Çağ

İslâm Dünyası'nda başta aritmetik olmak üzere, matematiğin geometri, cebir ve trigonometri gibi dallarına önemli katkılarda bulunan matematikçiler yetişmiştir. Ancak bu dönemde gerçekleşen gelişmelerden en önemlisi, geleneksel Ebced Rakamları'nın yerine Hintlilerden öğrenilen Hint Rakamları'nın kullanılmaya başlanmasıdır.

Konumsal Hint rakamları, 8. yüzyılda İslâm Dünyası'na girmiş ve hesaplama işlemini kolaylaştırdığı için matematik alanında büyük bir atılımın gerçekleştirilmesine neden olmuştur.

Daha önce Arap alfabesinin harflerinden oluşan harf rakam sistemi kullanılıyordu ve bu sistemde sayılar, sabit değerler alan harflerle gösteriliyordu. Örneğin için a harfi, 10 için y harfi ve 100 içinse k harfi kullanılıyordu ve dolayısıyla sistem konumsal değildi. Böyle bir rakam sistemi ile işlem yapmak son derece güçtü.

Erken tarihlerden itibaren ticaretle uğraşanların ve aritmetikçilerin kullanmaya başladıkları Hint Rakamları'nın üstünlüğü derhal farkedilmiş ve yaygın biçimde kabul görmüştü. Bu rakamlar daha sonra Batı'ya geçerek Roma Rakamları'nın yerini alacaktır.

Cebir bilimi İslâm Dünyası matematikçilerinin elinde bağımsız bir disiplin kimliği kazanmış ve özellikle Hârizmî, Ebu Kâmil, Kerecî ve Ömer el-Hayyâm gibi matematikçilerin yazmış oldukları yapıtlar, Batı'yı büyük ölçüde etkilemiştir.

İslâm Dünyası'nda büyük ilgi gören ve geliştirilen bilimlerden birisi olan astronomi alanındaki araştırmalara yardımcı olmak üzere trigonometri alanında da seçkin çalışmalar yapılmıştır. Bu konudaki en önemli katkı, açı hesaplarında kirişler yerine sinüs, kosinüs, tanjant ve kotanjant gibi trigonometrik fonksiyonların kullanılmış olmasıdır.

Yeni Çağ

Bu dönem diğer alanlarda olduğu gibi matematik alanında da yeniden bir uyanışın gerçekleştiği ve özellikle trigonometri ve cebir alanlarında önemli çalışmaların yapıldığı bir dönemdir.

Trigonometri, Regiomontanus, daha sonra da Rhaeticus ve Bartholomaeus Pitiscus`un çabalarıyla ve cebir ise Scipione del Ferro, Nicola Tartaglia, Geronimo Cardano ve Lodovice Ferrari tarafından yeniden hayata döndürülmüştür.

Yapılan çalışmalar sonucunda geliştirilen işlem simgeleri, şu anda bizim kullandıklarımıza benzer denklemlerin ortaya çıkmasına olanak vermiş ve böylelikle, denklem kuramı biçimlenmeye başlamıştır.

Rönesans matematiği özellikle Raffaello Bombelli, François Viète ve Simon Stevin ile doruk noktasına ulaşmıştır. 1585 yılında, Stevin, aşağı yukarı Takîyüddîn ile aynı anda ondalık kesirleri kullanmıştır.

Bu dönemde çağdaş matematiğin temelleri atılmış ve Pierre de Fermat sayılar kuramını, Pascal olasılık kuramını, Leibniz ve Newton ise diferansiyel ve integral hesabı kurmuşlardır.

Yakın Çağ

Bu dönemde Euler ve Lagrange, integral ve diferansiyel hesabına ilişkin 17. yüzyılda başlayan çalışmaları sürdürmüş ve bu çalışmaların gök mekaniğine uygulanması sonucunda fizik ve astronomi alanlarında büyük bir atılım gerçekleştirilmiştir. Mesela Lagrange, Üç Cisim Problemi'nin ilk özel çözümlerini vermiştir.

Bu dönemde matematiğe daha sağlam bir temel oluşturmaya yönelik felsefi ağırlıklı çalışmalar genişleyerek devam etmiştir. Russell, Poincaré, Hilbert ve Brouwer gibi matematikçiler, bu konudaki görüşleriyle katkıda bulunmuşlardır.

Russell, matematik ile mantığın özdeş olduğunu kanıtlamaya çalışmıştır. Matematiğin, sayı gibi kavramlarını, toplama ve çıkarma gibi işlemlerini, küme, değilleme, veya, ise gibi mantık terimleriyle ve matematiği ise "p ise q" biçimindeki önermeler kümesiyle tanımlamıştır.

Hilbert'e göre ise, matematik soyut nesneleri konu alan simgesel bir sistemdir; mantığa indirgenerek değil, simgesel aksiyomatik bir yapıya dönüştürülerek temellendirilmelidir.

Sezgici olan Brouwer de matematiğin temeline, kavramlara somut içerik sağlayan sezgiyi koyar; çünkü matematik bir teori olmaktan çok zihinsel bir faaliyettir. Poincaré'ye göre de matematiğin temelinde sezgi vardır ve matematik kavramlarının tanımlanmaya elverişli olması gerekir.

Yine bu dönemin en orijinal matematikçileri olarak Dedekind ve Cantor sayılabilir. Dedekind, erken tarihlerden itibaren irrasyonel sayılarla ilgilenmeye başlamış, rasyonel sayılar alanının sürekli reel sayılar biçimine genişletilebileceğini görmüştür. Cantor ise, bugünkü kümeler kuramının kurucusudur.






Yüzyıllar ve Bilim

17. Yüzyıl

1658 Jan Swammerdam bir mikroskop altında kırmızı kan hücrelerini (alyuvarlar) gözlemledi.
1663 Robert Hooke bir mikroskop kullanarak mantar tapası üzerinde hücreler farketti.
1668 Francesco Redi larvaların kokuşmuş gıdalardaki "spontan generasyon" teorilerini çürüttü.
1676 Anton van Leeuwenhoek protozoa (tek hücreli canlılar sınıfı) gözlemledi.
1677 Anton van Leeuwenhoek spermleri gözlemledi.
1683 Anton van Leeuwenhoek bakterileri gözlemledi.

18. Yüzyıl

1765 Lazzaro Spallanzani hücresel hayatın spontan generasyonla gerçekleştiğine dair teorilerin bir çoğunu çürüttü.
1771 Joseph Priestley bitkilerin karbondioksiti oksijene çevirdiğini keşfetti.
1798 Thomas Malthus Nüfusun Esasları Üzerine Bir Makale'sinde insan nüfusundaki artış ve gıda üretimini ele aldı.


19. Yüzyıl

1800 Karl Friedrich Burdach "Biyoloji" terimini ilk kez kullandı.
1801 Jean-Baptiste Lamarck omurgasız canlıların sınıflandırılmasının detaylı çalışmasına başladı.
1802 Modern anlamda "Biyoloji" terimi, birbirlerinden bağımsız olarak Gottfried Reinhold Treviranus ve Lamarck tarafından kullanıldı.
1817 Pierre-Joseph Pelletier ile Joseph-Bienaime Caventou klorofili elde ettiler.
1828 Friedrich Woehler, organik bir bileşiğin ilk sentezi olan ürenin sentezini gerçekleştirdi. 1838 Matthias Schleiden tüm bitki dokularının hücrelerden oluştuğunu keşfetti.
1839 Theodor Schwann tüm hayvan dokularının hücrelerden oluştuğunu keşfetti.
1856 Louis Pasteur mikroorganizmaların fermentasyonda etkili olduklarını vurguladı.
1869 Friedrich Miescher hücrelerin çekirdeğinde bulunan nükleik asitleri keşfetti.


20 Yüzyıl

1902 Walter S. Sutton ve Theodor Boveri mayoz bölünme sırasında kromozomların hareketlerinin Mendel'in kalıtım birimleriyle paralellik gösterdiğini saptayıp, bu birimlerin kromozomlarda bulunduğunu ileri sürdü.
1906 Mikhail Tsvett organik bileşiklerin ayrıştırılması için kromatografi tekniğini keşfetti.
1907 Ivan Pavlov sindirim fizyolojisi ve eğitim psikolojisi bakımından büyük önem taşıyan salya akıtan köpeklerle klasik koşullanma deneyini tamamladı.
1907 Emil Fischer yapay olarak peptid amino asit zincirlerinin sentezini gerçekleştirdi ve bu şekilde proteinlerde bulunan amino asitlerin birbirleriyle amino grubu - asit grubu bağlarla bağlandıklarını gösterdi.
1909 Wilhelm Ludwig Johannsen kalıtsal birimler için ilk kez "gen" terimini kullandı.
1926 James Sumner üreaz enziminin bir protein olduğunu gösterdi.
1929 Phoebus Levene nükleik asitlerdeki deoksiriboz şekerini keşfetti.
1929 Edward Doisy and Adolf Butenandt birbirlerinden bağımsız olarak östron hormonunu keşfettiler.
1930 John Northrop pepsin enziminin bir protein olduğunu gösterdi.
1931 Adolf Butenandt androsteronu keşfetti.
1932 Hans Krebs üre siklusunu keşfetti.
1932 Tadeus Reichstein yapay olarak gerçekleştirilen ilk vitamin sentezi olan Vitamin C'nin sentezini başardı.
1935 Wendell Stanley tütün mozaik virüsünü kristalize etti.
1944 Oswald Avery pnömokok bakterilerde DNA'nın genetik şifreyi taşıdığını gösterdi.
1944 Robert Woodward ve William von Eggers Doering kinini sentezlemeyi başardı
1948 Erwin Chargaff DNA'daki guanin birimlerinin sayısının sitozin birimlerine ve adenin birimlerinin sayısının timin birimlerine eşit olduğunu gösterdi.
1951 Robert Woodward kolesterol ve kortizonun sentezini gerçekleştirdi.
1951 Fred Sanger, Hans Tuppy, and Ted Thompson insulin amino asit diziliminin kromatografik analizini tamamladı.
1953 James Watson ve Francis Crick DNA'nın çift sarmal yapıda olduğunu ortaya koydu.
1953 Max Perutz ve John Kendrew X-ray kırınım çalışmalarıyla hemoglobinin yapısını belirledi.
1955 Severo Ochoa RNA polimeraz enzimlerini keşfetti.
1955 Arthur Kornberg DNA polimeraz enzimlerini keşfetti.
1960 Robert Woodward klorofil sentezini gerçekleştirmeyi başardı.
1967 John Gurden nükleer transplantasyonu kullanarak bir kurbağayı klonlamayı başarıp, bir omurgalı canlıyı klonlayan ilk bilim adamı olarak tarihe geçti.
1970 Hamilton Smith ve Daniel Nathans DNA restriksiyon enzimlerini keşfetti.
1970 Howard Temin and David Baltimore birbirinden bağımsız olarak revers transkriptaz enzimlerini keşfetti.
1972 Robert Woodward vitamin B-12 vitamininin sentezini gerçekleştirdi.
1977 Fred Sanger ve Alan Coulson dideoksinükleotidleri ve jel elektroforezini kullanımını içeren hızlı bir gen dizisi belirleme tekniğini bilimin hizmetine sundu.
1978 Fred Sanger PhiX174 virüsüne ait 5,386 bazlık dizilimi ortaya koydu ki bu tüm genom dizilimi gerçekleştirilen ilk canlıydı.
1983 Kary Mullis polimeraz zincir reaksiyonunu keşfetti.
1984 Alex Jeffreys bir genetik parmak izi metodu geliştirdi.
1985 Harry Kroto, J.R. Heath, S.C. O'Brien, R.F. Curl ve Richard Smalley Karbon-60 Buckminster-fulleren molekülünün olağanüstü stabilitesini keşfettiler ve yapısını açığa çıkardılar.
1985 Wolfgang Kratschmer, Lowell Lamb, Konstantinos Fostiropoulos ve Donald Huffman Buckminster-fulleren'in benzende çözülebilirliğinden dolayı isten ayrılabildiğini keşfettiler.






__________________




Bostandere Ofline   Alinti Yaparak Cevapla
Eski 12-01-2006, 12:08 AM   #2
Bostandere
Forum Aşığı
 
Kayit Tarihi: Dec 2005
Mesajlari: 4,764
Teşekkür Etme: 111
Teşekkür Edilme: 1,308
Teşekkür Aldığı Konusu: 803
Üye No: 4863
Rep Power: 2992
Rep Puanı : 65437
Rep Derecesi : Bostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond repute
Cinsiyet :
Belirlenen Eskiçag'da Bilim

ESKIÇAG'DA BILIM

A. Çin'de Bilim


Çin Uygarliginda bilimsel faaliyetin baslangici M.Ö. 2500'lere kadar götürülebilir. Zaman zaman sinirlari Hindiçini de içine alan, zaman zaman ise sadece Sari Irmak civarinda ufak bir devlet seklinde görülen Çin, ilk insan kalintilarinin (Sinantropus Pekinensis) bulundugu yerlerden biridir. Çin uygarligi, genellikle, kapali bir uygarlik olarak nitelendirilmistir. Ancak Türklerle ve Hintlilerle yakin iliski içinde olduklari bilinmektedir. Bu etkilesim sonucunda Türklerin kullandiklari On Iki Hayvanli Türk Takvimi'ni benimsemislerdir. Hint uygarligindan ise, özellikle matematik konusunda etkilendikleri bilinmektedir. On ikinci yüzyildan itibaren yapilan seyahatler sonucunda, matbaa ve barut gibi teknik buluslar, Avrupa'ya Çin'den götürülmüstür.

Çin'de kullanilan sayi sistemi on tabanlidir. Ayrica, islem yapmalarini kolaylastiran, abaküs ve çarpim cetveli gibi bazi basit aletler de kullanmislardir. Diger uygarliklardan farkli olarak Çin'de daha çok aritmetik ve cebir bilimleri gelisme göstermis ve hatta geometri problemleri bile bu iki disiplinden yararlanilarak çözülmeye çalisilmistir.

Çin astronomisi, diger uygarliklardan bazi temel farkliliklar gösterir; takvim hesaplamalarinda, diger uygarliklarin Günes veya Ay'i esas almalarina karsin, Çin uygarliginda yildizlar esas alinmistir ve diger sistemlerde yillik hesaplamalar kullanilirken, burada günlük hesaplamalar kullanilmistir. Ayrica Çinlilerin, temel koordinat düzlemi olarak ekliptik düzlemi yerine ekvator düzlemini benimsedikleri görülmektedir. Çin astronomisi, bu açiklamalardan da anlasilacagi gibi, bir yildiz astronomisidir ve gözle görülebilen yildizlarin yaninda, kuyruklu yildizlar ve kutup yildizi hakkinda ayrintili bilgiler içermektedir. Teknik açidan da devrine nispetle oldukça gelismis bir düzeyde bulunan Çin astronomisinde, Galilei'den önce Günes lekeleri konusunda bilgi verildigi görülmektedir (M.Ö. I. yüzyil). Ayrica astronomi metinlerinde, meteor ve meteoritler ile nova ve süpernovalar hakkinda kayitlara da rastlanmaktadir.

Çin tibbi, evren, doga ve insan arasinda siki bir iliskinin bulundugu anlayisina dayanir. Çinli düsünürler, evrenin sürekli bir olusum içinde olduguna inanirlar; onlara göre, bu sürekli devinim daima bir baslangica dönüsü içerir. Evrensel sistemin bir parçasi olan insan, ikilem gösteren yin ve yang ilkesinin (iyilik ve kötülük, hastalik ve saglik gibi) etkisi altindadir. Geleneksel Çin tibbinin tedavi sekillerinden olan masaj ve akupunktur yöntemleri günümüzde de kullanilmaktadir.

B. Hindistan'da Bilim

Hindistan'daki bilimsel etkinliklerin baslangicini M.Ö. 5000'lere kadar geriye götürmek mümkündür; ancak bilim gibi düzenli bir bilgi toplulugunun olusumu için yaklasik M.Ö. 2500'leri beklemek gerekmistir. Erken dönemlere iliskin bilgileri Vedik metinlerden ve nispeten daha geç tarihli olan Siddhantalardan edinmek olanaklidir.

Hindistan'da kullanilan sayi sistemi, on tabanli (yani desimal) olup, erken tarihlerden itibaren konumsal rakamlandirma yönteminin benimsendigi görülmektedir. Sifiri ilk defa Hintli matematikçiler kullanmistir. Sayi sistemindeki bu erken tarihli gelisme, aritmetigin gelisim hizini büyük ölçüde etkilemistir.

Daha sonra Pythagorasçilara mal edilecek olan Pythagoras Teoremi'nin çözümü ile ilgili erken çözüm örneklerine Hintlilerin geometrik metinlerinde rastlamak mümkündür.

Cebir alaninda birinci ve ikinci derece denklem çözümleriyle ilgilenmisler ve trigonometri alaninda ise, sinüs ve kosinüs fonksiyonlarini kullanmislardir.
Daha sonra Hintlilerin aritmetik, cebir ve trigonometri konusundaki bilgileri Sanskrit dilinden Arapça'ya yapilan çeviriler yoluyla Islâm Dünyasi'na aktarilacak ve buradaki bilimsel uyanista önemli bir rol oynayacaktir; on ikinci yüzyildan itibaren Arapça'dan Latince'ye yapilan çeviriler sonucunda ise, Hiristiyan Dünyasi bu bilgilerle tanisacaktir.

Hintlilerin evreni Yer merkezlidir ve astronomiden söz eden metinlerde Ay ve Günes'in hareketleri ve tutulmalari, Yer, Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn'ün hareketleri, Yer ve Günes'in birbirlerine uzakliklari hakkinda ayrintili bilgiler verilmistir. M. S. besinci ve on ikinci yüzyillar arasinda konuyla ilgili yapmis olduklari çalismalarda ise, trigonometrik oranlari da dikkate almak suretiyle, Günes-Yer, Ay-Yer uzakliklarini, Günes, Ay ve diger gezegenlerin konumlarini ve dolanim periyotlarini hesaplamaya çalismislar ve bunlarla ilgili sayisal degerleri içeren eserler birakmislardir. Bunlardan Aryabhata adindaki bir astronom ilk defa Yer'in kendi etrafindaki hareketinden söz etmistir.

Hint tibbi, baslangicindan itibaren Hint felsefesi ve kozmolojisiyle iç içe gelismistir. Onlara göre, canli varliklar evrenin küçük bir modelidir ve dogadaki diger varliklar gibi, toprak, su, hava, ates ve eterden meydana gelmistir. M.Ö. üçüncü yüzyildan itibaren gelisen tipla ilgili sistemler konuya yeni bakis açilari getirmistir. Bunlardan Yoga Okulu, saglikli olabilmek için beden disiplinin yani sira, zihin disiplinini de sart kosarken, yine ayni dönemlerde ortaya atilan bir baska görüs, beden yapisinin temelde kimyasal esaslara dayandigini, dolayisiyla tedavinin de ayni esaslara dayanmasi gerektigi tezini savunmustur.

Hint uygarligindaki bilimsel ugraslar, bilimin gelisimi üzerinde oldukça etkili olmustur. Bu etki ilk dönemlerde tacirlerin, seyyahlarin ve askerlerin yardimlariyla gerçeklesirken, daha sonraki dönemlerde, dogrudan dogruya bilginler ve çevirmenler yoluyla gerçeklesmistir.

C. Orta Asya'da Bilim

Orta Asya bilim tarihi M.Ö. 8000'lere ve hattâ çok daha eskilere kadar götürülmektedir. Arkeologlar tarafindan bugün de sürdürülmekte olan kazilarda, tas devrinden kalma çanak ve çömleklere, çakmak tasindan ve tastan yapilmis topuz veya kargi biçimindeki silahlara, bugday ve arpa yetistirildigine iliskin izlere rastlanmistir.

Daha sonra, demir kullanilincaya kadar geçen süre içinde hayvanlar evcillestirilmis, bakir ve kursundan çesitli esyalar yapilmistir. Ilk defa alasim olarak bronzu kullanan Türklerdir

Demir devrinden sonra, iklim kosullarinin bozulmasi nedeniyle, Türklerin güneye dogru göç ettikleri görülmektedir. Orta Asya'da ati evcillestirmisler ve M.Ö. 2800 yili siralarinda arabayi icat etmislerdir.

Türkler, evrenin bir kubbe biçiminde oldugunu düsünüyorlardi. Bu kubbe, altin veya demirden bir kazik, yani Kutup Yildizi çevresinde, muntazam bir hizla dönüyordu. Burçlari tasidigi düsünülen ekliptik çarki ise buna dik olarak yerlestirilmisti. Gökteki bu düzen, Yeryüzü'ne de yansimisti. Kutup Yildizi'nin tam altinda, Yeryüzü'nün yöneticisi olan hakanin oturdugu kent bulunuyor ve Ordug adi verilen bu kentin plâni da göksel düzeni yansitiyordu. Merkezde kesisen iki ana yol vardir. Nasil gök, kutup yildizinin çevresinde dönüyorsa, toplumdaki isler de hükümdarin çevresinde döner.

Bilinen ilk Türk yazili aniti Göktürk devleti (552-745) döneminden kalma Orhun Yazitlari'dir. Göktürkler On Iki Hayvanli Türk Takvimi'ni kullanmislardir. Takvimde her yila bir hayvanin adi verilmistir. Bunlar siçan, öküz, kaplan, tavsan, ejder, yilan, at, koyun, maymun, tavuk, köpek ve domuzdur. On iki yil süren her devreden sonra ayni adlari tasiyan ikinci bir devre baslar. Devreyi teskil eden hayvanlar devrederken ait olduklari yillarin özelliklerini de belirliyordu. Bir gün on iki esit kisma ayrilir ve her birine "çag" denirdi. Yani bir çag iki saate karsilik geliyordu. Bu çaglara da yine on iki hayvanin adi veriliyordu. Gün gece yarisi, yil da ilkbahar baslangici ile baslardi. Dört mevsim vardi. Yil, altmis günlük alti haftaya ayrilmisti. Bu on iki hayvanli takvim daha sonra, on üçüncü yüzyilda da kullanilmistir.

D. Misir'da Bilim

Nil nehri civarinda gelisen Misir uygarligi M.Ö. 2700 yillarindan itibaren matematik, astronomi ve tip konularindaki etkinliklerle parlamistir. Misirlilar matematiklerinde, kullandiklari on tabanli hiyeroglif rakamlariyla, sayilari sembollerle ifade etme safhasina ulasmislardir. Bu rakamlarla çesitli matematik islemlerini yapabilmisler ve cebir islemlerine çok benzeyen ve diger uygarliklarda da görülen "aha hesabi" adli bir hesaplama yöntemi gelistirmislerdir. Bu hesaplamada "yanlis yoluyla çözüm" teknigi kullanilmistir. Geometrilerinde ise alan ve hacim hesaplari yapiyorlardi. Mimari alaninda Misirlilardan kalan eserler arasinda en önemli yeri piramitler tutar; onlar birer mimari harikasidir. Misirlilar gökyüzü olaylarini dinî açidan yorumlamislardi. Gök cisimlerini tanri olarak kabul etmisler ve gök yüzündeki olaylarin da tanrilarin faaliyetleri olduguna inanmislardi; yani astronomileri dinî ögelerle iç içe idi. Takvimleri Günes takvimi idi ve yil uzunlugu 365 gün olarak kabul ediliyordu. Günümüzde kullanilan takvimin temelinde Misir takvimi yer alir. Günün 24 saate bölünme gelenegini de Misirlilara borçluyuz.

E. Mezopotamya'da Bilim

Dicle ve Firat deltasi, Asya, Afrika ve Avrupa arasinda köprü vazifesi gören bir kavsak bölge olarak büyük bir uygarligin gelismesine çok elverisli bir yerdi. Burada gelisen Mezopotamya uygarliginin baslangici M.Ö. 3000 yillarindan öncesine gider. Bu uygarligi Sümerliler, Akadlilar ve Babilliler ortaya koymustur. Bilimsel faaliyetler olarak daha çok zaman ölçme, alan hesaplama, sulama kanallarini organize etme, degis-tokus gibi günlük yasamin gereklerine uygulanan astronomi ve matematik bilgileri ile karsilasilir.

Modern astronominin temelinde Mezopotamya astronomisi bulunur. Onlar mitolojiye ve dinî inançlara dayanan astronomiden laik ve matematiksel astronomiye geçmeyi basarabilmislerdir. Evrenin, Yer, gök ve ikisi arasinda bulunan okyanustan olustuguna inaniyorlardi. Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn gezegenlerini ve on iki takim yildizini taniyorlardi. Söz konusu bes gezegenin tutulma düzlemi yakininda dolastigini saptamislardi. Ay yilina dayanan takvimleri daha sonraki dinî takvimlere ve Islâm Dünyasi'ndaki hicrî takvime temel olusturmustur. Günü 12 saate, saati 60 dakikaya, dakikayi da 60 saniyeye bölmüslerdi. Günes, Ay ve bes gezegene bagli olarak bir hafta 7 gün olarak kabul edilmis, ve bu 7 günlük hafta Romalilar vasitasiyla Avrupa'ya geçmis ve oradan da bütün dünyaya yayilmistir. Ay ve Günes tutulmasi tahminlerini yapabilecek düzeyde astronomi bilgisine sahiptiler.

Mezopotamyalilar cebirin kurucusudurlar. Gelismis bir rakam sistemine sahip olmalari cebir konusunu da ilerletmelerine yol açmistir. Birinci ve ikinci derece denklemlerini belirli gruplar halinde siniflamislar ve her grup için ayri çözüm formülleri vermislerdir. Geometrileri analitik idi. Yani, geometri problemlerinin çözümü genellikle cebir yoluyla ele alinmaktaydi. Thales Teoremi'ni dik üçgenler için bulmus, ve kullanmislardir. Pythagoras Teoremi'ni de biliyor ve kullaniyorlardi. Daireyi 360 dereceye bölen de Mezopotamyalilardir.

F. Anadolu'da Bilim

Cografi konumu çesitli bölgelerle bir köprü niteliginde olan Anadolu yarimadasindan ilk uygarliklarin tarihi M.Ö. 8000'lere kadar götürülmekte olup, bu uygarligin bugünkü Aksaray ili civarinda oldugu belirlenmektedir. Daha geç tarihli olanlar arasinda ise Hitit, Urartu, Firig ve Lidya uygarliklari sayilabilir.

Hititlerin Mezopotamya kökenli "sekel" ve "mina" adli agirlik birimlerini kullandiklari, en çok bakir ve tunçtan esyalar yaptiklari, çivi yazisi ve hiyeroglif yazi olmak üzere iki çesit yazilari olduklari bilinmektedir.

Van gölü civarinda gelisen Urartu uygarliginda ise çivi yazisi ve resim yazisi kullanilmis, yapmis olduklari kaplarin üzerine, onlarin hacimlerini yazmislardir.

En önemli merkezleri Gordion ve Midas olan Firigya uygarliginin Fenike alfabesinin Bati'ya yayilmasinda önemli rolü olmustur. Ayrica, Kybele adi verilen ana tanriça kültü de bu uygarliktan Yunanlilara geçmistir. Bakir-kalay alasimi olan tunçtan esyalar yapmislar, bazi müzik aletlerini icat etmisler (simbal, flüt gibi), kilim dokumuslardir. Kilim için kullandiklari "tapetes" adi bugün Fransizcada "tapis" biçimini almistir.

