![]() |
![]() |
#1 |
Forum Aşığı
![]() Üyelik Tarihi: Dec 2005
Mesajlar: 4,764
Teşekkür Etme: 111 Thanked 1,308 Times in 803 Posts
Üye No: 4863
İtibar Gücü: 3034
Rep Puanı : 65437
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
![]() III.DÜNYA SAVAŞI ÖNCESİ VE SONRASI RUS SÜRGÜNLERİ
MENSUP OLDUĞU MİLLET SÜRÜLEN KİŞİ SAYISI Sovyet Almanı 774.174 Kulak (Mülk sahibi köylü. SSCB'nin her halkından) 577.121 Çeçen-İnguş 400.478 Tatar, Bulgar ve Kırımlı Rum 193.959 Savaş tutsağı Alman 121.459 Vlasovcu (Savaşla Nazi safında yer alan Rus as.) 95.386 Türk, Kürt, Hemşinli 84.402 Kalmuk 81.673 Karaçay 60.130 Balkar 32.817 Aynı resmi belge nereye kaç kişi gönderildiği SÜRÜLDÜĞÜ YER MİKTAR Kazakistan'a 890.698 Özbekistan'a 179.992 Kırgızistan'a 120.858 Kemerovo bölgesine 129.423 Molotov (Perm) bölgesine 115.436 Sverdlovsk bölgesine 113.746 Krasnoyarsk bölgesine 112.316 Novosibirsk bölgesine 92.968 Tomsk bölgesine 83.276 Tümen bölgesine 56.611 Çelyabinsk bölgesine 51.865 Omsk bölgesine 44.767 Altay bölgesine 35.381
__________________
|
![]() |
![]() |
![]() |
#2 |
Forum Aşığı
![]() Üyelik Tarihi: Dec 2005
Mesajlar: 4,764
Teşekkür Etme: 111 Thanked 1,308 Times in 803 Posts
Üye No: 4863
İtibar Gücü: 3034
Rep Puanı : 65437
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
![]() İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI BAŞLARINDA
İSTANBUL’DA İHTİKÂR MESELESİ Doç. Dr. Metin AYIŞIĞI Türkiye, İkinci Dünya Savaşı'nın son safhalarına kadar tarafsızlığını korumak suretiyle büyük bir siyasî zafer kazanmıştı. Savaş süresince başta Cumhurbaşkanı İsmet İnönü olmak üzere, hükümet ve siyasî kadrolar Birinci Dünya Savaşı'nın o meşum trajedisinin tekrarlanmaması için olabildiğince tarafsız bir politika çizme gayreti içerisine girdiler. Bu konuda da kesinlikle bir taviz vermediler. Fakat Türkiye'nin iktisadi hayatını büyük ölçüde etkileyen bu büyük savaş, ülkede kalkınma hızı hemen tamamen durdurmuştur. Eldeki mevcut kaynaklar, dışarıdan gelecek herhangi bir tehlikeye karşı savunmak için silahlı kuvvetlerin ihtiyacına ayrılmıştır. Savaş yılları Türkiye'yi çok büyük ekonomik zorluklar içine itmiştir. 18 Ocak 1940 tarihinde kabul edilen "Millî Korunma Kanunu" hükümete olağanüstü geniş yetkiler veriyordu. Askerî harcamalardaki artış ve hammadde temininde yaşanan büyük sıkıntılar yüzünden, 1939 yılında başlatılmış olan II. Beş Yıllık Kalkınma planı iptal edildi. Bu arada kısmî seferberliğin sürdürülmesi de tarım üretimini düşürmüştü. Diğer taraftan dış ticaretin genişlemesiyle, Türk ürünlerine büyük bir talep oluşmuştu. Bu mallar ticari fiyatlardan çok, stratejik fiyatlarla satılıyordu. Tüm bu gelişmeler, gittikçe artan devlet masrafları ve temel ihtiyaç maddelerinin kıtlığı önemli bir enflasyonist baskıya yol açtı. Kalay stokları tamamiyle bittiği için fiyatlar 260 kuruştan 500 kuruşa fırlamıştı. Ham deri stoklarının fazla olması nedeniyle, mamul deri üzerinde çalışan fabrikalarda fazla stok karşısında faaliyetlerini yavaşlatmışlardı. Kösele ve genellikle mamul deri üzerindeki fiyat artışları, özellikle dışarıdan ham derinin getirilememesi ve imalatta gerekli olan kimyevi maddelerin yokluğuna veya fiyatların yükselmiş olmasına bağlanıyordu. Bunun üzerine hükümet, ham deri ve kimyevi madde ithalini sağlamak maksadıyla deri fabrikaları emrine 75 bin İngiliz liralık akredif imkânı verdi. Ayrıca mamul deriler üzerindeki gümrük resimleri geniş bir nisbet dahilinde indirilerek, deri sanayii ile kundura sanayii üzerindeki muamele vergisi de yeniden incelenecekti. Aşırı fiyat artışları ev kiraları, temel ihtiyaç maddeleri ve kaynağı dışarıda olan maddelerde kendini gösteriyordu. Vurgunculuk hareketinin kaynağını yerli maddeler, özellikle gıda maddeleri teşkil ediyordu. Ancak bazı maddelerdeki aşırı fiyat artışının nedeni, halkın gereksiz yere o mala rağbet etmeseydi. Örneğin 45 kuruş olan kuyruk yağının kilosu 60 kuruşa kadar fırlamıştı. Hatta ev kiraları bile bu olumsuz ortamdan nasibini almış, ev sahipleri kiraları haksız bir ölçüde arttırma yoluna gitmişlerdi. Ev kiralarının son gelişmeler nedeniyle özellikle Beyoğlu taraflarında ve kısmen de İstanbul tarafında yükselmişti. Ev kirasını arttırmak suretiyle ihtikâr yaparak Millî Korunma Kanununa muhalefetten ilk dava İstanbul'da 26 Nisan 1940 tarihinde Millî Korunma Kanununun 30. Ve 58. Maddelerine göre açılmıştı. Bu kanunun 38. Maddesi hükmüne uymayanlardan 10 liradan 100 liraya kadar ağır para cezası alınacaktı. Tekrarı halinde 20 liradan 200 liraya kadar ağır para cezası ile beraber üç günden bir aya kadar hapis cezası verilebilecekti. Savaşın başladığı ilk günlerde piyasada her çeşit eşyaya karşı büyük bir talep olmuştu. Hatta bazı kimseler evlerine bir kaç aylık makarna, un almak gibi ilginç hareketlerde bulunmuşlardı. Fakat bu durum bir süre sonra normale dönmüştü. Ancak zaman zaman bazı kimseler ihtiyaçları olmadığı halde gereksiz yere fazla mal alıyorlardı. Cebinde biraz parası olan, filan mal pahalılaşıyor, yarın daha da artabilir düşüncesiyle mala hücum ediyordu. Örneğin o ana kadar hiç ticaretle meşgul olmamış bir vatandaş yüzlerce top kumaş satın alıyordu. Pek çok emlak sahibi, sarraf, emekli memur, doktor, müteahhit ve buna mümasil birçok kimse stoklamış olduğu deri, kâğıt, manifatura, makara, kalay, ve sair ithalat eşyasını alelacele satmak için yoğun çaba gösteriyordu. Elbette amacı kâr etmek olan bu davranış ahlaksızca bir tutumdu. Bu durumda tüccar sıfatını haiz olmayanlar mal alıp satamayacaktı. Hükümetin İhtikâra Karşı Aldığı Önlemler Hükümet, bazı maddeler üzerindeki yersiz fiyat yükselmelerine engel olmak için gerekirse, bu şekilde fiyatları yükseltilen maddelere narh koyma kararı bile almıştır. Ancak, halkın hiç bir şekilde sıkıntı çekmemesi için alınacak tedbirlerden önce, durumu etraflıca tetkik etmeyi, mevcut fiyatlarla, stok miktarlarını, saklanan mal olup olmadığını tesbit etmeyi uygun bulmuştur. Nihayet "Men'i ihtikâr kanun teklifi" 1939 yılı Eylülü'nün son haftasında Bakanlar kuruluna getirildi.25 maddeden ibaret olacak olan kanun hükümleri satışa dahil tüm eşyaya şamildi. Buna göre, vurgunculuk bir komisyon aracılığı ile tesbit edilecek, kararlar ise mahkeme yoluyla verilecekti. Kararların süratle alınması için mahkeme, "cürm-ü meşhud" usulüne dayanılarak görülecekti. Kanun, savaş dolayısıyla meydana çıkan dünya ekonomik buhranına göre, ülkedeki dengeyi sağlamak için bazı kararlar almak yetkisini hükümete verecekti. Hükümet bu yetkiyi kullanarak, vurgunculuğu önlemek için gerekli kararnameleri çıkarabilecekti. Bu konuda hükümetin alacağı kararlara karşı koyanlar şiddetle cezalandırılacaklardı. Bu gibilerin mahkemeleri mahalli savcıların seçecekleri bir mahkeme tarafından yapılacak ve bu mahkeme münhasıren bu konuyla meşgul olarak davaların en kısa zamanda sonuçlanmasını sağlayacaktı. Kanunun yayınlanmasının ardında bütün müesseseler ellerindeki stokları bildiren birer beyanname vermeğe mecbur tutulacaklardı. Bu beyannamede malın cinsi, kaynağı, hangi tarihte alındığı ve maliyet fiyatıyla sigorta primi miktarları da gösterilmiş olacaktı. Yapılan incelemeler göre yalnız İstanbul'da bu şekilde beyanname vermesi gereken 60.000 firma vardı. Bu arada İstanbul Polis Müdürlüğü, dünyadaki savaş durumundan istifade suretiyle vurgunculuk yapmaya kalkışan karaborsacıları takibe başlamıştı. Örneğin odun-kömür üzerine iş yapanlar, kış mevsiminin yaklaşmakta bulunmasını fırsat bilerek, mahrukat fiyatlarını bir miktar yükseltmişlerdi. Muhtemel bir vurgunculuk hareketini önleme konusunda gayet hassas davranan İstanbul Belediyesi, şehirdeki odun ve kömür stokları etrafında incelemelere başlamıştı. Yine de Belediye, şehirde odun, kömür karaborsacılığı yapılmasına meydan vermemek üzere gerekli önlemleri almağa devam ediyordu. Fiyatların daha fazla yükselmemesi için, gelişmelere göre narh konulması bile düşünülüyordu. Avrupa'daki olağanüstü durum dolayısıyla İngiltere, Almanya ve Polonya'dan gelen sevkiyatın kesilmesi üzerine piyasada meydana gelen boşluğu doldurmak için hükümet, 16.000 ton Karabük koku getirmişti. Zonguldak Sömikok sevkiyatı düzenli olarak devam ettiğinden Mart 1940 sonuna kadar 22.000 ton kömür tamamen piyasaya arz edilmiş olacaktı. Bu da şehrin senelik kömür ihtiyaç miktarı olan 70 bin ton kok, mevsim sonuna kadar sağlanmış oluyordu. İstanbul'da ikinci el olarak kömür satan komisyoncuların kömür fiyatları üzerinde ihtikâr yaptıkları ve piyasada buhrana yol açtıkları anlaşıldığından Belediye, her kaymakamlık bölgesinde perakende satış yapmak üzere birer depo açılmasına karar verdi. Belirlenen narh fiyatına, yalnız depolara kadar ihtiyar edilecek nakliye ücreti eklenerek, satış bu fiyat üzerinden yapılacaktı. Depo kirasını ve memur masraflarını Belediye üzerine almıştı. İhtikârla mücadele eden komisyonlar, bir malın fiyatını incelemek için faturalara bakıyordu. Eğer bir ticarethane, faturada kaydedilen bir malın fiyatını arttırmış ise, ihtikâr hadisesi olarak kabul ediliyordu. Faturadaki malı normal bir kazançla satmışsa sorun yoktu. İhtikâr komisyonu, ihtikâr olaylarını faturalar üzerinden incelediği için, hiçbir tüccar açıkça malına zam yapmaya cesaret edemiyordu. Ayrıca hiçbir şekilde fatura da vermiyordu. Halbuki Millî Korunma Kanununun, 5 Mart 1940 tarihinde kabul edilen değişik 31. Maddesine göre fatura vermek mecburiyeti vardı. Vurgunculukla daha iyi mücadele için, hayat pahalılığı ile mücadelede olduğu gibi devlet fabrikalarından yararlanılması da gündeme gelmişti. Bu fabrikalarda üretilen malların fiyatları piyasada emsali bulunan malların fiyatları için bir denge görevi yapacaktı. Devlet fabrikaları ürettiği mallarının piyasada yüksek fiyatla satılmasını önlemek için harekete geçmişti. Bu konuda bir şikayet söz konusu olursa, o firmaya bir daha mal verilmeyecekti. Vurgunculukla mücadele konusunda, devlet fabrikalarının ilk etapta fiyatlarını ilan etmeleri karar altına alınmıştı. Bu suretle devlet fabrikalarında yapılan maddeler üzerinde ve bunların benzerlerinde karaborsacılığa engel olunacaktı. Komisyon bu görevi yerine getirirken, iaşe kanunun 9. Maddesini de tatbik edebilecekti. Bu madde hükümleri gereğince, vurgunculuk yapanlar, düzenlenecek zabıt varakası üzerine 5 liradan 500 liraya kadar para cezası ve 24 saatten bir seneye kadar hapisle cezalandırılacaklar, yahut bu iki ceza birlikte verilebilecekti. Bu suçları işleyenlerin mahkemeleri sıkıyönetim olan yerlerde "divân-ı harpler" tarafından, olmayan yerlerde ceza mahkemeleri tarafından görülecekti. EKMEK MESELESİ : Ocak ayı içinde unun çuvalı 605-675 kuruş arasında değişiyordu. Unun çuvalını 600 kuruştan veren Değirmenciler, maliyetlerinin arttığını iddia ederek, fırıncılara verdikleri unun fiyatını arttırmışlardı. Bu artışa nedenini de son aylarda İstanbul’a çuval gelmemesi ve değirmenlerdeki makine aksamı fiyatlarındaki artışa bağlıyorlardı. Belediye ise, bir çuval un için belirlediği 190 kuruşluk narhı biraz daha aşağı çekerek, ekmek fiyatlarında 30 paralık bir indirimi düşünüyordu. Belediyenin tüm kararlılığına karşın, Fırıncılar Cemiyeti, bir türlü ekmek imalat ücretlerinin indirilmesine yanaşmıyordu. Belediye ise, bir çuval un için belirlediği 190 kuruşluk narhı biraz daha aşağı çekerek, ekmek fiyatlarında 30 paralık bir indirimi düşünüyordu. Hatta imalat ücretlerini yeterli bulmadıkları gerekçesiyle 10 Haziran 1939 tarihinde biraraya gelen İstanbul fırıncıları, istedikleri ücretin kabul edilmemesi halinde bakkallara ekmek vermeyecekleri gibi, fırınları kapatma tehdidinde bile bulunmuşlardı. Bu açıklama gerek, Belediye gerek halk üzerinde ilgi uyandırmış, hatta telaşa neden olmuştu. Fırıncılara bakılırsa, maliyetin artmasının bir başka nedeni bakkallara verdikleri yüzde idi. Bir başka konu da ekmeğin kalitesi idi. Fırıncılar, ekmekteki kalitesizliğin değirmencilerin kendilerine verdikleri kötü undan kaynaklandığını ifade ediyorlardı. Değirmenciler de, Toprak mahsulleri Ofisinin kendilerine yalnız yumuşak ve düşük kalitede buğday verdiklerini söylüyorlardı. Aslında, İstanbul ekmeğinde glüten, yani proteğin oranı 10 ve randıman derecesi 80 idi. Fakat halk 80 randımanlı esmer ekmeğe rağbet etmediğinden, fırıncılar genellikle 75-76 randımanlı un kullanıyorlardı. Bu konuda yapılan toplantı ve tartışmalara rağmen un fiyatlarında yükselme devam ediyordu. Ancak hükümet de, büyük fedakârlıklarla Toprak Mahsulleri Ofisi adına, İstanbul'da buğdayı piyasa fiyatından aşağı satıyordu. Devlet adına satılan buğdayın fiyatı, İstanbul'da ekmeğin 9.5 kuruşa satılmasına göre hesaplanmıştı. Bu fiyat değişmedikçe narhın da değişmemesi gerekiyordu. Halbuki değirmenciler un fiyatlarını yükseltmeye devam ediyorlardı. Böylece un fiyatlarının normal seviyesinin üstüne çıkmasına engel olunacak ve fırıncılara güçlükleri de çözümlenecekti. Zaten l9 Haziranda toplanan Belediye İktisat İstişare Kurulu, ekmekçilerin başvurularını değerlendirerek, narha esas olan bir çuval unun fiyatını 193 kuruştan l56 kuruşa indirmişti. Fırıncılar, Belediyenin belirlediği bu fiyata itiraz ettiler. Bu arada ekmeğin ucuzlatılması konusunda yeni teklifler de geliyordu. Örneğin İstanbul ekmeğinin 95 randımanlı undan yapılması teklif edildi. Fakat bu içi kepekle dolu, hazmı zor ekmeği şehirlinin yemeyeceği doğaldı. Fırıncıların hemen hepsi ise 70-74 randımanlı undan ekmek çıkarmağa devam ediyorlardı. Belediyenin, Fırıncılarla Mücadele Etmeye Karar Vermesi Yaşanan tüm bu gelişmelerin yanı sıra, halkın da fırıncılardan yana şikâyetleri vardı. Bu şikâyetler, ekmeğin iyi pişirilmemesi, kötü kalite undan yapılması üzerinde yoğunlaşıyordu. Nitekim 1939 yılı Temmuz ayı içinde 656 çuval n ve 315 ekmek numunesi alınmış, tahlil sonucu bu unlardan 28 i, ekmeklerden 89 u bozuk çıkmış, sorumlular ise cezalandırılmıştı. İşte imalat ücretlerinin yüksek olduğundan dert yanan fırıncıların, ekmeğin kalitesinde bir iyileştirmeye gitmemeleri üzerine Belediye, bu işin bazı semtlerde açılacak olan örnek fırınlarla yapılmasına karar verdi. Böylelikle hem rekabet ortamı doğacak, hem de ucuz ve kaliteli ekmek yenebilecekti. Kaldı ki Belediye bu kararında haksız değildi. Çünkü İstanbul'da günde 300 bin ve senede 110 milyon kilo, yani yuvarlak bir hesapla 10 milyon liralık ekmek yeniyordu. O sırada İstanbul'da 190 civarında fırın vardı. Bunların hemen hepsinde hamur yoğurma makinası varsa da, bu fırınların teşkilatı tam anlamıyla sıhhî değildi. Yani ekmeğin daha ucuz ve daha sağlıklı olabilmesi için her şeyden önce ekmek pişirme işinin modernize edilmesi gerekiyordu. İstanbul dağınık bir şehir olduğu için modern fırınlar, kenar mahallelerde fabrikalar ve uzak yerlerde satış şubeleri açmak uygun olabilirdi . Aslında Belediyenin ilk girişimi de modern fırınlar kurulmasına yönelikti. Bu duruma göre, İstanbul'un ekmek ihtiyacını karşılamak için o sırada 1.5 milyon lira sar etmek gerekiyordu. Ancak bu girişim ne derece sağlıklı ve tasarruflu olabilirdi, iyice değerlendirmek gerekiyordu. Gerçi rekabet nedeniyle, sermayece zayıflayan fırıncıların, bu iş için gerekli olan parayı kısa sürede bulmaları mümkün değildi. Ancak düzenli bir planla çalıştıkları takdirde bu paranın tamamı hemen lazım olmayacağı gibi kurulacak fabrikalar karşılık gösterilerek sağlanacak kredi ve Belediyenin yardımıyla sermaye konusunu da çözümleyebilirdi. Ancak muhtelif yerlerde ekmek fabrikaları kurulması için Belediyenin giriştiği teşebbüsler harp durumu nedeniyle ertelendi. Daha çok yiyecek maddelerine halkın gösterdiği aşırı talebin ve tüccarların anlaşılmaz bir tutumla malını elde tutmak veya en yüksek fiyatla satmak düşüncesinin doğurduğu bu durum, halkın son gelişmelerde bir fevkaladelik olmadığını görerek, ihtiyaç fazlası alışverişi kesmesi fiyatlarda bir miktar düşüşe neden olmuştu. Ancak menşeleri yabancı olan ve daha çok o sırada savaş halinde olan ülkelerin malı olan maddelerin fiyatlarında doğal olarak bir yükselme vardı. Bu yükseliş ise ellerindeki stok miktarına göre değişiyordu. Ayrıca devlet, vurgunculuğu önlemek için her türlü tedbirleri almağa, tüm kuvvetlerini kullanmağa yetkili olacaktı. Özellikle, gerekli olan durumlarda vurgunculuk yaptığı görülen ticari ve sınai şubeler devletleştirilebilecekti. Kanunun yayınlanmasının ardından bütün bu müesseseler ellerindeki stokları bildiren birer beyanname vermeğe mecbur tutulacaklardı. Bu beyannamede malın cinsi, kaynağı, hangi tarihte alındığı, nereden alındığı ve maliyet fiyatıyla sigorta primi miktarları gösterilmiş olacaktı. Ayrıca her müessese, elinde ne kadar mal bulunduğunu, bu malların kaynağını, alınış fiyatlarını, zaruri masraflarını, maliyetini ve halen satış fiyatını yazmağa mecbur tutulacaktı. Yapılan tespitlere göre, sadece İstanbul’da bu şekilde beyanname vermesi gereken 60.000 firma vardı. İstanbul’da savaşın ilanından beri fiyatları kademeli olarak artan maddelerin en başında inşaat malzemeleri geliyordu. Bu malzemelerin başlıcasını cam ve camdan mamul eşyalar teşkil ediyordu. Bir kısım camcılar, büyük cam ticarethanelerinin kendilerine cam vermediğini, cam fiyatlarının % 25 oranında arttığını ileri sürerek, ilgili makamlara şikayette bulunmuşlardı. Bunun üzerine harekete geçen Ticaret Odası, bu gelişme hakkında büyük cam ithal eden firmalardan açıklama istedi. Bu arada cam ithal eden en büyük firmalardan biri olan "Albert Siyon" firması basına yapmış olduğu açıklamaya bakılırsa, bir taraftan sigorta harp rizikoları, diğer taraftan navlunların yükselişi yeni gelen ve yolda bulunan camların fiyatlarını yükselmişti." Piyasada cam eşya üzerinde karaborsa kelimesi ile ifade edilebilecek derecede fahiş bir yükselme vardı. Bilhassa aranılan ölçüde pencere ve kapı camı bulunamıyordu. Lüks camların fiyatı % 40-60 oranında yükselmişti. Pencere camındaki fiyat artış oranı % 10 civarındaydı. Evvelce 800-850 kuruşa satılan camların sandığı, şimdi 875-900 kuruşa satılıyordu. Daha önce 200-220 kuruşa satılmakta olan duble camlar, şimdi yine hemen aynı fiyatla satılmakla beraber, müşterinin istediği ebatta cam bulunmadığı takdirde büyük ebatta cam kesilmesinden doğan zararın miktarına göre bir fiyat farkı doğmaktaydı. O sırada piyasada duble cam az olması dolayısıyla % 15-30 oranında bir fark oluşuyordu. Ancak Avrupa’dan cam ithal edilmesi için girişimlerde bulunulması, kısa süre içinde piyasanın normale dönme umutlarını arttırıyordu. Fakat bir taraftan navlunların yükseltilmesi nedeniyle, yeni gelen ve yolda bulunan camların fiyatını yukarı çekmişti. Bu gidişle cam fiyatlarının tespiti ve hatta mümkünse, pencere camı gibi çok gerekli maddelere narh konulması gerekecekti. Bundan başka, inşaat malzemesi arasında bulunan demir ve her çeşit nalburiye malzemesi üzerinde de karaborsacılık yapıldığına dair pek çok şikayet vardı. Örneğin madenî eşyadan pirinç, piyasadan tamamen çekilmiş durumdaydı. Ellerinde kalay stoku bulunanlar, bunları faturasız sattıkları için, vurgunculuğu tespite imkan bulunamıyordu. Kalay fiyatlarındaki artış ise, % 400 ü geçiyordu. Çinko ve bakır fiyatları da yüksekti. Komisyon, karaborsacılık yapanlara fiyatlarını derhal 1 Eylülden önceki fiyat seviyesine dönmeleri gerektiğini bildirdi. İkinci bir kontrol veya olayda ihtara gerek kalmadan kapama kararı verileceğini bildirdi, Yeni çıkarılan kanundan sonra, hiçbir firma kendiliğinden fiyatlara en ufak bir zam dahi yapamayacaktı. Zam ancak, zorunlu ve gerekçeli nedenlerle ilgili makamlar tarafından verilecek izinle olabilecekti. Stoklar için 1Eylül 1939 tarihinden evvelki fiyatların esas tutulacağı anlaşılıyordu. Bundan sonra gelen ve gelecek olan malların durumları maliyet ve masrafları ayrılacak, buna göre fiyat müsaadesi verilecekti. Son bir ay içinde, birdenbire ortadan kaldırılan başlıca ihtiyaç maddeleri arasında kimyevi ve tıbbi ecza önemli bir yer tutuyordu. Ecza depolarında ve eczanelerde müsekkin ilaçlardan bazılarının mevcudu tükendiği iddia ediliyordu. Müstahzar ilalardan birçoğu ise ortadan kalkmıştı. Komisyonca, tıbbi ecza firmalarına, ellerindeki malları 31 Ağustos 1939 tarihindeki fiyatlar dışında bir fiyatla satamayacakları bildirilmiş ve kendilerinden stokları hakkında derhal bilgi vermeleri istenmişti. İlaç vurgunculuğu üzerinde de önemle duran hükümet, sıkı bir tahkikata girişmişti. O sırada tıbbi ilaçlar en çok Almanya’dan geliyordu. Almanya’nın savaş durumunda olması nedeniyle bu maddeleri temininde büyük sıkıntı yaşanıyordu. Bunu tesbit eden vurguncular, ellerindeki bu gibi tıbbi malzemeyi piyasadan çekmişlerdi. Şimdiden eczanelerde aspirin tükenmişti. Almanya ve Fransa’dan gelen diğer ilalar da gülükle, o da mevcut fiyatlarının % 25-30 oranında fazlası ödenmek suretiyle ancak sağlanabiliyordu. Sağlık Bakanlığı müfettişleri, son zamanlarda ithal edilmiş olan tıbbi malzeme ile bunların satıldığı yerleri tesbit etmeğe başlamışlardı. Böylece hangi tüccarda ne kadar mal bulunduğu meydana çıkarılacaktı. Bu ilaçların fahiş fiyatla satılmasına kesinlikle izin verilmeyecekti. Hazırlanan yeni kanuna göre, karaborsacılık yapanlar 500 liradan 1500 liraya kadar ağır para cezasına çarptırılabileceklerdi. 3 Ekim 1939 tarihinde Ticaret Müdürlüğü’nde yapılan toplantıda, tüccarlara satışlarını 31 Ağustos fiyatlarına göre devam ettirilmesi gereği bildirildi. Aynı zamanda vurgunculukla mücadeleyi de sağlayacak olan "İktisadî korunma kanunu projesi" Bakanlar Kurulundan geçerek Büyük Millet Meclisine sunulmuştu. Projenin cezai yaptırımlar bakımından karaborsacılık yaptıkları sabit olanlara 500 liradan 20.000 liraya kadar para cezası uygulanacağı, bu gibi şahısların firmalarının kapatılacağı belirtiliyordu. Bu kanunla Başbakanlığa bağlı bir de teşkilat kuruluyordu. Teşkilatın en önemli kolu İstanbul’da bulunacaktı. Vurgunculukla mücadele için yapılan hazırlıklar arasında, bu gibilerin isimlerini içeren bir "kara liste" yayınlanması üzerinde de durulmuştu. Birçok ülke, bu tarz bir cezalandırmayla olumlu sonuçlar almıştı. 9 Ekim 1939 tarihinden itibaren fiilî kontrollerine başlayan "İhtikârla Mücadele Komisyonu", ellerinde beyanı verilmemiş stok mal bulunduran kurumlara kapama cezası vermeye başlamıştı. Bu kontroller kısa sürede piyasada etkisini göstermişti. Örneğin 9 Ekimden itibaren vurgunculukla mücadele komisyonu, toptan kahve satışını fiilen kontrol altına almıştı. Bu arada kahve ihtikârını önlemek için, Brezilya kahve şirketinden aldıkları kahveleri müşterilerine düzenli bir şekilde vermediği belirlenen veya yüksek fiyatlarla satış yaptıkları anlaşılan tüccarlar hakkında kanuni takibatta bulunulacak, bu gibilere kahve verilmesi men edilecekti. Bu tedbirler etkisini derhal göstermiş ve kahvenin kilosu 110 kuruşa kadar düşmüştür. Millî Korunma Kanunu ( 18 Ocak 1940 ) Türkiye İkinci Dünya Savaşına katılmadığı halde savaşın kuvvetli etkilerini hissetmiştir. Her gün savaşa girme ihtimali karşısında uygulanan seferberlik, devlet için ağır masraflar yarattığı gibi, aktif nüfusun önemli bir kısmını üretimden çekmekle, çeşitli sektörlerde, özellikle de tarımda bir işgücü kıtlığına yol açarak üretimi aksatmıştır. Devlet artan masraflarını, vergiler yerine Merkez Bankasına başvurarak karşıladığından, para tedavülü çok genişlemiştir. İthalat hacmi indeksi 1938'de 100'den 1940'da 36 ya, 1941'de 29 a inmiş ve 1944'de 40 tutmuştur. Bu şartlar altında izlenen ekonomik politika, büyümeyi ve gelişmeyi hızlandırma hedefinden çok, mal darlığını hafifletmek, fiyat artışlarını frenlemek, oluşmuş olan karaborsa ile mücadele etmek, halk sıkıntı çekerken bazı kimselerin aşırı kazançlar elde etmeleri şeklindeki sosyal adaletsizlikleri düzeltmek gibi hedeflere yönelmiştir. Devlet bu yüzden birtakım sert ve katı savaş ekonomisi tedbirlerine başvurmak zorunda kalmıştır. Bu tedbirlerin büyük kısmı 1940'ta çıkan ve 1942'de değişikliğe uğrayan "Millî Korunma Kanunu" dayandırılmıştır. Kanun, Bakanlar Kuruluna, kanunun birinci maddesinde sayılan durumlar ortaya çıktığı takdirde ekonomiyi düzenleyici nitelikte bazı yetki ve görevler vermektedir. Millî Korunma Kanununun birinci maddesinde belirtildiği üzere, "Umumî veya kısmî seferberlik", "Devletin bir harbe girme ihtimali" ve "Türkiye Cumhuriyeti'ni de alakalandıran yabancı devletler arasındaki harp hali" dir. Bu yetkilere dayanılarak örneğin çimento ve dokuma imalat imalat ve satışı denetim altına alınmıştır. Ancak yetkilerden bir kısmı kullanılamamış, kullanılanlardan bazıları da başarılı sonuçlar vermemiştir. Millî Korunma Kanunu, hükümete ekonomik hayatı düzenleyici çok geniş olanaklar sağlayan hükümleri içermektedir. Bu kanun ile üretim, dağıtım ve tüketim ilişkileri tümüyle devlet kontrolü altına alınmakta, gerektiğinde devlet, üretimi savsaklayan işletmelere el koyabilme yetkisine sahip olabilmektedir. Bu kanun ile dış ticaretini düzenlenmesi, kontrolü gibi müdahaleler de devlet kontrolüne bırakılmaktadır. Ayrıca hükümet, halkın ve Millî savunmanın ihtiyacı olan her çeşit maddeleri ve yardımcı malzemeleri değer fiyatının ödenmesi karşılığında el koyarak almağa, maksada göre dağıtmaya, satmaya ve ihtiyacı olan kurumlara kârsız vermeğe yetkiliydi. Halbuki Toprak Mahsulleri Ofisi, hububat piyasasını devlet alımları ile düzenleyerek çiftçiyi korumak amacı ile kurulmuştur. Oysa, savaşın ilk yıllarında uygulama ters yönde olmuş ve buğday devletçe değerinden de düşük fiyatla satın alınmıştır. Ancak bu durum çiftçileri buğdaylarını devlete vermemeye sevketmiş ve karaborsa gelişmiştir. Aynı gelişme diğer maddelerde de yaşanmıştır. Bununla beraber 1942 Temmuzu'na kadar fiyat kontrolü devam ettirilmiştir. Tam olarak uygulanamamakla beraber hububat fiyatı politikası, yine de başarılı olmuş; hiç olmazsa devlet eliyle fert zengin etme sonucunu doğurmamıştır. Bu dönemde alınan sert tedbirler arasında 11 Aralık 1942'de konan Varlık Vergisi de vardır. Savaş yıllarının ağır ekonomik koşullarından yararlanan bir kesimin de müthiş kazanç sağladığı su götürmez bir gerçektir. Özellikle karaborsa ve bazı olağanüstü yolların kullanılması sonucu belirli bir kesimin elindeki sermaye ile önemli bir düzeye ulaşmıştır. Savaş sırasında bu kesimler tarafından elde edilen kârlar öyle bir düzeye varmıştır ki, hükümet çok kısa bir sürede milyoner olanlardan "Varlık vergisi" adı altında bir vergi almaya çalışmıştır. Böyle bir vergi, iktisadi ve mali bir bunalım geçiren ülkede gelir toplama ve millî ekonomi üzerinde kontrol aracı olarak normal ve haklı görülebilirdi. Savaş yılları içinde, Millî savunma giderlerinde fert başına düşen payın giderek ağırlaşması, toplumun özelikle memur, işçi gibi sabit gelir gruplarını ezerken, büyük toprak sahipler, stokçu ve aracı guruplarda büyük servet artışlarına neden oldu. İstanbul'da tüccarlar, komisyoncular ve acentalar büyük servetler yapıyorlardı. Kısmen vergi kaçakçılığı, fakat daha çok vergi, narh ve tahsilat sisteminin yetersizliği nedeniyle bu servetler, büyük ölçüde vergilendirmenin ya da hükümet kontrolünün dışında kalıyordu. 11 Kasım 1942’de Meclis tarafından onaylanan Varlık Vergisi Kanunu, ertesi günü yürürlüğe girdi. Diğer taraftan, savunma giderlerine çok defa devlet bütçeleri içinde % 50'nin üzerinde bir pay ayılmasına yeterince tatmin edici görülmüyordu. Savaşın ortaya çıkardığı bu zorunlu giderleri karşılamak için, olağan dışı vergi önlemlerine başvurmak gerekiyordu. Kaynak, harp zenginleri ve tarımsal üretime dayalı vergiler oldu. Bu vergilerden ilki "Varlık Vergisi" diğeri ise "Toprak Mahsulleri Vergisi" dir. Bir kerelik ve olağanüstü bir servet vergisi niteliğinde olan olan bu vergiden 465 milyon lira hasılat beklenirken uygulanmasının durdurulduğu 1944 yılına kadar ancak 311 milyon lira sağlanabilmiş ve bunun 221 milyonu İstanbul'dan toplanmıştır. Varlık vergisi uygulamalarda haksızlıklara yol açtığı gibi enflasyonu da yavaşlatamamıştır. Kısa sürede zengin olanlar kendilerinden alınacak olan bu vergiden kaçmanın çeşitli yollarını bulduklarından dolayı, 15 Mart 1944'te kaldırılan "Varlık Vergisi Kanunu" ile alınabilen vergi tutarı hükümetin beklediğinin çok altında gerçekleşmiş, sonuçta savaşın acı faturasını yine Türk halkı ödemiştir. 