Bati Anadolu'daki Lidya uygarliginin en büyük basarisi ise parayi icat etmis olmasidir. Böylece o dönemin ekonomik hayatinda büyük gelisme saglanmis, modern ekonominin temelleri atilmistir.
__________________




Bostandere Ofline   Alinti Yaparak Cevapla
Eski 12-01-2006, 12:09 AM   #3
Bostandere
Forum Aşığı
 
Kayit Tarihi: Dec 2005
Mesajlari: 4,764
Teşekkür Etme: 111
Teşekkür Edilme: 1,308
Teşekkür Aldığı Konusu: 803
Üye No: 4863
Rep Power: 2992
Rep Puanı : 65437
Rep Derecesi : Bostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond repute
Cinsiyet :
Belirlenen Yunan Döneminde Bilim

YUNANLILAR DÖNEMINDE BILIM

Yunan Dönemi iki kisma ayrilmaktadir. M.Ö. sekizinci yüzyildan Büyük Iskender'in ölümüne (M.Ö. 323) kadar geçen dönem Hellenik Çag ve Romalilarin, Ptolemaios Kralligi'na son verdikleri M.Ö. 30 yilina kadar geçen dönem ise Hellenistik Çag olarak adlandirilmaktadirlar.

Bu dönemde bilim ve felsefe alanlarinda büyük bir atilim gerçeklestirilmis ve Yunan bilginleri ve düsünürleri evren, dünya ve dünyanin üzerinde bulunan canli ve cansiz varliklara iliskin bilgi üretmeye baslamislardir.

A. Hellenik Çag'da Bilim

Bu dönemde doga bilimleri büyük bir gelisme göstermis ve özellikle Aristoteles ve onun yolundan giden Aristotelesçiler bitkilere ve hayvanlara iliskin bilimsel ve yari-bilimsel bilgileri derleyerek botanik ve zooloji alanlarin temellerini atmislardir.

a. Doga ve Bilgi Felsefesi

Bu dönemde önce Varlik Sorunu, daha sonra Bilgi Sorunu gündeme gelmistir. Varlik Sorunuyla ilgilenen Thales, Anaximandros, Anaximenes ve Herakleitos gibi düsünürler, bütün varliklari olusturan ve Arkhe adi verilen Ilk Temel Öge'yi aramislar, Bilgi Sorunu'yla ilgilenen Platon ve Aristoteles gibi düsünürler ise dogru bilginin yapisi ve yöntemi üzerinde çalismislardir.

Bu dönemi önceki dönemlerden ayiran en önemli özellik, dogal varliklarin ve olgularin doga-üstü nedenlerle degil, dogal nedenlerle açiklanmasidir.

* Aristoteles

Aristoteles döneminde politik yapi degismis ve Yunan Dünyasi yavas yavas Makedonyalilarin hakimiyetine girmeye baslamistir.
Makedonya Kralligi'nin güçlenmeye basladigi bu dönemde yasayan Aristoteles, Ege Denizi'nin kuzeyinde bulunan Stageria'da dogmustur (M.Ö. 384-322). O dönemde, Stageria'da Iyon kültürü egemendir ve Makedonyalilarin buralari istila etmeleri bile bu durumu degistirmemistir. Bu nedenle Aristoteles'e bir Iyonya filozofu denilebilir.

Aristoteles'in matematik bilgisi arastirmalarina yeterli olacak düzeydeydi; bilimleri matematik, fizik ve metafizik olarak üç bölüme ayirirken, Platon gibi, matematige - yani aritmetik, geometri, astronomi ve müzik bilimlerine - bir öncelik tanimisti; ancak uygulamali matematikle ilgilenmiyordu. "Esit seylerden esit seyler çikarilirsa, kalanlar esittir." veya "Bir sey ayni anda hem var hem de yok olamaz (üçüncü durumun olanaksizligi ilkesi)" gibi aksiyomlarin bütün bilimler için ortak oldugunu, postülalarin ise sadece belirli bir bilimin kurulusunda görev yaptigini söyleyerek, aksiyom ile postüla arasindaki farkliliga isaret etmisti. Aristoteles'in, süreklilik ve sonsuzluk hakkinda yapmis oldugu temkinli tartismalar, matematik tarihi açisindan oldukça önemlidir. Sonsuzlugun gerçek olarak degil, gizil olarak varoldugunu kabul etmistir.

Aristoteles, astronomiye iliskin görüslerini Fizik ve Metafizik adli yapitlarinda açiklamistir; bunun nedeni, astronomi ile fizigi birbirinden ayirmanin olanaksiz oldugunu düsünmesidir. Aristoteles'e göre, küre en mükemmel biçim oldugu için, evren küreseldir ve bir kürenin merkezi oldugu için evren sonludur. Yer evrenin merkezinde bulunur ve bu yüzden, evrenin merkezi ayni zamanda Yer'in de merkezidir. Bir tek evren vardir ve bu evren her yeri doldurur; bu nedenle evren-ötesi veya evren-disi yoktur. Ay, Günes ve gezegenlerin devinimlerini anlamlandirmak için Eudoxos'un ortak merkezli küreler sistemini kabul etmistir.

Acaba Aristoteles bu kürelerin gerçekten varolduguna inaniyor muydu? Elimizde buna iliskin kesin bir kanit bulunmamakla birlikte, geometrik yaklasimi mekanik yaklasima dönüstürmüs olmasi, inandigi yönündeki görüsü güçlendirmektedir. De Caelo'da (Gökler Üzerine) yapmis oldugu en son belirlemelere göre, en dista bulunan Yildizlar Küresi, yani evreni harekete getiren ilk hareket ettirici, ayni zamanda en yüksek tanridir. Metafizik'te ise, Yildizlar Küresi'nin ötesinde, sevenin sevileni etkiledigi gibi gökyüzü hareketlerini etkileyen, hareketsiz bir hareket ettiricinin bulundugunu söylemistir. Öyleyse Aristoteles, yalnizca gökcisimlerinin tanrisal bir dogaya sahip olduguna inanmakla kalmamakta, onlarin canli varliklar oldugunu da kabul etmektedir. Bu evrenbilimsel kuram, Fârâbî ve Ibn Sinâ gibi Ortaçag Islâm Dünyasi'nin önde gelen filozoflari tarafindan da benimsenecek ve Kuran-i Kerim'de tasvir edilen Tanri ve Evren anlayisiyla uzlastirilmaya çalisilacaktir.

Aristoteles'in olusturdugu bu fizik ve evren görüsü kendisinden sonra az çok degisime ugramissa da uzun yillar egemen olmus ve Galileo'nun yaptigi çalismalarla geçersiz hale getirilmistir.

Aristoteles'ten önce de hayvanlar üzerinde arastirmalar yapan bilginler vardi, ama zoolojinin, yani hayvanlar biliminin kurucusu Aristoteles olmustur. Aristoteles, hayvanlar üzerinde yapmis oldugu gözlemlerden çikarmis oldugu bulgulari, Historia Animalium, (Hayvan Incelemeleri) De Partibus Animalium (Hayanlarin Bölümleri Üzerine) ve De Generatione Animalium (Hayvanlarin Türeyisi Üzerine) adli yapitlarinda toplamistir; bu üç yapit, birbirleriyle baglantilidir; ancak birincisi hayvanlarin tasviri, ikincisi morfolojisi ve üçüncüsü ise üremesi ile ilgilidir.

* Milet Okulu

Yunanlilardaki bilimsel çalismalar, Izmir'in güneyinde, Söke-Milas yolunun batisinda, bugünkü Balat koyunun yakinlarindaki Milet kentinde baslamistir. Gezginler ve tacirler araciligiyla Dünya'nin uygar ülkelerinden tasinan bilgiler ve beceriler burada yeniden islenip degerlendirilmis ve yeni bir kimlige kavusturulmustur.

* Homeros

M.Ö. 8. yüzyilda Izmir yöresinde veya Sakiz adasinda yasadigi sanilan Homeros, Yunan duygu ve düsüncesinin ilk ürünleri olan Ilyada ve Odysseia adli destanlarin derleyicisidir. Troya savasina iliskin söylenceleri toplayan Ilyada'da eski Yunanlilarin gelenek ve görenekleri, dinî ve felsefî inançlari ve Çanakkale yöresinin tarihî cografyasi hakkinda önemli bilgiler vardir. Konusu, kurulusu ve anlatim yöntemleri bakimindan Ilyada'dan farkli olan Odysseia'da ise Troya'nin yikilisindan sonra, yurdu Ithake'ye dönmek üzere yola çikan Akha önderlerinden Odysseus'un on yil süren yolculugu sirasinda basindan geçen olaylar anlatilir. Bu destanda da ayni türden bilgilere rastlamak mümkündür.

MÖ. 4. yüzyilda Atina'da yaziya aktarilan Homeros destanlarindaki dinî anlayis Atinalilar tarafindan aynen benimsenmis ve Ilyada ve Odysseia Yunan egitiminin temeline yerlestirilmistir. Bunlarin Yunan toplumundaki islevi, M.Ö. 4. yüzyilda Platon'un Devlet'inde elestirilinceye degin hiç sorgulanmamistir.

* Parmenides

Ksenofanes'in yetistirmis oldugu ögrencilerin en önemlilerinden birisi Parmenides'ti. Parmenides, görüneni degil, görünenin arkasindakini ariyordu; çünkü gerçek orada saklanmisti. Ona göre, gerçege, gözlem ve deney ile degil, mantiksal düsünmeyle ulasilabilirdi. Bir matematikçi gibi, "yokluk, bos bir mekandir; mutlak bosluktur; yokluk yoktur ama düsünülebilir" diyordu.

Parmenides, evrenin sinirli oldugunu söylüyordu; evren, bütün uzayi doldurur ve küreseldir; degismez ve ölmez. Degisme ve bunun nedeniymis gibi görünen hareket gerçek degildir. Algilarimiz bizi aldatmaktadir.

* Platon

Soylu bir aileye mensup olan Platon, M.Ö. 428 yilinda Atina'da dogmus ve iyi bir egitim görmüstür. 20 yasinda Sokrates'le karsilasinca felsefeye yönelmis ve hocasinin ölümüne kadar (M.Ö. 399) sekiz yil boyunca ögrencisi olmustur; hocasi ölünce, diger ögrencilerle birlikte Megara'ya gitmis ama burada uzun süre kalmayarak önce Misir'a, oradan da Pythagorasçilarin etkili olduklari Sicilya ve Güney Italya'ya geçmistir. Bir ara korsanlarin eline düsmüs, fidye vererek kurtulduktan sonra, kirk yaslarinda Atina'ya dönmüstür. Atina'da Akademi'yi kurarak dersler vermeye baslayan Platon, M.Ö. 347 yilinda 81 yasindayken ölmüstür.

Platon'un amaci, ögrencilerine bilgi askini asilayarak, onlari filozof bir yönetici olarak yetistirmektir; bu yüzden ahlak ve siyasete agirlik vermis, ancak bunlari mantik ve matematikle temellendirmeyi ihmal etmemistir.

Platon'a göre, insanlar bir magaranin içinde yasarlar ve yüzleri magara girisinin karsisinda bulunan duvara dönük oldugu için sadece ve sadece buraya düsen gölgeleri görebilirler; duyumlarimiz yoluyla varligindan haberdar oldugumuz bu görünümler, gerçek degil, gerçegin iyiden iyiye bozulmus gölgeleridir; gerçegi görmek isteyen bir kimsenin, akil yoluyla duyusal zincirlerden kurtularak basini magaranin girisine çevirmesi ve orada geçit töreni yapmakta olan idealari, yani görüntülerin olusumunu saglayan gerçek biçimleri seyretmesi gerekir. Bu nedenle bu alemde duyumsadigimiz varliklar birer gölgedir ve asil var olan seyler, bu gölgeler ve bu yanilsamalar degil, onlarin ardindaki ölümsüz idealardir. Mesela bir at ne kadar olaganüstü olursa olsun, zamanla bozulur ve kaybolur; oysa at ideasi ezelî ve ebedîdir, degismez.

Öyleyse, degisim içinde bulunan görüntülerin bilgisini bir yana birakarak, hiçbir zaman degismeyen idealarin bilgisine ulasmak gerekir; felsefenin amaci bu olmalidir; gerçek bir filozof, bu aldatici görünümlerin ardina saklanmis olan mutlak bilgiyi, yani idealarin bilgisini yakalayabilen kisidir. Platon böylece bilginlerin yolunu da çizmis olmaktadir; çünkü Ilkçag ve Ortaçag'da bilim ve felsefe birbirlerinden ayri birer etkinlik olarak görülmemistir.

Yapitlarindan anlasildigi kadariyla, Platon daha çok ahlak ve siyasetle ilgileniyordu. Devlet, Yönetici ve Kanunlar adli kitaplarinda ideal bir devletin nasil olmasi gerektigini sorgulamis ve savundugu görüsler, daha sonra Fârâbî ve Ibn Sinâ gibi Islâm filozoflarinin siyaset anlayislarinin biçimlenmesine büyük katkilarda bulunmustur.

Matematik, Platon'un gözünde çok önemli bir bilimdi; çünkü onunla gerçek bilgiye, yani Tanri Ideasi'na ulasmak olanakliydi; zaten Tanri'nin kendisi de bir matematikçiydi.

Platon'a göre, matematik, gölgeler alemi ile idealar alemi arasinda bir ara alem veya iki alemi birbirine baglayan bir geçittir. Platon Akademi'nin kapisina "Geometri bilmeyen bu kapidan girmesin." diye yazdirmistir. Platon uygulamali matematigi sevmemis ve bu nedenle cetvel ve pergelin disinda bir araç kullanmaya yanasmamistir.

Platon da dogaya Pythagorasçilar gibi bakar ve gerçegin kilidini açacak anahtarin aritmetik ve geometri olduguna inanir. Matematikle ilgili orijinal denebilecek bir çalismasi yoktur; katkilari daha çok felsefîdir. Platon'un matematige iliskin görüsleri ve çalismalari sonucunda, matematik, diger bilimler arasinda seçkin bir konuma yerlesecek ve yüzyillardan beri süregelmekte olan bilimsel egitim ve ögretimin esas ögesini olusturacaktir.

Platon'a göre evren küreseldir ve merkezinde Yer bulunur; Yer, küresel ve hareketsiz bir gökcismidir ve evren, Yer'in de merkezinden geçen eksen çevresinde 24 saatte bir dönüs yapar; Günes, Ay ve gezegenler bu hareketle tasinirlar ama onlarin da kendilerine özgü hareketleri vardir. Iste bu hareketleri yüzünden, gezegenler, ekliptik kusagi üzerinde spiral dolanimlar yaparlar.

Gezegenlerin düzgün dolanimlari bir Tanri'nin var oldugunu ilham eder. Nasil bir saatin mekanizmasi ve düzenli isleyisi, onun bir yapicisi ve bir ustasi oldugunu ama bu yaraticinin saatin içinde degil disinda bulundugunu düsündürürse, gezegenlerin dolanimlari da, tipki bunun gibi, gezegenlerin birer tanri olmadiklarini, ancak bu düzenli dolanimlarinin ardinda akilli ve becerikli bir ustanin, yani bir Tanri'nin bulundugunu sezdirir. Bu görüs, sonralari Hiristiyan ve Müslüman filozoflari ve ilahiyatçilari tarafindan Tanri'nin varliginin en önemli kanitlarindan biri olarak kullanilacaktir.

Platon, ideal bir devlet tasarimindan önce, bir toplumun nasil dogdugunu incelemistir; ona göre, toplumlarin olusma nedeni, insanlarin kendi kendilerine yetmemeleridir; kisacasi, insan ancak yardimlasarak yasayabilen bir varliktir; bu durum firinci, tacir, çoban, çiftçi ve mimar gibi çesitli mesleklerin dogmasina ve bu meslek erbabinin yardimlasmasina neden olur.

Fakat insanlar, kendilerinin ve yakinlarinin geleceklerini güven altina almak için, daima gereksinimlerinden fazlasini isterler; daha çok altin, daha çok gümüs ve daha çok fildisi biriktirmeye çalisirlar. Yavas yavas üstünde yasadiklari topraklar kendilerine yetmez olur ve komsularinin topraklarina tecavüz ederler. Savaslar çikar; öyleyse bir de koruyuculara ve bekçilere gereksinim vardir.

Giderek, yurttaslar arasindaki anlasmazliklari giderecek mahkemeler ve hastalari iyilestirecek hastaneler gibi daha karmasik kurumlar belirir; ancak Platon, adaleti mahkemelerde aramaya karsidir. Bu konuda söyle der :

"Insanlarin dogruyla egriyi kendi kendilerine ayiramayip mahkeme ve yargica basvurmalari, adaleti baskalarindan beklemeleri çirkin bir sey degil midir?"

Platon hekimlerle ilgili olarak da bir seyler söyler; bir hekimin görevi, hastalarini en kisa sürede iyilestirmektir, yoksa hasta bedenlerini sürüklemelerine yardimci olmak degildir:

"Iste Asklepios, bu gerçegi biliyordu. Bu nedenle, hekimligi, yalnizca bedenleri saglam olup da geçici bir hastaliga tutulmus insanlar için kullandi."

Sagliksiz bireylere ise, hayat hakki tanimiyordu:

"Hekimler, yurttaslar arasinda bedenleri ve ruhlari iyi olanlara bakmali, böyle olmayanlari ise ölüme terketmelidir."

Platon, halki bir koyun sürüsüne benzetir; yöneticiler bu sürünün çobanlari, koruyucular, yani askerler ise çoban köpekleridir. Öyleyse, insanlari yönetmek aslinda bir sürüyü yönetmekten farkli degildir; Sâmî dinlerinde de bu anlayisa rastlanmaktadir.

Bu kalitsal oligarsiyi koruyabilmek için çözülmelere ve bozulmalara karsi direnmek gerekir. Çözülmelerin ve bozulmalarin baslica nedeni, maddî ve cinsî istahtir. Bu nedenle Cumhuriyet'in seçkinleri, yalnizca serveti degil, fakat ayni zamanda esleri ve çocuklari da toplumsallastirmalidir. Platon'a göre bu ahlaksizlik degildir; çünkü bu yolla herkes birbirine sevgili ve herkes birbirine kardes olacaktir; çocuklar, toplumun çocuklari oldugu için devlet tarafindan yetistirilecek ve kisacasi devlet ile aile özdeslesecektir.

Platon'a göre, zenginlik ve fakirlik, iyi insanlari bozar ve ise yaramaz bir hale getirir; kisacasi bunlar devlete sokulmamasi gereken iki büyük düsmandir. Biri insani sefahate ve atalete sürükler, digeri ise bayagilastirir ve asagilastirir.

Yönetici olacak bir kisinin, öncelikle filozof olmasi gerekir; çünkü filozoflar, idealar alemine yükselmis ve orada dogrunun ve iyinin gerçek örneklerini görmüslerdir. Böylece devletin basinda olanlar, gölgeler için çarpismayacaklar, basa geçmek büyük bir ayricalikmis gibi kim basa geçecek diye birbirlerini yemeyeceklerdir. Platon devletin basina geçeceklere öncelikle matematik ve astronomi bilimlerinin ögretilmesi gerektigini söyler :

* Sokrates

Bütün insanlik tarihinin en saygin kisilerinden birisi olarak taninan Sokrates de aslinda bir sofisttir. Atina'da dogmus (M.Ö. 470) ve iyi bir egitim görmüstür. Babasi, onu kendi mesleginde, yani bir heykeltiras olarak yetistirmek istedigi halde, Sokrates felsefeye ilgi duymustur. Meydanlarda, tiyatrolarda ve yollarda felsefî tartismalarin yapildigi bir ortam içinde böyle bir istek gayet dogaldi. Sokrates, aritmetik, geometri, astronomi ve politikaya iliskin yeterli düzeyde bilgiye sahipti. Çok basit bir yasam sürmüstü. Her ne kadar görüslerinin çok etkili oldugu kabul edilmisse de, hiçbir yapit kaleme almamistir. Onu iki ögrencisi, Platon ve Ksenofanes'in yazdiklarindan tanimaktayiz.

Sokrates diger sofistlerden çok farkliydi. Düzenli bir ögretim yapmiyor ve ögrencilerinden ücret almiyordu. "Kendini bil!" ilkesi dogrultusunda, düsünürlerin bakislarini evrenden insana çevirmisti. Evreni anlamlandirmadan önce kendimizi anlamlandiralim; "Biz kimiz?" bu sorunun yanitini verelim diyordu. Bu nedenle, yalnizca bir tarlayi ölçebilecek düzeydeki geometri bilgisini yeterli buluyor, daha zor matematik problemleriyle ugrasmanin yararsiz olduguna isaret ediyordu. Ona göre, insanlara, pratik ahlak kurallarini ögretmek daha isabetli olacakti. Böylece Sokrates, kuramsal bilim ve uygulamali bilim tartismasini da açmis oluyordu.

Sokrates ilk anlambilimcidir; anlamlari belirlenmemis kavramlarin ve terimlerin kullanilmasinin sakincalarina temas etmistir. Her çesit bilgide, kavramlarin ve terimlerin açik ve seçik bir biçimde tanimlamalarinin yapilmasi gerektigini savunmus olmasi, dolayli yoldan da olsa, bilimin ilerlemesine küçümsenemeyecek ölçüde katkida bulunmustur.

* Thales

Thales M.Ö. 624 yilinda dogmus ve M.Ö. 548 yilinda ölmüstür. Varlikli bir tacirdi. Yunanli yedi bilgeden birisi olarak kabul edilmekteydi.
Ilk Yunan matematikçisi Thales'tir.
Thales'le birlikte geometri ilk defa dedüktif (yani tümdengelimsel) bir bilim dali haline geldi.

Thales astronomiyle de ilgilenmis ve tarih kitaplarina ilk Yunan astronomu olarak geçmistir. Gökyüzündeki yildizlari gözlemlerken bir kuyuya düstügünü herkes bilir. 28 Mayis 585 yilinda gerçeklesen Günes tutulmasini daha önceden tahmin etmis olmasina ragmen, Yer'in bir disk biçiminde oldugunu düsündügünden, Ay ve Günes tutulmalarinin nedenlerini bilmesi olanaksizdi.

Misirlilardan yilin 365 gün oldugunu ögrenmisti. Kuzey yönünün bulunmasinda Küçük Ayi'nin kullanilabilecegini biliyordu ve Yunan gemicilerine Küçük Ayi takim yildizini gözlemleyerek seyahat etmelerini önermisti. Nitekim denizci bir millet olan Fenikeliler de Büyük Ayi'yi kullaniyorlardi.

Thales her seyin aslinin su oldugunu söylüyordu; su, kati, sivi ve gaz olmak üzere üç durumda bulunabilirdi. Suyun olmadigi yerde hayatin da olmayisi, bu maddenin aslî olusunun en güçlü kanitlarindan biriydi. Thales, bu görüsleri ve Homeros'un hikayelerini bir yana birakan gözlemsel düsünceleri nedeniyle bilimin dogusunda önemli bir rol oynamistir.

Aristoteles'e göre, Thales, miknatisin demir tozlarini çekmesi nedeniyle canli olduguna inaniyordu. Nasil bir yorum getirirse getirsin, miknatistan söz eden ilk kisi de Thales'ti.

* Zenon

Bu okulun diger bir temsilcisi de Zenon'dur. Parmenides'le birlikte Atina'yi ziyaret etmistir; orada önemli matematikçilerle karsilasmis olmasi muhtemeldir.

Zenon'a göre, Pythagorasçilara ait olan bir dogrunun noktalardan olustugu görüsü, beraberinde zorunlu olarak sonsuz bölünebilirligi de getirmektedir; ama su paradokslar göz önünde bulundurulacak olursa bunun olanakli bir sey olmadigi hemen anlasilir :

1. Stadyum Paradoksu: Bir noktadan diger bir noktaya ulasmak için, öncelikle bu iki nokta arasindaki mesafenin yarisini geçmek gerekir; ancak bu yeni mesafeyi geçmek için de, önce onun yarisi geçilmelidir ve bu böylece sonsuza kadar sürdürülebilir. Öyleyse, sonsuz sayidaki noktayi, sonlu bir sürede geçmek olanaksizdir.

2. Asil Paradoksu : Yunanlilarin ünlü kosucularindan Asil, bir kaplumbagaya bir miktar avans verdikten sonra kosmaya baslarsa, asla ona yetisemez. Asil'in kaplumbagaya yetisebilmesi için, öncelikle avans olarak vermis oldugu mesafeyi kosmasi gerekir, ama bu süre içinde kaplumbaga bir miktar daha yol almis olacaktir. Asil bu mesafeyi de kostugunda, kaplumbaga biraz daha ilerde bulunacak ve mesafe sonsuz noktalardan olustuguna ve sonsuz sayidaki noktalar sonlu bir sürede geçilemeyecegine göre, Asil hiçbir zaman kaplumbagaya yetisip yarisi kazanamayacaktir.

3. Ok Paradoksu : Yaydan firlayan bir okun hedefe ulasabilmesi için, yayla hedef arasindaki noktalarda tek tek duraklamasi gerekir; bu noktalar sonsuz sayida olduguna göre, ok asla hedefi bulamayacaktir. Öyleyse hareketten ve harekete bagli olarak meydana gelecek olan degismelerden söz etmek olanaksizdir.

b. Matematik

Bu dönemin en önemli matematikçisi Pythagoras'tir. Dik üçgenlere iliskin teoremiyle taninan Pythagoras, varliklari ve varliklar arasindaki iliskileri sayilarla ve sayilara karsilik gelen çizgilerle açiklama egiliminde oldugu için, aritmetik ve geometri bilimleri büyük bir önem kazanmistir.

Ayrica bir açinin üç esit parçaya bölünmesi, bir küpün iki kati hacmindeki bir küpün bir kenarinin uzunlugunun bulunmasi ve bir dairenin alanina esit olan bir karenin bir kenarinin uzunlugunun bulunmasi gibi üç geometrik problem üzerindeki çalismalar da geometrinin gelisimini büyük ölçüde etkilemistir.

c. Astronomi

Bu dönemde gezegenlerin ve yildizlarin gökyüzündeki konumlarini ve devimlerini anlamlandirmaya yönelik göksel kuramlari olusturulmus ve özellikle Eudoxos'un kurgulamis oldugu Ortak Merkezli Küreler Kurami sonraki dönemlerde çok etkili olmustur.

d. Cografya

Yunanlilar Akdeniz kiyilarinda yeni koloniler kurmuslar ve bu koloniler arasindaki ticarî ve askerî seferler sirasinda Avrupa, Asya ve Afrika'nin Akdeniz kiyilarini yakindan tanimislardi.

Herodotos ve Surlu Marinos'un yapitlari fizikî cografyanin, beserî cografyanin ve matematiksel cografyanin gelismesinde etkili olmustur.

e. Tip

Bu dönemde insan bedeninin yapisi da Yunan düsünürlerinin ilgisini çekmis, saglik ve hastalik durumlarinin açiklanabilmesi için yari-bilimsel kuramlar gelistirilmistir. Sonraki çaglari en çok ekleyen Koslu Hipokrates bu dönemde yetismistir.

f. Teknik

Bu dönemde yeni yapi teknolojileri gelistirilmis ve özellikle kent planlamasi sorunuyla ilgilenilmistir.

B. Hellenistik Çag'da Bilim

Hellen birligini saglayan Makedonyali Philip'in öldürülmesinden sonra yerine geçen oglu Büyük Iskender, MÖ.334-323 yillari arasinda bilinen Dünya'nin büyük bir kismini fethederek Avrupa'dan Hindistan'a kadar uzanan büyük bir imparatorluk kurmustu. Büyük Iskender'in askerî seferleri, siyasî yönden oldugu kadar kültürel yönden de çok önemli sonuçlar dogurmustur; çünkü bu seferler sonucunda, Yunan uygarligi, Uzak Dogu'ya kadar yayilmis ve bu bölgedeki Misir, Mezopotamya, Iran ve Hint uygarliklariyla karisarak ve kaynasarak, yeni bir uygarligi, yani Hellenistik uygarligi olusturmustur.