10 Haziran 1939 tarihinde biraraya gelen İstanbul fırıncıları, imalat ücretlerini yeterli bulmadıkları gerekçesiyle bakkallara ekmek vermeyeceklerini söylediler. Bu açıklama gerek, Belediye gerek halk üzerinde ilgi uyandırmış, hatta telaşa neden olmuştu. Fırıncılara bakılırsa, maliyetin artmasının bir başka nedeni bakkallara verdikleri yüzde idi. Bir başka konu da ekmeğin kalitesi idi. Fırıncılar, ekmekteki kalitesizliğin değirmencilerin kendilerine verdikleri kötü undan kaynaklandığını ifade ediyorlardı. Değirmenciler de, Toprak mahsulleri Ofisinin kendilerine yalnız yumuşak ve düşük kalitede buğday verdiklerini söylüyorlardı. Bu konuda yapılan toplantı ve tartışmalara rağmen un fiyatlarında yükselme devam ediyordu. Ancak hükümet de, büyük fedakârlıklarla Toprak Mahsulleri Ofisi adına, İstanbul'da buğdayı piyasa fiyatından aşağı satıyordu. Devlet adına satılan buğdayın fiyatı, İstanbul'da ekmeğin 9.5 kuruşa satılmasına göre hesaplanmıştı. Bu fiyat değişmedikçe narhın da değişmemesi gerekiyordu. Halbuki değirmenciler un fiyatlarını yükseltmeye devam ediyorlardı. l9 Haziran 1939 itibariyle İstanbul'da ekmek halitasında kullanılan iki cins undan, birincisi 615, ikincisi 670 kuruştan satılıyordu. Böylece un fiyatlarının normal seviyesinin üstüne çıkmasına engel olunacak ve fırıncılara güçlükleri de çözümlenecekti. Bu arada ekmeğin ucuzlatılması konusunda yeni teklifler de geliyordu. Örneğin İstanbul ekmeğinin 95 randımanlı undan yapılması teklif edildi. Fakat bu içi kepekle dolu, hazmı zor ekmeği şehirlinin yemeyeceği doğaldı. Fırıncıların hemen hepsi ise 70-74 randımanlı undan ekmek çıkarmağa devam ediyorlardı. Belediye almış olduğu bir kararla tüm fırınların aynı çeşni ile ekmek yapmalarını zorunlu kıldı. Bundan sonra her sene Eylül ayında yeni çeşni tayini gerekecekti. Un çeşnileri de bundan sonra sadece dört büyük değirmende yapılarak fırınlara verilecekti. Bu suretle ekmek ve un cinsinde birlik sağlanmış olacaktı. Örneğin İstanbul ekmeğinin 95 randımanlı olması halinde hem fiyatının ucuzlayacağı, hem de glütenin artacağı şeklinde bir teklif de ileri sürülmüştü. Fakat içi kepekle dolu, hazmı zor, şehirlinin yemeyeceği bir ekmek çıkarmak anlamsız görüldüğünden bundan vazgeçilmişti. Halbuki, Birinci Dünya Savaşı yıllarında bile % 60 arpa ve % 40 buğdaydan yapılan ekmek çeşnisi 95 randımana çıkmamıştı. Ekmekçilerin un halitasının değirmenciler tarafından yapılmasını istemeleri, o vakte kadar fırıncılara atfedilen "bozuk ekmek" imal ediyorlar suçlamasından kurtulmak içindi. Çünkü bunların iddialarına göre, küçük fırınların yapmış oldukları ekmek, Belediyenin çeşnisine uygundu. Aslında çok fazla satış yapan büyük fırınlar, yüksek vasıflı un kullanmakta, bunu gören halk da küçük fırıncıları bozuk ekmek imal etmekle suçlamaktaydılar. Belediye ile fırıncılar arasında görüşmeler devam ederken, zabıta da denetimlerini sıklaştırıyordu. Örneğin etiketsiz ekmek çıkartan fırınlar şiddetle cezalandırılıyordu. Belediyenin ekmek fabrikası kurmaya karar vermesi üzerine bazı yabancı firmalar hükümete teklifte bulundular. Hükümetle bazı temaslarda bulunan Belediye yetkilileri, bu tekliflere pek sıcak bakmamaktaydı. Ancak böyle bir ekmek fabrikası kurulduğu takdirde, şehrin her tarafında aynı çeşit ve çeşnide, aynı derecede pişkin ve lezzetli ekmek yemek kabil olacaktı. Şehirde günde sarf olunan ekmek miktarı takribi olarak 282.000 adet civarındaydı. Ancak bu miktara francala, çavdar ekmeği, galeta, simit gibi ekmek yerini tutan gıda maddeleri dahil değildi. Ayvansaray, Hasköy, Kasımpaşa ve Balat'ta bulunan dört değirmen şehrin ihtiyacı olan unun öğütülmesine fevkalade kâfi geliyordu. Ancak 23 Aralık 1939 tarihinde toplanan Belediye Narh Komisyonu bu kere fırıncıların talep etmiş olduğu 10 paralık zammı kabul etti. Böylece bunan sonra ekmek 10, francala yine eskisi gibi 14.5 kuruşa satılacaktı. Ancak ekmek fiyatlarının devamlı olarak yükselmesinin önüne geçilmesi, Toprak mahsulleri Ofisinin, buğdayı daha ucuza vermesiyle mümkün olacaktı. Yapılan bu zamma rağmen, ekmeği fahiş fiyatla satan bu dükkanlar geçici olarak kapatıldı. Bu arada Kaymakamlar, bölgelerinde ekmek satan bakkal dükkanlarıyla, tablakârları kontrolden geçirecek, ekmeği belirlenen narhın üzerinde bir fiyatla satılmasına engel olacaktı. Daimî Encümen tarafından kabul olunan ekmek çeşnisinin uygulanmasına da 29 Nisan 1940 tarihinden itibaren başlandı. Manifatura malzemesinde görülen fiyat artışını spekülasyon olarak niteleyen Ticaret Bakanlığı, bunun önüne geçmek için bazı önlemler almaya başlamıştı. Bu tedbirlerin başında ithalatçılarının piyasadan mal toplayarak depo etmesi ve bankalardan "avans sür marşandiz" (ticaret emtiası üzerine avans) yapmalarının engellenmesi geliyordu. Dışarıdan ithal edilen manifatura eşyasının piyasada muvazenesini sağlayabilmek için Sümer Bank fabrikaları ürünlerinin de fiyatlarının yükselmemeleri esas olduğuna göre, Bakanlık, bunu sağlayıcı tedbirleri de alarak ilgililere tebligat yapmıştı. Bu durum karşısında Sümerbank fabrikaları, tesbit edilen fiyat esası üzerinden azami randımanlarla çalışacaklar ; savaştan önceki fiyata göre % 5-10 arasındaki fiyat zammı suretiyle elde edilen yeni fiyatlar, önümüzdeki pamuk rekoltesi şartlarının tayinine kadar aynı kalacaktı. Bundan fazla ihtiyacımız, ihrac edeceğimiz pamuklarımız karşılığı olarak muhtelif memleketlerden temin olunacak ve piyasa mevcudu daima talebin üstünde tutulacaktı. Bir maddenin kıymet fiyatının daima o maddenin arz ve talebine bağlı olduğu bir gerçektir. Revaçta olan herhangi bir maddenin mevcudu azalır veya çoğalırsa o maddenin fiyatı yükselir veya düşer. Bu değişmez kural iktisadi hayatın ezeli sonucudur. Bu bakımdan iktisadi sebep ve amillere dayanmayan fiyat artışlarını önlemek kamunun menfaatleri adına elzemdir. Halbuki Belediye kanunun, Belediye vazifelerini izah eden 15, maddesinin 23. Fıkrası Belediyelere, temel ihtiyaç maddelerine azami fiyat koymak ve ihtikâra engel olmak için bunları alıp, satmak ve stok yapmak yetkisini veriyordu. Kanunun bu maddesinden anlaşılıyor ki Belediye, hayatı ucuzlatmak için fiilen piyasaya müdahale edecek ve bu ihtiyaç maddelerini alıp satabilecekti. Fakat diğer taraftan Belediye, muhasebe ve arttırma, eksiltme kanunlarındaki hükümlerden hariç olarak muamele yapamamak mecburiyetindeydi. Bu nedenle, temel ihtiyaç maddelerinde ihtikâra tesadüf edildiği zaman stok yaparak makul bir fiyat ile satmak konusunda birçok yasal güçlüklerle karşılaşıyordu. Örneğin beğenilmeyen(idhar) mal, halka bir esnaf gibi değil, müzayede, münakaşa esaslarına göre satmak zorundadır ki bu, verilen yetkinin fiilen tatbikine imkân vermiyordu. İşte gıda maddelerinin yükselmesi karşısında Belediyenin piyasaya nazım olacak şekilde müdahale etmemesi sırf bu sebepten ileri geliyordu. Bunun dışında Devlet, yine Millî Korunma Kanunu gereğince, benzin, lastik, kâğıt, çimento ve demir gibi maddelerin dağıtımını da ele almış ve milyoner yaratma politikasına bu yoldan da hizmet etmiştir. Ne var ki, bu fiyat kontrolü birçok malı piyasadan çekip, karaborsayı geliştirince, 1942'de Başbakan olan Şükrü Saraçoğlu Kabinesi bu kontrolü gevşetmiştir. Siyaset dilinde "% 25 kararı" adı olarak geçen karar alınarak, hububat fiyatları geniş ölçüde serbest bırakılmıştır. Bunun üzerine buğday fiyatları çok büyük bir hızla yükselmiş ve daha önce yapılan stoklar erimiştir. Diğer maddelerde de büyük fiyat artışları olmuştur. Örneğin zeytinyağı fiyatları 85 kuruştan 350 kuruşa çıkmış ve 85 kuruştan stok edilen 16 bin ton zeytinyağı bir sürü tüccarı milyoner etmiştir. S o n u ç : Alınan tüm önlemlere karşı hükümet, silah altına alınan yaklaşık 1 milyon askeri beslemek ve kent merkezlerinin gıda ve giyim gibi temel mal ihtiyaçlarını karşılamakta ciddi güçlüklerle karşılaşmıştır. Ardarda yayınlanan kararnamelere adeta meydan okurcasına hızlanan karaborsa ve ihtikâr süreci, hükümetin sıkıntılarını arttırıyordu. Bir yandan temel tüketim mallarında ciddi yokluklar içinde kalan geniş halk yığınları sefalete itilirken, diğer yanda büyük vurgunların vurulması, yönetici kadronun bazı kesimlerinin tacirler ve büyük toprak ağalarına karşı tavır almalarına yol açmıştır. Ne var ki, bu dönemi sadece burjuvazi ile yüksek bürokrasinin ve siyasa kadroların nemalarının paylaştıkları, başıboş vurgun yılları olarak değerlendirmek de yanlıştır. Tek parti rejiminin yönetici kadrolarının bir kanadı, savaş yıllarını, bir yandan haksız kazançlara set vuracak etkin devlet müdahalelerini yerleştirmek, öte yandan ekonomik ve kültürel alanda bazı kalıcı reformlara yönelmek için bir fırsat olarak kullanmaya da teşebbüs etmiştir. Türkiye II. Dünya Savaşı'na fiilen katılmamasına rağmen, savaş ekonomisinin ağır koşullarını tümüyle yaşamıştır. Özellikle yetişkin nüfusun büyük çoğunluğunun askere alınması, doğal olarak tarımsal üretimde büyük düşüşlere yol açmıştır. 1930’lu yılların politikaları sonucu esasen bir hayli daralmış olan ithalat iki yıl içerisinde yarı yarıya düşmüştür. Savaş yıllarında buğday üretiminde % 50’ye yaklaşan bir gerileme meydana gelmiştir. Savaş öncesinde başlayan planlama çalışmaları ve sınaî yatırım programları, savunma harcamalarının bütçeye hakim olması yüzünden tümüyle ertelenmiştir. Bunlar, savaş yıllarının bir iktisadî gerileme dönemi olmasına yol açan nesnel etkenlerdir. Bu zor dönemde hemen pek çok madde karaborsaya düşmüştür. Özellikle zaruri ihtiyaç maddelerinden olan un, yağ ve şekerde bu durum had safhaya varmıştır. Bunun yanısıra ilaç, odun-kömür, kırtasiye, inşaat, marangoz ve terzi malzemeleri ile kahve, cam, kalay, kimyevî maddelerde de yaygın bir şekilde stokçuluk ve karaborsa oluşmuştur. İlaç konusunda vurgunculuk öyle boyutlara ulaşmıştır ki, eczanelerde aspirin bile kalmamış, akla gelebilecek hemen her tür mal vurguncuların ilgi alanına girmiştir. Savaş yıllarının ağır ekonomik koşullarından yararlanmak isteyen bir kesimin de müthiş kazanç sağladığı tartışılmaz bir gerçektir. Kaynakları dışarıda olan maddelerin bir kısmının stokları çok az olmakla beraber her madde üzerinde vurgunculuk yapıldığı, Stokların ise gizlenmeye çalışıldığı açıktı. Özellikle karaborsa ve stokçuluk gibi yolların kullanılmasıyla, tacirler, simsarlar ve acentalar büyük servetler yapmışlardır. Sonuçta tüm bu olumsuz koşullardan etkilenen kesim yine halk yığınları olmuştur. Üretim artışı ve enflasyonun önlenmesi sağlanamadığından, bu olumsuzluğun ortaya çıkardığı sonuçların hafifletilmesi yoluna gidilerek lokal önlemler alınmasına gidilmiştir. Yine de, "Büyük savaşlarda zafer, cephe gerisinde cepheyi tutabilen milletlere aittir."özdeyişi bir kere daha tecelli etmiş ve Türkiye bu savaştan insan ve mal kaybına uğramadan çıkmasını bilebilmiştir. Örneğin savaş yıllarında Türkiye'yi yöneten Dr. Refik Saydam Hükümeti, sorunu katı fiyat denetimleri ve tarım ürünlerine düşük fiyatlarla el koyma yöntemleri ile çözmeyi denemiştir. Nitekim Ocak 1940'ta çıkarılan "Millî Korunma Kanunu" bu yaklaşımın ana aracı olacaktır. Buna rağmen piyasa denetimine gidilen her alanda karaborsanın ve rüşvetin önüne kolayca geçilememiştir. KAYNAKÇA Akşam (Gazete) : 1 Ocak-31 Aralık 1939 BAYDAR, Ertuğrul : İkinci Dünya Savaşı İçinde Türk Bütçeleri, Maliye Bakanlığı Tet. Kur. Yay., Ankara 1978 Boratav, Korkut : Türkiye İktisat Tarihi (1908-1985), 4. Baskı, İstanbul 1993, s. 63 Cumhuriyet (Gazete) : 1 Ocak 1939 - 30 Mayıs 1940 Düstur : Üçüncü Tertip. c.20-21, Ankara 1939 LEWIS, Bernard : Modern Türkiye'nin Doğuşu, Ankara 1970, s. 287 ÖKTE, Faik : Varlık Vergisi Faciası,İstanbul 1951 Taner Timur : Türk Devrimi ve Sonrası, İmge Yay., Ankara 1993 TEZEL, Yahya : Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, Tarih Vakfı Yurt Yay., Üçüncü Baskı, İstanbul 1994 TUNCER, Memduh, M. Fethi Arıemre, Rifat Akşit, : Millî Korunma Mevzuatı, Şerh ve İzahı, Yıldız Matbaası, Ankara 1955 YAŞA, Memduh : Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ekonomisi, 1923-1978, Akbank Kültür Yay., İstanbul 1980 YENER, Sami : İhtikârla Mücadele Kararı Hakkında Tavsiyeler, İstanbul 1944, Son Posta (Gazete) : 1 0cak - 31 Aralık 1939 Bu makale Ekim 1997 tarihinde, Genel Kurmay ATASE Başkanlığı tarafından düzenlenen Altıncı Askerî Tarih Semineri’ nde bildiri olarak sunulmuştur
__________________
|
![]() |
![]() |
![]() |
#3 |
Forum Aşığı
![]() Üyelik Tarihi: Dec 2005
Mesajlar: 4,764
Teşekkür Etme: 111 Thanked 1,308 Times in 803 Posts
Üye No: 4863
İtibar Gücü: 3034
Rep Puanı : 65437
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
![]() Ikinci Dünya Savası'nda Amerikan Zırhlı Araçları:
Modeller: M26 (1nci versiyon): Uzaktan kumandalı T121 taret ve iki adet Browning of 12.7 mm makinalıtüfek ile donatılmış model. M26 (2nci versiyon): Taretin her iki yanında T99 roket lançeri ile donatılmıs model. M26A1: M67A1 kundak üzerindeki 90 mm M3A1 tank topu ile donatılmıs model. M26E1: 90 mm T54 tank topu ile donatılmıs M26 modeli tank. M26E2: M46 Patton tankı prototipi. M45: 105 mm M4 obüs ile donatılmıs yakın destek tankı. T12: Zırhlı kurtarma aracı prototipi. T15E3: Mayınlara karşı daha kalın gövde altı zırhı ve güçlendirilmis süspansiyon sistemi ile gelistirilen T26E1 tankı. T25: T23 gövdesi üzerine 90 mm tank topuna sahip büyük bir taret ile donatılmıs tank prototipi. T25E1: T14 taret ile donatılmış T23E3 tankı. T25E1 (1nci versiyon): Geniş silindirik menzil bulma ekipmanı ile donatılmıs model. T25E1 (2nci versiyon): Namlu agız baskısına sahip 105 mm obüs ile donatılmıs model. T26: Benzin-elektrik dişli kutusuna sahip model. T26E1: Tork konvertörüne sahip T26 prototipi. T26E2: M45 prototipi. T26E3: Prototip. T26E3 (1nci versiyon): İki adet Browning 12.7 mm makinalıtüfek içeren deneysel taret ile donatılmış prototip. T26E4 veya Super Pershing: 90 mm "Long Tom" uzun kalibre top ile donatılmıs T26E1-1 tankı. T26E5: 90 mm tank topu ile donatılmıs T26E3 tankı, tork konvertörü ve planet disli bir kavramaya sahiptir. T84: T26E1 tankı yürüyüs düzeni temel alınan kundagı motorlu obüs prototipi. 155 mm veya 203 mm obüs monte edilebilir. Sadece bir adet imal edildi. T92: T26 tankı yürüyüs düzeni temel alınan kundagı motorlu obüs prototipi. 240 mm M1 obüs monte edilir. Chrysler tarafından 1945 yılında sadece beş adet imal edildi. T93: T26E3 tankı yürüyüs düzeni temel alınan kundagı motorlu obüs prototipi. 203 mm obüs monte edilir. Chrysler tarafından 1945 yılında sadece bir adet imal edildi. ************************************************** ****** II.DÜNYA SAVAŞI'NDAN KALMA BOMBA BULUNDU... İtalya'da, bir tren istasyonu yakınında dün bir kazı sırasında bulunan İkinci Dünya Savaşı'ndan kalma bomba nedeniyle 5000 kişi evlerinden tahliye edilirken, ülkenin kuzeyiyle güneyi arasındaki tren seferlerinde aksamalar oldu. Bombanın etkisiz hale getirilebilmesinin, ancak beş-altı gün içinde mümkün olabileceği bildirildi. 250 kg. ağırlığındaki patlamamış bombanın varlığı, Napoli-Roma güzergâhı üzerindeki Formia istasyonu yakınlarında yapılan bir kazı sırasında dün fark edildi. Patlaması halinde bir kilometre mesafeye kadar zarar verebileceği belirtilen bombanın oluşturduğu risk nedeniyle Formia istasyonu trafiğe kapatılırken, 5.000 nüfuslu belde sakinlerininse tahliyesi kararlaştırıldı. Latina Valiliği'nin açıklamasında, bombanın bulunduğu Formia beldesi sakinlerinin tahliye işleminin tamamlandığı duyuruldu. Vali Salvatore Di Rosa, ''Beldenin tahliyesi ve Formia istasyonunun trafiğe kapatılması, olası tehlike nedeniyle bir güvenlik önlemi olarak yapıldı'' dedi.
__________________
|
![]() |
![]() |
![]() |
#4 |
Forum Aşığı
![]() Üyelik Tarihi: Dec 2005
Mesajlar: 4,764
Teşekkür Etme: 111 Thanked 1,308 Times in 803 Posts
Üye No: 4863
İtibar Gücü: 3034
Rep Puanı : 65437
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
![]() 2 nci DÜNYA SAVAŞI AMERİKAN UÇAKLARI
USAAC (Birleşik Devletler Ordusu Hava Birlikleri) USAAF(Birleşik Devletler Ordusu Hava Kuvvetleri 1942) USAF(Birleşik Devletler Hava Kuvvetleri 1947) Av Uçakları P-38 P-39 P-40 P-47 .. Bombardıman Uçakları A-20 A-26 B-17 B-24 . . Diğerleri C-47 T-6 . . . . . . . AV UÇAKLARI P-38 1937’de ABD Ordu Hava Kuvvetleri kendi ihtiyacı olan yüksek irtifa avcı uçağı için yarışma açtı. Yarışmayı, ilk askeri tasarımıyla Lockheed kazandı. Meşhur tasarımcı, daha sonraları T-33, U-2, F-104 gibi uçakları da projelendiren Clarence “Kelly” Johnson tasarım ekibinin içindeydi. İlk prototip XP-38 27 Ocak 1939’da uçtu. Bu deneme modelini kısa arayla üretim modeli P-38D takip etti. P-38D buruna yerleştirilmiş bir adet 37mm top ve dört adet 12.7mm makinalı ile donatılmıştı. 1941’de USAAF’a teslimatların başladığında “Lightning” ABD envanterindeki en hızlı uçaktı. Pearl Harbor’dan hemen sonra 143 adet P-38D İngiliz Hava Kuvvetleri’ne sevk edildi ancak turboşarjörlerin ihracını yasaklıyan Amerikan kanunu nedeniyle sevkiyat iptal edildi ve uçaklar geri getirildi. İmalat sırasında bir düzineden fazla “Ligthning” varyantı üretildi. Yapılan temel değişiklikler silah donanımının arttırılması ve yük kapasitesinin arttırılması ile ilgilidir. En çok üretilen model, 3923 adet ile P-38L’dir (Çok az bilinen bir husus ta bu uçağın lisans altında Consolidated Vultee’de üretildiğidir. 2000 adet sipariş verilmesine rağmen savaşın bitmesi nedeniyle yalnız 113 afet üretilmiştir.) “Lightning”ler hem Pasifik hem de Avrupa’da görev yapmıştır. 40 hava zaferi olan Binbaşı Richard I. Bong gibi kişilerin elinde şöhret kazandı. Bu uçağın son varyantları, Avrupa ve Uzak Doğu’da görev yapan F-4 ve F-5 foto-keşif modelleridir. Pilotlar bu uçağı özellikle manevra ve yüksek irtifa yetenekleri ve harici yakıt yükü ile havada 12 saat kalabilmesiyle beğenirlerdi. P-39 1941’de P-39 Amerika’nın ön saf avcı uçaklarındandı. İlk uçuşunu 1939 Nisan’ında yapan uçaktan Pearl Harbor saldırısı anında 600 adet hizmete girmiş bulunuyordu. Sıra tipi pistonlu motorunun kokpitin arkasına yerleştirilmiş olması başlangıçta pilotlarda endişe yarattı, ancak bunun acil inişlerde önde motoru bulunan uçaklara nazaran ilave bir tehlike yaratmadığı zaman içinde ortaya çıktı. P-39’un temel problemi onun viril karakteristiğiydi ve kurtuluş teknikleri dikkate alınmadığı taktirde problem yaratabiliyordu. Diğer bir eksikliği de motorunda “supercharger” bulunmamasıydı. Bu nedenle yüksek irtifalarda güçsüz kalıyordu. “Airacobra” dünyanın birçok yerinde, özellikle Güneybatı Pasifik, Akdeniz ve Rusya cephelerinde kombat görevinde bulundu. En iyi performansını 5,170 metrenin altında segiliyordu ve bu nedenle düşük irtifalarda, kara taarruz gibi görevlerde kullanıldı. Ağustos 1944’de P-39 üretimi sona erdiğinde 9,584 adet üretilmiş ve bunun 4,773’ü Sovyetler Birliği’ne verilmişti. Sovyet pilotları bu otomatik topa sahip uçağı alçak irtifa yetenekleri dolayısıyla çok seviyordu. P-39’lar Fransız ve İngiliz kuvvetlerinde de görev yapmıştır. P-40 2.Dünya Savaşı başladığında ABD’nin en önde gelen savaş uçaklarından olan P-40, P-36 esas alınarak geliştirilmiştir. P-40’lar Japon uçaklarıyla Pearl Harbor baskınında, Filipinler’in istilasında kapışmışlardır. 1942’de Çin’de meşhur “Uçan Kaplanlar” tarafından ve Kuzey Afrika’da da USAAF’ın ilk tümü siyah birliği olan 99. Av Taburu tarafından uçurulmuştur. P-40’lar birçok cephede görev almıştır. Aleutyan Adaları, İtalya, Orta Doğu, Uzak Doğu, Güney Batı Pasifik bunlardan birkaçıdır. Hatta bazıları Rusya’ya dahi gönderilmiştir. Çağdaşlarına karşı hız, tırmanma ve manevra yetenekleri açısından daha düşük bir seviyede olmasına rağmen savaşlarda dayanılıklığı ve pilotlarının eğitimi nedeniyle çok iyi bir şöhrete sahip olmuştur. P-40’ın parlak dönemi sona erdiğinde 14.000’den fazla üretimiş ve 28 ülkenin hava kuvvetlerinde görev almıştır. Bunlardan 2.320’si “E” modelidir. “E” modelinin Fransa ve Britanya’ya ihracı planlanmıştır. Ancak Fransa’nın Nazi’ler tarafından işgali üzeri Fransa’ya yapılacak ihracat iptal edilmiştir. Britanya’ya ihraç edilen P-40E’ler, bu ülkenin talepleri paralelinde yapılan tadilatlar nedeniyle “Kittyhawk” olarak adlandırılmıştır. Britanya’ya ihraç edilen 560 uçaktan 24’ü Kanada Hava Kuvvetleri’ne, 72’si de Türk Hava Kuvvetleri’ne gönderilmiştir. P-47 Thunderbolt” 2. Dünya Savaşı’ndaki Republic uçakları içinde en meşhur olanıdır. İlk uçuşu 6 Mayıs 1941’de yapılan uçak Pratt and Whitney R-2800 “Double Wasp” motoru kullanan, bu motor sayesinde oldukça büyük yük taşıyabilen büyük, yüksek performanslı av-bombardıman uçağı olarak tasarımlandırılmıştır. İlk teslimatlar, USAAC’nin Avrupa’da uçmaya başladığı 1942 Harizan’ında yapılmıştır. Çok iyibir uçak olmasına rağmen imalat sürecinde geliştirmeler yapılmıştır. Savaşın gelişimi esnasında “Thunderbolt” güvenilir, dayanıklı ve aşırı güçlü bir uçak olarak şöhret yapmıştır. P-47’ler savaş esnasında 2 milyon civarında uçuş saati tamamlamış, yalnız Avrupa cephesinde havada ve yerde 7000’in üstünde düşman uçağının imhasını gerçekleştirmiştir. Savaşın son yıllarında Pasifik’te B-29 eskortu olarak görev yapmışlardır. P-47C ve daha önceki modeller “jilet sırtı” tabir edilen bir gövde yapısına sahiptiler. P-47D’de ise bu yapı, pilotun arka tarafı daha iyi görebilmesi için “damla” tipi kanopiye dönüştürülmüştür. P-47’ler Savaş sırasında Brazilya, İngiltere, Fransa, Meksika ve Sovyetler Birliği tarafından kullanılmıştır. Savaş sonrası 9 yıl Hava Milli Muhafızları’da göreve devam etmiştir. Uzun yıllar Türkiye’nin de dahil olduğu 15 ülkenin hava kuvvetlerinde göreve devam etmiştir. BOMBARDIMAN UÇAKLARI A-20 A-20 “Havoc” 2. Dünya Savaşı’nın en çok üretilen saldırı-bombardıman uçağıdır. Toplam 7,477 DB-7/A-20 üretilmiştir. “Havoc” ortadan kanatlı,iki motorlu üç kişilik bir bombardıman uçağıdır ve ününü uçak ve mürettebatın ağır hasar ve yaralı olduğu durumlarda bile üssüne döndürmekle kazanmıştır. Kraliyet Hava Kuvvetleri “RAF” için üretilen modellerine “Boston” denilmiştir. Üretimine 1938’de başlandığında DB-7 olarak adlandırılmıştı. 1941’den itibaren USAAC’ta servise girmeye başladılar ve A-20 “Havoc” olarak adlandırıldılar. Fransızlar bu arada bu gizli uçağı keşfedip ilk 107 adetlik DB-7 siparişini verdiler. Fransız Sipariş Komisyonu’na teslimatlar Ekim ayında yapıldı ve uçaklar Kazablanka’ya gemilerle sevk edildi. Fransızlar ikinci 270 adetlik siparişlerini verdiler. 1940 Haziran’ında Fransa’nın teslim olmasından önce yarısı teslim alınmış, geri kalanı ise yoldaydı. 16’sı da Belçika Hava Kuvvetleri’ne yönlendirilmişti. Birleşik Krallık bu uçaklardan 162’sini teslim aldı. 1941 sonunda ABD savaşa girdiğinde A-20 Boston/Havoc’lar Kuzey Afrika ve Güney Avrupa’daki Alman hedefleri üzerinde iyi bir performans sergiliyorlardı. Üretilmiş olan DB-7/A-20’lerin yarısından fazlası diğer ülkelerde, özellikle Sovyetler Birliği’nde hizmete girmiştir. F-3 foto-keşif ve P-70 gece av versiyonları da vardır. Savaşın son yıllarında A-26’larla değiştirilmişlerdir. A-26 A-26 USAAF’ın “bombardıman - taarruz” uçağı olarak adlandırılan son uçağıdır. Tasarımındaki ana amaç Douglas A-20 “Havoc / Boston”ların değişitirilmesidir. Yapılan üç prototip değişik tarzda görevlere cevap verebilecek tarzda inşa edildi ve 1942’nin temmuz’unda uçtu. Numara “1” cam burnu olan bir gündüz bombardıman uçağıydı, Numara “2” silah yüklü bir gece av uçağıydı ve Numara “3” burnunda 75 mm topu olan bir kara taarruz platformu olarak tasarımlandırılmıştı. Bu son tip seçildi ve A-26B olarak seri üretime uygun görüldü. Avrupa’daki 9. Hava Kuvvetleri’ne (ve bilahare Pasifik cephesine) teslimattan sonra 2. Dünya Savaşı’nın en hızlı Amerikan bombardıman uçağı oldu. Ufak değişiklikler içeren A-26C 1945’de devreye girdi. A-26’ların servise girmesinden kısa süre sonra savaşın sona ermesi nedeniyle bu uçaklar gereksiz bulunmuş ve çoğu JD-1 kodu ile Donanma için hedef balonu çekme uçağı olarak tadil edilmiştir. Bir kısmı da yeni gelişmekte olan Sovyet tehdidine karşı Türk Hava Kuvvetleri’ne gönderilmiştir. 1948’enteresan bir değişim neticesi Martin B-26 “Marauder” servis dışı bırakıldı ve Douglas “A-26” B-26 olarak yeniden adlandırıldı ve bu rumuzu 1962’ye kadar muhafaza etti. A-26 üç savaş gören nadir uçaklardandır. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Kore Savaşı’nda, bilahare Vietnam Savaşı’nda görev aldı. Son savaşındaki görevi karşıt önlem manasına “counter-insurgency” COIN’di. Bu işle görevlendirilen (yeni adıyla) B-26K Tayland’da üslenmişti. Bu uçaklar aynı zamanda VIP taşımacılığı, gece keşif, füze yönlendirme ve izleme, hedef kontrol görevleri için kullanılmıştır. B-17 USSAC’ın büyük, çok motorlu bir ağır bombardıman uçağı talebine Boeing B-17 prototipi olan “Model 299” ile cevap verdi. Tasarım masasından uçuş denemelerine 12 aydan kısa bir sürede geçti ve ilk uçuşunu 28 Temmuz 1935’de yaptı. Büyük ölçülerine nedeniyle ilk uçuşa katılanlar tarafından “Flying Fortress” olarak adlandırıldı. B-17 gövde altından kanatlı, henüz tasarım aşamasında olan XB-15 dev bombardıman uçağının özellikleri ile Model 247 nakliye uçaklarının özelliklerini birleştiren bir uçaktı. B-17 Boeing’in, açık kokpit yerine uçuş güvertesi olan ilk askeri uçağıydı, beş adet 30 kalibre makinalı ve bombalar ile donatılmıştı. B-17’nin ilk savaş görevi, RAF’ın birkaç B-17’yi yüksek irtifa görevleri için almasıyla başladı. Ancak 2. Dünya Savaşı yoğunlaştıkça bombardıman uçakları ilave silah donanımı ve zırh ihtiyacı duydular. B-17E seri üretimi yapılmaya başlanan ilk modeldir. 9 makinalı ve 1,800 kg bomba yükü taşıyordu. Bu model ilk prototiplerden birkaç ton daha ağırdı. Aynı zamanda Boeing’in ilk belirgin ve çok büyük kuyruğu olan uçağıydı. Bunun nedeni yüksek irtifada dengeyi ve iyileştirilmiş kontrolu sağlamaktı. Her model daha ağır silah donanımına sahip oluyordu. Son model olan B-17G burunda çene altına ilave edilmiş çift namlulu bir makinalıya sahipti; savunma için 13 makinalısı vardı. Pasifik cephesinde Japonlara karşı “dört motorlu avcı” deyimiyle öldürücü bir şöhret kazanmıştı. Uçağın efsaneleşmesinin nedenlerinden biri de çok yara almasına rağmen havada kalabilme yeteneğiydi. Birçok kereler üslerine gövdelerinden büyük parçalar kopmuş olarak dönmüşlerdir. Boeing fabrikalarında 6,981, ulusal bir işbirliği neticesi Douglas ve Lockheed fabrikalarında da 5,745 adet olmak üzere toplam 12,726 adet üretilmiştir. B-24 USAAC talepleri paralelinde tasarımlandırılan uçağın ilk prototipi uçuşunu 29 Aralık 1939’da gerçekleştirdi. Bu arada hava kuvvetlerini yaklaşmakta olan savaş için modernize etmek isteyen Büyük Britanya ve Fransa’dan siparişler alındı. Ancak “Liberator”lar Fransa’nın işgalinden önce hazır olmadığı için bu ülkeye teslim edilemedi ve bu sipariş Britanya’ya kaydırıldı. Britanya’da hizmete giren ilk “Liberator”lar BOAC tarafından transatlantik yolcu uçağı ve Sahil Komutanlığı tarafından devriye uçağı olarak kullanıldılar. B-24’ler ABD Donanması’nda, Kanada Hava Kuvvetleri’nde ve birçok ülkenin silahlı kuvvetlerinde kullanım imkanı buldular. Avrupa cephesinde Kraliyet Hava Kuvvetleri (RAF) Bombardıman Komutanlığı faaliyetlerini gece bombardımanına yoğunlaştırmıştı; buna karşılık USAAC genelde gündüz operasyonlarını tercih ediyordu. 1942’deki ilk Ploesti saldırısından sonra dört, 1943’deki ikinci Ploesti saldırısından sonra da yedi B-24 Türkiye topraklarına mecburi iniş yaptılar ve enterne edildiler. Altı uçak uçabilir durumda bulundu ve ABD ile varılan anlaşma gereği Eritre depolarında onarılıp Türk Hava Kuvvetleri’ne katıldılar. B-24 “Liberator” 2. Dünya Savaşı’ndaki bütün müttefik uçaklarından daha fazla sayıda üretilmiştir. Bu miktar 18,000 civarındadır. Rakibi olan B-17 sevilmemekle birlikte daha iyi performansa, daha fazla yük taşıma yeteneğine ve daha uzun menzile sahiptiler. Ancak B-17’ler kadar dayanıklı değildiler ve düşman faaliyetleri karşısında ağır kayıplar verdiler. 1950’lerin Başında USAF envanterinden çıkarılmasına rağmen Hindistan dahil birçok ülkenin hava kuvvetlerine katılma olanağı buldular. DİĞERLERİ C-47 Şüphesiz C-47 ve onun sivil versiyonu DC-3 havacılık tarihinin en önemli uçaklarıdır. Sanırım “Dakota” adını duymamış çok az kişi vardır. Douglas DC serisinin (Douglas Cargo) askeri kariyeri 1936 yılında Ordu Hava Birlikleri C-32 adı altında iki adet DC-2 siparişi ile başladı. Bunu 18 adet DC-2 (C-33 kargo adıyla) ve iki adet C-34 personel taşıyıcı takip etti. Bunu 1937’de DC-2’nin gövdesi ile DC-3’ün kuyruk kısmından meydana gelen bir melez uçak tipini belirleyen Ordu siparişi takip etti. Bu C-38 prototipi olup bunu 35 adet üretim ile C-39 izledi. Bu uçak Ordu tarafından hava taşımacılığına yönelik ilk ciddi çalışmadır. 1941 yılında eski Hava Birlikleri Ordu Hava Kuvvetleri olmuştu ve kendine DC-3’ün modifiye edilmiş bir versiyonu olan C-47’yi standart nakliye uçağı olarak seçti. Takviye edilmiş gövde tabanı ile geniş bir kargo kapısı temel değişikliklerdi. Diğer değişiklikler kanat alt ortasına eklenen kargo kancaları ile kuyruktaki konun yerine planör çekme kancası ilavesiydi. Nakliye uçağı olarak C-47 2700 kg’a kadar kargo taşıyabiliyordu. Bir jeep veya 37-mm top da taşıyabileceği yükler arasındaydı. Asker olarak tam techizatlı 28 asker veya sıhhiye uçağı olarak 14 yatan hasta ile 3 hemşire taşıyabiliyordu. Bu uçağın 3 temel versiyonu yapılmış olup en az 22 değişik adlandırmaya tabi olmuştur. ABD’nin bütün askeri kuruluşları bütün müttefik güçler bu uçağı kullanmışlardır. ABD Donanması versiyonunun kodu R4D’dir. Dakota adı İngiliz ve Avusturalyalılardan gelmektedir. Bu isim “Douglas Aircraft COmpany Transport Aircraft= Douglas Havacılık Şirketi Nakliye Uçağı” nın baş harflerinden meydana gelmektedir. Dakota’lar dünyadaki her kıt’ada uçmuş, her büyük savaşta görev yapmıştır. II. Dünya Savaşı sonuna kadar 10,000’den fazla üretilmiştir. C-47’ler II.Dünya Savaşı’ndan sonra uzun yıllar aktif görevde kalmıştır. Berlin Hava Harekatı’nda önemli rol oynamış, Kore ve Vietnam Savaşları’na katılmıştır. C-47’nin savaş sonrası en tanınmış modellerinden biri de AC-47 “gunship”tir. Bu model USAF’ta Vietnam Savaşı’nda görev almıştır. AC-47D’lere toplam atış miktarı 6000/dakika olan 3 adet 7.62mm MXU-470A “Minigun” monte edilmiştir. Birçok C-47 halen birçok hava kuvvetinde aktif görevdedir. T-6 AT-6 ileri eğitim uçağı havacılık tarihinde en çok kullanılan uçaklardan biridir. BC-1 temel eğitim uçağından geliştirilen ve 1937’de ilk siparişi verilen uçaktan 1938-1945 arasında 15,495 adet üetilmiştir. Bu uçaklardan 10,057’si, USAAF tarafından alınmış, diğerleri SNJ kodu ile donanmada ve 30’dan fazla müttefik ülkede kullanılmıştır. Birçok USAAF pilotu okullarından mezun olmadan önce AT-6’larda eğitim görmüş, Britanya Savaşı’nda görev alıp “Spitfire” ve “Hurricane”leri kullanan pilotlar ise AT-6’nın İngiliz versiyonu olan “Harvard”larda eğitilmiştir. 1948’de USAF’da görev yapmakta olan “Texan”lar AT, BT ve PT gibi kodlandırmalar terkedilince T-6 olarak adlandırıldılar. Kore Savaşı esnasında kara destek görevlerinin acil ihtiyacı nedeniyle “sivrisinek görevleri”ne çıkıp düşman birliklerinin yerlerini belirleyip dumanlı roketlerle bunları av-bombardıman filolarına bildirdiler.