Büyük Iskender, 323 yilinin Haziran ayinda Babil'de ölünce, kurmus oldugu Dünya Imparatorlugu generalleri arasinda paylasilmistir. Misir valisi Makedonyali Ptolemaios burada kralligini ilan etmis ve M.Ö. 30 yilina kadar Misir'a hakim olacak Ptolemaios sülalesini yönetime getirmistir. Hellenistik dönem uygarligini yaratanlar Ptolemaios ailesi olacaktir. Ptolemaios kralligi yöre halkinin din ve kültürüne saygi göstermis, onlarla siki iliskiler kurmustu. Hellen kültürü ile Dogu kültürleri arasindaki etkilesim daha çok dinî ve edebî konularda gerçeklesmis, bilimsel konular ise genellikle Yunanlilarin hakimiyeti altinda kalmistir.
Bu dönemde matematik, astronomi, fizik, biyoloji ve cografya gibi alanlarin bagimsiz bir disiplin olarak temelleri atilmistir.

a. Doga ve Bilgi Felsefesi

Bu dönemde Plotinos, Platon ve Aristoteles sistemlerini uzlastiran yeni bir sistem gelistirmistir. Sonradan Yahudi, Hiristiyan ve Islam inanç önermeleriyle beslenen ve "Bir" olarak adlandirilan Mutlak Varlik'in asama asama açilimi ile bütün varliklar aleminin olustugunu savunan bu sistem düsünce tarihinde oldukça etkili olmustur.

b. Matematik

Eukleides Elementler adli yapitinda tanim, aksiyom ve postüla çerçevesinde kendisinden önceki geometri bilgisini derlemis ve Tümdengelimsel Yöntemi kullanmistir. Böylece geometriye gerçek anlamda kanitlama düsüncesini getirmistir. Pergeli Apollonius ise Koni Kesitleri adli yapitinda daire, elips, koni, parabol ve hiperbolü geometrik olarak tanimlamistir.

c. Astronomi

Bu dönemde Aristarkhos Günes Merkezli Evren Kurami'ni, Hipparkos ise Yer Merkezli Evren Kurami'ni gelistirmislerdir. Gözlem ve matematiksel yöntemin birlesmesi, Hellenistik Çag astronomisinin en belirgin özelligidir.

* Aritarkus

Aristarkus’un (M.Ö. 310-230) “Ay ve Günes’in Büyüklükleri ve Uzakliklari” adli yapiti astronomi problemlerini üstün geometri bilgisiyle çözmeye çalistigi bir eserdir. Ay’in tutuldugu ve yarim ay oldugu siralarda yaptigi gözlemlerden Günes’in çapinin Dünya’nin 7 kati oldugu sonucunu çikarmisti. Bu rakam yanlis olmakla birlikte Günes’in Dünya’dan daha büyük oldugunu göstermesi bakimindan önemlidir.

Aristarkus Günesin sabit oldugu ve dünyanin günes çevresinde çembersel bir yörünge izleyerek döndügü iddiasini da ortaya atar. Bu görüs zamanina göre oldukça ilerde bir görüstür.

d. Fizik

Bu dönemde Archimedes statik ve hidrostatik alanlarinda yapmis oldugu çalismalar sonucunda matematiksel fizigin temellerini atmistir.

e. Biyoloji

Aristoteles'in ögrencisi olan ve onun ölümünden sonra Lise'nin basina geçen Teophrastos botanige iliskin Bitkilerin Tarihi Üzerine ve Bitkilerin Nedenleri Üzerine adli yapitlariyla bu bilimin temellerini atmistir. Herophilos ise insan ve hayvan bedenlerini karsilastirmali olarak incelemistir.

f. Herophilos

Iskenderiye Okulu'nun ilk biyologlarindan olan Herophilos'un (M.Ö.280) hayvan ve insan vücudunu karsilastirmali olarak inceledigi söylenmektedir. Bu amaçla insan vücudunda disseksiyon yapmistir. Beyni sinir sisteminin merkezi olarak gören Herophilos'a göre, zekâ da burada bulunmaktadir.

Onun kullanmis oldugu anatomi terimlerinden bazilari bugün bile kullanilmaktadir. Mesela beynin arka tarafinda ana venlerin karsilastigi yere torcular demistir ki bu terim Herophilos torculari biçiminde bugün de geçmektedir. Herophilos, anatomi alaninda yapmis oldugu arastirmalar nedeniyle, anatominin babasi olarak taninmistir.

g. Cografya

Yeryüzünün çevresini ölçülmesine iliskin çalismalarin bu dönemde yogunlastigi ve Eratostenes ile Posidonios'un bu amaçla ölçüm yöntemleri gelistirdikleri görülmektedir.

* Archimedes

Archimedes hem bir fizikçi, hem bir matematikçi, hem de bir filozoftur. Archimedes'in mekanik alaninda yapmis oldugu buluslar arasinda bilesik makaralar, sonsuz vidalar, hidrolik vidalar ve yakan aynalar sayilabilir. Bunlara iliskin eserler vermemis, ancak matematigin geometri alanina, fizigin statik ve hidrostatik alanlarina önemli katkilarda bulunan pek çok eser birakmistir.

Archimedes'in en parlak matematik basarilarindan biri, egri yüzeylerin alanlarini bulmak için bazi yöntemler gelistirmesidir. Bir parabol kesmesini dörtgenlestirirken sonsuz küçükler hesabina yaklasmistir. Sonsuz küçükler hesabi, bir alana tasavvur edilebilecek en küçük parçadan daha da küçük bir parçayi matematiksel olarak ekleyebilmektir. Bu hesabin çok büyük bir tarihî degeri vardir. Sonradan modern matematigin gelismesinin temelini olusturmus, Newton ve Leibniz'in buldugu diferansiyel ve entegral hesap için iyi bir temel olusturmustur.

Archimedes Parabolün Dörtgenlestirilmesi adli kitabinda, tüketme metodu ile bir parabol kesmesinin alaninin, ayni tabana ve yükseklige sahip bir üçgenin alaninin 4/3'üne esit oldugunu ispatlamistir.

Ilk defa denge prensiplerini ortaya koyan bilim adami da Archimedes'dir. Bu çalismalarina dayanarak söyledigi "Bana bir dayanak noktasi verin Dünya'yi yerinden oynatayim." sözü yüzyillardan beri dillerden düsmemistir.

Archimedes, kendi adiyla taninan sivilarin dengesi kanununu da bulmustur. Söylendigine göre, bir gün Kral Ikinci Hieron yaptirmis oldugu altin tacin içine kuyumcunun gümüs karistirdigindan kuskulanmis ve bu sorunun çözümünü Archimedes'e havale etmis. Bir hayli düsünmüs olmasina ragmen sorunu bir türlü çözemeyen Archimedes, yikanmak için bir hamama gittiginde, hamam havuzunun içindeyken agirliginin azaldigini hissetmis ve "Buldum, buldum" diyerek hamamdan firlamis. Acaba Archimedes'in buldugu neydi? Su içine daldirilan bir cisim tasirdigi suyun agirligi kadar agirligindan kaybediyordu ve taç için verilen altinin tasirdigi su ile tacin tasirdigi su mukayese edilerek sorun çözülebilirdi.

Archimedes'in arastirmalarindan önce, tahtanin yüzdügü ama demirin battigi biliniyordu; ancak bunun nedeni açiklanamiyordu. Archimedes'in bu kanunu dogada tesadüflere yer olmadigini, her zaman ayni kosullarda ayni sonuçlara ulasilacagini göstermistir. Archimedes, yirmi üç yüzyil önce, modern bilimsel yöntem anlayisina çok yakin bir anlayisla, bugün de geçerli olan statik ve hidrostatik kanunlarini bulmus ve bu katkilariyla bilim tarihinin en büyük üç kahramanindan birisi olmaya hak kazanmistir.
__________________




Bostandere Ofline   Alinti Yaparak Cevapla
Eski 12-01-2006, 12:12 AM   #4
Bostandere
Forum Aşığı
 
Kayit Tarihi: Dec 2005
Mesajlari: 4,764
Teşekkür Etme: 111
Teşekkür Edilme: 1,308
Teşekkür Aldığı Konusu: 803
Üye No: 4863
Rep Power: 2992
Rep Puanı : 65437
Rep Derecesi : Bostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond repute
Cinsiyet :
Belirlenen Roma Döneminde Bilim

ROMALILAR DÖNEMINDE BILIM

M.Ö. 30 yilinda Romalilar Iskenderiye'yi ele geçirdiler ve bilinen Dünya'yi hâkimiyetleri altina aldilar. Eski ve yeni kentleri, yollarla ve köprülerle birbirlerine bagladilar ve Roma hukuku araciligiyla, idareleri altindaki genis eyaletlere öteden beri özlemi duyulan adaleti götürdüler.

Roma uygarligi, çift dilliydi. Aydin bir Romali, Latince'nin yaninda Yunanca'yi da bilmek mecburiyetindeydi; çünkü bilim ve felsefe yapitlari bu dille yazilmisti. Latince, Lucretius, Cicero, Virgilius ve Seneca gibi düsünürler vasitasiyla büyük bir sayginlik kazanmis ve klasiklesmisti; hatta Vitruvius, Celsus, Frontinus ve Plinius gibi Romali bilginler de bu dili kullanmislardi; ancak bilimsel etkinlikleri sürdürebilmeleri için yine de Yunanca'yi ögrenmeleri gerekiyordu. Dönemin en büyük iki bilgini olan Batlamyus ve Galenos, Yunanca konusuyor ve Yunanca yaziyorlardi. 14. yüzyilda Osmanli Türkleri de, bilim ve felsefe kaynaklarina ulasabilmek için Arapça ögrenmek mecburiyetinde kalmislardi. Bu nedenle Romalilar, Atina ve Iskenderiye basta olmak üzere, Imparatorlugun Dogu Eyaletleri'ne giderek Yunan dilini ögrendiler; Roma'da okullar açtilar ve bunlari Yunan bilginlerinin yönetimine biraktilar.

Fakat Romalilar hiçbir zaman Hellenik ve Hellenistik dönemlerde gösterilen basariyi gösteremediler. Bunun çesitli nedenleri olabilir; ama hepsinden önemlisi büyük bir ülkeyi yönetmek mecburiyetinde olmalaridir; dolayisiyla, bilimsel etkinlikten çok yönetsel etkinlige agirlik vermislerdir.

a. Doga ve Bilgi Felsefesi

Bu dönemde ahlak ve siyaset sorunlari gündeme gelmis ve insanin aile ve toplum içindeki yasantisini erdemli bir biçimde sürdürebilmesinin kosullari arastirilmistir.

b.Matematik

Bu dönemde daha önceki çalismalarin isigi altinda, Menelaus trigonometrinin, Diofantos ve Pappus ise cebirin gelisiminde önemli bir rol oynamislardir.

c. Astronomi

Bu dönemin ve Yeniçag'a kadar bütün dönemlerin en büyük bilgini Ptolemaios'tur ( Batlamyus). Ptolemaios Almagest'inde Yer Merkezli Evren Kurami'ni, Optik'inde ise Göz Isin Kurami'ni vermistir.

* Batlamyus

Iskenderiye okulunun son döneminde ortaya çikan en önemli bilgindir. (M.S. 85-165). “ALMAGEST” diye bilinen en büyük yapitina bir tür “astronomi ansiklopedisi” demek yanlis olmaz. Bu kitap, Kopernik ve Kepler’e kadar standart kaynak olma niteligini korumustur.Batlamyus’un sistemini matematik geometri üzerine kurmus, bu arada özellikle trigonometrinin gelismesine önem vermistir.

d. Fizik

Bu dönemde Lucretius varliklar dünyasini açiklamak için daha önce de savunulan Atom Kurami'ni gelistirmistir.

e. Cografya

Bu dönemde özellikle fizikî ve beserî cografya alanlarindaki çalismalar büyük ölçüde gelismistir. Plinius Doga Tarihi adli yapitinda daha önceki dönemlerde üretilen bütün bilgileri bir araya getiren bir ansiklopedi yazmistir.

f. Tip

Bu dönemde canli varligin yapisini açiklamaya yönelik girisimler sürmüs ve Galenos sonraki dönemlerde de yaygin biçimde kullanilacak olan Dört Salgi ve Dört Mizaç Kurami'ni gelistirmistir.

g. Teknik

Bu dönemde kent mimarisi üzerine yogun arastirmalar yapilmis ve Vitrivius Mimarlik Üzerine adli yapitinda mimarlikla ilgili bilgileri derlemistir.
__________________




Bostandere Ofline   Alinti Yaparak Cevapla
Eski 12-01-2006, 12:16 AM   #5
Bostandere
Forum Aşığı
 
Kayit Tarihi: Dec 2005
Mesajlari: 4,764
Teşekkür Etme: 111
Teşekkür Edilme: 1,308
Teşekkür Aldığı Konusu: 803
Üye No: 4863
Rep Power: 2992
Rep Puanı : 65437
Rep Derecesi : Bostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond repute
Cinsiyet :
Belirlenen Cumhuriyet Döneminde Bilim Tarihi ve Gelişmesi

CUMHURİYET DÖNEMİNDE BİLİM TARİHİ VE GELİŞMESİ
Prof. Dr. Esin KAHYA*

Bilim tarihinin tarihsel gelişimini anlatmadan önce ilkin bilim tarihi nedir? Sorusuna cevap vermek gerekir. Bilim tarihi basit bir tarifle bilimsel bilginin bir süreç içindeki gelişim ve değişimlerini, onları üreten toplumlardaki değişim süreçlerinin ışığında ele alıp değerlendiren bir disiplindir. Adından da anlaşılacağı gibi, bilim tarihi aslında iki disiplini kavrayıp kapsayan bir disiplindir. Bunlardan birisi bilim diğeri tarihtir. Bunlardan bilim, bilindiği üzere, doğayı, insanı ve toplum yapısını inceleyen disiplinlerden meydana gelen, belli bir yöntemi olan sistematik bilgi bütünüdür. Tarih ise, insanla başlayan tarihi süreç içinde olup biten olayları, çeşitli yazıları doküman ve muhtelif belgelere dayalı olarak inceleyen bir disiplindir.

Bilim tarihi ise bir disiplin olarak, konusu bilim olmakla birlikte, tarihi yöntemi kullanan, konuyu tarihsel olarak ele alan bir disiplindir. Ancak daha önce de ifade edilmiş olduğu gibi, bilim tarihçisi bilimsel olayları sadece kronolojik açıdan ele almaz, aynı zamanda, toplum içinde onun hangi şartlarda ortaya çıktığını ve hangi şartlarda geliştiğini de araştırır. Dolayısıyla, bilim tarihi sadece salt siyasi tarih ve siyasi olayları göz önünde bulundurmaz; bilimin seyrini, toplum değerlerini, yapısını ve genel olarak toplumdaki temel prensipler ve toplumu şekillendiren her türlü olayı da göz önünde bulundurarak değerlendirir. Bundan dolayı onun, başta felsefe olmak üzere, dinle ve sanatla olan bağlantısı inkar edilemez.

Tarih boyunca sanat, düşünce ve duyguların ifadesi olmuştur ve sadece estetik kaygılar taşımamış, hatta tersine, çoğu zaman doğal bir şekilde gelişmiştir. Basit ve çok bilinen bir örnek verecek olursak, on beşinci yüzyılda Rönesans hareketleri sırasında, sanatkarlar, doğayı daha iyi tanımak için yoğun bir çaba içine girmişler ve dolaylı olarak bitki, hayvan ve insan yapı ve fonksiyonlarını karşılaştırmalı bir şekilde incelemişler, ve canlının hareket prensiplerinden esinlenerek, cansız doğanın kurallarını belirlemeye çalışmışlardır. Leonardo da Vinci ve Michael Angelo bunun en güzel iki örneğidir. Leonardo kuşlardaki uçabilme özelliğini incelemiş, insanın da uçabileceğini iddia etmiş ve yapay kanat projelerini şekillendirmiştir. Yine aynı sanatkar, ilk deniz altı projelerini de öneren kişidir. Ancak bunları özel örnekler olarak değerlendiremeyiz; bu örnekleri, arkeolojik dönemlere kadar götürmek mümkündür. Biz ilk insanların kullandıkları kapkacak ya da hayat şekilleri, ne gibi bir teknik ya da bilim adına sahip oldukları bilgiyi mağara ya da kaya resimleri sayesinde öğreniyoruz. Böylece hem onların resim sanatı hem de bilim ve teknoloji adına ne ürettiklerini belirleyebiliyoruz.


Aynı şekilde, bilim ve din ilişkisi de bilim tarihçisi için göz ardı edilmemesi gereken bir husustur. Hemen her devirde bilim ve din arasında kaçınılmaz bir ilişki söz konusu olmuştur. Bu ilişki zaman zaman daha yüzeysel, daha yoğun olarak kendini hissettirmiştir. Örneğin, İslam Dünyasındaki bilimsel faaliyetin ilk yüzyıllarında özellikle bu etki çok yoğun olarak hissedilmiş; bilimsel çalışmayı, yeni ortaya çıkan İslam Dini adeta yönlendirmiştir. Bunun Doğuda da örnekleri vardır. Örneğin Buda, sadece zihniyet olarak yeni bir felsefenin doğuşunda etkin olmamış; bütün yaşam tarzını etkilemiş; bilimsel faaliyeti deyim yerinde ise adeta yönlendirmiştir. Hıristiyan Dini’nin de hiç de etkisiz olduğunu söylemek mümkün değildir. Özellikle de Ortaçağda bu etki kendisini yoğun bir şekilde hissettirmiştir.


Burada, kültürün temel taşları olan sanat ve dinle ilgili kısa açıklamalardan sonra, yine kısaca bilim felsefe ilişkisine göz atalım. Bilim ve felsefe ilişkisi, sanat ve dinle karşılaştırıldığında çok daha farklı, çok daha yoğun olarak kendisini ortaya koymaktadır. Hatta diyoruz ki, felsefenin olmadığı bir toplumda bilim adına pek bir şey yapılamaz; felsefe, bilimin adeta, deyim yerinde ise, üçüncü boyutu gibi görev yapar. Örneğin hala üzerinde çalışmalar yapılan Aristo felsefesini ele alacak olursak, onun temellerinin varlığın esaslarını açıklamaya yönelik olduğunu görmekteyiz. Maddenin özelliklerine ilişkin olarak vermiş olduğu hareketle ilgili açıklamalarının, on yedinci yüzyıla kadar hareket kuramları olarak benimsendiği bilinmektedir. Aynı şekilde, Aristo’nun kuramlarının evrende de geçerli olduğu kabul edilmiş ve Newton’un konuya ilişkin çalışmalarına kadar bu bilgiler bilim adamlarınca kabul görmüş; çalışmalarındaki teorik esaslar olarak değerlendirilmiştir.

Newton’un çalışmalarında da felsefenin etkisini izlemek mümkündür. Öyle ki, o yeni fiziğin temellerini atmış olduğu eserinin adını da Philosophie Naturalis Principia Mathematicae (Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri) olarak koymuştur.


Aynı örneği, on yedinci yüzyılda yaygın olarak benimsenen korpüskül teorisi için de yinelemek mümkündür. Aslında M.Ö. Demokritos’a kadar götürülen maddenin yapısının parçacıklardan meydana geldiği anlayışı, on yedinci yüzyılda bir grup bilim adamı tarafından korpüskül teorisi olarak yeniden ve de boyut kazandırılarak ele alınmıştır. Bunlar arasında Böyle, Mayow gibi bilim adamlarının yanı sıra, daha çok filozof olarak tanıdığımız kişiler de vardır; örneğin Descartes gibi. Bu görüş daha sonra sadece maddenin temel yapısının felsefi olarak bir değerlendirilmesi değil, bilimsel olarak da kabulü şeklini almış, canlı ve cansız her şeyin esasının aynı olup, parçacıklardan meydana geldiği öngörüsü Dalton’la anlam kazanarak, atom teorisi şeklinde ortaya çıkmıştır. Fizikte atom teorisi ve onunla ilgili ayrıntı şekillenirken biyolojide de hücre teorisi ile ilgili çalışmaların yoğunluk kazandığı izlenmektedir.

Buraya kadar verilen örnekleri artırarak gitmek mümkündür. Bu örnekleri şöyle toparlayabiliriz: bilim felsefesiz olmaz; bilim felsefe ile yandaştır; onlar birbirini destekler. Böylece, bilimin teorik boyut kazanmasında felsefenin rolünü yadsımamak gerekir
Nitekim son dönemde bilimsel bilginin felsefeyi sorgulaması, bilginin felsefi olarak ele alınıp, değerlendirilmesi sonucunda felsefesinin ortaya çıkışı bir tesadüf olmadığı gibi, iyi bir bilim felsefecisinin de bilim tarihi çalışanları arasından çıkışı da bir tesadüf değildir. Nasıl ki bilim adamı, kendi ilgilendiği disiplinin felsefi boyutunu bilmek durumunda ise, örneğin matematik ya da fizik çalışmalarında onların felsefi boyutunu da irdelemek zorunda ise, bilim felsefesi yapabilmesi için de bilimin tarih içinde geçirdiği serüvenleri; bilim adına yapılan çalışmaları bilmesi; onlar üzerinde tefekkür etmesi gerekir. Onun içindir ki, son dönem bilim felsefecileri diye tanıdığımız Thomas Kuhn ve Joseph Needham, aynı zamanda bilim tarihi konusunda da önemli çalışmalar yapmışlardır.

Bütün buraya kadar verilen bilgiye dayanarak, bilim tarihinin tıpkı bilimin kendisi gibi, felsefe ile iç içe olduğunu söylersek hiç de abartmış olmayız. Bilim tarihi bilmeksizin bilim felsefesi yapılamayacağı gibi, felsefe bilmeden de bilim tarihi yapılamaz.

Bilim felsefesi çalışmaları gibi, bilim tarihi de her ne kadar daha önce belli ölçülerde yürütülen çalışmalar olsa da, formal olarak, başlangıcı pek de eskiye gitmez, her ne kadar, bilim tarihinin kurucusu olarak kabul edilen George Sarton, konunun ele alınışını Aristo’ya kadar götürse de, bu disiplinin başlangıcı genellikle on dokuzuncu yüzyılda yayamış olan August Comte’la tarihlendirilir
Ancak, hemen biraz önce de belirtilmiş olduğu gibi, bilim tarihinin formal başlangıcı Amerika’da Harvard Üniversitesinde görevli Belçikalı bilim adamı George Sarton’la başlatılmış ve ilk resmi öğretim birimi olarak da ilk defa burada temellendirilmiştir
Aslında bilim tarihi ile ilgili çalışmalar, her ne kadar formal boyutta olmasa ve İslam Dünyasında da bu konudaki çalışmalar yirminci yüzyılın ilk yarısına rastlıyorsa da, bu konudaki temel eserler arasında İbn Nedim’in el-Fihrist ve İbn Ebi Useybia’nın Uyun el-Enba fi Tabakat el-Etıbba adlı eserleri gösterilirken, Osmanlı’da yazılmış, çeşitli şuara tezkereleri, Taşköprizade’nin Şekaik-i Nu’maniye2 adlı eseri (16. yy) ve çeşitli kişiler tarafından bu esere yapılmış zeyiller, Katip Çelebi’nin Keşfi’-Zünun3 adlı eseri örnek olarak verilebilir. Daha geç dönemlerde ise, Mehmed Süreyya’nın Sicill-i Osmani’si (H.1311) ve Bursalı Mehmed Tahir’in Osmanlı Müellifleri örnek olarak verilebilir. Yine bu paralelde olmak üzere, Salih Zeki de Asar-ı bakiye (İstanbul 1911) adlı eseriyle bu konudaki öncülerden biridir. Ancak, bilim tarihinin eğitim ve öğretiminin başlangıç çalışmalarının öncüsü ve Cumhuriyetin ilanından sonra bu konuda en bilinen yazar Adnan Adıvar olup, günümüzde hala onun Osmanlı Türklerinde İlim kitabı el kitabı olarak kullanılmaktadır. Ancak Türkiye’de bilim tarihinin bir disiplin olarak eğitim ve öğretiminin başlaması için 1943’lere kadar beklemek gerekmiştir.


Yukarıda söz konusu ettiğimiz çalışmalarda bunlardan ne kadarı gayesine uygun olarak yürütülmüştür, sorgulayalım. İlk adımda belki hiç biri denilebilir. Çünkü ele almış olduğumuz düşünürlerin eserlerinin hemen pek azında bilimsel bilgi ön plandadır ve bilimsel bilginin nispeten ön plana çıktığı çalışmalar daha çok on dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyıl başlarına rastlayan çalışmalardır. Halbuki belli ölçülerde de olsa hemen hemen bütün eserlerde tarihi bilgi verilmekte ve tarih yönteminin kullanıldığı gözlenmektedir. Dolayısıyla bu noktadan hareketle değerlendirdiğimizde, geniş açıdan bakmaya çalışarak bir ölçüde de olsa Osmanlılarda yazılmış olan ve yukarıda adlarını verdiğimiz eserlere ve burada söz konusu etmediğimiz benzerlerine, bilim tarihinin ilk eserleri diye bakabiliriz.


Genellikle, Cumhuriyetin ilanı 29 Ekim 1923 ise de, genel olarak Yeni Türk devletinin kuruluşu 23 Nisan 1920 tarihiyle belirlenir. Mustafa Kemal Atatürk bu tarihten itibaren, ilkin yeni ülkenin siyasi yapısını şekillendirmeye çalışmış; adım adım cumhuriyeti hazırlamıştır. Bu arada bilimle ilgili yapılanmanın da temellerini atmayı ihmal etmemiştir, çünkü onun ilkesi “hayatta en hakiki mürşid ilimdir”. Nitekim 22 Eylül 1924 tarihinde Samsun’daki İstiklal Ticaret Mektebi’ndeki konuşmasında şöyle söylemiştir:


“Dünyada her şey için maddiyat için, maneviyat için muvaffakiyet için en hakiki yol gösterici ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında kılavuz aramak gaflettir, bilgisizliktir; doğru yoldan sapmadır.” 4


Atatürk bu konuşmasından çok önce, henüz Cumhuriyet kurulmadan, 22 Ekim 1922’de Bursa’da yapmış olduğu bir toplantıda da düşüncelerini şöyle dile getirmektedir:

“Yurdumuzun en bayındır, en göz alıcı, en güzel yerlerini üç buçuk yıl kirli ayaklarıyla çiğneyen düşmanı mağlup eden zaferin sırrı nedir, bilir misiniz? Orduların sevk ve idaresinde bilim ve fen ilkelerinin kılavuz edinilmesidir... Milletimizin siyasi ve içtimai hayatı ile ulusumuzun düşünümsel eğitiminde yol göstericimiz bilim ve fen olacaktır. Türk milleti, Türk sanatı, Türk ekonomisi, Türk şiiri ile edebiyatı, okul sayesinde ve okulun vereceği bilim ve fen sayesinde bütün olağanüstü incelikleri ve güzellikleriyle oluşup, gelişecektir.”


Daha sonraki toplantılarda yapmış olduğu konuşmalarda da, Atatürk bilimin önemini vurgulamaya devam etmiştir. Bu bağlamda olmak üzere 26 Şubat 1923’de Salihli istasyonunda halka hitaben yaptığı konuşmasında, yukarıdaki görüşlerinden çok farklı olmayan, onları pekiştirir nitelikteki düşüncelerini dile getirmiş ve şunları söylemiştir:

“Memleketimizi kesinlikle koruyabilmek için alınacak önlemlerin en önemlisi ve ilki bilim ve irfan olacaktır. İşte şurada gördüğüm küçük okullular bilim ve irfan ordusunu oluşturacaklardır.”