__________________
|
![]() |
![]() |
![]() |
#5 |
Forum Aşığı
![]() Üyelik Tarihi: Dec 2005
Mesajlar: 4,764
Teşekkür Etme: 111 Thanked 1,308 Times in 803 Posts
Üye No: 4863
İtibar Gücü: 3034
Rep Puanı : 65437
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
![]() bir değerlendirmeye göre “insanlığın tarih boyunca gördüğü en büyük ve en yıkıcı savaş” olan ii. dünya savaşı; askeri boyutları yanında siyasi boyutlarıyla da, milletlerarası ilişkiler ve dünya güç dengelerindeki gelişmeleri derinden etkileyen bir savaş olmuştur.
nitekim, ii. dünya savaşı, dünyanın büyük bölümünü savaş alanı haline getirerek doğrudan, diger bölümlerini de dolaylı olarak etkileyerek, dünyanın bütününü ilgilendirmiş ve yönlendirmiştir. bu çevrede, sıcak savaşın ağırlıklı olarak geçtigi bölgeler; sırasıyla avrupa, doğu asya ve kuzey afrika olmuştur. bu bölgelerdeki ülkelerin büyük bölümü, bazıları birden fazla, yabancı işgaline uğramış ya da işgal olmasa da doğrudan askeri hedef ve cephe durumuna gelip, topyekün savaşın bütün yıkımlarını ve getirdiği felaketleri yaşamıştır. bundan dolayı, yenilen ülkelerin yanında, amerika birleşik devletleri dışında, yenen ülkeler de savaştan yorgun ve bitkin çıkmışlardır. çünkü ii. dünya savaşı, savaş tekniği ve teknolojisi çok yüksek, insan (asker), silah ve savaş malzemeleri bakımından kapasiteleri çok geniş ve bol olan taraftar arasında yapılmıştır. bu da, savaşın uzun, şiddetli, yıpratıcı ve yıkıcı olmasına yol açmıştır. bundan dolayı da savaşın geçtiği her yer adeta harabe durumuna gelmiştir. ayrica, ii. dünya savaşı, daha önceki savaşlara göre, savaşın boyutlarını çok büyütmüş ve daha etkili hale getirmiştir. böylece ii. dünya savaşı, başta avrupa olmak üzere, birinci dünya savaşı’ndan sonra kurulmuş olan dünya güçler dengesinin yıkılmasına, birçok yerde siyasi haritanin bozulmasına, savaşın yarattığı büyük ve önemli sorunlara, yıkıntılara; bunlarla birlikte, savaş sonunda uluslararası güçler dengesinde bir boşluğun doğmasina neden olmuştur. savaşı hazırlayan nedenler : i.dünya savaşı'ını izleyen barış görüşmeleri yenik devletler aleyhine ağır koşullar içeren antlaşmalarla noktalandı. bu durum, başta almanya olmak üzere bütün yenik devletleri zorla dayatılan düzenlemeleri değiştirmeye yönelik yeni politika arayışlarına yöneltti. öte yandan savaşı kazanan devletlerin çok geçmeden çıkar çekişmelerine girmesine, bir dizi bölgesel anlaşmazlığın belirlediği yeni saflaşmalar yarattı. sosyalist yönetimiyle dünya sahnesine yeni bir güç olarak çıkan sscb’yi kuşatma çabaları ve küçük devletlerin almanya ve avusturya’ya karşı bir güvenlik sistemi oluşturma kaygıları, doğu avrupa ve balkanlar'da fransa ile ingiltere’nin önayak olduğu bölgesel ittifaklar doğurdu. japonya uzak doğu’da kendi lehine yeni bir güç dengesi oluşturmaya çalışırken, abd yalnızlık politikasını benimseyerek avrupa’nın iç sorunlarından uzak durmayı yeğledi. milletler cemiyeti gibi kurumların, ortak güvenlik ve silahsızlanma gibi politikalar aracılığıyla savaş sonrası statüleri çerçevesinde barışı koruma çabaları, yeni çatışma etkenleri yüzünden sonuçsuz kaldı. işgal altındaki alman topraklarının boşaltılması ve almanya’nın savaş tazminatı ödemelerinin uluslararası görüşmelerle çözüme bağlanması, locarno paktı’yla (1925) batı avrupa’daki gerginliklerin bir ölçüde yumuşatılması ve bir silahsızlanma konferansının düzenlenmesi gibi adımlara karşın, büyük devletler arasındaki temel çıkar ayrılıkları giderek derinleşti. japonya’nın mançurya’daki işgalini pekiştirerek çin’e saldırmasıyla (1931) parlayan ilk savaş kıvılcımı ve almanya ile japonya’nın milletler cemiyeti’nden çekilmesi (1933) bu sürecin önemli dönüm noktaları oldu. bu arada büyük bunalım’ın (1929) dünya ekonomisinde yarattığı sarsıntıyla koruyucu gümrük duvarlarının yükselmesi, ekonomik rekabeti ve gerginlikleri daha da arttırdı. durgunluğa ve işsizliğe yol açarak toplumsal yapıyı altüst eden bunalımın bir başka sonucu da, avrupa’da gelişen işçi hareketlerine karşı faşist ve totaliter eyilimlerin hızla güçlenmesiydi. italya’da 1920’lerin başında iktidarı ele geçiren faşist hareketlerin en çarpıcı tırmanışı almanya’da gerçekleşti. savaş sonrasında gelişen milliyetçi duygulardan da yararlanarak 1933’te iktidara yükselen adolf hitler önderliğindeki naziler, içeride katı bir diktatörlük kurduktan sonra yoğun bir silahlanmaya ve etkin bir dış politikaya yöneldiler. hitler’in öncelikle doğu avrupa’daki diplomatik çemberi kırmaya çalışması ve arnavutluk’u fiilen koruma altına alan italya’nın balkanlar’ı tehdit etmesi, doğu avrupa’da loncarno paktı benzeri bir güvenlik sistemi kurmak isteyen fransa’yı harekete geçirdi. ama bölge devletleri arasındaki güvensizlik ve çekişmeler bu girişimleri boşa çıkardı. saarland’ın 1935’te bir plebisitle yeniden almanya’ya katılmasından sonra hitler versailles antlaşması'nın silahsızlanmayla ilgili hükümlerini tanımadığını resmen açıkladı. fransa ve italya’nın bu tutuma karşı oluşturduğu stresa cephesi, bu devletlerin ortak bir dış politika arayışından yoksun olması nedeniyle etkisiz bir girişim olarak kaldı. bu ortamdan yararlanan italya öteden beri tasarladığı bir planı uygulamaya koyarak etiyopya‘ya saldırdı. milletler cemiyeti’nin italya’ya karşı aldığı kararlar kağıt üzerinde kaldığından, etiyopya’nın işgali (1936) oldu bittiye geldi. aynı dönemde fransa’nın sscb ile yakınlaşarak locarno paktı’nı çiğnediğini öne süren hitler, ren bölgesi’ne askeri birlikler yerleştirdi. bu eyleme karşı sözlü protestolar ciddi bir yaptırımla sonuçlanmadı. bu gelişmelerin önemli bir sonucu da daha önce hitler’in avusturya ile birleşme politikası nedeniyle anlaşmazlık içinde olan almanya ile italya’nın bu sorunu ikinci plana atarak bir yakınlaşmaya yönelmesi oldu. bu dönemde ingiltere ve fransa’da ağır basan yatıştırmacılık eğilimi, ispanya iç savaşı (1936-1939) sırasında meşru cumhuriyetçi yönetime başkaldıran franco kuvvetlerini etkin bir biçimde destekleyen italya ve almanya’ya, müdahaleden kaçınma gerekçesi altında bir ödün daha vermeye yol açtı. bu tutumun ardında yatan bir başka etken de alman ve italyan saldırganlığını ‘komünizm tehlikesi’ne ve sscb’ye karşı kullanma düşüncesiydi. bu hedefe yönelik bir politika görüntüsü altında hareket serbestliği kazanan almanya ve italya’nın 1936’da oluşturduğu roma-berlin mihveri’ni almanya ile japonya arasında imzalanan anti-komintern paktı izledi.ertesi yıl ital- ya’nın da bu pakta katılmasıyla dünyanın en saldırgan üç devleti arasında tam bir birlik kurulmuş oldu. japonya’nın 1937’de sömürgeci amaçlarla çin’e saldırması yatıştırmacı politikada direnen devletleri bir çıkmazla karşı karşıya getirdi. ardından almanya’nın avusturya’yı ilhak etmesi (1938) bu gelişmeye yeni bir halka ekledi. hitler’in bir sonraki kurbanı ise südet bölgesi’ndeki alman çoğunluğu kullanarak tehdit ettiği çekoslavakya oldu. çekoslovakya’nın fransa ve ingiltere’ye dayanarak direnme çabası sonuçsuz kaldı. bunalımın doruğa çıktığı eylül 1938’de münih’te hitler ve mussolini ile bir araya gelen ingil- tere başbakanı chamberlain ve fransa başbakanı daladier, südet bölgesi’nin yanı sıra bohemya ve moravya’nın büyük bölümünün alman işgali altına girmesine yol açan bir anlaş- maya boyun eğdiler. ertesi yıl arnavutluk’u ilhak ederek balkanlar’a saldırma hazırlığına girişen italya ve polonya’yı yutmaya niyetlenen almanya, çelik pakt olarak bilinen askeri bir itifak imzaladılar. savaşın başlangıcı : hitler gözdağı politikası için polonya’yı kendi çıkarına bir uzlaşmaya açıkça zorluyordu. polonya ise her öneriyi geri çevirerek ingiltere, fransa ve sscb ile ittifak bağlarını güçlendirme yolundaydı. uzlaşma politikası'ndan uzaklaşan fransa ve ingiltere polonya’ya karşı bir harekette sessiz kalmayacaklarına güvence verdiler. sscb ingiltere ve fransa ile birleşmede ümidi kesmiş, bu ülkeleri almanya ile baş başa bırakmıştı. almanya ile sscb arasında gizlice yürütülen görüşmeler sonunda 23-24 ağustos 1939’da alman - sovyet saldırmazlık paktı imzalandı. pakta göre polonya, finlandiya ve öteki baltık ülkelerinin iki nüfuz alanına ayrılması kararlaştırıldı. avrupa’yı şaşırtan bu gelişmenin ardından karşı taraftan müdahale beklemeyen hitler, polonya’ya savaş açma hazırlıklarına başladı. bu arada italya etiyopya ve ispanya’daki savaşlar yüzünden yıpranmıştı. bu yüzden ingiltere ve fransa ile yakın bir dönem boy ölçüşmek istemedi. hitler’i caydırma çabaları da sonuçsuz kaldı. ingiltere ve polonya’nın resmen karşılıklı yardım antlaşması üzerine, polonya harekatı bir süre ertelenip 1 eylül’de başladı. bunun üzerine iki gün sonra ingiltere ve fransa almanya’ya savaş açtı. savaşın yayılması : savaş kısa zamanda gelişti. almanlar on yedi günde polonya’yı işgal ederek ruslarla paylaştılar. 1940 yılı baharında almanlar ansızın norveç, danimarka ve hollanda’ya saldırdılar. oysaki bu devletlerin savaşla hiçbir ilişkileri yoktu. bundan bir süre sonra da büyük kuvvetlerle belçika ve fransa’nın üzerine saldırdılar. bu iki devlet alman ordularının üstün kuvvetleri karşisinda teslim oldular. tam bu sırada durumdan yararlanan mussolini’de almanlarla bir olarak fransa ve ingiltere’ye savaş açtı. ingiltere çok zor bir duruma düştü. fakat buna rağmen savaşa devam etmek zorunda kaldi. 1940’ta italya yunanistan’ı işgale kalktı, fakat başaramadı. yenilmeye başladı. bunun üzerine almanlar, yugoslavya’yı, bulgaristan'ı ve yunanistan’ı işgal ettiler. bu suretle savaş bizim de sınırlarımıza gelip dayandı. ege ve akdeniz, savaş alanı oldu. almanlar yunanistan’ı ele geçrdikten sonra girit’i aldılar. fakar bu sırada almanlarla ruslar'ın araları açıldı. hitler, 22 haziran 1941’de rusya’ya saldırdı. bu suretle savaş alanı daha çok genişledi. almanlar rusya’da ilerledikleri bir sırada japonlar ansızın havai adalarına saldırarak a.b.d’ye savaş açtılar. amerika’nın pearl harbor deniz üssüne japonlar’ın saldırması başından beri bu savaşa girip girmiyeceği belli olmayan a.b.d 'de bu suretle ikinci dünya savaşı'na katılmış oldu. amerika’nın savaşa katılması, savaşı daha kanlı ve korkunç bir hale soktu. milyonlarca insan öldü ve yine milyonlarca insan yaralı, evsiz barksız kaldı. dünya büyük felaketler içine düştü. ikinci dünya savaşı'nda türkiye’nin tutumu : ikinci dünya savaşı başlamadan önce 10 kasım 1938’de atatürk vefat etmiş, ismet inönü türkiye’nin ikinci cumhurbaşkanı olmuştu. (11 kasım 1938) o zamanki hükümet herhangi bir savaş ihtimaline karşı ingiltere ve fransa ile bir dostluk anlaşması imzalamış ve çıkacak bir savaşa karşı hazırlıklı olmaya karar vermişti. türkiye’nin bu uyanık hareketi yerinde oldu. çünkü bir süre sonra ikinci dünya savaşı başlamıştı. o zamanlar italyanlar'ın yurdumuzda gözleri vardı. bunun için savaşa karşı hazırlıklı bulunmak zorundaydık. nitekim, az bir zaman sonra italyanlar yunanistan’a saldırdılar. bunlara yardıma gelen almanlar da bulgaristan’a girerek sınırlarımıza dayandılar. bu suretle türkiye toprakları büyük bir tehlike içinde kaldı. ikinci dünya savaşı başladıktan sonra, türkiye, akdeniz güvenliğinin korunması için ingiltere ve fransa ile 10 ekim 1939’da bir dostluk ve yardım paktı imzalandı. komünist ve faşist devletler bundan memnun olmadılar. ve türkiye’yi liberal devletler safında yer almakla suçladılar. bulgaristan’a kadar gelen almanya’nın türk topraklarına saygı göstereceği hususundaki teminatı üzerine, türkiye’nin ingiltere ve fransa ittifakına zarar getirmemek koşuluyla almanya ile bir saldırmazlık antlaşması imza edildi. böylece türkiye tarafsız bir politika izleyerek, ikinci dünya savaşı'nın felaketlerinden uzak kaldı. ikinci dünya savaşı'nda balkan devletleri'nin genel durumu : ingiltere’ye boyun eğmeyen hitler, avrupa’yı bir dizi yerel savaşla denetim altına aldıktan sonra sscb ile hesaplaşmayı ön gören planda değişiklik yaparak sscb’yi saf dışı bırakma aşamasını öne almaya karar verdi. ardından bu saldırı hazırlığının bir parçası olarak doğu avrupa’da alman nüfusunu yaymaya yönelik diplomatik manevralara girişti. sscb’nin haziran 1940’ta romanya’dan besarabya’yı istemesi bu girişime elverişli bir zemin hazırladı. hitler almanya’dan askeri koruma isteyen romanya’yı bulgaristan ile macaristan’a toprak ödünü vermeye zorlayarak bölgedeki konumunu güçlendirdi. bu arada romanya’nın zengin petrol yatakları da alman sanayisinin hizmetine girdi. balkanlar üzerindeki yayılmacı emelleri sürekli hitler’in engellemeleriyle karşılaşan mussolini, almanya’nın romanya’ya kendi başına asker göndermesini fırsat bilerek, ekim 1940’ta hitler’e hiç haber vermeden yunanistan’a saldırdı. bu harekat tam bir başırısızlağa uğradığı gibi ingiltere’nin girit ve yunanistan’a asker çıkarmasına ve yugoslavya ile bulgaristan’ın sıkı bir tarafsızlık politikasına yönelmesine yol açtı. bunun üzerine daha ileri bir adım atan hitler, macaristan, romanya ve slovakya’yı üçlü pakt’a katılmaya ikna etti ve yunanistan üzerinden gelebilecek bir ingiliz saldırısına karşı bazı alman birimlerini romanya’nın güneyine kaydırdı. bulgaristan ve yugoslavya’nın mihver devletleri’nin safına geçme konusundaki baskılara karşı direnişi ise ancak mart 1941’de kırılabildi. bu arada alman 12.ordusu’nun tuna’yı geçerek bulgaristan’a girmesi üzerine mısır’dan gönderilen bir ingiliz sefer kuvveti yunanistan’a çıkarak olympos-vermion hattını tutu. italya’nın alman ilerleyişine destek olmak içinyunanistan’a karşı giriştiği saldırı sonuçsuz kaldı. mart sonlarında yugoslavya’da askeri bir darbeyle mihver karşıtı bir yönetim başa geçti. bu gelişmeler üzerine tek bir darbeyle güneye inmek isteyen hitler; italyan, macar ve bulgar birlikleriyle desteklenen alman kuvvetlerini nisan başlarında hem yugoslavya, hem de yunanistan üzerine sürdü. birkaç koldan saldırıya uğrayarak dağılan yugoslavya ordusu 17 nisan’da teslim oldu. alman birliklerinin selanik’i alarak iç kesimlere sokulmasayla ikiye bölünen yunan ordusu da yenilgiyi kabul etmek zorunda kaldı. mayıs ortalarına doğru yunanistan anakarası ve ege’deki girit dışında kalan bütün yunan adaları alman işgali altına girdi. girit’i almaya yönelik hava ve deniz harekatı ise mayıs sonlarında tamamlandı. harekat sonunda parçalanan yugoslavya’nın, kukla bağımsız devletlere dönüşen büyük hırvatistan, sırbistan ve karadağ dışındaki toprakları mihver devletleri arasında paylaşıldı. sözde bağımsızlığını koruyan yunanistan; italya ve alman işgal bölgelerine ayrıldı. her iki ülkede başlayan zayıf gerilla eylemleri, 1941 sonlarında daha çok komünistlerin öncülük ettiği bir direniş harekatına dönüştü. savaşın sona ermesi : 1942 yılı sonlarında batı müttefikleri üstün bir duruma geçtiler. amerikalılar büyük okyanus'ta başarılar sağladı. japon donanmasını yendiler ve filipin adalarına doğru ilerlediler. öte yandan kuzey afrika’ya çıktılar. bu sırada almanlar, norveç’ten ispanya’ya kadar olan bütün batı avrupa kıyılarını bir kale haline getirerek rusya’da ve afrika’da kanlı savaşları sürdürdüler. 1943 yılı sonrasında batı müttefik devletler kuzey amerika’da saldırıya geçerek alman ve italyan kuvvetlerini tunus’a kadar sürdürdüler. tunus’u aldıktan sonra sicilya adasına ve italya’ya çıktılar. bu suretle avrupa’da almanlara karşı birinci cepheyi açtılar. batı devletlerinin italya’ya çıkmaları üzerine savaştan yorulan italyanlar teslim oldular. mussolini tutsak edildi. bir süre sonra halk tarafından öldürüldü. 1943 yılı içinde amerikalılar büyük okyanusta japonlar tarafından işgal edilmiş olan adaları birer birer aldılar. haziran 1944’de batı müttefikleri fransa’nın batı kıyılarına çıkarak almanlara karşı ikinci cepheyi açtılar. alman savunmasını yaparak fransa’yı kurtardılar. bu sırada amerika’dan büyük ölçüde yardım gören ruslar da doğrudan saldırıya geçerek almanları rusya ve polonya topraklarından çıkardılar. 1945 yılı baharında amerikan, ingiliz ve fransız kuvvetleri batıdan, ruslar da doğudan almanya’ya büyük saldırılarda bulundular. rus kuvvetleri berlin’e yaklaştığı sırada hitler intihar etti. (1 mayıs 1045). yine kurulan alman hükümeti 7 mayıs 1945 tarihinde kayıtsız ve koşulsuz teslim oldu. avrupa’da savaş bittikten sonra amerikalilar bütün güçleriyle japonya üzerinde yüklendiler. fakat japonlar teslim olmayi reddettiler. bunun üzerine amerikalılar ikinci dünya savaşi sonlarinda bulmuş oldukları atom bombasını japonya üzerine atmaya karar verdiler. ilk atom bombası hiroşima üzerine (6 agustos 1945), bundan üç gün sonrada nagozaki üzerine ikinci atom bombasını attılar. bu bombalar yüz binlerce insanın birden ölümüne yol açtı. bu korkunç silahın büyük zararlarını gören japonlar daha fazla dayanamadılar ve 14 ağustos 1945 günü teslim oldular. bu suretle altı yıldan beri devam eden, milyonlarca insanın ölümüne yol açan, milyonlarca servetin yok olmasına neden olan ve dünya uygarlığına büyük ölçüde zarar veren ikinci dünya savaşı, askerlik bakımından sona ermiş oldu. japonya yalnız amerikalılar, almanya ise ruslar, amerikalılar, ingilizler ve fransızlar tarafından işgal edildi. doğuda ruslar mançurya’ya girdiler. endonezya, hint ve çin toprakları japon işgalinden kurtarıldı. savaşın maliyeti : ikinci dünya savaşı’nda ölenlerin sayısının 35-60 milyon arasında olduğu sanılmaktadır. savaşta en büyük yıkımı gösteren sscb’nin uğradığı kayıp 11 milyon asker ve 7 milyon sivil olmak üzere toplam 18 milyona ulaşmıştır. savaşın en büyük kurbanları arasında yer alan polonya’da, naziler'in soykırımına hedef olan 3,2 milyon yahudi’yi de kapsayan 5,8 milyon kişi yaşamını yitirmiştir. öteki ülkelerin sırayla asker ve sivil olmak üzere verdiği ölü sayısı ise şöyleydi : almanya 3,5 milyon ve 780 bin, çin 1.310.224 (yalnızca kuomitang kuvvetleri) ve 22 milyon (doğruluğu kuşkulu), japonya 1,3 milyon ve 672 bin, yugoslavya 305 bin ve 1,2 milyon, ingiltere 264,443 ve 92,673 ve 6 bin. not: bu yazı, bilgisayarımın uzun süre kapalı kalmış klasörlerinde bulduğum bir yazıdır. muhtemelen lise 1 veya 2'deki bir dönem ödevime aittir ve ancak altında kaynakları bulunmamaktadır. muhtemelen ben bu ödevi, 7-8 kaynaklı bir kolaj çalışması sonucunda ortaya koymuş, bağlantıları ve gerekli yerleri kendim halletmişimdir. bu yüzden bu yazının herhangi bir kısmını herhangi bir yerde aynen görürseniz, kafama tokmak vurmayınız.
__________________
|
![]() |
![]() |
![]() |
#6 |
Forum Aşığı
![]() Üyelik Tarihi: Dec 2005
Mesajlar: 4,764
Teşekkür Etme: 111 Thanked 1,308 Times in 803 Posts
Üye No: 4863
İtibar Gücü: 3034
Rep Puanı : 65437
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
![]() 3 Eylül 1939’da İngiltere ve Fransa’nın Polonya’yı işgal eden Almanya’ya savaş ilan etmesiyle başladı. Almanya, İtalya ve Japonya’nın oluşturduğu Mihver Devletleri ile Fransa,İngiltere,ABD ve SSCB’nin oluşturduğu Müttefikler dünyanın hemen her bölgesinde savaştı. 2. Dünya Savaşı topyekun bir savaştı,yani savaşa giren bütün ülkelerin tüm kaynakları ve insan gücü savaş için kullanıldı. Askerlerin yanı sıra milyonlarca sivil insan öldürüldü. Savaş Portekiz,İspanya,İsveç,İsviçre dışında bütün Avrupa’ya yayıldı. ABD,deniz filosunun Japon uçaklarına bombalanması üzerine Aralık 1941’de savaşa katıldı. 2. Dünya Savaşı Eylül 1945’te bitti. Bu savaşın sonuçlarından dünyanın pek az bölgesi kendisini kurtarabildi. Almanya’da Adolf Hitler’in diktatörlüğü,büyük can kayıpları ve büyük acılar pahasına yıkılabildi. Savaşın sonunda, SSCB ve bazı Doğu Avrupa ülkeleri yeni topraklar kazanırken, Japon ve İtalyan imparatorlukları yıkıldı.
Savaşın Nedenleri: 1. Dünya Savaşı’nın sonunda Almanya yenilmiş ve ağır koşullar içeren bir antlaşma yapmak zorunda bırakılmıştı. Almanlar 1919’da imzalanan Versay Antlaşması’nın haksız maddeler içerdiğini ve yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. 1920’lerde büyük ekonomik güçlüklerle karşı karşıya kalan Almanya’da 1933’te Adolf Hitler önderliğindeki Naziler iktidara geldi. Hitler,bir yandan Versay Antlaşması’nın geçersiz sayılmasına çalışırken,öte yandan da silahlı kuvvetlerini yeniden toparladı. 1919’da barışı korumak ve uyuşmazlıkları çözümlemek amacıyla kurulan Milletler Cemiyeti,bu görevleri yürütebilmek için gerekli olan yaptırım gücünden yoksundu. ABD bu örgütün dışında kaldı; öbür üyeler arasında da kararlara uymayan devletlere karşı zor kullanma konusunda görüş birliğine varılamadı. Bu sorun, 1931’de Japonya’nın protestolara aldırmayarak Cin’in Mançurya bölgesini ele geçirmesiyle iyice açığa çıktı. Japonya 1930’lar boyunca gücünü arttırdı. 1935’te faşist Benito Mussolini yönetimindeki İtalyanlar,Etiyopya’yı işgal ettiler. Milletler Cemiyeti bu kez de etkin önlemler alamadı. Bu zayıflıktan yararlanan Hitler, 1936 Mart’ında Almanya’nın Ren Irmağı’nın batısında kalan topraklarına askeri birliklerini gönderdi. Oysa 1925’te Almanya ile Milletler Cemiyeti arasında yapılan antlaşmaya göre bu bölgede hiçbir devlet asker bulunduramayacaktı. Milletler Cemiyeti bu konuda da protestolar dışında yaptırım uygulamadı. Ardından İtalya ve Almanya,İspanya’daki iç savaşta cumhuriyetçi yönetime karşı faşist General Francisco Franco’nun saflarında savaşmak üzere asker gönderdi_ böylece yeni silah ve uçaklarını da denediler. Yeni toprak kazanımları ve dünya egemenliği için Almanya,İtalya ve Japonya, Berlin-Roma-Tokyo Mihveri diye adlandırılan bir ittifak kurdular. Bu yüzden bu ülkeler Mihver Devleri adıyla anıldı. 1937’de Japonya,Çin’e karşı topyekun bir savaş başlattı. Bir yıl sonra Almanya,Avusturya’yı işgal etti; ardından da Çekoslovakya’da Alman asıllıların çoğunlukta olduğu Südet bölgesi üzerinde hakkı olduğunu ileri sürdü. İngiltere ve Fransa,Çekoslovakya’yı Hitler’in bu isteğine boyun eğmesinin yararlı olacağına inandırdı ve Eylül 1938’de yapılan Münih Antlaşması’yla bölge Almanya’ya bırakıldı. 6 ay sonra Hitler başkent Prag’ı bombalayacağını söyleyerek gözdağı verince Çekoslovakya Almanya’nın boyunduruğuna girdi. Almanya’nın sonraki kurbanı 1. Dünya Savaşı’nın ardından bağımsız bir devlet olarak yeniden kurulan Polonya’ydı. İngiltere ve Fransa bu kez Alman saldırısına karşı Polonyalılara yardım edecekleri konusunda kesin güvence verdiler. Almanya,Polonya’ya saldırınca da 2. Dünya Savaşı başlamış oldu. Avrupa’da Savaş Başlıyor: Almanya Ağustos 1939’da SSCB ile 0 yıl geçerli olacak bir saldırmazlık paktı imzaladıktan sonra,1 Eylül’de Polonya’ya girdi. İngiltere ile Fransa sözlerini tutarak 3 Eylül’de Almanya’ya savaş ilan etti. Avusturya,Kanada ve Güney Afrika’nın da aralarında bulunduğu başka ülkeler de İngiltere ve Fransa’nın yanında yer aldı. Ama Müttefikler,Alman kara ve güçlerince hızla işgal edilen Polonya’ya yardım edemdi.17 Eylül’de SSCB de doğudan Polonya’ya girdi. Polonya teslim oldu. 80 bin kadar Polonya askeri mücadeleyi sürdürmek amacıyla önce Romanya’ya daha sonra da Fransa’ya giderek burada toplandı. Ekimde SSCB, olası bir Alman saldırısına karşı bir batıda “tampon devletler” oluşturmak amacıyla,üç Baltık ülkesini,Estonya,Letonya ve Litvanya’yı işgal etti. Ardından SSCB,Finlandiya’dan birliklerine Finlandiya topraklarına girme hakkının verilmesini istedi. Finlandiya SSCB’nin koşullarını kabul etmek zorunda kaldı. Bunlar olurken batı oldukça hareketsizdi. Fransa,Alman sınırında Maginot Hattı adıyla anılan savunma hattını kurdu. Kuzeydeki İngiliz birlikleri,Belçika’nın savaşa girmemesi nedeniyle Almanlar’la hiç karşılaşmadı. 1940 Nisan’ında Almanlar,Norveç’e saldırdı. Amaçları denizaltıları için üsler kurmak ve İsveç’in kuzeyindeki madenlerden çıkartılarak denizyoluyla Norveç’in Narvik limanına getirilen demire el koymaktı. Alman birlikleri gemilerle geldi ve bir bölümü hiçbir engele karşılaşmaksınızın Norveç kıyılarına çıktı. Bir bölümü de İngiliz deniz güçleriyle,iki tarafın da eşit kayıplar verdiği sert çatışmalara girdi. Ama Almanlar kısa sürede Norveç’te Müttefikler’in asker çıkarma girişimlerini önleyebilecek hava üsleri kurdular. Norveç 9 Haziran’da teslim oldu. Almanlar’ın nisanda saldırdığı Danimarka da pek az direnebildi. 10 Mayıs 1940’ta başlayan Alman saldırısı,kısa sürede Belçika,Hollanda ve Lüksemburg’un işgaliyle sonuçlandı. Yardıma gelen İngiliz ve Fransız orduları da püskürtüldü. 13 Mayıs’ta Sedan’da Alman tankları Meuse Irmağı’nı geçti ve Fransa’nın içlerine doğru ilerledi. Hollanda 14 Mayıs’ta teslim oldu. Alman tankları kuzeye,kıyıya doğru ilerledi ve geri çekilen Müttefikler’in önünü kesit. Belçika 27 Mayıs’ta teslim oldu. Belçika’da sıkışıp kalan İngiliz ve Fransız birlikleri büyük kayıplar verdi. İngiliz deniz güçlerinin yardımıyla Dunkerque kıyılarından 346 bin kadar Müttefik askeri kurtarıldı; ama silah,araç ve gereçler geride bırakıldı. 