Cumhuriyetin ilan edilmesinden sonra, bu konudaki görüş ve düşüncelerini daha hızlı bir şekilde uygulama alanına geçirmek isteyen Atatürk, 30 Ağustos 1924’de meşhur meydan savaşının yapıldığı yer olan Dumlupınar’da yapmış olduğu konuşmasında ise, bir ülkenin özgür ve bağımsız olabilmesi için ortaya koyduğu uygarlık ürünleri olması gerektiğini belirterek, şöyle demektedir:

“Uygarlığın yeni buluşlarının ve fennin harikalarının cihanı değişmeden değişmeye sürükleyip durduğu bir devirde yüzyılların eskittiği köhne zihniyetlerle, geçmişe kölece bağlılıkla varlığımızı devam ettirmemiz mümkün değildir.”


Nitekim, 1924’de İstanbul Darülfünunun İstanbul Üniversitesi olarak yeniden şekillendiğini görüyoruz. Ancak, büyük bir ihtimalle yüksek öğretimin o günkü durumu kendisini pek tatmin etmemiş olmalı ki, bu konuda yeni adımların atılmasını desteklemiş; hatta bizzat bu konuda önemli adımlar atılmasında önderlik etmiştir. Bu konu ile ilgili görüşleri, 1933 yılında Cumhuriyet Bayramında yapmış olduğu konuşmasında özetlenerek aşağıda verilmektedir:

“Türk milletinin yürütmekte olduğu gelişme ve uygarlık yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale müspet bilimlerdir.”


Buraya kadar verilen alıntılardan da anlaşılabileceği gibi, Atatürk için bilimin ve tekniğin bu ülkenin gelişmesinde ne derece önemli rolü olduğu konusundaki görüşlerini belirlemek mümkün olmaktadır. Sadece sözleri ile değil, yaptığı atılımlarla da, bu fikirlerini ne kadar gerçekleştirmek istediğini ispatlamaktadır.

Ulu Önder Atatürk 1933 yılında Üniversite reformu ve daha sonra yüksek öğrenimdeki yapılanma hareketleri sırasında, bir taraftan mevcut yüksek eğitim ve öğretim kurumlarının ataletten kurtulması ve çağdaş bir seviyeye ulaşması için önemli adımlar atarken, ve de bu bağlamda yeni birimler ve yeni ihtisas alanları oluşturulurken, bir taraftan da, yeni başkent Ankara’da yüksek öğrenim kurumlarının yapılanmasında ön ayak olmuştur. Bu bağlamda şekillenen kurumlar arasında 1936 yılında, Türk kültürünün köklerini ve Türk dilinin kökeni ve gelişimini incelemek üzere kurulan D.T.C.F. ve 1946 yılında kurulan Ankara Üniversitesi ve bu öğretim kurumuna bağlı olarak kurulan Tıp ve Fen Fakültelerini verebiliriz. Böylece, ilk defa Ankara’da bir üniversite kurulmuş oluyordu.


Türkiye’de bilim tarihi ile ilgili olarak öğretim başlamadan önce, İstanbul Üniversitesi’ndeki 1933 reformuna müteakip, yeniden yapılanmanın sonucu kurulan disiplinlerden birisi de Tıp Tarihidir. Bu disiplin bir ölçüde bilim tarihi çalışmalarına zemin hazırlamıştır ve bu dalda eğitim veren rahmetli hocamız Süheyl Ünver’dir (öl. 1987). Onun bu konuda yapmış olduğu çalışmaları görmemezlikten gelemeyiz. Öncelikli olarak meslek tarihi ve bir ölçüde deontoloji şeklinde gelişen derslerinin yanı sıra, yoğun bir yayın faaliyeti olan Süheyl Ünver hocamız, sadece tıp tarihi ile ilgili yayınları ile değil, aynı zamanda, bilim tarihi konusundaki çalışmalarıyla da bu konuda öncülük etmiştir. Süheyl Ünver iyi bir gözlemcidir; bulduğu her belgeyi dikkatle izlemiş; gördüğü her şeye bir tarihçi gözü ile bakmıştır. Süheyl Ünver Hocamız için herhalde birçok olumlu değerlendirilmeler yapılabilir, ancak onun en bilinen özelliği herhalde Türkiye’nin en verimli bilim adamı olmasıdır, çünkü hemen her şeyin tarihi açıdan bir belge olduğunu düşünen hocamız, aynı zamanda en kolay yazabilen bir kişi idi.5 Ayrıca çalışmalarını, çoğu zaman resimleriyle süslemiştir. Özellikle de yaptığı tezhiple de, sadece tıp tarihçisi olarak değil, sanat tarihi açısından da kültür tarihimizde ayrıcalıklı bir yere sahip olmuştur.


Onun yanında yetişen ve asistanı olarak görev alan, sırasıyla, Bedii şehsuvaroğlu’nun, Emine Atabek’in, Nil Sarı’nın, Rengin Dramur’un, Mebrure Değer’in, Ayten Altıntaş’ın ve İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin Çapa Tıp ve Cerrahpaşa Tıp Fakültesi şeklinde ayrılmasıyla oluşan birimlerden Çapa Tıp Tarihi ve Deontoloji kürsüsünde Bedii Şehsuvaroğlu’nun yanında yetişen Ayşegül Demirhan Erdemir’in, Nuran Yıldırım’ın, ve daha sonra, yine Çapa Tıp Fakültesine Almanya’daki eğitimini tamamlayarak gelmiş olan Arslan Terzioğlu’nun önemli katkıları olmuştur.

Genel olarak bir değerlendirme yapacak olursak, bu bilim adamlarının çalışmalarının daha çok son dönem Osmanlı tıbbı konusundaki çalışmalar üzerinde yoğunlaştıklarını söylemek mümkündür.



Ankara’da ise 1946’da Tıp Fakültesinin kurulmasından sonra, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinde olduğu gibi, Tıp Tarihi dersleri verilmeye başlanmıştır. Burada ise rahmetli hocamız Feridun Nafiz Uzluk (öl. 1973) dersler vermiştir. O da Süheyl Ünver gibi, bu disiplinin eğitim ve öğretimine önem vermiş ve bu konuda çeviri ve terkip niteliği taşıyan kitaplar yazmıştır. Feridun Nafiz Uzluk da, Süheyl Ünver gibi, tıp tarihini basit bir meslek tarihi niteliğinde görmemiş; tıp tarihi ile ilgili gelişmeleri ele alırken, bir bilim tarihçisi gibi konuyu ele almış; bilim adamı ya da hekimin hayatı, eserleri, çevre koşullarını da göz önünde bulundurmuştur. Onun da bilim tarihi ile ilgili yayınları bulunmaktadır. Ayrıca, yine o da mümkün olduğunca tarihi belge ve eski eserleri toplamaya gayret göstermiş olup, bilhassa Selçuklu Tarihine ayrı bir ilgi duymuştur.

Ondan sonra, Tıp Tarihi kürsüsündeki elemanlar olarak Yaman Örs, Fuat Göksel ve Berna Arda onun bıraktığı yerden devam ettirmişlerdir. Onların çalışmaları ise daha çok deontoloji ve tıbbi etik konusunda yoğunluk taşımıştır.


Bu arada, kurulan yeni fakülte ve açılan yeni üniversitelerde de tıp tarihi ve deontoloji bilim dalları ile eczacılık tarihi ihtisas dallarının açıldığını görmekteyiz. Bunlar arasında sırasıyla Ege Tıp Fakültesindeki Tıp Tarihi ve Deontoloji Ana Bilim Dalından söz edebiliriz. Buranın kurucusu ve halen hizmet veren Prof. Dr. Ali Haydar Bayat çalışmalarını Osmanlı tıp ve kültür tarihi ağırlıklı olarak yürütmektedir. Ayrıca Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesinde de Eczacılık Tarihi Ana Bilim Dalı, fakültenin kuruluşundan itibaren faaliyet göstermektedir. Burada halen Prof. Dr. Eriş Asil ve Prof. Dr. Sevgi Şar ve onların yeti.tirmi. olduğu elemanlar hizmet vermektedir.

Ayrıca GATA’da İlter Uzel tarafından kurulan Tıp Tarihi ve Deontoloji bilim Dalı’nın yanı sıra, Bursa’da Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesinde de kurulmuş olan Tıp Tarihi ve Deontoloji Ana Bilim Dalında, İstanbul Çapa Tıp Fakültesinden yetişmiş olan Prof. Dr. Ayşegül Demirhan Erdemir, Adana, Çukurova Tıp Fakültesinde, Prof. Dr. İlter Uzel görev yapmaktadır. Bunların yanı sıra, son olarak kurulan birimlerden biri olarak Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesindeki Tıp Tarihi ve Deontoloji birimini zikredebiliriz (Erdem Aydın).

Aynı paralelde olmak üzere, Ankara Üniversitesine 1946 yılında bağlanan Veteriner Fakültesinde 1944 yılından itibaren veteriner tarihi dersleri verilmeye başlanmış, 1950 tarihinden itibaren de Veteriner Tarihi ve Deontoloji Kürsüsü kurulmuştur. Buradaki dersleri, daha sonra bu konuda bir birim kurulmasını sağlayan Nihal Erk vermiştir.7 Nihal Erk, özellikle de kaynak eserler üzerindeki çalışmalarıyla daha önceki tarihlerdeki veteriner hekimlikle ilgili çalışmaları ortaya çıkarmaya çalışmıştır. Kendisinden sonra bu görevi Ferruh Dinçer üstlenmiştir.


Buraya kadar ki çalışmalar, daha çok bilim tarihinin kısımları diyebileceğimiz ve bilim tarihi çalışmalarının deyim yerinde ise, yukarıda da belirtildiği gibi, hazırlık çalışmaları niteliğindedir. İlk defa bilim tarihi derslerinin bu konuda ihtisas yapan bir kişi tarafından verilmeye başlanması için Aydın Sayılı’nın Amerika’dan dönmesini beklemek gerekmiştir.

Yukarıda da ifade etmiş olduğumuz gibi, Atatürk’ün bilime verdiği önemin yanı sıra, tarihin önemi üzerinde durduğu da bilinen bir gerçektir. Nitekim Türk Tarih Kurumu8 ve Türk Dil Kurumu’nu kurmak suretiyle bunu açık ve seçik olarak göstermiştir. Onun için bir ülkenin kültürü ve kültürün temel taşı olan dil ve tarihi çok büyük önem taşır. Bu konudaki düşüncelerini D.T.C.F.’yi kurarak Türk dilinin köklerini ve gelişimini karşılaştırmalı olarak incelenmesini sağlayarak somutlaştırmış Tarih ve Macarca kürsüsünü kurarak da, karşılaştırmalı olarak Türk tarihinin incelenmesine öncülük yapmıştır. TTK ve TDK ile D.T.C.F.’nin akademik olarak birlikte çalışmalarını ve Türk Dili ve tarihinin köklerini ortaya çıkarmalarını istemiştir.


İşte bu bağlamda olmak üzere, büyük önder Atatürk iyi yetişmiş tarihçilerin olmasını ve bu gaye ile, Ankara Erkek Lisesinde (bugünkü Atatürk Lisesi) sınavında hazır bulunduğu ve de çok beğendiği öğrenci Aydın Sayılı’nın iyi bir tarihçi olmasını istemiştir. Aslında su mühendisi olmak isteyen Aydın Sayılı onun adına Amerika’da Harvard Üniversitesine George Sarton’un yanına gönderilmiştir. Böylece bu disiplinin kurucusu olan George Sarton’un öğrencisi olmuş ve bilim tarihi konusunda çalışma olanağı elde etmiştir. Sonuç olarak, Aydın Sayılı, bu alanın dünyadaki temsilcisi olarak bilinen kişilerle de dönem arkadaşı olma imkanını bulmuştur.


Burada kısaca bilim tarihinin Türkiye’deki kurucusu olan Aydın Sayılı’yı tanıtalım. Aydın Sayılı 1913’de İstanbul’da doğmuş; ilk ve orta öğrenimini ülkesinde tamamladıktan sonra, yukarıda da işaret edilmiş olduğu gibi, Atatürk’ün önerisi üzerine devlet namına Harvard Üniversitesi’nde eğitimine devam etmiştir. Doktora çalışmalarını George Sarton’un yanında tamamlayan Aydın Sayılı, aynı zamanda, bu alanda Dünya’da ilk doktora yapan kişi ünvanını kazanmıştır. 1943 yılında ülkesine döndükten sonra, Aydın Sayılı D.T.C.F.’nin Felsefe Bölümünde öğretim elemanı olarak göreve başlamıştır. Onunla birlikte bilim tarihi dersleri Felsefe Bölümü ders programlarına girmiştir. Aydın Sayılı 1946’da doçent, 1952’de profesör ve 1958 yılında ordünaryüs ünvanını kazanmıştır. Bilim Tarihi Kürsüsünün kurulması ise 1952 yılına rastlar. Uzun yıllar TTK üyeliği ve kuruluşundan ölüm yılı olan 1993’e kadar başkanlığını yürüttüğü AKM’deki hizmetleri dışında, iyi bir öğretim üyesi ve dünya çapında bir araştırmacı olarak çalışmalarını sürdürmüştür. Aydın Sayılı 1957 yılında Uluslararası Bilim Akademisi üyeliğine seçilmiştir. 1973 yılında Polonyalı meşhur astronom Kopernik konusundaki çalışmaları dolayısıyla, Polonya hükümeti tarafından Kopernik madalyasına layık görülmüştür. 1977’de TÜBİTAK hizmet ödülü almıştır; 1980’de UNESCO uluslararası yazar-editör komitesine seçilmiş; 6 ciltlik Orta Asya Kültür Tarihi çalışmalarında yazar olarak fiilen çalışmıştır. 1990’da bütün bu çalışmaları göz önünde bulundurularak, UNESCO ödülü almıştır. Ayrıca 1981 yılında İstanbul Üniversitesi tarafından üstün hizmet ödülüne layık görülmüştür.


1983 yılında Ankara Üniversitesi D.T.C.F.’inden emekli olan Aydın Sayılı’nın konusuyla ilgili, daha çok birinci el kaynaklara dayalı olarak yaptığı değişik dillerde toplam yaklaşık 120 kitap ve makalesi bulunmaktadır.9

Onun belli başlı çalışmaları arasında, Observatory in Islam (Ankara 1960) ayrı bir yer taşır. O, burada sadece İslam Dünyasında kurulmuş ve belli düzeyde bilimsel çalışmalara olanak sağlamış olan gözlemevlerinden söz etmemiş, aynı zamanda, daha önce yeterince aydınlatılmamış olan bazı konulara da açıklık getirmiştir. Örneğin Memun zamanında Şam’da kurulan Kasiyun Gözlemevi’nin yerinin belirlenmesi gibi. Ayrıca, Semerkant, Gazan Han, İstanbul gözlemevleri hakkında da burada ayrıntılı bilgi bulmamız mümkün olmaktadır. Dünya literatüründe konusunda yapılan nadir eserlerdendir.


Onun önemli çalışmaları arasında yer alan Mısır ve Mezopotamyalılarda Matematik, Astronomi ve Tıp eseri de konusunda yazılmış temel eser niteliğindedir. Her ne kadar, bu kitap bir el kitabı niteliğini taşıyor ya da o gaye ile yazılmışsa da, konularda, özellikle de matematikle ilgili verilen ayrıntı ona bir inceleme eseri niteliği kazandırmaktadır. Eserde, Mısır ve Mezopotamyalılarda matematik, astronomi ve tıp ile ilgili bilgi verilmektedir.

Ayrıca Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı’nın bazı monografi niteliğindeki kitapları ile belli konularda yoğunlaşmış ya da genel ve spesifik konulardaki bilim tarihi araştırmalarını veren makaleleri bulunmaktadır. Bu araştırmalar arasında en önemlilerinden birisi, hocamızın hayranlık duyduğu bilim adamı ve düşünür Beyruni’dir.

Bu çalışmalarının yanı sıra, bilim-bilim tarihi-felsefe konularında yazılmış yazıları ile Atatürk’ün bilimle ilgili düşünceleri hakkında yazıları da vardır. Bu yazılarına ilave olarak, Milli Eğitim Bakanlığında bir yarışmaya da katılmış olduğu Hayatta En Hakiki Mürşid İlimdir adlı bir eseri de vardır. Bu kitabında hocamız Aydın Sayılı burada bize bilim anlayışını vermekte, bilim ve teknoloji arasında farklı belirlemektedir. Ona göre, bilim sürekli ilerleyen, sistematik bir bilgi birikimidir. Teknoloji ise daha çok günlük ihtiyaçlara dönük olup, bilimsel bilginin bir nevi uygulamasıdır. Dolayısıyla, eğer bilimsel çalışma olmaz, bilimsel bilgi ilerlemezse, teknoloji de ilerleyemez ve zaman içinde kendini tüketir. Bilimin ilerlemesi, teknolojiye yeni imkanlar hazırlar; ona gelişme olanağı sağlar.


Burada, Sayılı bilimin ilerlemesinin toplumun ilerlemesi ile paralel olduğunu vurgulamaktadır. Çünkü bilim toplumu şekillendiren öğelerden belki de en önemlisidir. Bilim sayesindedir ki, insan uygar olabilir, çünkü insan doğuştan uygar değildir; uygarlık tek tek başarılara sahnedir, halbuki kültür bütün sahneyi doldurur, çünkü dil, sanat, bilim, felsefe bir bütünlük içinde şekillenir, ve bunların hepsinde gelişim ve değişim eğitim ve öğretimde atılacak dikkatli adımlar sayesinde gerçekleşecektir.

Burada ilginç bir şekilde, günümüzde yoğun bir şekilde gündeme gelen bilimde etik konusu da ele alınmaktadır. Aydın Sayılı’ya göre, bilim adamı etik kurallara dikkat etmelidir, yani bilim toplum içindir, ve bilim insanı göz önünde bulundurmalı; onu ön planda dikkate almalıdır.



Aydın Sayılı çalışmalarıyla göstermiştir ki, bilim tarihi disiplininde araştırma yapabilmek için iki önemli nokta vardır:

1. Tarih yöntemini çok iyi kavramak
2. Belli bir düzeyde bilimsel bilgiye sahip olmak.

Aydın Sayılı, araştırmaların ana kaynaklara dayalı olarak yapılması gerektiğini düşünür; kendi çalışmalarında da bu hususa dikkat etmiştir. Bunun uygulamasının en güzel örneklerini onun makalelerinde görmek mümkündür. Örneğin İbn Sina’nın görme konusunda, eski görme teorisini kabul etmediğini, ve onun bu konuda daha çok İbn Heysem’in de desteklediği ışıklı ya da aydınlık ortamda görmenin mümkün olduğu teorisini benimsediği belirlenmektedir. Sayılı, bu saptamayı İbn Heysem ve İbn Sina’nın eserlerine dayanarak yapmıştır. Yine, İslam Dünyasındaki ilk hastanenin Türkler tarafından yaptırılmış olduğunu belgelere dayanarak göstermiştir.


Buna ilave olarak, yapılan araştırmanın aynı zamanda belli bir dönemi ve belli bir konuyu içermesi gerekir. Örneğin Abdülhamid b. Türk’ün cebir çalışmaları gibi. Dolayısıyla yukarıda da belirtilmiş olduğu gibi, bilim tarihçisi, ele alıp, incelemiş olduğu konuda belli bir temel bilgiye sahip olmak zorundadır.

Onun açıkladığımız esaslara dayalı olarak yapmış olduğu çalışmaları daha çok Türkler tarafından yapılmış çalışmalar üzerinde yoğunlaşmıştır.

Onun asistanlarından olan Sevim Tekeli (doğum 1924-?) Bilim Tarihi Kürsüsünün ilk asistanıdır. Aydın Sayılı’nın bilim tarihi ile ilgili daha çok fizik, matematik, astronomi konuları üzerinde yoğunlaşmasına karşın, onun çalışmaları daha çok astronomi ve de Osmanlılar üzerinde yoğunlaşmıştır. 1992 yılında emekli olan Prof. Dr. Sevim Tekeli, astronomi tarihi ile ilgili çalışmalarının yanı sıra, Bizans bilimi ve Bizanslıların bilime katkısı olup olmadığı konusu ile ilgilenmiş ve aslında, zannedildiği gibi, Bizans’ın bilime pek de katkı yapmadığını ve Fatih’in İstanbul’u zaptettiği dönemde Bizans’ta bazı muhtasar eserlerin dışında, bilim adına pek de çalışma olmadığını, Batı kaynaklarına dayanarak göstermiştir.


Halen Ankara Üniversitesi D.T.C.F.’de Bilim Tarihi Ana Bilim Dalı Felsefe Bölümünde bir birim olarak varlığını sürdürmektedir. Ana bilim dalında Prof. Dr. Esin Kahya, Prof. Dr. Melek Dosay, Doç. Dr. Remzi Demir, Doç. Dr. H.G. Topdemir, Yar. Doç. Dr. Yavuz Unat ve Dr. Ayten Koç Aydın görev yapmaktadır. Onlardan Esin Kahya daha çok kimya ve biyoloji tarihi ve özellikle de tıp tarihi konularında çalışmalar yapmaktadır. Melek Dosay matematik, Remzi Demir, son dönem Osmanlı kültür eserleri, H.G. Topdemir fizik tarihi ve bilim felsefesi, Yavuz Unat astronomi ve teknoloji tarihi, Ayten Koç Aydın ise kimya tarihi konusunda yoğunlaşmıştır.

ODTÜ, Fen-Edebiyat Fakültesinde, her ne kadar müstakil bir ana bilim dalı şeklinde olmasa da, 1970’li yıllardan itibaren, özellikle de Fizik profesörü Feza Gürsey’in önerisi ile, bilim tarihi dersleri verilmeye başlanmış ve bu dersler, Prof. Dr. Sevim Tekeli tarafından verilmiştir. Daha sonra, D.T.C.F. mezunu olup, Amerika’da doktora yapmış olan Cemil Akdoğan, yurda dönüşünde ODTÜ’de görev almış ve orada Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünde bilim tarihi ve bilim felsefesi dersleri vermiştir. Ancak 1996 yılında emekli olarak Malezya’ya gidip orada, Kualumpur’da, konusunda ders vermeye devam etmektedir.


ODTÜ’de bilim tarihi elemanlarından biri de, 1989 yılında D.T.C.F. Felsefe Bölümünde bilim tarihi doktorası yapan Şehabeddin Demirel olup, ODTÜ Felsefe Bölümüne geçmiş ve, orada Cemil Akdoğan’la birlikte bilim tarihi derslerini yürütmüştür. Ancak 1996 yılında onun da ayrılmasıyla, oradaki dersleri, Ankara Üniversitesi D.T.C.F Felsefe Bölümü’nden giden öğretim elemanları yürütmüştür. Bunlar sırasıyla Profesör Dr. Esin Kahya, daha sonra Prof. Dr. Melek Dosay ve Doç. Hüseyin Gazi Topdemir’dir.

Türkiye’de ikinci bilim tarihi ana bilim dalı 1984 yılında Ekmeleddin İhsanoğlu tarafından kurulmuştur. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümüne bağlı olarak kurulan bu ana bilim dalına daha sonra, İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesinde doktora çalışmalarını tamamlamış olan Feza Günergun ve daha sonra da Mustafa Kaçar asistan olarak alınmıştır. Ekmeleddin İhsanoğlu temel eğitim olarak kimya eğitimi görmüş olup, bilim tarihi Profesörü olarak İstanbul Üniversitesindeki göreve atandığında, IRCICA’da genel sekreter olarak çalışmaktaydı. Onun ilgi alanı, daha çok Osmanlılardaki bilimsel çalışmalar olmuştur. Feza Günergun teknoloji tarihi ile ilgilenmiştir; Mustafa Kaçar da aynı şekilde, daha çok Osmanlılardaki teknolojik gelişimlerle ilgili çalışmalar yapmıştır. Daha sonra ana bilim dalına, sırasıyla İhsan Fazlıoğlu ve Aysu Albayrak asistan olarak katılmışlardır.


İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümüne bağlı olarak kurulan ana bilim dalı 1989’da bölüm haline getirilmiştir. Bilim Tarihi Bölümünde 2 ana bilim dalı vardı: 1. Genel Bilim Tarihi Ana Bilim dalı; 2. Türk Bilim Tarihi Ana Bilim Dalıdır. 1999’a kadar bölüm olarak müstakil öğretim faaliyetini sürdüren Bilim Tarihi Bölümü, yeni bir kararla, yeniden İstanbul Üniversitesinde Felsefe Bölümüne bağlı bir ana bilim dalı haline getirilmiştir.

1982 yılından sonra, YÖK’ün kurulmasını izleyen yıllarda kurulan ve üniversitelerde fen-edebiyat fakültelerinde ders programlarına ve bazı lise seviyesindeki okulların ders programlarına bilim tarihi dersleri konmuştur. Programlarına bilim tarihi dersi konan üniversiteler arasında en gelişmiş anlamda uygulamanın yapıldığı üniversiteler Gazi Üniversitesi (Fen-Edebiyat Fakültesi ve Eğitim Fakültesinde), İstanbul Teknik Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi, Ankara Üniversitesi- Fen Fakültesi, Eskişehir Anadolu Üniversitesi- Fen-Edebiyat Fakültesi ve Osman Gazi Üniversitesi- Fen-Edebiyat Fakültesi sayılabilir. Bazı üniversitelerde ise doktora seviyesinde bilim tarihi dersleri konmuştur. Hacettepe Üniversitesi- Tıp Fakültesi, Ankara Üniversitesi- Tıp Fakültesi, Boğaziçi Üniversitesinde bu uygulama yapılmaktadır.


Bütün bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, bilim tarihi, bir disiplin olarak, diğer birçok disipline göre, örneğin felsefeye göre, deyim yerinde ise, bir bebek disiplindir, ancak yukarıda verilen açıklamalardan da anlaşılacağı gibi hızla gelişen bir disiplindir. Bu hızlı gelişme sadece Türkiye’de izlenmemektedir, aynı zamanda bütün dünyada hemen hemen durum aynıdır. Genellikle bilim tarihi ana bilim dalı seviyesinde eğitim ve öğretim yaptırmaktadır. Amerika’da sayın hocamız Aydın Sayılı’nın doktorasını yaptığı Harvard Üniversitesi bunun dışındadır. Orada öğrenim bölüm seviyesindedir. Dünyanın hemen hemen bütün saygın üniversitelerinde bilim tarihi derslerinin verilmekte olduğunu biliyoruz. Bunlar arasında, İngiltere’deki Cambridge ve Oxford Üniversitelerini de sayabiliriz.


Sonuç olarak diyoruz ki, çağdaş dünyayı yakalamaya çalışan Türkiye’de bilim tarihinin kültürümüzün temellerini anlamamızda ve felsefe bilim ilişkisini kavramamızda önemli katkıları olacağı kesindir. Nitekim bunun farkında olan bilim ve düşün adamları bu disipline ilgi duymakta ve özellikle de ilerleyen yaşlarında bu disipline doğru kayma eğilimi göstermektedir. Bunun en somut örneklerinden birisi, Cumhuriyet dönemi meşhur matematikçilerimizden Cahit Arf’tir. Yine bir başka örnek olarak da Erdal İnönü’yü verebiliriz.

Niçin bilim tarihi önemlidir? Bilim tarihi bilimsel merakın doğmasına yardımcı olur. Aynı zamanda bilim tarihi bir ülkenin kültürünün objektif olarak değerlendirilmesinde en önemli ölçüttür. Bilimin tarihteki ve halihazırdaki durumuna bakarak bir ülkenin gelişim süreci hakkında karar verebiliriz. Çünkü kültürün bir kolu olan felsefe yoruma açık bir disiplindir. Aynı şekilde sanatda subjektif bir disiplindir. Kültürün bir başka kolu olan din ise dogmatik bir disiplin olup, bir ülkenin gelişim süreci hakkında değerlendirme yapmamıza olanak vermez. Bilim ise kesin sonuçlarıyla toplumun nerede olduğunu; gelişip gelişmediğini açık ve seçik olarak gösterir.


Dolayısıyla bilim tarihi tarihte nerede olduğumuzu ve yakın tarihte nereye geldiğimizi son derece açık olarak bize gösterir. Örneğin bundan 10 sene önceki bilimsel faaliyetler ne seviyede idi ve bugün hangi seviyededir. Baktığımız zaman aradaki fark bize bilim adına katettiğimiz yolu gösterecektir.
__________________




Bostandere Ofline   Alinti Yaparak Cevapla
Eski 12-01-2006, 12:18 AM   #6
Bostandere
Forum Aşığı
 
Kayit Tarihi: Dec 2005
Mesajlari: 4,764
Teşekkür Etme: 111
Teşekkür Edilme: 1,308
Teşekkür Aldığı Konusu: 803
Üye No: 4863
Rep Power: 2992
Rep Puanı : 65437
Rep Derecesi : Bostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond repute
Cinsiyet :
Belirlenen Ortaçag'da Bilim

ORTAÇAGDA BILIM

A. ORTAÇAG HIRISTIYAN DÜNYASI'NDA BILIM


Eskiçag ile Yeniçag arasinda kaldigi için Ortaçag olarak adlandirilmis olan bu dönemin baslangiç ve bitis tarihleri kabaca 4. ve 14. yüzyillar olarak belirlenmis ve arada kalan bin yillik dönem birbirlerinden az çok farkli özellikler sergiledikleri için üç kisma bölünmüstür: 4. ve 10. yüzyillar arasi Erken Ortaçag 11. ve 12. yüzyillar arasi Yüksek Ortaçag ve nihayet 13. ve 14. yüzyillar arasi ise Geç Ortaçag olarak adlandirilmaktadir.

Ortaçag düsüncesinin belirgin özelliklerinden birisi, dinî ögretilere dayanan dinsel bakisin ön plana çikmasidir; ancak düsüncede dinîlesme Yahudilik ve Hiristiyanlik gibi dinlerin ortaya çikmasi veya güçlenmesi ile baslamamistir; kökleri Hellenistik Dönem ve Roma Dönemi felsefelerine ve özellikle de Yeni Platonculuk'a ve Stoacilik'a kadar geri götürülebilir.

Yunan düsüncesinde böyle bir egilimin güçlendigi yillarda Hiristiyanlik'in dogmasi ve yayilmasi, öyle anlasilmaktadir ki düsüncede dinîlesme sürecine büyük bir ivme kazandirmis ve Hiristiyanlik'in Romalilar tarafindan resmî bir din olarak benimsenmesi sonucunda dinî düsünce dinî olmayan düsünceyi giderek etkisiz hale getirmistir.

Hiristiyanlik'in ortaya çiktigi yillarda, iki farkli dünyanin, yani Sâmî Dünyasi ile Yunan-Roma Dünyasi'nin dinî ve felsefî birikimlerinin uzlastirilmasi gerekmistir; aslinda bu, inançlilar açisindan bakildiginda kaçinilmaz bir görevdir; çünkü Roma Imparatorlugu'nu olusturan bu iki önemli gelenegi, uygun bir biçimde kaynastirmadan toplumsal düzeni saglamak ve dolayisiyla kamusal yönetimi sorunsuz bir biçimde gerçeklestirmek olanakli degildir. Burada baskin olan veya süreç içerisinde baskinlasan birikim, Sâmî Dünyasi'nin birikimidir; bu nedenle Yunan-Roma birikimi, oldugu gibi benimsenmemis, Hiristiyanlik'in ilkeleri ile bagdasabilen veya bagdasmasa da bagdasirmis gibi gösterilebilen Platon ve Aristoteles felsefeleri kismen alinmis, digerleri ise atilmistir.

Düsüncede dinîlesme sürecinin sonunda, Eskiçag'in ilk dönemlerinde yürürlükte olan "dogru bilgi arayisi", son dönemlerinde ve bütün Ortaçag'da yerini "dogru davranis arayisi"na birakinca, ister istemez bilimsel etkinlik ve buna bagli olarak bilim de degerini ve önemini yitirmistir; çünkü surasi açiktir ki bilimsel etkinligin ürünü olan bilimsel bilgi, praxis ile ilgili degil, theoria ile ilgilidir ve dolayisiyla bir insanin nasil davranmasi gerektigine iliskin herhangi bir yargi içermez.

Ortaçag'da bilim, çesitli nedenler yüzünden ve en çok da yukarida belirtmis oldugumuz neden yüzünden Bati Dünyasi'nda eski degerini yitirmistir ama tamamen unutulmamistir; bilimin unutulmasi veya tarihin herhangi bir döneminde herhangi bir toplum içinde tamamen islevsiz kalmasi olanaksiz görünmektedir; çünkü hem insan aklinin isleyis biçimi ve hem de insan toplumlarini gündelik gereksinimlerini gidermeye yönelik eylemleri, su veya bu biçimde, su veya bu miktarda bilimsel etkinligi kaçinilmaz kilmaktadir.
Ortaçag'da da böyle olmus, Yunanlilarin bilimsel bilgi birikimlerinin hiç degilse bir kismi, Yedi Özgür Sanat içine giren Quadrivium (Dörtlü: aritmetik, geometri, astronomi ve müzik) dersleri arasinda manastir ve kilise okullarinda okutulmus ve ögretilmistir; ancak Bati Dünyasi açisindan bakildiginda, bilimsel bilgi birikimine önceki ve sonraki dönemlere nispetle önemli bir katkida bulunulmadigi ve bilinenlerin büyük bir kisminin tamamen unutuldugu da dogrudur.

Ortaçag'da din, felsefe ve bilim alanlarindaki düsünsel etkinlikler, kutsal kitaplar ile otoritelerin yapitlari tarafindan yönlendirilmistir ve Özellikle Aristoteles'e karsi büyük bir güven duyulmus ve akil ve inanç uzlastirmasina yönelik çalismalarda Platon'dan ziyade Aristoteles muhatap olarak görülmüstür. Albertus Magnus ile ögrencisi Thomas Aquinas gibi son dönem Hiristiyan felsefesinin önde gelen iki büyük ismi ise Aristotelesçidir ve Katolik Kilisesi'nin resmî felsefesini olustururken bu filozofun izinden gitmislerdir.

Ortaçag'in son dönemlerinde Aristoteles mantik ve doga bilimlerinde bir otorite olarak görülmüs ve degerlendirilmis ve bilimsel arastirma, Aristoteles'in yapitlari üzerinde veya bu yapitlarda betimlenmis olan kuramlar çerçevesinde yürütülmüstür. Gökbilim ve evrenbilimde Ptolemaios'un, insanbilimlerinde ise Galenos'un otoritesi tartisilmazdir.

Ortaçag Hiristiyan Dünyasi'ni anlatirken çok sik kullanilan skolastik, yani scholasticus terimi, Latince schola (okul) sözcügünden gelmektedir ve "okulcu" anlamini tasimaktadir. Ortaçag'daki bütün düsünsel etkinlikler, bu sifatla nitelendirilmistir; çünkü bu etkinlikler, Ortaçag'da ruhbanlari yetistiren manastir ve katedral okullarinda yürütülmüs ve gelistirilmistir.

Dinî, felsefî ve ilmî etkinlikleri yönlendiren Skolastik Yöntem, bir Fransiz düsünürü olan Petrus Abaelardus'un Sic et Non (Evet ve Hayir) adli yapitinda açik bir biçimde anlatilmistir. Ona göre, bu yöntemde din ve felsefe otoritelerinin düsünceleri karsi karsiya getirilir; uzlastiklari ve uzlasmadiklari noktalar belirlenir ve sonra da otoritelerin aslinda uzlasmakta olduklari gösterilmeye çalisilir.

Bu uzlastirma islemi, gerçekte pek de kolay degildir; ayni konuyu açiklamaya çalisan uzlasmaz görüsler karsisinda, Ortaçag düsünürleri çogu kere çaresiz kalmislardir; meselâ Evren'in yasi sorununu ele alalim: Acaba Evren, Aristoteles'in belirttigi gibi ezelî ve ebedî midir, yoksa kutsal kitaplarin bildirdigi gibi belirli bir anda Tanri tarafindan 7 gün içinde yaratilmis midir? Bu iki görüsü, birbirleriyle uzlastirmak olanaksiz gibi görünmektedir; öyleyse bunlardan biri veya digeri seçilmelidir; ama hangisi seçilecektir? Çünkü hangisi seçilirse seçilsin, seçilmeyenin inandiriciligi ve otoritesi sarsilacaktir. Iste Ortaçag düsünürleri, en büyük düsünsel sikintilari ve bunalimlari, uzlastirma ilkesini benimsemis olmalarina ragmen, bu tür uzlasmaz görüslerle karsilastiklarinda yasamislardir.

Ortaçag düsüncesi, bütüncüldür; yani anlamlandirma girisimlerini, varligin belirli bir bölümüne veya belirli bölümlerine degil, bütün varliga yöneltmistir; Tanri ya bütün varligin yaraticisi ve yöneticisi (varolus nedeni) ya da bütün varligin bizzat kendisi olarak algilandigindan, düsünsel arastirmalarin konusunu, dogrudan dogruya Tanri olusturur.

1. Erken Ortaçag

Romalilarin dini çok tanrili, ilkel bir dindi ve Romalilar, bir kimsenin birkaç dine birden girmesinde hiçbir sakinca görmüyorlardi. En önemli tanrilari, bir savas tanrisi olan Mars'ti; bir savas kazandiklarinda bu Tanri için törenler düzenlenir ve bütün Roma halki bu törenlere katilirdi.

Hiristiyanlik Ortadogu'da ortaya çikti ve kisa bir süre içinde, yerel dinler için büyük bir tehlike olusturmaya basladi; çünkü Hiristiyanlarin baska bir dine girmeleri yasakti ve bu yasak, Roma Imparatorlugu'nun birlik ve bütünlügünü bozuyordu. Iste bu nedenle Hiristiyanlik'i kabul edenler, önceleri tutuklandilar; büyük iskencelere ugradilar; ancak Hiristiyanlik, yüzlerce yildan beri ihmal edilmis olan yoksul kitleler arasinda süratle benimsendigi için yayilmasini sürdürdü.

Diger taraftan, Roma Imparatorluk'u, bir çöküs süreci içine girmis ve Kuzey'den gelen kavimlerin saldirilari sonucunda siyasî gücünü yitirmeye baslamisti. Yöneticiler, devleti kurtarmak için, bir süre sonra Hiristiyanlarla anlasmak mecburiyetinde kaldilar ve Imparator Konstantin, 312 yilinda Hiristiyanlik'i Roma'nin resmi dini olarak kabul etti. 326'da, Imparatorluk'un baskentini, Roma'dan Byzantion'a tasidi ve sonradan Konstantinopolis (Istanbul) adiyla taninan bu sehirde yeni bir medeniyet merkezinin temellerini atti.

Bu tarihten sonra, Yunan ve diger Ortadogu dinlerinin direnmesine ragmen, Kilise gittikçe genisledi ve güçlendi; ancak birtakim hizipler birligini ve bütünlügünü tehlikeye sokuyordu. Tevhid ve teslis inançlariyla ilgili olarak farkli görüsler ortaya çikti.

Isa'nin dogasina iliskin tartismalar zaman içinde daha da gelismis ve sonuçta birbirlerine karsit görüsler ortaya çikmistir. Hiristiyanlik bölünmeye basladi.

Büyük bir gelisme göstermis olan Hellenistik bilimi ve felsefesi karsisinda, kendi inançlarini savunmanin güç oldugunu gören Hiristiyan din adamlari, Yunan uygarliginin kalintilarini silmeye çalistilar. Hosgörüden yoksun Kilise Babalari, kendi alanlarinin disina çikarak, Hiristiyanlik adina bilim ve felsefeye saldirdilar ve din, bilim ve felsefe çatismalarina yol açtilar. Dogaya yönelik arastirmalarinda, akil ve bilimin rehberligi yerine Kutsal Kitab'in rehberligine sigindilar; meselâ Yunan astronomlarinin yüzyillar boyunca olusturduklari bilimsel bilgi birikimini bir yana iterek, Yeryüzü'nün bir tepsi gibi düz olduguna ve yarimküre veya çadir biçimindeki Evren ile çevrelendigine inanmaya basladilar.

Tedavi amaciyla hastaneler açmislar; ancak bilimsel tedavi unutulmus ve bunun yerini dinî tedavi almistir. Din adamlari, kutsal bir güce sahip olduklarini ve dua yoluyla hastalari iyilestirebileceklerini savunmuslardir.

Yeterince güçlendikten sonra, Yunan bilimini temsil eden kisilere ve kurumlara yöneldiler. Hypatya adli bir kadin matematikçiyi, Iskenderiye Kilisesi'nde öldürdüler (415) ve Iskenderiye Kütüphanesi'ni yaktilar. Daha sonraki yüzyilda ise Yunan bilim ve felsefesinin son isigi olan Akademi'yi kapattilar (529).


Bu dönemin bilim tarihi açisindan en önemli gelismeleri, üniversitelerin ve bilim ve felsefe ile yakindan ilgilenen tarikatlarin kurulmus olmasidir.

* Üniversitelerin Kurulusu

Dokuzuncu ve on ikinci yüzyillar arasinda yüksek egitim ve ögretim, katedral okullarinda yapiliyor ve papazlar tarafindan yürütülüyordu; Skolastik Düsünce bu okullarda üretilmis; on ikinci yüzyil sonlarinda üniversiteler ortaya çikincaya kadar bu okullar Bati'daki en önemli kültür merkezleri konumunda olmuslardir. Bilimsel konulara karsi entelektüel ilgi buralarda olusmus ve çeviri etkinligine bagli olarak gitgide gelismistir.

Eski bilgelige karsi duyulan saygi büyük bir sekilde artmistir; ancak, zamanla bu dinî egitim ve ögretim kurumlari eski önemlerini yitirdiler ve bunlarin yerine baska bir kurum ortaya çikti.

1000 yilinda, Italya'nin Bologna sehrinde, hukuk ögrenmek isteyen ögrenciler, kendilerine bir çesit ögrenci loncasi kurdular ve bu loncaya da Universitas adini verdiler; bir yüzyil sonra, Bologna Üniversitesi'ne tip ve felsefe fakülteleri de eklendi.

Bu üniversiteyi, Oxford, Cambridge, ve Paris Üniversiteleri izledi. Her üniversite, ilâhiyât, kilise hukuku, tip ve genel meslekler olmak üzere dört bölümden olusmus ve ögretim üyeleri yine din adamlari olmustur. Hemen tüm programlarda dersler iki ana guruba ayrilmistir: birinci grup Trivium (Üçlü) olarak adlandirilir ve gramer, retorik ve diyalektikten olusur; ikinci grup ise Quadrivium (Dörtlü) olarak isimlendirilir ve aritmetik, geometri, müzik ve astronomiden olusur. Daha sonra, bu bölümlere, felsefe ve mantigin yüksek kisimlari da ilave edilmistir.

* Fransisken ve Dominiken Tarikatlari

Bu dönemde, üniversitelerin yanisira, bilimin gelisimini büyük ölçüde etkilemis olan iki manastir düzeninin, yani tarikatin da ortaya çiktigi gözlenmektedir. 1209'da Fransisken Tarikati (Gri Kardesler), 1215'de ise Dominiken Tarikati (Siyah Kardesler) kurulmustur. Baslangiçta her iki tarikat da dinsel amaçlara sahiptir; ancak giderek birincisi bilime, ikincisi ise felsefeye yönelmistir.

Bilimin gelismesinde özellikle Fransiskenlerin büyük bir rolü olmustur. Bunlardan Robert Grosseteste ve John Peckham daha çok fizikle ilgilenmisler ve büyük Müslüman optikçisi Ibnü'l-Heysem'i izleyerek optik üzerine çesitli yazilar yazmislardir.

* On Ikinci Yüzyil Rönesans'inin Dogusu ve Etkileri

Sekizinci ve dokuzuncu yüzyillarda Müslümanlar, Yunanlilarin bilimsel bilgi birikimlerinin büyük bir bölümünü Arapça'ya aktarmislar ve yapmis olduklari çalismalarla bu birikime önemli katkilarda bulunmuslardir. Hiristiyanlar ise, uzun bir süreden beri içlerine kapanmislar ve Dünyevî sorunlarin çözümünde gelismemis ansiklopedik bilgilerle yetinmeyi yeterli görmüslerdir. Bu arada bazi çeviriler yapmislar, ama bunlar nicelik ve nitelik itibâriyle bir Hiristiyan Uyanisi'ni gerçeklestirebilecek düzeye ulasmamistir. Bilime ve dogaya yönelmeleri için uyarilmalari gerekmis ve bu uyarilma süreci ise çeviriler yoluyla baslamistir.

On birinci ve on ikinci yüzyil baslarinda özellikle bilim ve felsefeye olan ilgi yogunlastikça, geleneksel ögretinin yetersiz oldugu görüsü hâkim olmus ve bilim adamlari geçmisin mirasina ulasmak için harekete geçmislerdir. On ikinci yüzyil boyunca Arapça'dan Latince'ye yogun bir sekilde çeviriler yapmislar ve on üçüncü yüzyilda Islâm biliminin ve felsefesinin önemli bir bölümünü Latince'ye kazandirmislardir.
On ikinci ve on üçüncü yüzyillarda yapilmis olan bu çeviriler olmasaydi, Ortaçag zihniyeti asilamaz ve on yedinci yüzyildaki Bilim Devrimi gerçeklestirilemezdi. Ancak, bu çeviriler sonucunda aktarilan bilimsel bilgi birikimi o denli büyük olmustur ki ilkin özümsenmesi gerekmis ve bu özümseme islemi bütün on üçüncü ve on dördüncü yüzyillar boyunca sürmüstür.

Öyleyse, Müslümanlar yalnizca bilimsel düsünce gelenegini korumakla ve sürdürmekle kalmamislar, bu düsüncenin Avrupa'da yeniden canlanmasinda da etkin bir rol oynamislardir.
On ikinci yüzyil aslinda bir geçis çagidir ve bu çagda Akdeniz'i çevreleyen Islâm, Hiristiyan ve Yahudi Dünyalari önceki yüzyillara oranla çok daha siki bir bag kurmuslar ve birbirlerini karsilikli olarak etkilemislerdir; ancak bu dünyalar arasinda en belirleyici ve en etkin olani kuskusuz ki Islâm Dünyasi'dir; digerleri sürekli olarak onu sömürmeye ve ondaki bilgileri ve becerileri kendi bünyeleri içine alarak sindirmeye çalismislardir. Bu ugras o kadar canlidir ki bu nedenle bilim tarihçileri bir 12. Yüzyil Rönesans'indan söz ederler.

Öyleyse, bu dönemde büyük bir yeginlik ve yogunluk kazanan Bati Ortaçag Dünyasi'ndaki düsünsel ugrasinin en temel özelligi bilime katki degil, çeviriler yolu ile eski ve yeni kültürlerin aktarilmasidir. Bati kültürünü olusturan ilmî ve felsefî bilgiler, Batililarin yapmis olduklari arastirmalarin bir sonucu degil, Arapça'dan yapilan çevirilerin bir sonucudur.

3. Geç Ortaçag

Bu dönemin en önemli çalismalarinin hareket fizigi ile ilgili oldugu görülmektedir; Aristoteles'in hareket kurami tartisilmis ve dogrulugu matematiksel yoldan kanitlanmaya çalisilmistir.

a. Doga Ve Bilgi Felsefesi

Hiristiyanligin ortaya çikisindan sonra din-bilim çatismasi gündeme gelmis ve Yunan ve Roma Dönemlerindeki bilimsel çalismalar kesintiye ugramistir. Augustinus, Albertus Magnus, Thomas Aquinas gibi Hiristiyan düsünürlerinin amaci Yunan bilgi birikimi ile Kitab-i Mukaddes'teki bilgi birikimini uzlastirmak ve kaynastirmak olmustur. Böylece dogal nesneler ve olgular açiklanirken dogaüstü güçleri kullanma egilimi yeniden ortaya çikmistir.

* Albertus Magnus

Albertus Magnus (1207-1280) Dominiken tarikatina girmis ve Aristoteles'i ve Fârâbî, Ibn Sînâ, Ibn Rüsd ve Ibn Tufeyl gibi Müslüman filozoflarin Aristoteles felsefesine iliskin yorumlarini ögrenmistir; daha sonra bu yorumlara dayanarak Hiristiyan inançlariyla bagdasabilecek yeni yorumlar getirmistir. Felsefe sorunlarini akilla çözmeye çalisirken Kutsal Kitap'la çatismamaya ve dolayisiyla inançla çelismemeye büyük bir özen göstermis ve bu yaklasimiyla ögrencisi Thomas Aquinas'i büyük ölçüde etkilenmistir. Albertus Magnus'un Platon'dan çok Aristoteles'in felsefesini seçmis olmasi tesâdüfî degildir ve bu seçimi, özellikle Ibn Rüsd gibi Müslüman filozoflarin etkisi ile açiklamak olanaklidir.

Albertus Magnus'a göre, biri akil ve öbürü ise inanç için dogru olan ve birbirleriyle çelisen iki dogru yoktur; gerçekten dogru olan her sey, büyük bir uyum içinde birlesmistir.

Birçok bilimle ilgilendigi için Doctor Universalis (Evrensel Bilgin) lâkabiyla taninan Albertus Magnus, kimya alaninda da çalismis, nitrik asidin madenler üzerindeki etkisi ve altinin aritilmasi gibi kimyevî konulari incelemistir; ayrica astronomi ve biyoloji ile de ilgilenmistir.

Albertus Magnus biyoloji alanindaki çalismalarinda kelime kelime Aristoteles'in Arapça çevirilerini izlemis ve bunlar üzerinde yorumlar yapmistir; kendisine özgü gözlemler ve saptamalar da bulunmaktadir. Hayvanlar Hakkinda adli eserinde kus ve baliklarin kan damarlarinin dagilimi konusunda Aristoteles'in verdigi bilgilerden ayrilmistir. Yumurtadan itibaren embriyonun gelismesini anlatirken, organlarin sirasiyla nasil sekillendigini, göbek kordonu denen yapinin yerini gelisim süreci içinde hangi damarin aldigini açik ve seçik bir sekilde anlatmistir.

Bitkilerle de ilgilenmis ve bu konuya iliskin Bitkiler Hakkinda adli bir eserinde, ana çizgileriyle bitki betimlemeleri yapmistir. Bir ara Italya'ya giden Albertus Magnus orada portakal agacini görmüs, bundan çok etkilenmis ve özellikle portakal yapraklarini ayrintili bir biçimde tanitmistir.

* Thomas Aquinas

Aziz Thomas Aquinas., (1225-1274). Katolik Kilisesi'nin resmî ögretisini kuran Aquinas, kutsal olan ve kutsal olmayan bilgilere akilci bir temel aramis ve Summa Contra Gentiles (Kafirlere Karsi) adli eserinde, Müslüman düsünürlerden Ibn Rüsd gibi, bilginin iki kaynagi bulundugundan söz etmistir; bunlardan birisi inanç, digeri ise akildir. Inanç, Kutsal Kitap'tan, akil ise düzenlenmis ve yorumlanmis duyu verilerinden beslenir ve her ikisinden üretilen bilginin dayanagi Tanri'dir. Tanri kendi kendisi ile çelismeyecegine göre, bu iki bilginin birbirleriyle bagdasir olmasi gerekir; yani Platon ve Aristoteles felsefelerini Hiristiyan dini ile uzlastirmak olanaklidir; böylece Skolastik Düsünce'nin temelleri atilmis ve inanç ile akilin bagdasabilecegi düsüncesi bu dönemde kesin bir biçimde olusturulmus olmaktadir.

* Johannes Kepler

1571'de Almanya'da dogan Kepler, çagdas astronomisinin kurucusudur. Ilkin teoloji egitimi almis, daha sonra astronomi ve matematige yogun ilgi duymus ve matematik profesörü olmustur. 1599'da Brahe'nin daveti üzerine, Brahe'ye yildiz tablolarinin hazirlanisinda yardim etmek üzere Prag'a gelmis ve 1601'de Brahe'nin ölümü üzerine saray astronomu olarak göreve baslamistir.

Brahe ölmeden önce, o güne kadar yapmis oldugu bütün gözlem kayitlarini Kepler'e birakmisti. Kepler Brahe'nin gözlem kayitlarini inceledi ve astronomik tablolardan bir anlam çikarmaya çalisti; bütün bu çalismalarinda Copernicus sistemini temele aldi. Kepler, bu konuda, bilinen her seyi kapsayan ve bunlar arasinda mutlak bir uyum saglayan bir sistemin varolmasi gerektigini düsünmüs ve Brahe'nin gözlemlerinden yararlanarak, bikip usanmadan, tekrar tekrar yaptigi hesaplar sonucunda, gezegenlerin dairesel yörüngeler üzerinde ve muntazam hizla dolandiklari temel prensibini terk etmis ve ünlü üç kanununu ortaya koymustur. Bu nedenle Kepler, modern gök mekaniginin kurucusu olarak bilinir.

Brahe'nin gözlem kayitlarini inceleyen Kepler, kristal kürelerin varolmadigini savunmustur. Kristal küreler olmadigi takdirde, gezegenlerin hareketlerini açiklayacak yeni bir gök fizigi kurmak gerekiyordu. Iste bu, Kepler'le baslayan ve Galilei ve Newton'la son bulan bir süreçle basarilmistir.

b. Tip

Bu dönemde, özellikle Geç Ortaçag'da yazilan eserlerde Hiristiyan dogmalarin etkin oldugunu söylemek olanaklidir. Hastaliklarin tedavisinde dinsel ve sihirsel ögeler agirlik kazanmis ve ilaçlarin yani sira dua da büyük ölçüde kullanilmistir.

B. ORTAÇAG ISLÂM DÜNYASI'NDA BILIM

Fetihler neticesinde Bizanslilarla ve Perslerle karsilasan ve kendilerinden önceki medeniyetlerin yarattigi eserlerden yararlanmak gerektigini anlayan Müslümanlar, özellikle Abbasîler döneminde yogun bir çeviri faaliyetine giriserek, bilim ve felsefe alanlarinda ataga kalkmislar ve önce varolan birikimi anlamaya ve daha sonra da gelistirmeye çalismislardir.

Islâm Dininin ortaya çiktigi sirada Arap Yarimadasi'nda gelismis bir bilimsel faaliyetle karsilasilmaktadir. Ancak komsu ülkelerde, Doguda, Hindistan'da, Batida Iskenderiye'de, Bizans'ta ve Suriye'de bir hayli gelismis bir bilimsel faaliyet vardi. Islâm Dünyasi ilkin Dogudaki bu kültürden etkilenmis ve yararlanmistir. Ilk çevirilerden biri hayvan masallarini konu alan Kelile ve Dimne adli eserdir. Yine erken tarihli çevirilerden biri, Hindistan'da yasamis meshur astronomlardan Brahmagupta'nin (6. yüzyil) Siddhanta adli eseridir. Islâm Dünyasi'nda Hârezmî ve Bîrûnî gibi birçok bilim adaminda Hint uygarliginin etkisini belirlemek olasidir.