14 Haziran’da Almanlar Paris’e girdiler, 22 Haziran’da da Fransızlar ateşkes antlaşmasını imzaladılar. Alman güçleri Kuzey Fransa’yı ve bütün Atlas Okyanusu kıyılarını işgal etti. Mareşal Henri Philippe Petain Vichy’de Almanlar’ın denetiminde bir hükümet kurdu. İngiltere’de bulunan General Charles de Gaulle savalın sonuna kadar varlığını koruyan Özgür Fransa Hareketi’ni kurarak işgalcilere karşı direnişe geçti. İngiltere’de ayrıca “özgür” Polonya,Norveç,Belçika,Hollanda ve Çek askeri birimleri de oluşturdu. Hitler bir sonraki hedef olarak İngiltere’yi seçti. Alman hava kuvvetleri Güney İngiltere’deki havaalanlarını ve limanlarını her gün bombalamaya başladı. İngilizler’in kesin direnişiyle karşılaşan Almanlar,ardından Londra’yı ve İngiltere’nin iç bölgelerindeki kentleri de bombaladı. Bu baskınlar pek çok sivilin ölümüne ve büyük zarara yol açtı. Buna karşılık İngiliz hava kuvvetleri de Fransa ve Belçika limanlarında askerleri Manş Denizi’nden geçirmek üzere toplanmış Alman gemilerini batırdı. İngiltere göklerinde Ağustos-Ekim 1940 arasında yapılan üstünlük savaşından sonra,Alman hava saldırıları gece bombardımanlarına dönüştü; 1941 ortalarına kadar İngiltere’deki kentler yoğun hava akınlarının hedefi oldu. Haziran 1940’tan sonraki bir yıl içinde yaklaşık 43 bin sivil yaşamını yitirdi;50 bin kişi ağır yaralandı. Almanya SSCB’ye Saldırıyor: Hitler’in SSCB ile 1939’da yaptığı saldırmazlık paktının asıl amacı,Almanya’nın aynı hem batıda,hem doğuda savaşmak zorunda kalmasını önlemekti. 1940’ta Alman orduları Fransa’yı göçertip İnglizler’i Avrupa’dan sürünce Hitler, SSCB’ye saldırmaya karar verdi. Hızlı bir harekatla SSCB üzerinden Ortadoğu’ya inmeyi tasarlamıştı. SSCB’ye saldırı Napolyon’un 1812’deki başarısız Rusya seferinden bir gün önce 22 Haziran 1941’de başladı. Finlandiya,Bulgaristan,Macaristan ve Romanya da SSCB’ye savaş açtılar. Savaş başlangıçta Almanlar için oldukça olum gelişti. Almanlar sonbaharda Leningrad kentine, aralık ayında da Moskova’nın banliyölerine ulaştılar. Daha güneyde de Don Iramağı ağzındaki Rostov kentine ulaştılar,ama kış gelince Alman birlikleri yorulmuş, savaşma güçleri azalmıştı. Ardından SSCB’nin karşı saldırısı başladı. Hitler’in tasarılarında bu harekatın kıl gelmeden tamamlanması öngörüldüğü için,Alman askerlerinin giysileri soğuk kış günlerine uygun değildi. Büyük kayıplar verdiler ve SSCB’nin içlerinde tutunabilmelerine karşın başlangıçtaki güçlerini bir daha kazanamadılar. 1942’de Hitler, Karadeniz ile Hazar Denizi arasında bulunan Kafkasya petrol yataklarını ele geçirmeyi hedefledi. Bir Alman ordusu ağustosta Maykop’taki petrol merkezine ulaştı. Daha kuzeydeki Stalingrad kentine yönelik saldırıları ise başarısız oldu. SSCB birlikleri kenti sonuna kadar savundu ve kış bastırınca karşı saldırıya geçtiler. 250 bin kişilik Alman ve Romanya birliklerini kuşattılar ve Şubat 1943’te bu birlikler teslim oldu. SSCB’nin 2. Dünya Savaşı ,’nın en büyük kara çarpılmasındaki başarısı Almanlar’ı,Kafkasya’dan çekilmek zorunda bıraktı. 1943 yazı başlarken SSCB orduları Almanlar’ı geri sürdü ve 1944 balında Polonya’ya, çok geçmeden de Romanya’ya girdi. Bu savaşta SSCB büyük yıkıma uğradı ve yaklaşık 20 milyon insanını yitirerek 2. Dünya Savaşı’nda en çok can veren ülke oldu. ABD Savaşa Giriyor: ABD savaşta tarafsız kalmasına karşın İngiltere’ye destek sağlıyordu. Örneğin, 1940’ta ABD,deniz kuvvetlerinin 50 destroyerini İngiltere’ye ödünç vermişti. 7 Aralık 1941’de Pazar günü sabah saatlerinde,Japon uçak gemilerinden havalanan 360’ın üzerinde savaş uçağı, Hawaii Adaları’ndaki Pearl Harbor deniz üssünde bulunan ABD savaş gemilerine saldırdı. Japonlar bombaladıkları sekiz savaş gemisinden altısını batırdı ya da çalışamaz duruma getirdi; ama üssü kendisi pek zarar görmedi. Uçak gemileri o anda başka bir yerde olduğu için bu saldırıdan kurtuldu. Bu olay üzerine ABD kongresi, 8 Aralık 1941’de Japonya’ya, üç gün sonra da Almanya ve İtalya’ya savaş ilan etti. Pearl Harbor baskınıyla aynı gün, Formoza’dan kalkan Japon uçakları Filipin Adaları’na saldırdı. Bu adalar daha sonra Japon birliklerince işgal edildi. General Douglas MacArthut komutasındaki ABD ve Filipin güçleri yenildiler ve bölgeyi boşaltmak zorunda kaldılar. Japonlar 1942 Mayıs’ında Filipinler’i ele geçirdiğinde 36 bin kadar asker ve 25 bin sivili esir aldı. Japonlar ,saldırını sürdürerek ABD’den Guam ve Wake adalarını,İngiltere’den de Hong Kong’u aldılar. Japon askerleri Taylan üzerinden hareketle Malaya’yı da işgal etti ve yarımadanın alt bölümlerine,Singapur’a doğru ilerlediler; Singapur 1942 Şubat’ında teslim oldu.Daha sonra,Saravak,Brunei,Borneo,Timor,Cava,Sumatra,Sel ebes,Yeni Britanya,Solomon Adaları,Yeni Gine’nin doğusu,Gilbert Adaları da Japonya’nın eline geçti. Buraları savunmaya çalışan Müttefik deniz güçleri büyük kayıplar verdi,askerlerinin pek çoğu öldü ya da esir edildi. Bu saldırılar sonucunda Japonya,Güney doğu Asya’nın denizden ulaşımını denetleyen adaları ele geçirdi. Japonlar ayrıca Çinhindi ve Taylant’dan geçerek Birmanya’yı da işgal etti ve oradaki İngiliz birliklerini Hindistan’a çekilmek zorunda bıraktılar. Güneydoğu Asya’da kurdukları üslerden Avustralya’ya hava saldırıları düzenlediler. Batıdaki Deniz Savaşları: Savaş başladığında İngiltere ve Fransa’nın güçlü donanmaları vardı. Alman donanması ise, daha küçük olmakla birlikte, modern ve etkiliydi. Uçak gemisi yoktu,ama güçlü savaş gemiler ve hızla artan denizaltı gücüyle ticaret gemilerine büyük zararlar verebiliyordu. Akdeniz’ed İngiliz deniz gücünün üstünlüğü sayesinde,asker ve erzak taşıyan düşman gemileri batırılarak Kuzey Afrika harekatına yardımcı olundu. Ne var ki, İngiliz donanması da Alman denizaltılarının ve kıyıda üslenmiş savaş uçaklarının yarattığı tehlike yüzünden İngiliz gemileri Batı Çölü’ndeki savaş için gerekli desteği Cebelitarık Boğazı ve Akdeniz’den getirmek yerine,çoğunlukla Ümit burnu ve Süveyş kanalı yolunu izleyerek sağladılar. Durmaksızın bombalanan Malta yalnızca denizaltılar ve küçük gemilerce kullanılabiliyordu. Bu yüzden İngilizler’in ana deniz üssü Mısır’da,İskenderiye’deydi. Zaman zaman Alman savaş gemileri Müttefik ticaret gemilerine saldırmak üzere Atlas Okyanusu’na açılıyordu. Daha sonra da ticaret gemisi görünümde,silahlandırılmış gemiler göndermeyi sürdüler. Atlas Okyanusu’ndaki asıl savaş Alman denizaltılarıyla oldu. Bu savaş gece gündüz durmaksızın sürdü. Müttefikler’in,asker,savaş araç ve gereçleri de taşıyan ticaret gemileri konvoylar oluşturarak savaş gemilerinin koruması altında yol alabiliyorlardı. Uçak gemilerinden ve kıyıdaki hava üslerinden kalkan savaş uçakları da deniz savaşlarına katılıyordu,ama Alman denizaltılarına engel olmak çok güçtü. Savaş süresince bu denizaltılar Müttefikler’in 23.351 ticaret gemisini batırdı. Buna karşılık 782 Alman denizaltısı yok edildi. Kuzey Afrika Çıkarması: Müttefikler,mihver güçlerini yenmek için,önce Almanya’yı yenmek gerektiğini düşünüyordu. 1942’de Kuzey Avrupa’yı geri alacak güçleri olmayan Müttefikler,düşmanu önce Kuzey Afrika’dan sürmeye karar verdiler. Bu nedenle,General Dwight D. Eisenhower komutasındaki İngiliz ve ABD askerlerinden oluşan 100 bin kişilik bir kuvvet Fas ve Cezayir kıyılarına çıkarma yaptı. Bu ülkeler,o sırada Vichy Fransa’sının denetimindeydi. Vichy yönetimi önce bu çıkarmaya karşı çıktıysa da,hemen ardından Müttefler’le işbirliğine girdi. Müttefikler önce doğuya,Tunus’a doğru ilerledi,ama Akdeniz üzerinden hava ve denizyoluyla getirilen güçlü Alman birliklerince durduruldu. 1943 Ocak ayı sonunda Montgomery’nin ordusu Batı Çölü’nü geçerek Tunus’a girdi. Zorlu çarpışmalardan sonra Müttefik orduları Mayıs 1943’te Alman ve İtalyan kuvvetlerini çökertti ve Mihver ordularının ancak küçük bir bölümü esir düşmekten kurtulabildi. Müttefikler Kuzey Afrika’daki başarılarını,1943 Temmuz’unda Sicilya’yı işgal ederek sürdürdü. Bu harekat,limanları ele geçirerek değil,açık plajlara asker çıkararak yürütüldü. Daha önce önemli yol ve köprüleri ele geçirmek üzere planör ve paraşütlerle hava birlikleri indirilmişti. Ağustosun ortalarında ada ele geçirildi. Sicilya’nın yitirilmesi ve İtalya’nın Müttefikler’ce bombalanması İtalya diktatörü Bento Mussolini’yi çekilmeye zorladı. Eylül başlarında İtalya teslim oldu ve Malta’daki donanmasına el kondu. Bu olay İtalya’da Müttefikler ile Almanlar’ı karşı karşıya bıraktı. Müttefik güçler 3 Eylül’de güney İtalya’ya birkaç gün sonra da Salerno Körfezi’ne çıktılar. Almanlar inatla direndiler. Ekimde Napoli’ye ulaşan Müttefikler yarımadanın ortalarında güçlü bir Alman savunması tarafından durduruldu. 1944 Ocak’ında Müttefikler,Anzio’ya çıkarak bu savunma hattının ardına geçmeye çalıştılar. Aynı zamanda bu hattın asıl güçlü noktası olan Cassino’ya yönelik saldırılar düzenlediler. Müttefikler Polonya birliklerinin Cassino’yu almasından sonra Anzio’daki kuvvetlere katılmak üzere kuzeye doğru ilerlemeyi başardılar. 4 Haziran’da Roma alındı. Avrupa’da Savaşın Sonu: İtalya’daki Müttefik güçler 13 Ağustos 1944’te Floransa’yı aldı. Almanlar bunun üzerine Pisa ile Rimini arasında bir savunma hattı oluşturarak kış gelene kadar burada tutundular. Nisan 1945’te Müttefikler Po Irmağı’nı geçti ve Alp Dağları’na doğru ilerledi. İtalya’da Almanlar 2 Mayıs’ta teslim oldular. İki gün sonra da Müttefikler Avusturya’dan güneye doğru ilerleyen ABD askerleriyle buluştu. SSCB birlikleri ise 1944 Haziran’ında Doğu Avrupa’da bir harekat başlattı. Temmuz sonunda Varşova’nın karşısında Vistül Irmağı’nın doğu kıyısına geldiler. Daha güneyde SSCB ordu,Romanya ve Bulgaristan’ı aldı. Finlandiya eylülde düştü. Ağustosta SSCB orduları iki koldan ilerlemeye başladı. Biri Baltık Denizi’nin doğu kıyıları boyunca,öbürü de Tuna vadis üzerinden Macaristan’a doğru hareket etti. Almanlar bu ilerlemeyi durduramayarak geri çekildiler. 1945 başlarında,Almanya’nın artık uzun süre savaşamacağı ortaya çıkmıştı. Müttefik liderler,ABD Başkanı Roosevelt,İngiltere Başbakanı Churchill ile SSCB’nin önderi Stalin Kırım’daki Yalta kentinde toplandılar ve Almanya’nın koşulsuz olarak teslim alınması konusunda anlaştılar. Ayrıca savaş sonrası Avrupa’ya ilişkin planlar da yaptılar. Ocak 1945’te SSCB askerleri Oder Irmağı’nı Budapeşte’ye,nisan başında da Viyana’ya girdiler ve Berlin’e doğru ilerlediler. 25 Nisan’da Berlin’i kuşattılar. Kentin merkezinde ki bir yer altı sığınağından savunmayı yönetmekte olan Hitler savaşın yitirildiğini kavrayarak 30 Nisan’da intihar etti. Amiral Karl Dönitz’i kendi yerine atamıştı. Dönitz’in temsilcileri Reims’e Müttefikler’le görüşmeye geldi. Batıda Müttefikler’e teslim olmayı; ama doğuda SSCB’ye karşı savaşı sürdürmeyi istiyorlardı. Eisenhower Almanlar’ın her yerde koşulsuz teslim olmaları konusunda ısrar etti. Almanya’nın teslim olması 8-9 Mayıs 1945’te gece yarısı gerçekleşti. Japonya’nın Teslim Olması: ABD,Japonya’nın kıyı kentlerini yoğun bir biçimde bombaladığı sırada Başkan Truman,Japonlar’ın direnişini kırmak ve savaşı kısaltmak gerekçesiyle atom bombası kullanmaya karar verdi. Atom bombası ABD’de,gizlice geliştirilen ve büyük yıkım gücü olan bir silahtı. 6 Ağustos 1945’te ABD hava kuvvetlerinin bir bombardıman uçağı Hiroşima kenti üzerine ilk atom bombasını attı. 3 gün sonra gücü azaltılmış bir atom bombası da Nagasaki’ye atıldı. Bu bombalar Hiroşima’da 200 bin,Nagasaki de ise 80 bin sivlin ölmesine ve on binlerce kişinin yaralanmasına yol açtı. Bu kentler büyük ölçüde yıkıldı; bitki örtüsü çok zarar gördü. Atom bombasının yol açtığı radyasyon etkisi yıllarca. Radyasyon nedeniyle insanlar; daha sonra sakatlandılar ve öldüler. Uzun yıllar sonra bile özürlü çocuklar doğdu.8 Ağustos’da SSCB de Japonya’ya savaş açtı ve Japonlar’ın elinde bulunan Mançurya ve Kore’yi işgale başladı. Bunun üzerine Japonya 2 Eylül’de resmen teslim oldu ve 2. Dünya Savaşı sona erdi.
__________________
|
![]() |
![]() |
![]() |
#7 |
Forum Aşığı
![]() Üyelik Tarihi: Jan 2006
Yaş: 43
Mesajlar: 4,575
Teşekkür Etme: 337 Thanked 1,629 Times in 455 Posts
Üye No: 6517
İtibar Gücü: 3255
Rep Puanı : 91747
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
![]() kanka tesekkürler ....
__________________
SÖMÜRÜCÜ OLMAYALIM BAKTIĞIMIZ KONULARA TEŞEKKÜR ETMEDEN YORUM YAPMADAN GEÇMEYELİM NETİCEDE EMEK SARF EDİLMİŞTİR. EMEĞE SAYGI DUYALIM...