Bati'dan gelen etki nispeten daha geç tarihli ise de, daha yogun olmustur. Iskenderiye kuruldugu tarihten itibaren kültür merkezi olmus ve bu konumunu Islâm Dünyasi'nda da korumustur. Ayrica, dini görüs ayriliklari nedeniyle Bizans'tan kaçip, Iran'a siginmis ve orada kültür merkezleri (Jundisapur gibi) meydana getirmis olan düsünür ve bilim adamlarinin da bilim adina Islâm Dünyasi'ndaki ilk bilimsel faaliyetlerin gelismesinde önemli rolleri olmustur. Onlarin Yunanca bilmeleri birçok klasik bilim ve düsün eserlerinin Arapça'ya kazandirilmasini saglamistir. Bunlar arasinda Platon, Aristoteles, Eukleides, Archimedes, Ptolemaios ve Galenos gibi Yunan kültürünün belli basli temsilcilerinin eserlerine rastlamak mümkündür. Ayrica, bu bilim adamlarinin bir kisminin erken tarihlerde kurulan gözlemevleri ve hastahanelerde görev aldiklari, bunlardan bazilarinin Arapça yazilmis ilk eserleriyle de Islâm Dünyasi'nda bilimsel faaliyetin sekillenmesinde etkin olduklari görülür.

Islâm Dünyasi'nda bilimsel faaliyetlerin gelismesinde devrin devlet adamlarinin ve bizzat halifelerin önemli rolü olmustur. Bunlardan, örnegin Hârûn el-Resid (775-809) ve Memûn (813-833), bazi vezirler ve zengin aileler bilimsel faaliyetleri maddi ve manevi olarak desteklemislerdir.

Medeniyet tarihlerinde görülen uyanis dönemleri yakindan incelendiginde görülecektir ki, bir ülkede veya bir toplumda bilimin gelistirilebilmesi için, degerinin kavranmasi ve düzenli bir bilim egitiminin verilmesi yaninda, diger toplumlara ait bilimsel eserlerin de tercümeler yoluyla alici konumundaki toplumlara aktarilmasi gerekmistir. Alici toplumlarda bilimlerin yesermesi ve yerlesmesi olanagi, yapilan tercümelerin niteligi ve sayisi ile dogru orantilidir.

a. Doga ve Bilgi Felsefesi

Islâm felsefesi, Yunan felsefesinin bir uzantisidir. Bu nedenle Müslüman filozoflar çogunlukla Platon , Aristoteles ve Plotinos'un kurmus oldugu felsefi dizgelerden etkilenmisler ve Kuran-i Kerim'deki inanç önermeleriyle bu dizgelerde bulunan felsefi önermeleri uzlastirmaya çalismislardir. Fârâbî , Ibn Sînâ, Ibn Rüsd ve Gazzalî bu dönemin en önemli düsünürleridir.

* Fârâbî

Felsefenin Müslümanlar arasinda taninmasinda ve benimsenmesinde büyük görevler yapmis olan Türk filozoflarinin ve siyasetbilimcilerinden Fârâbî'nin (874-950), fizik konusunda dikkatleri çeken en önemli çalismasi, Bosluk Üzerine adini verdigi makalesidir. Fârâbî'nin bu yapiti incelendiginde, diger Aristotelesçiler gibi, boslugu kabul etmedigi anlasilmaktadir.

Fârâbî'ye göre, eger bir tas, içi su dolu olan bir kaba, agzi asagiya gelecek biçimde batirilacak olursa, tasin içine hiç su girmedigi görülür; çünkü hava bir cisimdir ve kabin tamamini doldurdugundan suyun içeri girmesini engellemektedir. Buna karsilik eger, bir sise agzindan bir miktar hava emildikten sonra suya batirilacak olursa, suyun sisenin içinde yükseldigi görülür. Öyleyse dogada bosluk yoktur.

Ancak, Fârâbî'ye göre ikinci deneyde, suyun sise içerisinde yukariya dogru yükselmesini Aristoteles fizigi ile açiklamak olanakli degildir. Çünkü Aristoteles suyun hareketinin dogal yerine dogru, yani asagiya dogru olmasi gerektigini söylemistir. Bosluk da olanaksiz olduguna göre, bu olgu nasil açiklanacaktir? Bu durumda Aristoteles fiziginin yetersizligine dikkat çeken Fârâbî, hem boslugun varligini kabul etmeyen ve hem de bu olguyu açiklayabilen yeni bir varsayim olusturmaya çalismistir. Bunun için iki ilke kabul eder:

1. Hava esnektir ve bulundugu mekanin tamamini doldurur; yani bir kapta bulunan havanin yarisini tahliye edersek, geriye kalan hava yine kabin her tarafini dolduracaktir. Bunun için kapta hiç bir zaman bosluk olusmaz.

2. Hava ve su arasinda bir komsuluk iliskisi vardir ve nerede hava biterse orada su baslar.

Fârâbî, iste bu iki ilkenin isigi altinda, suyun sisenin içinde yükselmesinin, boslugu doldurmak istemesi nedeniyle degil, kap içindeki havanin dogal hacmine dönmesi sirasinda, hava ile su arasindaki komsuluk iliskisi yüzünden, suyu da beraberinde götürmesi nedeniyle olustugunu bildirmektedir.

Yapmis oldugu bu açiklama ile Fârâbî, Aristoteles fizigini elestirerek düzeltmeye çalismistir. Ancak açiklama yetersizdir; çünkü havanin neden dogal hacmine döndügü konusunda suskun kalmistir. Bununla birlikte, Fârâbî'nin bu açiklamasi, sonradan Bati'da Roger Bacon tarafindan dogadaki bütün nesneler birbirinin devamidir ve doga bosluktan sakinir biçimine dönüstürülerek genellestirilecektir.

* Ibn Haldûn

Ibn Haldûn (1332-1406) Hadramut'tan Endülüs'e göç edip daha sonra Tunus'a yerlesen asil bir aileye mensuptur. Macerali bir hayat sürmüs, hem memleketinde hem de Endülüs'te bulunan küçük sultanliklarda vezirlik de dahil olmak üzere çok önemli idarî görevlerde bulunmustur. Bu sirada muhtelif topluluklari yakindan gözleme olanagini elde etmis ve Berberî tarihini konu edinen yedi ciltlik meshur yapiti Kitâbu'l-'Iber'i 1380 tarihinde tamamlayarak ilk nüshasini Tunus sultanina sunmustur.

Ibn Haldûn, Kitâbu'l-Iber'in meshur Mukaddime'sinde, yani girisinde, tarih disiplinini bilimlestirmeye çalisir. Bilindigi gibi, Aristoteles tarihî arastirmayi bilimin disinda birakmis ve bilimlerin, insanlarin neden olduklari degisken olaylarla degil, degisken olmayan olaylarla ilgilenmesi gerektigini söylemisti. Ibn Haldûn öncelikle bu görüse karsi çikarak tarihin bilimlestirilebilecegini savunmustur.

Ibn Haldûn'a göre, tarih Yunan tarihçileri ile bunlardan sonra gelen Müslüman tarihçilerinin düsündükleri gibi, bir takim dinî, siyasî ve askerî olaylari, olus anlarina göre arka arkaya siralamaktan veya peygamberlerin ve hükümdarlarin hayatlarini anlatmaktan ibaret degildir. Bir tarihçinin, öncelikle tarihî olaylardaki benzerlikleri ve farkliliklari saptayarak, bunlar arasindaki zaman ve mekan disi nedensel iliskileri belirlemesi gerekir; tarih, ancak bu düzeye ulastirildiginda bilimlesebilir.

* Ibn Rüsd

Endülüs'ün yetistirmis oldugu en büyük filozoflardan ve hekimlerden birisi olan Ibn Rüsd (1126-1198), Aristoteles'in yapitlarina yapmis oldugu yorumlarla Aristotelesçiligin dirilmesini ve güçlenmesini saglamistir.

Felsefecilerle kelamcilar arasinda cereyan eden tartismalarda, Ibn Rüsd, felsefecilerin tarafini tutmus ve Gazâlî'nin Tehâfütü'l-Felâsife (Filozoflarin Tutarsizliklari) adli yapitindaki görüsleri elestirerek akil yoluyla ulasilan bilgilere güvenilebilecegini savunmustur. Ibn Rüsd'e göre, akil ile vahiy çatismaz ve bu nedenle, Ilahî Hakikat'in bilgisine götüren yollardan birisi de akildir. Ibn Rüsd'ün bu yaklasimi, felsefecilerle kelamcilar arasindaki çatismayi giderecek nitelikte olmasina ragmen, Islâm Dünyasi'ndan çok Hiristiyan Dünyasinda etkili olmustur.

Ibn Rüsd idarî görevlerinin yaninda saray hekimligi de yapmis ve 1162-1169 yillari arasinda yazmis oldugu el-Külliyât fî't-Tib adli yapitiyla tibbin bütün konularini bir araya toplamistir.

* Ibn Sînâ

Felsefe, matematik, astronomi, fizik, kimya, tip ve müzik gibi bilgi ve becerinin muhtelif alanlarinda seçkinlesmis olan, Ibn Sînâ (980-1037) matematik alaninda matematiksel terimlerin tanimlari ve astronomi alaninda ise duyarli gözlemlerin yapilmasi konulariyla ilgilenmistir. Astroloji ve simyaya itibar etmemis, Dönüsüm Kuraminin dogru olup olmadigini yapmis oldugu deneylerle arastirmis ve dogru olmadigi sonucuna ulasmistir. Ibn Sînâ'ya göre, her element sadece kendisine özgü niteliklere sahiptir ve dolayisiyla daha degersiz metallerden altin ve gümüs gibi daha degerli metallerin elde edilmesi mümkün degildir.

Ibn Sînâ, mekanikle de ilgilenmis ve bazi yönlerden Aristoteles'in hareket anlayisini elestirmistir; bilindigi gibi, Aristoteles, cismi hareket ettiren kuvvet ile cisim arasindaki temas ortadan kalktiginda, cismin hareketini sürdürmesini saglayan etmenin ortam, yani hava oldugunu söylüyor ve havaya biri cisme direnme ve digeri cismi tasima olmak üzere birbiriyle bagdasmayacak iki görev yüklüyordu. Ibn Sînâ bu çelisik durumu görmüs, yapmis oldugu gözlemler sirasinda hava ile rüzgârin güçlerini karsilastirmis ve Aristoteles'in hakli olabilmesi için havanin siddetinin rüzgârin siddetinden daha fazla olmasi gerektigi sonucuna varmistir; oysa meselâ bir bir agacin yakinindan geçen bir ok, agaca degmedigi sürece, agaçta ve yapraklarinda en ufak bir kipirdanma yaratmazken, rüzgar agaçlari sallamakta ve hatta kökünden kopartabilmektedir; öyleyse havanin siddeti cisimleri tasimaya yeterli degildir.

Ibn Sînâ, her seyden önce bir hekimdir ve bu alandaki çalismalariyla taninmistir. Tipla ilgili birçok eser kaleme almistir; bunlar arasinda özellikle kalp-damar sistemi ile ilgili olanlar dikkat çekmektedir, ancak, Ibn Sînâ dendiginde, onun adiyla özdeslesmis ve Bati ülkelerinde 16. yüzyilin ve Dogu ülkelerinde ise 19. yüzyilin baslarina kadar okunmus ve kullanilmis olan el-Kânûn fî't-Tib (Tip Kanunu) adli eseri akla gelir. Bes kitaptan olusan bu ansiklopedik eserin Birinci Kitab'i, anatomi ve koruyucu hekimlik, Ikinci Kitab'i basit ilaçlar, Üçüncü Kitab'i patoloji, Dördüncü Kitab'i ilaçlarla ve cerrâhî yöntemlerle tedavi ve Besinci Kitab'i ise çesitli ilaç terkipleriyle ilgili ayrintili bilgiler vermektedir.

Ibn Sînâ'nin söz konusu eseri incelendiginde, konulari sistematik bir biçimde inceledigi görülür. Tarihte ilk defa, tip ve cerrâhîyi iki ayri disiplin olarak degerlendiren Ibn Sînâ, cerrâhî tedavinin saglikli olarak yürütülebilmesi için anatominin önemini özellikle vurgulamistir. Hayatî tehlikenin çok yüksek olmasindan ötürü pek gözde olmayan cerrahi tedavi ile ilgili örnekler vermis ve ameliyatlarda kullanilmak üzere bazi aletler önermistir.

Gözle de ilgilenmis olan Ibn Sînâ, döneminin seçkin fizikçilerinden Ibn Heysem gibi, Göz-isin Kurami'ni savunmus ve üst göz kapaginin disa dönmesi, sürekli beyaz renge veya kara bakmaktan meydana gelen kar körlügü gibi daha önce söz konusu edilmemis hastaliklar hakkinda da ayrintili açiklamalarda bulunmustur.

* Yusuf Has Hâcib

11. yüzyilin baslarinda Balasagun'da dogmus olan Yusuf Has Hâcib asil bir aileye mensuptur. Balasagun'da yazmaya basladigi Kutadgu Bilig (Mutluluk Bilgisi) adli yapitini 1069 yilinda Kasgar'da tamamlayarak Karahanli hakanlarindan Ebû Ali Hasan ibn Süleyman Arslan Hakan'a sunmustur.

Kutadgu Bilig, her iki Dünya'da da mutluluga kavusmak için gidilmesi gereken yolu göstermek maksadiyla yazilmistir. Yusuf Has Hâcib'e göre, öteki Dünya'yi kazanmak için bu Dünya'dan el etek çekerek yalnizca ibadetle vakit geçirmek dogru degildir. Çünkü böyle bir insanin ne kendisine ne de toplumuna bir yarari vardir; oysa baskalarina yararli olmayanlar ölülere benzer; bir insanin erdemi, ancak baska insanlar arasindayken belli olur. Asil din yolu, kötüleri iyilestirmek, cefaya karsi vefa göstermek ve yanlislari bagislamaktan geçer. Insanlara hizmet etmek suretiyle faydali olmak, bir kimseyi, hem bu Dünya'da hem de öteki Dünya'da mutlu kilacaktir.

Yusuf Has Hâcib bu yapitinda bilimin degerini de tartisir. Ona göre, alimlerin ilmi, halkin yolunu aydinlatir; ilim, bir mesale gibidir; geceleri yanar ve insanliga dogru yolu gösterir. Bu nedenle alimlere hürmet göstermek ve ilimlerinden yararlanmaya çalismak gerekir. Eger dikkat edilirse, bir alimin ilminin digerinin ilminden farkli oldugu görülür. Mesela hekimler hastalari tedavi ederler; astronomlar ise yillarin, aylarin ve günlerin hesabini tutarlar. Bu ilimlerin hepsi de halk için faydalidir. Alimler, koyun sürüsünün önündeki koç gibidirler; basa geçip sürüyü dogru yola sürerler.

b. Matematik

Islâm Dünyasi'nda basta aritmetik olmak üzere, matematigin geometri, cebir ve trigonometri gibi dallarina önemli katkilarda bulunan matematikçiler yetismistir. Ancak bu dönemde gerçeklesen gelismelerden en önemlisi, geleneksel Ebced Rakamlari'nin yerine Hintlilerden ögrenilen Hint Rakamlari'nin kullanilmaya baslanmasidir. Konumsal Hint rakamlari, 8. yüzyilda Islâm Dünyasi'na girmis ve hesaplama islemini kolaylastirdigi için matematik alaninda büyük bir atilimin gerçeklestirilmesine neden olmustur.

c. Astronomi

Çeviriler yoluyla Yunanlilardan alinan bilimlerden birisi de astronomidir. Islâm Dünyasi'nda astronomi, Aristoteles'in bilim anlayisinin etkisi ile matematigin bir dali olarak benimsenmis ve bu nedenle Günes, Ay ve diger bes gezegen ile yildizlara iliskin gözlem verileri hareketli geometrik düzeneklerle anlamlandirilmaya çalisilmistir.

Islâm Dünyasi'nda astronomlar birbirleriyle baglantili olan iki tür etkinlik üzerinde yogunlasmislardir: hem gözlem aletleriyle gökyüzünü gözlemlemisler ve hem de gözlem verilerini hareketli geometrik düzeneklerle anlamlandirmaya çalismislardir. Bunlardan ilki gözlemsel astronominin alanina girmektedir ve bu konuda Islâm astronomlari, belki de gözleme daha yatkin olan bilim anlayislarinin bir sonucu olarak Yunanlilardan daha derin izler birakmislardir. Ilk gözlemevleri onlar tarafindan kurulmus, gözlemlerin dakikligini arttirmak için yeni gözlem araçlari ve gözlem teknikleri gelistirilmistir; hatta bu amaçla, açilarin ölçümünde kirisler yerine yeni bulunan trigonometrik fonksiyonlar kullanilmaya baslanmistir. Ancak kuramsal astronominin alanina giren ikinci etkinlikte ayni ölçüde basarili olduklarini söylemek olanaksizdir. Müslüman astronomlar, Aristoteles'in yolundan giderek, Yer'in hareket etmeksizin evrenin merkezinde durduguna ve Günes de dahil olmak üzere diger bütün gök cisimlerinin onun çevresinde dairesel yörüngeler üzerinde sabit hizlarla dolandigina inanmislardir. Bu konuda, Ptolemaios tarafindan önerilen eksantrik ve episikl düzenekleri önemli degisiklikler yapilmaksizin benimsemislerdir.

Astroloji ise, Hellenistik Dönemi bilginlerinde oldugu gibi, astronominin bir dali olarak görülmüs ve bir iki istisna disinda hemen bütün astronomlar tarafindan benimsenmistir. Islâm Dünyasi'nda Ptolemaius'un Tetrabiblos (Dört Kitap) adli meshur eseri ile yayginlasan astroloji, yildizlar ve gezegenlerin, insanlarin mizaci ve gelecegi üzerinde etkili oldugu ilkesine dayanmaktadir. Bu dönem astronomisinin genis kitlelere nüfuz etmesinde kismen yararli olmussa da, bu dalin bilimsel hiçbir degeri yoktur.

d. Fizik

Yunan Dünyasi'nda oldugu gibi, Ortaçag Islâm Dünyasi'nda da, bugünkü fizik bilimine karsilik gelen bagimsiz bir disiplin yoktur ve fizik arastirmalari doga felsefesinin sinirlari içinde yürütülmüstür. Bu anlayis, aslinda yakin dönemlere kadar gelmistir. Mesela, fizik tarihinin en büyük bilginlerinden birisi olan Newton, temel yapitini Doga Felsefesinin Temel Ilkeleri olarak adlandirmistir ve dolayisiyla kendisini bir doga filozofu olarak görmüstür.

Islâm Dünyasi'ndaki fizik çalismalari, hareket ve bosluk gibi, Aristoteles'in belirledigi konular çerçevesinde kalmistir ve onun görüslerine dayanmistir. Olus ve bozulusa ugrayan her sey, Aristoteles metafiziginin temelini olusturan dört nedensel ilke dogrultusunda anlamlandirilmaya çalisilmistir. Hareket, belirli bir cismin, belirli bir biçimde gerçeklesen deviniminden olusmustur ve bu devinimin hem bir yapicisi ve hem de bir amaci bulunmaktadir.

e. Kimya

Islâm Dünyasi'ndaki kimya çalismalari, daha önce Hellenistik Çag'da Iskenderiye'de yapilmis olan simya çalismalarindan yogun bir biçimde etkilenmistir. Bu çalismalar sirasinda yavas yavas belirginlesmeye baslayan Yapisal Dönüsüm Kurami'na göre, dogadaki bütün metaller, aslinda bir kükürt-civa bilesimidir; ancak bunlarin iç ve dis niteliklerinde farkliliklar bulundugu için, kükürt ve civa kullanmak suretiyle istenilen metali elde etmek mümkündür. Bilindigi gibi, simyagerler, tarih boyunca, bu kurama dayanarak, kursun ve bakir gibi nisbeten daha az kiymetli metalleri, altin ve gümüs gibi metallere dönüstürmek istemislerdir. Islâm Dünyasi'ndaki kimya çalismalari da genellikle bu dogrultuda sürdürülmüstür.

Yine Müslüman simyagerlerin maksatlarindan birisi de bu dönüsümü gerçeklestirecek el-Iksir'i, yani mükemmel maddeyi bulmaktir. Mükemmele en yakin metal altin oldugu için, genellikle bu çalismalarda altinin kullanildigi görülmektedir. Iksir, ayni zamanda sonsuz yasamin kapisini aralayacak bir anahtar olarak da düsünülmüstür.

Simyagerler, Yeryüzü'ndeki metallerle Gökyüzü'ndeki gezegenler arasinda da iliski kurmuslardir. Örnegin altin Günes'le ve gümüs ise Ay'la eslestirilmis ve bu metalleri göstermek için Günes ve Ay'a benzeyen simgeler kullanilmistir. Bu simgeler, on sekizinci yüzyila kadar pek fazla degismeden gelmistir; günümüzdeki simgeler ise on sekizinci yüzyildan itibaren sekillenmeye baslamistir.

Ortaçag Islâm Dünyasi'nda, simyayi benimseyenlerle benimsemeyenler arasinda süregelen tartismalarin, kimyanin gelisimi üzerinde çok olumlu etkiler yaptigi görülmektedir. Çünkü bu tartismalar sirasinda, taraflar, görüslerinin dogrulugunu kanitlamak için, çok sayida deney yapmis ve bu yolla deneysel bilginin artmasinda önemli bir rol oynamislardir.

f. Biyoloji

Ortaçag Islâm Dünyasi'ndaki biyoloji arastirmalarini, bitkibilim ve hayvanbilim çerçevesinde degerlendirilecek olursa, bu alanlarin daha çok Aristoteles ve Dioscorides gibi Yunan bilginleri tarafindan derlenmis olan bilgi birikimine dayandirilmis oldugunu söylenebilir. Ancak, bu birikime Müslüman arastirmacilarin yasamis olduklari çevreden edinmis olduklari bilgilerle kisisel gözlemleri de eklemek gerekir.

Erken tarihli biyoloji yapitlari genellikle ansiklopedik bir nitelik tasir. Bunlarda, bitkilerle ve hayvanlarla ilgili yüzeysel gözlemlerin yani sira, hikayelere ve hadislere de yer verilmistir. Incelenen bitkiler daha çok tibbî bitkilerdir. Hayvanlara iliskin açiklamalarin ise, özellikle at, deve ve koyun gibi gündelik yasantiyi dogrudan dogruya etkileyen canlilar üzerinde yogunlastigi görülmektedir.

Bitkibilimle ilgilenenler genellikle doktorlardir; bunlar tedavi sirasinda daha çok bitkilerden yapilan ilaçlar kullanilmaktadir.

g. Cografya

Ortaçag Islâm Dünyasi'nda, cografyacilar, Dünya'nin çapinin veya çevresinin hesaplanmasi, haritalarin düzgün bir sekilde çizilebilmesi için uygun izdüsüm yöntemlerinin gelistirilmesi, enlem ve boylam çizgilerinden olusan bir konuslandirma sisteminin kurularak Yeryüzü'ndeki önemli noktalarin enlem ve boylamlarinin belirlenmesi gibi matematiksel islemlere dayanan matematiksel cografya ile bilinen Dünya'nin beserî ve fizikî özelliklerini betimlemeyi hedefleyen tasvirî cografyanin gelisimi yolunda önemli girisimlerde bulunmuslar ve özellikle tasvirî cografya alanina degerli katkilarda bulunmuslardir.

h. Tip

Yunan hekimleri tarafindan yazilmis olan bilimsel yapitlar Arapça'ya çevrilmeden önce, Ortaçag Islâm Dünyasi'ndaki tip bilgisi, geleneksel anlayis ve uygulamalar ile Hz. Muhammed'in beden ve ruh sagliginin korunmasina iliskin önerilerinden olusuyordu. Peygamber Tibbi olarak adlandirilan bu birikim, Müslümanlar arasinda yaygin bir biçimde benimsenmis ve kullanilmistir.

Çevirilerden sonra, Müslüman hekimler arasinda özellikle Galenos'un görüslerinin yayginlastigi görülmektedir; ancak Müslüman hekimler Yunan birikimini yeterli bulmamislar ve yaptiklari arastirmalar sirasinda edinmis olduklari kisisel gözlemleri ve deneyimleri bu birikimle kaynastirarak tip biliminin gelisimine önemli katkilarda bulunmuslardir. Râzî, Ali ibn Abbâs, Ibn Sînâ, Zehrâvî ve Ibn Nefis gibi isimler, bu dönemin önde gelen hekimleri arasinda bulunmaktadir.

* Ali ibn Abbâs

10. yüzyilda yasayan Ali ibn Abbas Ortaçag'in önde gelen hekimlerinden biridir; Kitâbü's-Sinaat (Tip Sanati) adli kitabi tipla ilgili bütün konulari içermektedir ve Ibn Sinâ'nin el-Kanun fî't-Tib (Tip Biliminin Kanunu) adli yapiti yazilincaya kadar Islâm Dünyasi'nda el kitabi olarak kullanilmistir.

Ali ibn Abbâs bu yapitinda bastan ayaga dogru, bütün beden hastaliklarini sirasiyla konu edinmis ve bunlarin belirtileri ile teshis ve tedavileri hakkinda ayrintili bilgiler vermistir. Yaralar, tümörler ve taslar gibi cerrâhî müdahale gerektiren durumlarla karsilasildiginda, cerrahlarin su kosullari göz önünde bulundurmalari gerektigini savunmustur:

1. Cerrahin anatomi bilgisi yeterli olmalidir.
2. Ameliyat öncesinde, aletler temizlenmelidir.
3. Ameliyat sonrasinda, hastanin bakimina önem verilmelidir.

Yapitin baslarinda bulunan anatomi bölümünde, damarlara iliskin yapilan açiklamalar tip tarihi açisindan önem tasimaktadir. Damarlari iki ana grupta inceleyen Ali ibn Abbâs, bunlardan atar damarlarin çeperinin toplar damarlara oranla çok daha kalin oldugunu belirtmistir.

l. Tarih

Islâm tarihçiliginin baslangiç dönemlerinde, tarihî yapitlarin, tefsir ve hadis gibi dinî ilimlerin gereksinimlerini karsilamak maksadiyla, Hazret-i Muhammed'in hayati ve savaslari gibi iki konu üzerinde yogunlastiklari görülmektedir. Sonradan bu konulara, Kuran-i Kerim'de geçen kavimlere ve peygamberlere iliskin olaylarla Dört Halife, Emevîler ve Abbasîler döneminde yasanan gelismeler eklenerek, tarihî yapitlarin kapsami genisletilmistir. Evrenin yaratilisindan tarihçinin yasadigi döneme kadar Islâm dinî ve siyasî tarihinin islendigi tarihlerin özellikle Abbasîler döneminde belirdigi ve yayginlastigi söylenebilir. Mesela Arap tarihçiliginin babasi olarak görülen Taberî'nin Resuller ve Melikler Tarihi adli yapiti bu plana uygun olarak yazilmis ilk Arapça kitaptir. Bu yapitin en önemli yanlarindan birisi, bilimsel tarafsizligi ilke edinmis olmasi ve olaylari görgü taniklarinin sözlerine ve güvenilir belgelere dayandirarak anlatmasidir. Fetihlerle birlikte Islâm Dünyasi giderek genisleyince ve Araplarin diger milletlerle siyasî, ticarî ve kültürel münasebetleri artinca, Islâm tarihinin genel tarih içerisine yerlestirilmesi gerektigi anlasilmis ve tarih yapitlarinin kapsamlari buna uygun düsecek biçimde biraz daha genisletilmistir

Ortaçag Islâm Dünyasi'nda çok degerli kent tarihleri de yazilmistir; Bagdad ve ?am gibi önde gelen medeniyet merkezlerinin tarihleri anlatilirken, buralarda yetisen büyük sahsiyetlerin hayat öyküleri ve eserleri de tanitilmis ve böylece biyografya ve bibliyografya bilimlerinin temelleri atilmistir
__________________




Bostandere Ofline   Alinti Yaparak Cevapla
Eski 12-01-2006, 12:26 AM   #7
Bostandere
Forum Aşığı
 
Kayit Tarihi: Dec 2005
Mesajlari: 4,764
Teşekkür Etme: 111
Teşekkür Edilme: 1,308
Teşekkür Aldığı Konusu: 803
Üye No: 4863
Rep Power: 2992
Rep Puanı : 65437
Rep Derecesi : Bostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond reputeBostandere has a reputation beyond repute
Cinsiyet :
Belirlenen Yeniçag'da Bilim /Yakinçag'da Bilim

A. Yeniden Dogus (Rönesans) Dönemi'nde Bilim

(On Besinci Yüzyil ve On Altinci Yüzyil)

Rönesans'i, Ortaçag ile Yeniçag arasinda geçen zaman dilimi olarak tanimlayabiliriz; ancak Ortaçag ansizin sona ermedigi gibi Yeniçag da ansizin baslamamistir. Ayrica Ortaçag'in bitmesi ve Yeniçag'in baslamasi her ülkede ayni tarihlerde gerçeklesmemistir; örnegin Italya'da diger ülkelerden daha önce, 14. yüzyilin ortalarinda 'Petrarca Zamani'nda baslamistir.

Rönesans, diger bütün özellikleri bir yana, Ortaçag'in kavramlarina ve yöntemlerine karsi bir baskaldiridir. Herkes bilir ki her nesil bir öncekine karsi su veya bu ölçüde tepki gösterir; her dönem bir öncekine karsi yapilmis bir baskaldiridir ve bu böyle devam eder; ancak, Rönesans'da yapilan baskaldiri, digerlerine göre daha sert olmustur.

Ortaçag'in karakteristik özelliklerinden birisi yeniliklere karsi duyulan korkudur. Rönesans ise bu konuda daha hosgörülü olmustur. Her yenilik sorunlar yaratmis, ancak yenilikler insanlarin karsisina giderek artan bir siklikla çikmaya baslayinca, bunlara alisilmis ve yeniliklere karsi daha az güvensizlik duyulur olmustur; sonunda insanlar yeniliklerden hoslanmislardir.

Bilim alaninda, yapilan yenilikler devrim niteligindedir. Bu durum ürkek insanlarin neden bilimden korktuklarini açikçi ortaya koymaktadir; çünkü hiçbir sey bilginin gelisimi kadar çag açici olamaz; her türlü toplumsal gelisimin kökeninde bilim bulunmaktadir. Rönesans döneminin bilim adami yeni bir bakis degil, yeni bir olusum ortaya koymustur. Yenilikler çogu kez öyle büyük olmustur ki o döneme Yeniden Dogus ya da Rönesans degil, Gerçek Dogus, Yeni Bir Baslangiç demek daha uygun olur.

Rönesans, insanin kendi üzerine egildigi, kendini kesfettigi ve hümanist görüsün önem kazandigi bir dönemdir. Ortaçag'da egemen olan Hiristiyan anlayisi bu dünyanin degerini, insani öbür dünyaya hazirlayisi ile ölçmüstür. Oysa hümanistler insanin bu dünyadaki yasami ile ilgilenmislerdir. Bütün bunlar insanin kendi üzerine egilmesine, baska deyisle, insanin kendini kesfetmesine neden olmustur.

a. Doga ve Bilgi Felsefesi

Bu dönemde Yunan felsefe ve bilim anlayisina yeniden dönülmüs ve bu anlayisin daha derinden kavranabilmesi için Yunanca'dan çeviriler yapilmaya baslanmistir.

Bu döneme damgasini vuran etkinlik, dogaya iliskin dogru ve güvenilir bilgi elde etmek için gerekli olan yöntem arayisidir. Bu yöntemin araçlari olarak gözlem ve deney üzerinde durulmustur.

Ayrica, yeni bir insan ve yeni bir toplum arayisi yönündeki çalismalar bir varlik olarak insan ve toplumun yeniden sorgulanmasini ve dogadaki yerinin yeniden belirlenmesi sorununu gündeme getirmistir.

* Francis Bacon

Bacon (1561-1626), bilimin önemini ve insanligin refahi yönünden vaadettigi olanaklari ilk kavrayan düsünürlerden birisidir. Onun asil ilgisi bilimi anlamak, bilgi edinmenin dogru ve etkili yolunu kesin bir biçimde bulup ortaya çikarmaktir. Çünkü ona göre, doganin gizemlerini çözmek ve kanunlarini kesfetmek insanligin refahi ve ilerlemesi için gereklidir.

Bacon'a göre, bugüne kadar insanin doga karsisinda çaresiz ve zavalli bir duruma düsmesinin nedeni, ne insan aklinin yetersizligi ne de doganin anlasilamayacak kadar karmasik olmasidir. Neden, yalnizca yanlis bir yöntemin kullanilmasidir.

Böylece yöntemin gerekliligini ve önemini belirledikten sonra Bacon, bunun nasil olusturulabilecegi üzerinde düsünmeye baslar. Bunun için de öncelikle insanlarin yanlisa neden ve nasil düstüklerinin gerekçelerini belirlemeye yönelir.

Bacon'a göre, insanlarin yanlisa düsmelerinin nedenleri sunlardir:

1. Üniversitelerde ögretimin bozulmus olmasi: Ona göre, bunun temelinde yatan neden skolastik düsüncenin egemen olmasidir.
2. Insan Akli: Bacon'a göre, insanlarin yanilmalarinin nedenlerinden birisi de kendi aklidir. Çünkü insan akli çabuk karar vermeye ve genellemeye düskündür. Bir konu üzerinde biraz durunca yorulur, gereken sabri gösteremez ve yanlisa düsebilir. Öyleyse dogru bilgi nasil elde edilecektir? Bunun için iki sey gereklidir.

1. Önyargilardan siyrilmak.
2. Saglam bir yöntem uygulamak.

b. Matematik

Bu dönem diger alanlarda oldugu gibi matematik alaninda da yeniden bir uyanisin gerçeklestigi ve özellikle trigonometri ve cebir alanlarinda önemli çalismalarin yapildigi bir dönemdir. Rönesans matematigi özellikle Raffaello Bombelli, François Viète ve Simon Stevin ile doruk noktasina ulasmistir.

c. Astronomi

Bu dönemde en önemli gelisme astronomi alaninda olmustur. Kopernik, Yunan Dönemi'nden beri yürürlükte bulunan Yer Merkezli Evren Kurami'nin yerine, Günes Merkezli Evren Kurami'ni kurmus ve Yer'in, Günes'in çevresinde dairesel bir yörünge üzerinde dolanan bir gezegen oldugunu savunmustur. Böylece, Yer'in evrenin merkezinden kaldirilmasina bagli olarak insanin evrendeki konumu da yeniden sorgulanmaya baslanmistir.

Tycho Brahe ise Yer'i evrenin merkezinden kaldirmanin doguracagi bilimsel ve dinsel sakincalari göz önünde bulundurmus ve Yer-Günes Merkezli Evren Kurami ile Kopernik'e karsi çikmistir.

* Kopernik

Kopernik, düsünce tarihinde bir dönüm noktasini simgeler. Onun adiyla anilan sistem yalniz modern bilimin dogusuna degil, insanin evren içindeki yerini saptamada yeni ve daha ölçülü bir görüsün ortaya çikmasina da baslangiç sayilir. Gerçekten de Kopernik’le birlikte insanoglunun kendini evrenin merkezinde sayma iddiasi yikilmis, doganin bir uzantisi, bir parçasi oldugu düsüncesi dogmustur. Bu devrimin kaynagi “Göksel Kürelerin Dolanimi Üzerine” adli yapitidir.

Kopernik sistemi birçok yönlerden Aristoteles görüsünden ayrilmaz. Kitabinin ilk bölümünün basliklari bu gerçegi göstermeye yeter:

• Evrenin küresel oldugu
• Arzi’in küresel oldugu
• Göksel cisimlerin hareketlerinin düzgün dairesel, ve sürekli oldugu... gibi

Onun sistemine devrimci niteligi veren sey yerküreyi evrenin merkezi olmaktan çikarip, Günes çevresinde dolanan siradan bir gezegen saymasidir.

* Tycho Brahe

Copernicus'un Günes-merkezli sistemi, Yermerkezli sistemden çok daha basarili degildi. Ayrica henüz yeni fizik kurulmadigindan, Günes'in evrenin merkezinde ve Yer'in de bir gezegen gibi onun çevresinde döndügünün kaniti da verilemiyordu. Bu nedenle, astronomlar Copernicus'u hemen kabul etmediler. Ancak astronomlarin karsisinda gök olaylarinin hesabini verebilen iki sistem vardi. Bunlardan hangisinin evrenin gerçek yapisini yansittiginin bilinmesi gerekiyordu. Bu da dogru gözlemler yapmakla mümkün olacakti.

Brahe, sisteminden çok, yaptigi gözlemlerle önem tasir. Onun yaptigi gözlemler sayesinde Aristoteles fizigi ve kozmolojisi büyük darbeler almistir. 1572 yilinda, Cassiopea takimyildizinda yeni bir yildiz ortaya çikar. Yaptigi hesaplamalarla Brahe, bu gökcisminin sabit yildizlar bölgesinde bulundugunu ve yeni bir yildiz oldugunu ortaya çikardi. Aristoteles fizigine göre eterden yapilmis olan bu bölge mükemmeldi ve burada yeni hiçbir sey varliga gelemeyecegi gibi, var olan bir sey de yok olamazdi. Oysa bu 1572 yildizi (bugünkü deyimi ile nova) Aristoteles'in temel prensiplerine karsiydi. Brahe, 1577'de ise, bir kuyruklu yildiz gözlemler. Bu yildizin Ay küresinin disinda, bu kürenin çok uzaginda oldugunu saptar. Bu da Aristoteles kozmolojisine aykiri idi. Çünkü Aristoteles'e göre, kuyruklu yildizlar Ay küresinin altindadir. Böylece onun yaptigi bu gözlemler sayesinde Aristoteles kozmolojisi büyük darbeler alir. Bundan sonra Kepler'i beklemek gerekecektir.

1576 yilinda Hven Adasi'nda dönemin en önemli gözlemevini kuran Brahe, bu gözlemevinde, o zamana kadar Bati Dünyasi'nda karsilasilmayan büyük boyutlu gözlem araçlari insa edilmis, özellikle duvar kadrani çok ilgi çekmistir.
Pratik astronomide büyük bir yenilik olan günlük gözlemler de yapmistir.

d. Fizik

Bu dönemde fizik alani diger alanlar kadar gelismemistir. Ancak Gilbert'in miknatis üzerine yapmis oldugu deneysel incelemeler deneysel yöntemin güçlenmesini saglamistir.

e. Biyoloji

Bu dönemde diger bilimlerin yani sira biyolojide de önemli gelismeler yasanmistir. Otto Brunfels, Herbarum Vivae Eicones (Bitkilerin Canli Resimleri, 1530-1540) adli yapitiyla botanigi ve Conrad Gesner ise Historiae Animalium (Hayvanlar Tarihi) adli yapitiyla zoolojiyi yeniden canlandirmistir.

f. Tip

Bu dönemde Leonardo da Vinci ve Andreas Vesalius'un yapmis oldugu diseksiyon çalismalari sonucunda çagdas anatominin temelleri atilmistir.

Ayrica Paracelsus, bütün varliklarin ortak bir temeli oldugu düsüncesinden hareket ederek, canlilar ve cansizlarin birbirinden farkli olmadiklarini ve temelde yedi ögeden olustuklarini söylemistir. Bu nedenle cansizlarin yapisini açiklarken kullanilan yasa ve ilkelerin, canlilarin yapisini açiklarken kullanilan yasa ve ilkelerle özdes olmasi gerektigini savunmustur. Öyleyse hastalik canli yapidaki kimyasal dengenin bozulmasi, saglik ise bu dengenin yeniden kurulmasidir.

g. Teknik

Bu dönemde bulunan ve kullanilan barut, pusula ve matbaa doga bilimlerinin gelisimini büyük ölçüde etkilemistir.

Rönesans döneminin en büyük gelismesi hiç kuskusuz ki baski tekniginin bulunmasi olmustur. Bu teknigin kültürün yayilmasinda ve standartlasmasinda büyük bir önem tasidigi açiktir. Yazma yapitlar bir çok açidan özgündür, ama yanlislara, eklemelere ve çikarmalara çok açiktir. Baski teknolojisi ise tek seferde, birbirinin ayni olan yüzlerce kopyayi yayimlamaya ve bir kitabin belli bir sayfasina gönderide bulunmaya olanak tanimistir.

Baski tekniginin bulunmasi, ayni dönemlerde, gravür tekniginin de bulunmasi ile zenginlesmistir. Agaç ve bakir levha oymaciligi, grafik alaninda, matbaanin yazi alaninda yaptigi katkinin tam olarak aynisini yapmistir. Sanat ürünleri yayginlasmaya ve standartlasmaya baslamistir.

Bu iki bulus yani, baski ve gravür, bilginin gelisiminde çok büyük bir önem tasimaktadir. Baski, temel alinabilecek matematiksel ve astronomik tablolarin, gravür ise bitkilerin, hayvanlarin, anatomik ya da cerrahî ayrintilarin ve kimyasal araçlarin kitaplara resimler biçiminde girmesine olanak saglamistir.

B. On Yedinci Yüzyil'da Bilim

(Bilimsel Devrim)

Bu dönemin en büyük özelligi, bilimsel yöntemin, yani önermelerin dogrulugunun deneysel olarak sinanmasi yolunun ortaya çikmasi ve buna bagli olarak fizik, kimya ve biyoloji gibi temel bilimlerin felsefeden bütünüyle ayrilmasidir.

Özellikle astronomi alaninda Kepler ve fizik alaninda ise Galilei ve Newton'un yapmis oldugu arastirmalar ve kurmus oldugu kuramlar sonucunda bilimde çok büyük bir atilim gerçeklestirilmis ve bilim, diger düsünsel etkinlikleri yönlendiren bir düsünsel etkinlik konumuna yükselmistir. Bu nedenle bu çag, bilim tarihçileri tarafindan Bilimsel Devrimler Çagi olarak adlandirilmistir.

a. Doga ve Bilgi Felsefesi

Bu dönemde bilimin giderek güçlenmesi ve diger düsünsel etkinlikleri yönlendirir bir konuma yükselmesi bilimin nasil bir etkinlik olduguna iliskin arastirmalarin yogunlasmasina neden olmustur. Bu konuda özellikle Bacon ve Descartes önemli görüsler ileri sürmüslerdir.

* Descartes

Modern felsefenin ve analitik geometrinin kurucusu olan Descartes (1596 - 1650) için de, Bacon'da oldugu gibi, amaç dogayi egemenlik altina almaktir. Çünkü insan ancak o zaman mutlu olabilir. Fakat doga, skolastigin sagladigi bilgilerle egemenlik altina alinamaz. Böylece Descartes'in da skolastigin insani yanlisa götürdügünü düsündügü anlasilmaktadir. Ona göre, bunun iki nedeni vardir.

1- Skolastigin kavramlari açik ve seçik degildir.
2- Bu yöntem dogru bilgi elde etmeye uygun degildir.

Böylece Descartes yeni bir yönteme gereksinim oldugunu belirtir. Çünkü ona göre dogruyu yanlistan ayirt etme gücü, yani akil (sagduyu) esit olarak dagitilmistir. O halde bu kadar yanlis bilginin kaynagi akil olamaz. Böylece Descartes, insanlarin yanlisa düsmelerinin tek nedeninin dogru bir yönteme sahip olmamalari oldugu sonucunu çikarir.

Bundan sonra yöntemini kurmaya çalisan Descartes, öncelikle bu konuda kendine nelerin yardimci olacagini arastirir ve iki seyin bulunduguna karar verir:

1- Klasik mantik
2- Eskilerin kullandigi Analiz

Descartes bu iki yoldan analizin daha dogru olduguna karar verir. Matematikle ilgili çalismalari sonucunda da analitik geometriyi bulur. Burada esas olan bir cebir denkleminin bir geometrik sekille anlatilmasidir. Descartes'in bu önemli bulusundan sonra diger önemli bir katkisi da geometri ile cebir arasinda kurdugu paralelizmin ayni sekilde matematik ve diger bilimler arasinda da kurulabilecegini belirtmesidir. Çünkü ona göre her hangi bir bilimde bir seyi bilmek demek aslinda sayi ve ölçüden baska bir sey degildir. Bundan dolayi da bütün bilimlerde tek bir yöntem uygulamak olanaklidir. Bu da matematiksel yöntemdir. Böylece ilk defa bütün bilimlerin yönteminin tek bir yöntem oldugu belirtilmistir. Bu nedenle Descartes'in yöntemine evrensel matematik yöntem denmistir.

Descartes'in bu analiz agirlikli, yöntemsel kuskuculuga dayanan yöntemi, felsefe için gerçekten çok yenidir.
Bilimin yöntemi ve kartezyen felsefe sistemiyle ünlü olan Descartes, ayni zamanda büyük bir matematikçidir. Cebirsel islemleri geometriye uygulayarak analitik geometriyi kurmustur. O zamana kadar geometri ve cebir problemleri kendi özel yöntemleri ile ayri ayri çözülmekteydi. Ancak Descartes, cebir ve geometri arasindaki bu mesafeyi ortadan kaldiran, cebiri geometriye uygulayan genel bir yöntem ileri sürdü.
Descartes bütün fizigin bu sekilde geometrik iliskilere indirgenebilecegini düsünerek, bütün evreni matematiksel olarak açiklamaya çalismistir.

b. Matematik

Bu dönemde çagdas matematigin temelleri atilmis ve Pierre de Fermat sayilar kuramini, Pascal olasilik kuramini, Leibniz ve Newton ise diferansiyel ve integral hesabi kurmuslardir

c. Astronomi

Kopernik'in kurmus oldugu Günes Merkezli Evren Kurami çerçevesinde yürütülen arastirmalar sonucunda Eudoxus, Aristoteles ve Batlamyus'tan beri savunulagelmekte olan Yer Merkezli Evren Kurami yikilmis ve Galilei ile Kopernik kurami gözlemsel açidan, Kepler ile kuramsal açidan gelistirilmis ve çagdas astronominin temelleri atilmistir. Böylece Kepler'in Elips Yörüngeler Kanunu ile gök mekanigine giden yol açilmistir.

* Sir Isaac Newton

Newton (1642 - 1727), tarihin yetistirdigi en büyük bilim adamlarindan biridir ve matematik, astronomi ve fizik alanlarindaki buluslari göz kamastirici niteliktedir; klasik fizik onunla doruga erismistir. Bilime yaptigi temel katkilar, diferansiyel ve entegral hesap, evrensel çekim kanunu ve Günes isiginin yapisi olarak siralanabilir. Çalismalarini Doga Felsefesinin Matematik Ilkeleri (Principia) ve Optik adli eserlerinde toplamistir.

Newton 1665 yilinda uzunluklar, alanlar, hacimler, sicakliklar gibi sürekli degisen niceliklerin degisme oranlarinin nasil
Principia'da Newton, Galilei ile önemli degisime ugrayan hareket problemini yeniden ele alir. Uzun yillar Aristoteles'in görüslerinin etkisinde kalmis olan bu problemi Galilei, eylemsizlik ilkesiyle kökten degistirmis ve artik cisimlerin hareketinin açiklanmasi problem olmaktan çikmisti. Ancak, problemin gök mekanigini ilgilendiren boyutu hâlâ tam olarak açiklanamamisti. Galilei'nin getirdigi eylemsizlik problemine göre disaridan bir etki olmadigi sürece cisim durumunu koruyacak ve eger hareket halindeyse düzgün hizla bir dogru boyunca hareketini sürdürecektir. Ayni kural gezegenler için de geçerlidir. Ancak gezegenler dogrusal degil, dairesel hareket yapmaktadirlar. O zaman bir problem ortaya çikmaktadir. Niçin gezegenler Günes'in çevresinde dolanirlar da uzaklasip gitmezler?

Newton bu sorunun yanitini, Platon'dan beri bilinmekte olan ve miktarini Galilei'nin ölçtügü gravitasyonda bulur. Ona göre, Yer'in çevresinde dolanan Ay'i yörüngesinde tutan kuvvet yeryüzünde bir tasin düsmesine neden olan kuvvettir. Daha sonra Ay'in hareketini mermi yoluna benzeterek bu olayi açiklamaya çalisan Newton, söyle bir varsayim olusturur:

Bir dagin tepesinden atilan mermi yer çekimi nedeniyle A noktasina düsecektir. Daha hizli firlatilirsa, daha uzaga örnegin A' noktasina düser. Eger ilk atildigi yere ulasacak bir hizla firlatilirsa, yere düsmeyecek, kazandigi merkez kaç kuvvetle, yer çekim kuvveti dengelenecegi için, tipki dogal bir uydu gibi Yer'in çevresinde dolanip duracaktir

Böylece yapay uydu kuraminin temel prensibini de ilk kez açiklamis olan Newton, çekimin matematiksel ifadesini vermeye girisir. Kepler kanunlarini göz önüne alarak gravitasyonu F = M.m /r olarak formüle eder. Daha sonra gözlemsel olarak da bunu kanitlayan Newton, böylece bütün evreni yöneten tek bir kanun oldugunu kanitlamistir. Bundan dolayi da bu kanuna evrensel çekim kanunu denmistir.

Newton'un diger bir katkisi da fizikte kuramsal evreyi gerçeklestirmis olmasidir. Kendi zamanina kadar bilimde gözlem ve deney asamasinda bir takim kanunlarin elde edilmesiyle yetinilmisti. Newton ise bu kanunlar isiginda, o bilimin bütününde geçerli olan prensiplerin olusturuldugu kuramsal evreye ulasmayi basarmis ve fizigi, tipki Eukleides'in geometride yaptigina benzer sekilde, aksiyomatik hale getirmistir. Dayandigi temel prensipler sunlardir:

1. Eylemsizlik prensibi: Bir cisme hiçbir kuvvet etki etmiyorsa, o cisim hareket halinde ise hareketine düzgün hizla dogru boyunca devam eder, sükûnet halindeyse durumunu korur.
2. Bir cisme bir kuvvet uygulanirsa o cisimde bir ivme meydana gelir ve ivme kuvvetle orantilidir (F = m.a).
3. Etki tepki prensibi: Bir A cismi bir B cismine bir F kuvveti uyguluyorsa, B cismi de A cismine zit yönde ama ona esit bir F kuvveti uygular.

Newton'un agirlikla ilgilendigi bir diger bilim dali da optiktir. Optik adli eserinde isigin niteligini ve renklerin olusumunu ayrintili olarak incelemistir ve ilk kez günes isiginin gerçekte pek çok rengin karisimindan veya bilesiminden olustugunu, deneysel olarak kanitlamistir. Bunun için karanlik bir odaya yerlestirdigi prizmaya günes isigi göndererek renklere ayrilmasini ve daha sonra prizmadan çikan isigi ince kenarli bir mercekle bir noktaya toplamak suretiyle de tekrar beyaz isigi elde edebilmistir. Ayrica her rengin belirli bir kirilma indisi oldugunu da ilk bulan Newton'dur.

* GALILEO GALILEI (1564-1642) ( Ek1)

d. Fizik

Bu dönemde çagdas mekanik ve optik bilimleri kurulmustur. Galilei kinematiksel yaklasimi benimseyerek çagdas mekanigin temel problemlerini matematiksel olarak açiklanmis ve çözüme kavusturulmustur. Eylemsizlik Ilkesi'nin formüle edilmesi ile birlikte klasik mekanigin dogal yer, ivme ve kütle gibi temel kavramlari matematiksel bir biçimde yeniden ifade edilmis ve duraganlik, hareket gibi, hareket de duraganlik gibi dogal bir olgu niteligine kavusturulmus ve bu baglamda hareket bir problem olmaktan çikarilmistir.

Newton ise Eylemsizlik Ilkesi'nin dogal bir hareket olarak kabul edilmesi sonucunda döngüsel hareketin açiklanmasinin gerekliligini vurgulayarak, kinematiksel yaklasimin yerine dinamiksel yaklasimla göksel cisimlerin döngüsel hareketlerini çekim kavrami çerçevesinde çözüme kavusturmustur.

e. Kimya

Bu dönemde kimya alaninda maddenin yapisina iliskin deneysel çalismalar baslamis ve özellikle Boyle, ve Hook gibi bilim adamlari sayesinde yeni bir atom kurami gelistirilmistir.

f. Biyoloji

Bu dönemde gelistirilen mikroskop araciligi ile Malpighi, Leewenhook ve Swammerdan gibi bilim adamlari, degisik canli yapilar üzerinde arastirmalar yapmis ve böylece Hücre Kurami'nin kurulmasini saglamislardir.

Ayrica, Willis, Hooke ve Mayow yapmis olduklari çalismalar sirasinda canli ve cansiz yapilarin çok küçük parçaciklardan olustugunu ve temel yapilarinin benzer olmasi dolayisiyla islevlerinin de birbirine benzemesi gerektigini düsünmüslerdir.

g. Tip

Bu dönemde anatomi, fizyoloji ve embriyoloji konusundaki arastirmalar gelistirilmis ve özellikle Harvey, büyük Yunan hekimlerinden Galenos'u elestirerek kan dolasimini bulmustur.

h. Teknik

Insanin gündelik gereksinimlerini karsilamak ve dogal çevresini çikarlarina uygun bir sekilde degistirmek için, çogu zaman bilimsel bilgi birikiminden yararlanarak bir takim alet ve makinalar yapmasi eylemi diye tanimlanabilecek teknolojinin oldukça eski bir geçmisi vardir; ancak asil önemli gelismeler, bilimle teknolojinin bulusturulmaya baslandigi bu dönemde yasanmistir.

Sonradan Sanayi Devrimi (1750-1900) olarak isimlendirilecek olan bu gelisimlerin en belirgin niteligi, üretimin insan, hayvan, su ve rüzgar gücü yerine buhar makinalariyla gerçeklestirilmesidir.

Atmosfer basincinda çalisan ilk pistonlu buhar makinasi 1712'de Ingiliz mucit Thomas Newcomen tarafindan icat edilmis ve 1769'da James Watt tarafindan gelistirilerek sanayinin hizmetine sunulmustur. Buhar makinalarini buharli gemi (1807) ve buharli lokomotif (1825) gibi ulasim araçlarinin gelistirilmesi izlemistir


. On Sekizinci Yüzyil'da Bilim

(Aydinlanma Dönemi)

Aydinlanma, insanin kendi akli ve deneyimleri ile geleneksel görüsler ve ön yargilardan kurtulmak ve akla dayanarak, dünyayi kavramak düzenlemeye çalismaktir. Bu anlamda Aydinlanma Çagi insan aklinin bagimsiz olmasi gerektigi düsüncesine dayanir. Öyleyse benimsenmesi gereken tavir inanmak degil, bilmek olmalidir.

Bu genel belirlemeden anlasildigi üzere, burada sorgulanmak istenen insan varliginin anlami ve bu Dünya'daki yeridir. Nitekim Aydinlanma'nin geleneksellesmis bir tanimini veren Kant'a göre Aydinlanma, insanin kendi kusurlari sonucu düsmüs oldugu olumsuz durumdan, yine kendi aklini kullanmak suretiyle çikma çabasidir. Gerçekte insan içinde bulundugu olumsuz duruma aklin kendisi yüzünden degil, ama onu gerektigi gibi kullanmayi bilmemesi yüzünden düsmüstür. Bu yönüyle Aydinlanma'nin, Ortaçag düsüncesine ve yasam anlayisina karsit bir dünya görüsü olarak ortaya çiktigi görülmektedir.

Aydinlanma'nin temel özelliklerinden birisi de, doga ile akil arasinda bir uygunluk oldugunu ve akilsal yapida olan bu dogayi aklin rahatlikla kavrayabilecegidir.

a. Doga ve Bilgi Felsefesi

Bu dönemde bilginin dogasina iliskin tartismalar yogunlasmis ve Tümevarim Yöntemi Hume tarafindan sorgulanmistir. Fransiz ansiklopedistlerinden D'Alembert ve Diderot gibi arastirmacilar Rönesans'tan bu yana üretilen yeni bilimsel bilgi birikimini, Ansiklopedi adli yapitta bir araya getirmeye çalismislardir.

b. Matematik

Bu dönemde Euler ve Lagrange integral ve diferansiyel hesabina iliskin on yedinci yüzyilda baslayan çalismalari sürdürmüs ve bu çalismalarin gök mekanigine uygulanmasi sonucunda fizik ve astronomi alanlarinda büyük bir atilim gerçeklestirilmistir. Mesela Lagrange, Üç Cisim Problemi'nin ilk özel çözümlerini vermistir.

* Leonardo da Vinci

Rönesans'in habercilerinin basinda gelen Leonardo da Vinci (1452-1519) sistematik bir egitim görmemis olmasina karsin, bilgi dagarcigini iyi gelistirmis ve bilim ve teknolojiye önemli katkilarda bulunmus ansiklopedik nitelikte bir bilim adamidir. Leonardo, öncelikle bir ressam olarak ad yapmistir; onun muhtesem yapitlari bazi kiliselerin duvarlarini; günümüzdeki önemli müzeleri süslemektedir. Ancak resim çalismalarini saglikli bir sekilde yürütebilmek için bir seri anatomi ve perspektif çalismalari yapmak ihtiyacini hissetmistir. Bu çalismalardan perspektifle ilgili olanini Leon Battista Alberti ve Pietro della Francesco gibi devrinin matematikçileriyle birlikte yürütmüstür. Bunlardan Francesco matematigin yani sira resimle de ilgilenmistir.

Diger yandan Leonardo, yapi bilgisine gereksinme duymus ve basta insan yapisi olmak üzere bazi canli yapilari kapsayan bir anatomi çalismasi yürütmüstür. Bu çalismalarinda enjeksiyon teknigini uygulayarak, yani dokular arasina kisa zamanda donan bir maddeyi zerkederek, yapiyi tespit edip, onu en ince ayrintisina kadar, en dogru sekilde belirlemeye çalismistir. Bu gayretleri sonucunda, özellikle kalp, mide, muhtelif damarlar ve kaslarin yapisini günümüze uygun olarak belirlemeyi basarmistir. Kalbin kapakçiklari ve hareketi üzerinde dikkatini yogunlastirarak, kalbin adeta bir tulumba seklinde çalistigini belirtmistir.

Leonardo anatomi çalismalarini karsilastirmali olarak yürütmüs, insanin anatomik yapisi ile muhtelif hayvanlarin anatomik yapilarini karsilastirmistir. Bunlardan biri de atlarin bacak ve ayak kemikleri ile insaninki arasinda yaptigi ilginç ve günümüzde de dogru olarak kabul edilen karsilastirmasidir.

Teknoloji ile ilgili olarak bazi projeler gelistiren Leonardo, kuslarin kanat ve kas yapisindan hareketle, insanlarin da belli bir düzenek sayesinde uçabilecegi anlayisini gelistirmis ve bu yolda bazi arastirmalar yapmistir. Ayni sekilde baliklar gibi, insanlarin da denizin altinda yasayabilecegini varsayan Leonardo'nun ilk denizalti projelerini gelistirdigi görülmektedir.

Leonardo bir ressam, bir bilim adami ve bir mühendistir; ancak o günlerde yaygin olarak kabul gören hümanizm görüsünü de desteklemis ve klasik Yunan düsünürlerinin ve yazarlarinin yeniden incelenmesi ve benimsenmesi gerektigini hararetle savunmustur. Ona göre bilim adamlari tipki Aristoteles ve Platon gibi, kendi düsüncelerini hiçbir etki altinda kalmadan gelistirmeli ve savunmalidir.

On altinci yüzyil bilimlerde otoritelerin yikildigi bir dönemdir; astronomide Batlamyus sistemi yikilirken, tipta Galen otoritesi son bulmustur.

c. Astronomi

Yakin dönem astronomi çalismalarinin genellikle üç alanda yogunlastigi görülmektedir:

1. Özellikle Herchell ve Halley'in yapmis olduklari gözlemler sonucunda Günes sistemine iliskin gözlemsel veriler artmistir.

2. Astronominin kuramsal yönünü olusturan ve elde edilen gözlemsel verileri degerlendirerek gökcisimlerinin hareketlerinin matematiksel açiklamasini veren dinamik astronomi gelismistir. Mesela Laplace, Günes sistemindeki bütün gezegenlerin hareketlerinin matematiksel olarak gösterilebilecegini öne sürmüstür.

3. Fizik ve kimya alanlarinda yapilan arastirmalar sonucunda elde edilen veriler dogrultusunda yildizlarin yapisini inceleyen astrofizik ve evrenin yapisini inceleyen kozmoloji gibi yeni bilim alanlari ortaya çikmistir. Özellikle astrofizikte Frounhofer ve Kirchoff'un, kozmolojide ise Kant ve Laplace'in yapmis oldugu arastirmalar çigir açici niteliktedir.

d. Fizik

Bu dönemdeki fizik arastirmalarinin özellikle elektrik konusunda yogunlastigi ve Gilbert ve Otto von Guericke'in ardindan, Du Fay, Franklin, Cavendish, Coulomb, Galvani, Ampere ve Volta'nin çalismalari sonucunda elektrigin bagimsiz bir fizik dali olarak ortaya çiktigi görülmektedir.

Ayrica, ses, isik, isi ve enerjinin dogasini açiklamaya yönelik çalismalar yogunlasmis ve bu fiziksel varliklar arasindaki iliskiler matematiksel olarak gösterilmistir.

Dalton, kimyasal tepkimeleri açiklamak için Atom Kurami'ni, Young ise isiga iliskin çagdas Dalga Kurami'ni gelistirmistir.

f. Biyoloji

Bu dönemde doga bilimlerinden botanik ve zooloji alanlarindaki çalismalar gelismis ve özellikle Darwin'in dedesi Erasmus Darwin ve Lamarck'in yapmis oldugu arastirmalar sonucunda, yeni bitki ve hayvan türlerinin olusumunu açiklamaya yönelik Evrim Kurami'nin temelleri atilmistir.

g. Cografya

Bu dönemde on besinci yüzyilda baslayan cografî kesifler, Cook 'un özellikle Antarktika ve Dünya'nin diger bölgelerine yapmis oldugu gezilerle tamamlanmistir.

h. Teknik

Bu dönemde Sanayi Devrimi'nin temelleri atilmis ve bu sayede üretime makinalar hakim olmaya baslamistir. Deniz ve kara araçlarinin yani sira, hava araçlari da gelistirilmistir. Montgolfier Kardesler'in bu alandaki çalismalari sonucunda havaciliga ve uzay çalismalarina giden yol açilmistir.

Kimyanin gelismesine bagli olarak madencilik ve metalurji sanayi de ilerlemis ve üretim biçimi ve buna bagli olarak ürün verimi köklü bir degisim geçirmistir. Ayrica tarimda da sanayilesme sürecine girilmistir.

B. On Dokuzuncu Yüzyilda Bilim ( Endüstri Devrimi ve Bilim )

Endüstri Devrimi Ingiltere’de buharli makinelerin kullanilmasiyla baslar. Insan ve hayvan gücü yerine buhar ve elektrik gücüyle çalisan fabrikalarin kurulmasiyla büyür.

Bu dönemin önde gelen özelliklerinden birisi bilimle teknolojinin yakinlasmaya baslamasidir. Özellikle bu yüzyilin ikinci yarisindan sonra, bilimsel bilgi birikimi, gündelik ihtiyaçlarin karsilanmasi maksadiyla teknolojinin hizmetine verilmis ve teknolojideki gelismeler yerlesik yasam biçimlerini degistirmeye baslamistir. Örnegin, kuramsal elektrik arastirmalarindan elde edilen sonuçlar, hemen elektrik dinamosu ve motoruna, telgrafa, telefona ve diger cihazlara dönüstürülmüs ve bunlarin yayginlasmasiyla Dünya yeni bir çehre kazanmaya baslamistir.

Bu dönemin en önemli gelismelerinden birisi, üretime yönelik arastirma laboratuarlarinin kurulmasidir. Bu laboratuarlarda gelistirilen ürünler, bunlara bagli olan fabrikalarda seri olarak üretilmis ve satisa sunulmustur. Özellikle ABD'deki sanayi atiliminda, gerek devlet ve gerekse özel tesebbüs eliyle kurulan dev arastirma laboratuarlari etkin rol oynamislardir.

Bilimlerle felsefenin birbirlerinden kesin sinirlarla ayrildigi bu yüzyilda, bilimlerde uzmanlasmanin basladigi ve bilgi üretiminin ivmesinin inanilmayacak boyutlarda arttigi görülmektedir. Artik daha önceki devirlerde oldugu gibi bilimin bütün sahalarinin bilinmesinin ve hattâ taninmasinin imkani kalmamis, bilim adamlari ögrenme ve arastirma faaliyetlerini bir ya da birkaç saha ile sinirlandirmaya baslamislardir.

Bu yüzyilda, çesitli alanlarda elde edilen bulgulara dayanarak büyük çapli bilimsel kuramlar dogmustur. Fizikteki termodinamik ve elektromagnetik kuramlari ile biyolojideki evrim kurami bir alanin sinirlarini asmis ve birçok uzmanlik sahasinda tartisilir hale gelmistir.

Dönemin en belirgin özelliklerinden bir digeri de, neredeyse Rönesans'tan beri beslenen bilim sevgisinin bu dönemde had safhaya ulasmasidir. Insanlar birbiri ardisira gelen bilimsel ve teknolojik gelismelerden büyük ölçüde etkilenmis, bilime büyük bir tutku ile baglanmis ve bilimin her sorunun çaresini bulacagina inanmislardir. Bu hayranlik ve iyimserlik, 20. yüzyilin ortalarina degin büyüyerek sürmüstür.

EVRIM KURAMI VE DARWIN ( Ek2)

C. Yirminci Yüzyilda Bilim ( Çagdas Bilim )


Yirminci yüzyili bilimsel gelismeler açisindan sicagi sicagina degerlendirmek bilim tarihçileri açisindan oldukça güçtür. Bunun nedenlerinden birisi, bilimlerdeki gelismelerin henüz tamamlanmamis olmasi ve henüz önemi kavranamayan bazi buluslarin ileride yaratabilecekleri büyük gelismeleri bugünden kestirmenin oldukça güç olmasidir. Dolayisiyla önemsiz olani önemli olanin önüne alma gibi bir hatanin yapilma olasiligi vardir. Ancak fizikteki Kuantum Kurami ile Görelilik Kurami'nin ve astrofizikteki Büyük Patlama Kurami'nin bu dönemin en önemli buluslari oldugunu söylemek mümkündür.

EINSTEIN Devrimi ( Özel Relativite Teorisinin Dogusu ) ( Ek3)
KUANTUM TEORISI ve Atom Fiziginin Dogusu ( Ek4)

a. Doga ve Bilgi Felsefesi

On dokuzuncu yüzyildan itibaren bilimde ortaya çikan olaganüstü gelismeler, bilimin kendisini de felsefî bir sorun haline getirmis, bilimin kavramlarini ve yöntemini, felsefî açidan anlamak ve anlamlandirmak üzere çesitli görüsler ileri sürülmüstür.

Bilimsel alanlari ürün ve etkinlik açisindan degerlendirme çalismalari yapilmis ve özellikle bilimsel kuramlarin mantiksal yapilari bakimindan tutarliliginin denetlenmesi ve bilimsel önermelerin yapi ve içerik açisindan tasimasi gereken özelliklerinin bir standarda baglanmasi gerektigi savunulmustur.

Bilimi etkinlik açisindan ele alan çalismalarda ise özellikle kuram seçiminin hangi ölçütlere göre yapilmasi gerektigi tartisilmistir. Yeni Pozitivizm veya Viyana Çevresi bilim önermelerinin dogruluk degerlerinin Dogrulama Ilkesi açisindan belirlenmesi gerektigini savunurken, Popper ise Yanlislama Ilkesi'ne göre belirlenmesi gerektigini vurgulamistir. Bilimi bir etkinlik olarak gören Kuhn ise, bilimsel gelismenin ayni zamanda bilim topluluklarinin sosyal yapisiyla da ilgili oldugunu vurgulayarak, bilimin felsefî boyutunun yaninda sosyolojik boyutunun olduguna da dikkat çekmistir.

b. Matematik

Bu dönemde matematige daha saglam bir temel olusturmaya yönelik felsefi agirlikli çalismalar genisleyerek devam etmistir. Russell, Poincaré, Hilbert ve Brouwer gibi matematikçiler bu konudaki görüsleriyle katkida bulunmuslardir.

Russell, matematik ile mantigin özdes oldugunu kanitlamaya çalismistir. Matematigin, sayi gibi kavramlarini, toplama ve çikarma gibi islemlerini, küme, degilleme, veya, ise gibi mantik terimleriyle ve matematigi ise "p ise q" biçimindeki önermeler kümesiyle tanimlamistir.

Hilbert'e göre ise, matematik soyut nesneleri konu alan simgesel bir sistemdir; mantiga indirgenerek degil, simgesel aksiyomatik bir yapiya dönüstürülerek temellendirilmelidir.

Sezgici olan Brouwer de matematigin temeline, kavramlara somut içerik saglayan sezgiyi koyar; çünkü matematik bir teori olmaktan çok zihinsel bir faaliyettir.

Poincaré'ye göre de matematigin temelinde sezgi vardir ve matematik kavramlarinin tanimlanmaya elverisli olmasi gerekir.

Yine bu dönemin en orijinal matematikçileri olarak Dedekind ve Cantor sayilabilir. Dedekind erken tarihlerden itibaren irrasyonel sayilarla ilgilenmeye baslamis, rasyonel sayilar alaninin sürekli reel sayilar biçimine genisletilebilecegini görmüstür. Cantor ise, bugünkü kümeler kuraminin kurucusudur.

c.Astronomi

Bu dönemde astronomi alaninda yildizlar ve evrenin yapisina iliskin çalismalar artarak devam etmis ve evrenin olusumuna iliskin Büyük Patlama Kurami ortaya atilmistir. Diger taraftan, insanin bu evrende yalniz olup olmadigi tartisilmis ve bunu belirlemeye yönelik çesitli projeler gelistirilmistir.

Yine bu dönemde gezegenlere iliskin çalismalar da ön plana çikmis ve 1930 yilinda Tombaugh tarafindan Plüton gezegeni ve daha sonra da bu gezegenin uydusu Charon bulunmustur.

d. Fizik

Bu dönemde Görelilik ve Kuantum kuramlarinin ortaya çikmasiyla birlikte, fizik alani kavram ve kuramlari açisindan yeni temellere oturtulmustur. Atom alti parçaciklarin bulunmasindan sonra Atom Kurami bütünüyle yeni bir görünüme kavusmustur.

e. Kimya

Bu dönemde kimya, sanayinin belkemigi haline gelmistir; ancak kimya çalismalari sadece sanayide degil, tip basta olmak üzere degisik bilim dallarinda da önemli rol oynamistir. Atom konusundaki çalismalar, genetik ile ilgili çalismalari ve canlilarin temel maddesi konusunda yapilan arastirmalari büyük ölçüde etkilemistir.

f. Biyoloji

Bu dönemde hücrenin yapisi ve islevlerine iliskin çalismalar biyolojiyi büyük ölçüde etkilemistir. Bunun yani sira genetik alaninda çok önemli adimlar atilmis ve özellikle son dönemde yapilan arastirmalarla klonlama yöntemine götüren yol açilmistir.

Ayrica kimyaya dayanan hormon çalismalari tarim alanindaki verimi arttirmis ve canlilarin kökeni ve evrimiyle ilgili arastirmalar, yeni bilimsel bulgularla güç kazanmistir.

g. Jeoloji

Bu dönemde jeoloji iki gelismeden büyük ölçüde etkilenmistir. Teknolojik atilim, radyometrik tarihleme yönteminin uygulanmasinda, kayaç ve minerallerin kimyasal çözümlenmesinde ve sismolojik incelemelerde büyük ilerlemelere yol açmistir. Levha tektonogi ise bu yüzyilin ikinci yarisindan sonra yerbilimlerinin hemen bütün dallarinda büyük dönüsümlerin gerçeklesmesine neden olmustur.

h. Tip

Bu dönemde tip alaninda yogun bir uzmanlasma görülmektedir. Artik genel olarak tip degil pediatri, oftalmoloji, kardiyoloji ve ilerleyen süreç içerisinde genetik ve embriyoloji çalismalari yogunlasmistir.

Yirminci yüzyil tibbinin en önemli özelligi, gelisen teknolojiyi çok iyi kullanmasi ve teshis ve tedavide daha kesin ve ayrintili sonuçlar elde etmesidir. Mikroskobun olaganüstü bir sekilde gelismesiyle baslayan süreç röntgenle devam etmistir.

i. Teknik

Yirminci yüzyil teknik alaninda önemli gelismelere sahne olmustur. 1903 yilinda Wright kardesler Flyer I ismini verdikleri ilk uçakla yerden havalanmis ve 59 saniye süreyle 260 metre uçmusladir. Daha sonraki yillarda gaz tribünleriyle donatilan jet uçaklari, 1960'larda ses üstü hizlara ulasmislardir.

1895'te X isinlarinin bulunmasiyla baslayan bir dizi bulus nükleer çagin kapisini açmistir. 1938'de atom çekirdeginin parçalanmasi sonucunda açiga çikan muazzam enerjinin kullanim sekilleri, bilim adamlarinin topluma karsi sorumlulugu konusunu gündeme getirmistir.

Enrico Fermi'nin 1942'de ?ikago Üniversitesi'nin spor sahasinda kurmus oldugu küçük bir reaktörde zincirleme çekirdek reaksiyonlarinin denetimini basarmasi, elektrik enerjisi üreten reaktörleri gündeme getirmisken, 6 Agustos 1945'de Hirosima'ya atilan atom bombasi, insanlarin bilim ve teknolojiye bakislarini ciddi sekilde sarsmistir. Ancak bilimsel ve teknolojik bilginin üretilmesi ile kullanilmasi, birbirlerinden oldukça farkli süreçlerdir ve bunlarin üretiminden sorumlu tutulabilecek bilginlerin kullanimindan da sorumlu tutulmasi dogru degildir.

k. Uzayin Kesfi

Uzaya seyahat edebilmek sadece roketlerle mümkün oldugundan, roket gelisiminin tarihi, bir bakima uzay uçuslarinin tarihi olarak görülebilir. Ilk roketin ne zaman yapildigi bilinmemekle birlikte, onun bir Çin bulusu oldugu söylenmektedir. 1232 yilinda Çinliler Mogollari uçan atesli oklarla geri püskürtmüslerdir. 1379'da ise Venedikliler ve Cenevizliler arasinda yapilan bir savasta kaba bir roket kullanilmistir. 19. yüzyil savas roketlerinin genis ilgi gördügü bir yüzyildir. Büyük Britanyali Sir William Congreve, Napolyon savaslarinda ve 1812 savasinda kati yakitli itici kuvvetle çalisan bir roket gelistirmistir. Ancak akaryakitli roketlerin kullanilmasi ile uzaya seyahatin mümkün olacagini savunan ve bu konuda ilk bilimsel eseri yayinlayan kisi Constantin Tsiolkovsky adli bir Rus bilim adamidir. Onun bu çalismasi ciddiye alinmazken, Robert H. Goddard adinda bir Amerikali ve Hermann adinda Romanya asilli bir Alman ayri ayri çalisarak modern roket biliminin temellerini atmislardir. Ayrica Oberth adinda bir bilgin Dünya'dan bir cismin baska bir aleme gitmesi ile ilgili teorilerini ve formüllerini bir kitapta toplamis ve bu kitaptan esinlenerek Almanya'da Uzaya Seyahat Kurumu kurulmustur. Goddard ise, uzun süre üzerinde çalistigi konu ile ilgili görüslerini bir rapor olarak yayinlamistir. 1919'da çikan bu raporda Ay'a atilacak bir roketten de söz edilmektedir. 1926'da bir deney roketi hazirlamis ve bu roket yaklasik 60 metre kadar havalanmistir. 1929 yilinda ise Goddard, içinde barometre, termometre gibi ölçü araçlarinin ve bir fotograf makinasinin bulundugu ilk roketi havaya firlatmistir.

Füzecilik ve uzay yolculugu denildiginde akla ilk gelen isim kuskusuz Wernher von Braun'dir. Goddard ve Oberth'in çalismalarindan haberdar olan Von Braun, Uzaya Seyahat Kurumu'nda füze denemeleri yapmis daha sonra Alman Hava Kuvvetleri hesabina çalismis ve bu is için bir füze üssü kurulmustur.

Bu çalismalar sonucunda Ikinci Dünya Savasi'nin en güçlü silahi olan V-2 roketleri dogmustur. Savastan sonra von Braun planlari ile birlikte Amerika'ya kaçmis ve Kaliforniya'da kurulan Cape Canaveral (simdiki adi Cape Kennedy) Uzay Arastirmalari Merkezi'nde çalismaya baslamistir.

4 Ekim 1957 tarihinde ise Ruslar dünyanin ilk yapay uydusu olan Sputnik-1'i Dünya'nin yörüngesine oturtmayi basardilar. 31 Ocak 1958'de ilk Amerikan yapay uydusu yörüngeye oturtuldu ve uzaya uydu gönderilmesi bu tarihten sonra bas döndürücü bir hizla devam etti.

Amerikalilar, uzay çalismalarini bir çati altinda toplamak için Ekim 1958'de NASA'yi (Ulusal Havacilik ve Uzay Dairesi) kurdular. 12 Nisan 1961'de ilk defa uzaya insanli bir roket firlatildi. Vostok-1 adli roketle birlikte uzaya çikan bu ilk insan Rus Yuri Gagarin idi. 21-27 Aralik 1968'de Frank Borman, James Lowel ve William Anders, Ay çevresini Apollo-8 ile dolastilar ve inise uygun yerleri tesbit ettiler. 20 Temmuz 1969 günü ise, Neil Armstrong, Edwin Aldrin ve Michael Collins idaresi altindaki Apollo-11 uzay araci Ay'in Sessizlik Denizi denilen issiz bir düzlügüne inmeyi basardi ve Neil Armstrong, Ay'a ilk ayak basan insan ünvanini elde etti. Bu basari, gezegenlere gönderilen insansiz arastirma gemileri ve 1981'de uzay mekiginin gelistirilmesiyle sürdü.

l. Bilgisayar

Insanoglunun ilk hesap makinesi abaküslerdir ve abaküse benzeyen ilk araçlar bundan 3000 sene önce kullanilmistir. Otomatik hareketlerden yararlanan ilk toplama makinesini Blaise Pascal gelistirmistir. Pascal bu makineyi tasarlarken, bir tarafa dogru döndürülen disli çarklarin hareketinden faydalanmistir. Daha sonra Leibniz ayni prensiple çarpma islemi de yapabilen bir makine daha gelistirmistir.

Hesaplamada elektronik sistemin öncüsü Ingiliz bilim adami Charles Babbage'dir. Babbage'nin Analitik Motor adini verdigi cihaz belli bir programlama içinde hesaplari otomatik olarak yapabilmekteydi.

Gerçek anlamda bilgisayarlar 1941 yilinda Berlin'de Kondrad Zuse tarafindan gelistirilmistir. Onun yaptigi bilgisayar elektron lambalarindan olusuyordu ve ayni yillarda Busines Machines Corporation adli firmanin yaptigi otomatik bilgisayardan çok daha hizli çalisiyordu.

1946'da, Amerikali J. Presper Erchert ve John W.Mauchly, yüksek islem hizina sahip tam elektronik ilk sayisal bilgisayari gelistirdiler. 17500 civarinda elektron tüpü, 1500 röle, 70000 direnç ve 10000 kondansatörden olusmus 30 ton agirligindaki bu dev makina, on haneli besbin sayiyi bir saniye içinde toplayabiliyordu. Sonraki yillarda inanilmaz bir süratle gelistirilen bilgisayarlar, bilgiyi çabuk ve dogru bir sekilde isleme ve saklama özellikleri nedeniyle, kisa sürede günlük hayatin ayrilmaz bir parçasi haline geldiler. Bilgi üretimi ve dolasimi hizlandi. Bu gelismeler sayesinde, bir toplumun bütün bireylerinin bilgiye kolayca ulasmalari ve onu tüketmeleri mümkün oldu. Bilgi toplumunun olusumunu hizlandiran bu gelismelerin yanisira, basimevlerinden uzay gemilerine kadar hemen bütün makina ve araçlarin kontrolünü de bilgisayarlar üstlenmeye basladi. Böylece insanlar uzun süre alan ve oldukça karmasik olan yorucu ve biktirici islerden kurtuldular.
__________________




Bostandere Ofline   Alinti Yaparak Cevapla
Eski 03-23-2007, 05:28 PM   #8
tommaister
Yeni Üye
 
Kayit Tarihi: Mar 2007
Yaş: 39
Mesajlari: 1
Teşekkür Etme: 0
Teşekkür Edilme: 0
Teşekkür Aldığı Konusu: 0
Üye No: 37465
Rep Power: 0
Rep Puanı : 10
Rep Derecesi : tommaister is on a distinguished road
Cinsiyet :
Belirlenen

arkadasım bılım ı bu kadar cok ıyı anlatmaya calıssmıssın ama uydu ve uzay bılımı hakkkındakı bılgılerını paylaasırmısın eger bu konuda bılgın varsa uydu ve satallıte sıstemlerı ıle ılgılenıyorum
tommaister Ofline   Alinti Yaparak Cevapla
CevaplaCevapla


Bu Konudaki Online üyeler: 3 (Üye Sayisi : 0 Ziyaretçi Sayisi : 3)
 

Mesaj kurallari
You may not post new threads
You may not post replies
You may not post attachments
You may not edit your posts

BB code is Acik
[IMG] kodlarAcik
HTML kodlari Kapali


Benzer Konular
Konu Konu Baslangic Forum Cevaplar Son Mesaj
Nobel Tip ÖdÜlÜ Abdlİ Ve İngİlİz Bİlİm Adamlarinin KoJiRo Eskiler (Arşiv) 0 10-26-2007 12:42 PM
Kiziniz Bİlİm Adami DeĞİlse SuÇlusu Aİle Olabİlİr TiTaN Eskiler (Arşiv) 0 07-07-2007 02:40 AM
GÜnÜmÜzÜn İman Eden Bİlİm Adamlari temürmelik Eskiler (Arşiv) 1 11-14-2006 02:44 PM
Bİlİm Olarak Sosyolojİ M@D_VIPer Eskiler (Arşiv) 0 09-23-2006 12:49 AM

Saat Dururmu GMT +3. Şimdiki Zaman 05:26 AM.

Powered by vBulletin Version 3.8.11
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.