LÜTFEN |
![]() |
![]() |
![]() |
#8 |
Forum Aşığı
![]() Üyelik Tarihi: Dec 2005
Mesajlar: 4,764
Teşekkür Etme: 111 Thanked 1,308 Times in 803 Posts
Üye No: 4863
İtibar Gücü: 3034
Rep Puanı : 65437
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
![]() Joseph Rotblat Atom Bombasının Yapımını Anlatıyor
Jules Verne bu sözcükleri yazarken büyük olasılıkla ne kadar doğru söylediğinin farkında değildi. Denizaltılar ve uzay gemileri hakkında yazdıklarının birçoğu başkaları tarafından gerçeğe çevirdi. Hatta hiçbir zaman hayalini bile kuramayacağı birçok icada da esin kaynağı oldu. Geçen yüzyılın başında, tüm insanlığı yok edebilecek bir silah da insan aklının alamayacağı bir şeydi. Ancak sadece 40 yıl geçtikten sonra ilk atom bombasının üretilmesiyle bu gerçek oldu. (Yaratıcılarının ona verdiği takma isimle “The Gadget", yani “Aygıt”, gezegendeki güç dengesini hızla değiştirecek ve askeri üstünlük için çok tehlikeli yeni bir yarış başlatacaktı. Peki yaratıcıları hakkında ne biliyoruz? Ne tür bir insan böyle canavarca bir projede çalışmayı tercih eder? Bu kişilerin kişisel güç ve şöhret uğruna atomun parçalanmasıyla açığa çıkan gücü serbest bırakmaya hazır, şuursuz insanlar olduklarını düşünmek kolay olurdu. Ancak gerçekte birçoğu bu projeye, bu yıkıcı cini şişesinde tutmaya yardımcı olacaklarına inandıkları için katılmıştı. Bunlardan biri, Los Alamos'taki Manhattan Projesi’ne katılan en genç bilim insanlardan Joseph Rotblat'tır. 98'inde olmasına rağmen aklı ve bedeni olağandışı bir şekilde çevik. Diğer faaliyetlerinin yanı sıra, hâlâ, 50 yıl önce nükleer silahlanma yarışına karşı kurulmasına yardımcı olduğu, seçkin akademisyenlerin bir araya geldiği bir organizasyon olan Pugwash için çalışıyor. 1995’te Pugwash ve O Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldüler. Nükleer silahların tarihi ve etkileri üzerine yapılan iki programın ilkinde Joseph Rotblat, vicdan muhasebesine rağmen bombanın üretime nasıl çekildiğini anlatıyor. Rotblat: Tabiatım gereği kuşkucu değilim, tam tersine benim tabiatım temelde insanın iyi olduğuna inanmaktır. Her zaman insanın iyi olduğu varsayımıyla hareket ederim; taa ki iyi olmadıklarını görmeme yol açacak tatsız bir deneyim yaşayana kadar. [gök gürültüsü ve ağır silah sesleri...] Belirli bir kesimde bu insanların kişisel geçmişlerine kadar uzanıyor. Benim durumumda, erken çocukluk dönemime kadar geri gitmeniz gerekir, ki çok mutsuz bir çocukluktu. Bunun başlıca nedeni, tüm çocukluğumun, doğduğum yer olan Polonya’da, ben beş yaşındayken başlayan ve 1920’ye kadar devam eden Birinci Dünya Savaşı’na denk gelmesiydi. Çocukluk yıllarım savaş sırasında yaşanan korkunç olaylarla dolu. Yaşadığım kişisel deneyimler açlığa, hastalığa, zulme ve insan doğasının ancak böyle bir savaşta ortaya çıkabilecek, olumsuz yanına dair düşünebileceğiniz her şeye ilişkindi. Savaş karşıtı olmam şaşırtıcı olmamalı. O dönemde, bilimkurgu, özellikle de Jules Verne’i okuyarak bilime ilgi duymaya başladım. Bilimkurgu hayal gücümü kamçıladı ve bu sayede bilimin büyük potansiyelini görebildim. Kurguyu gerçekliğin içinde görmeye başladım. Henüz küçük bir çocuk olsam da bir sonuca vardım: hayatta kalma mücadelesi uğruna acı çekiliyor ve muazzam olasılıklar sunan bilim var. Bu nedenle bilimimi insanlığın yardımına sunabilmek için bilim adamı olmam gerektiğini hissettim. Başka bir deyişle; en başından itibaren, sadece bilgiyle ilgilenen saf bilim adamı olarak başlamadım; bir amacım olması gerektiğini hissediyordum ve bu amaçta insanlığa yardım etmekti. Bilim adamı olma yolunda çok büyük zorlukla karşılaştım. Koşullar aleyhime olduğu için neredeyse bir bilim adamı olamıyordum. En basitinden uygun bir eğitim alamadım. Polonya’da üniversiteye gitmek istiyorsanız önce liseye devam etmelisiniz. Mezun olurken sertifika verirler ve tabii ki lise tam gündü; oysa savaş yüzünden, ailem ve ben kendimizi erken yaşta çalışmamı zorunlu kılan koşullar içinde bulduk. Bu nedenle uygun bir okul eğitimi alamadım. Ben de geceleri kendi kendime ders çalışmaya başladım. Diğer alanlardan ziyade fiziğe ilgi duyduğum için, en başında kendi kendime çalışmam biraz yetersiz oluyordu. Neyse ki bir başka okul buldum; Varşova’da Polonya Açık Üniversitesi, adından da anlaşılacağı üzere sertifika istemiyordu. Hatta akşam dersleri benim için biçilmiş kaftandı. Hem çalışıp para kazanabiliyordum hem de okula devam edebiliyordum. Okula devam ederken beni kanatlarının altına alan kişi radyoaktivite ve nükleer fizik alanında en önde gelen fizikçilerden biriydi. Nükleer fizik daha o zamanlar yeni ortaya çıkmış bir alandı. O zamana kadar daha çok radyoaktiviteden ibaretti. Radyoaktivite Fransa’da Polonya’lı kadın fizikçi Marie Curie tarafından keşfedilmiş ve daha sonra Varşova’da bir radyoloji laboratuarı kurmaya karar vermişlerdi. Paris’te çok fazla işi olduğundan dolayı işleri devralmaları için en iyi öğrencilerinden ikisini göndermişti ve bunlardan biri Polonya Açık Üniversitesi’nde benim profesörümdü. Daha o zamanlarda bu alanda ufak tefek başarılar kazanmıştım. İnsanların dikkatini çeken bir kaç buluş yaptım; ancak o zamana kadar Polonya dışına çıkmamıştım ve dış dünya hakkında bir şeyler öğrenmenin önemli olduğunu düşünüyordum. Böylece yurtdışında bir yıllık bir araştırma bursu almayı başardım; iki tane davet aldım. Biri Paris'te Marie Curie'nin kızı Irene ve damadı Frederik Juliot’tan. Bana yazıp gelmem için davet ettiler; bu çok cazipti çünkü zaten bu laboratuarla bağlantılarım vardı ve üstelik daha önce Polonya’nın dışına hiç çıkmamıştım ve Paris’in oldukça cazipti. Diğer davet ise tam zıddı bir yerden, Liverpool’dan gelmişti. Liverpool, hakkında okuduklarıma göre o devirlerde hiç de turistik bir yer değildi. Ve bir ölçüde önemli olan bir başka husus ise hiç İngilizce bilmememdi, biraz Fransızca biliyordum. Tüm şartlar Liverpool’un aleyhineydi. Yine de Liverpool’u seçtim zira bunun iyi bir nedeni vardı. O devirlerde nükleer fizikte iyi çalışmalar yapmak istiyorsanız siklotron denen bir hızlandırıcı makinenizin olması gerekiyordu. Polonya'da nükleer fizik alanını geliştirmek benim için bir tutkuydu ve siklotron yapmak için gerekli kaynaklarılde sikl bir tutkuydu ve bir şekilde siklçekece profesörümdü. Radyoaktivite Franda şekilde iyi olmadıkla bir şekilde elde etmeliydim. Ancak siklotronlar hakkında uzman olursam bunun çok faydası olacağını düşündüm. O zamanlarda James Chadwick Liverpool Üniversitesi’nde bölüm başkanıydı. Nobel ödüllü, nötronu keşfeden büyük bir fizikçiydi ve Liverpool’da bir siklotron yapıyordu ve şöyle düşündüm “Liverpool’da olmak için doğru zaman.” Liverpool’u seçmemin nedeni buydu. O tarihte bu kararımın hayatımı kurtaracağını bilmiyordum tabii. 9:19- 9:49: Hitler’in ses kaydı: “Dünyanın şimdiye kadar görmediği ölçüde silahlandık...Son beş yılda milyarlar harcadım ve Alman halkı artık bunun hangi amaç için yapıldığını bilmelidir..." Rotblat: [Bilim dergisi] Nature’da Meitner ve Frisch’in füzyonun keşfi hakkındaki yazısını okuduğumda Şubat 1939’du. Kısaca bir uranyum atomunun nötronlarla çarpıştırıldığında ikiye bölündüğünü anlatıyorlardı. Bu süreçte daha fazla nötronun açığa çıkacağını düşündüm. O zamanlar ben de uranyum tarafından yayılan nötronlar üzerine bir araştırma yapıyordum. Şans eseri uranyum ve nötronlarla çalışıyordum. Söz konusu nötronları gözlemek için bir deney düzeneği kurmam fazla zaman almadı ve onları buldum. Bu gözlemi yapan biri olarak bunun nelere yol açabileceğini açıkça görebiliyordum. Bunun, hücre çekirdeğindeki enerjinin serbest bırakılmasına giden yolu açtığını, çünkü yeni nötronların başka füzyonlara neden olacağını, daha fazla enerji oluşturabileceğini ve çok büyük miktarda enerji açığa çıkartabilecek bir zincirleme reaksiyona yol açabileceğini görebiliyordum. Ancak daha sonra idrak ettiğim bir şey daha vardı, eğer bütün bu enerji çok kısa bir sürede ortaya çıkarsa çok büyük miktarda enerjiye, büyük bir patlamaya yani atom bombasına sahip olursunuz. Atom bombası fikri neredeyse o anda aklımda oluşmuştu. Tarih 1 Şubat 1939’du. Ancak bu fikri bulur bulmaz unutmaya karar verdim. Kendimi insanlığa adamış bir bilim adamı olarak gördüğümden dolayı bir silah üzerine çalışma fikri benden çok uzak bir şeydi. Kesinlikle benim işim değildi. Bu sebeple aklımdan çıkarmaya çalışmıştım. Ama yapamadım çünkü diğer bilim adamlarının aynı ahlaki değerlere sahip olmayabilecekleri fikri beni korkutuyordu. Özellikle Alman bilim adamları beni endişelendiriyordu, çünkü bir fikir olgunlaşmışsa birçok bilim adamı buna sahip olacaktır ve gerçekte nötronların salınmasıyla ilgili bu gözlem, bu keşif konusunda benim çok önümde olan Juliot ve Curie’nin de aralarında bulunduğu birçokları tarafından yapılmıştı. Böylece Alman bilim adamlarının da aynı fikre sahip olabileceğinden ve Hitler’in idaresi altında bombayı yapabileceklerinden korkuyordum, savaş çıkacağını, Polonya’nın işgal edileceğini biliyorduk. Bombaya sahip olursa Hitler’in savaşı kazanmasından korkuyordum. Yine de bunun benim işim olmadığını hissediyordum. Bu içine düştüğüm ikilem benim için korkunç bir dönemdi, hayatımda yaşadığım en kötü zamandı. Ama sonuç olarak yaşamda sık sık gerçekleştiği üzere; eğer aklınızı başınıza toplayıp ne yapacağınıza karar veremezseniz harici koşullar ne yapmanız gerektiğini belirler. Bu sefer olan ise savaşın çıkmasıydı. 3 Eylül 1939’da Polonya’nın işgaliyle savaş başladı ve sonra Britanya girdi. Birkaç hafta içerisinde Polonya işgal edilmişti. Tüm Alman üstünlüğü gözler önüne serilmişti; buna ilaveten bombaya da sahip olması durumunda Hitler’in kesinlikle savaşı kazanacağı konusunda ikna olmuştum. Bu kesinlikle kabul edemeyeceğim bir şeydi çünkü bu demokrasinin sonu olurdu. 13:12-14:23: Hitler’in başka arşiv kayıtları:“Dostum Goering’e Almanya’yı dünyadaki her türlü güce ve saldırıya karşı koruyacak bir hava kuvvetleri kurmasını söyledim. Dünyadaki en iyi tanklara ve en iyi uçaklara sahibiz.” İngiliz Başbakanı Neville Chamberlain’in bir arşiv kaydı: “Downing Sokağı 10 Numara’daki Kabine Odası’ndan konuşuyorum. Bu sabah Berlin’deki İngiliz Büyükelçiliği, Alman hükümetine, saat 11’e kadar güçlerini Polonya’dan çekmeye derhal başlayacaklarını ilan etmemeleri durumunda savaş halinin ortaya çıkacağını belirten bir nota iletti. Şimdi söylemek zorundayım ki böyle bir taahhütte bulunulmadı ve sonuç olarak bu ülke artık Almanya’ya ile savaştadır.” Rotblat: O tarihte bombanın üzerinde çalışabilmek için mantıksal bir açıklama geliştirmiştim. Ve bu mantığın dayandığı kavram nükleer caydırıcılıktı; nükleer silahların günümüze kadar gelmesine neden olan aynı kavram. Bomba yapılabilirse ve Hitler bombaya sahip olursa bu durumda bombayı bize karşı kullanmasını engellemenin tek yolunun bizim de bombaya sahip olmamız ve misilleme tehdidinde bulunabilmemiz olduğunu düşünüyordum. Bu, bombayı yapmamız gerektiğine inancımın sebebiydi. Kullanmak için değildi – ve bu çok önemlidir – projeye geldiğim ilk andan beri benim fikrim bombanın hiçbir zaman kullanılmaması gerektiğiydi. Biz ona kullanımını engellemek için, Hitler’in bombayı bize karşı kullanmasını engellemek için ihtiyaç duyuyorduk. İşte bu sebepten dolayı projede çalışmaya başladım. Michele Ernsting: Peki bu konudaki gerçeği idrak ettiğinizde düşünceleriniz ne oldu? Rotblat: Nükleer caydırıcılık konusundaki görüşümün çılgınlığını fark etmem çok zamanımı almadı. Bunun yanlış olduğunu kısa sürede fark etmiştim. Çünkü caydırıcılık mantıklı insanlarda işe yarar. Mantığın sesini dinlerseniz işe yarar. Ancak Hitler mantıklı değildi. Caydırıcılık görüşümün Hitler’de işe yaramayacağı konusunda ikna olmuştum. Ama bunu fark etmeden önce bir süre geçmesi gerekti. 15: 57- 16:26: İngiliz Başbakanı Winston Churchill’in arşiv kaydı: “Şu an, herkesin canını dişine takıp her türlü gayreti göstereceği bir an değil mi? Eğer savaş kazanılacaksa askerlerimize ihtiyaç duydukları silah ve mühimmatı sürekli artan miktarlarda temin etmeliyiz. Daha fazla uçak, daha fazla tank, daha fazla mermi, daha fazla silaha sahip olmalıyız, hem de en kısa sürede. Bu hayati öneme sahip mühimmata kaçınılmaz derecede ihtiyaç var. Amacımız muharebeyi kazanmak değil, harbi kazanmaktır.” Rotblat: İngiltere’de çalışmaya başladık ve 1940-41’de bombanın bilimsel açıdan yapılabilirliğini kanıtladık. Çalışacağını kanıtladık, ama çalışabilmesinin büyük miktarda teknolojik çaba gerektireceği sonucuna da vardık. Ve sonuç olarak 1941’de durma noktasına geldik, çünkü Britanya’nın savaşın ortasında bu büyük girişimi karşılayabilecek gücü yoktu. Daha sonra Britanya’dan Amerika’ya başka bir iş için giden bir arkadaşımız Amerikalı arkadaşlarıyla, bilim adamlarıyla, bulguları konusunda konuşmuş. İşte bu Amerikalılara yolu açtı. Birden bire bir şey yapmaları gerektiğinin farkına vardılar. Kısa bir süre sonra Pearl Harbour baskını oldu, Amerika savaşa girdi ve tabii ki görüşleri tamamen değişti. 1942’de çalışmaya başladılar. 17:32- 18:04: Şimdi Başkan Franklin D. Roosevelt’in arşiv kaydını dinliyoruz: “Japonların 7 Aralık 1941’de gerçekleştirdiği sebepsiz ve alçakça saldırıdan sonra Kongre’den ABD ile Japon İmparatorluğu arasında savaş hali bulunduğunu ilan etmesini istiyorum.” Rotblat: O zamanlarda Amerikalılar İngiliz bilim adamlarının işbirliğine ihtiyaçları olduğunu biliyorlardı çünkü onlara yardımı dokunacak ölçüde iş yapmıştık. Her nasılsa kendimi Amerika’ya gidip onlara katılmak üzere davet edilmiş kişilerin arasında buldum. Los Alamos, New Mexico kesinlikle olağanüstü bir yerdi. Genç bir bilim adamı olarak bence bir cennetti. Sürekli zorluklarla karşılaşmaya alışıktık – pahalı aygıtlara erişimimiz yoktu – burada ise kendimizi paranın kesinlikle sorun olmadığı bir yerde bulmuştuk! Bir siklotrona ihtiyacınız varsa, ki bu benim için başarının zirvesiydi, bir istek formu yazmanız yeterliydi! Bir başka husus da, kendinizi daha önce sadece kitaplarda okuduğunuz kişilerle, kahramanlarınızla, örneğin Niels Bohr gibi kişilerle konuşurken bulabilmenizdi. Yemeğe oturduğunuzda Nobel Ödülü kazanmış insanlarla konuşuyordunuz. Bu benim gibi genç birisi için çok önemliydi. Tabii bu açıdan çok mutluydum, normal olarak da böyle bir ortamda çalışmaktan dolayı çok mutlu olmalıydım. Yine de en başından itibaren mutsuzdum. Mutsuzdum çünkü bombayı yapmanın ne kadar zor olacağını ve bomba için gerekli malzemeyi üretmenin ne kadar korkunç bir çaba gerektireceğini fark etmem çok zaman almamıştı. Kendi kendime düşündüm, Amerika Birleşik Devletleri’nin tüm bu teknik üstünlüğüne rağmen ve bombalanmadığı halde bombayı yapması bu kadar uzun süre alacaksa, bu durumda Almanların içinde bulundukları koşullarda, sabah akşam hava akınları altında bombayı yapabilmelerinin mümkün olmadığına karar verdim. Ve düşündüm, Almanlar bunu yapamayacaksa, burada ne arıyorum? Burada olmamın tek sebebi Almanların bu bombayı bize karşı kullanmasından korkmamdı. Bunun artık gerçekleşmeyeceğini gördükten sonra neden burada kalayım? Yine de kaldım ve kalış sebebim bunun yeni bir şey, yeni bir keşif olmasıydı. Ve yeni bir şey ortaya çıktığında başka hangi yolların buraya vardığını bilemezsiniz, belki Almanların bir kısa yol bulabileceklerini düşündüm; bunu ihmal edemezdim. Uzak bir olasılıktı ama bunu ihmal edemezdim ve bu sebeple kaldım. Ancak yine de mutsuzdum. Çünkü hâlâ yapmak istemediğim bir şeyi yapıyordum. Michele Ernsting: Artık devam edemeyeceğinize karar verdiğiniz dönüm noktası neydi? Rotblat: Dönüm noktası 1944’ün sonuydu. İngiliz grubunun başı Chadwick Washington’a gitmişti, ancak zaman zaman Los Alamos’a gelip bizi ziyaret ederdi. Kasım 1944’te bir gün Los Alamos’a geldi ve Almanların kendi (atom bombası) projelerinden vazgeçtiklerine dair istihbarat aldığını söyledi. Gerçekte ise çok daha önce vazgeçmişler, fakat bunu bilmiyorduk. Bunu söylediğinde Almanların bu iş üzerinde çalışmadığına dair kesin delilim oluyordu, ona açık açık söyledim, projeyi bırakıyorum. Michele Ernsting: Tepki ne oldu? O zaman için Amerika Birleşik Devletleri’ndeki en büyük güvenlik riski olmuş olmalısınız? Rotblat: Tepki olağanüstü oldu! Evet, bunu asla unutmayacağım. (Chadwick’e) İstifa edeceğimi söyledim. “Peki, tamam” dedi. Benim gerekçelerime katılmıyordu ama görüşlerime saygı duyardı. İstihbarattakilere ayrılma kararımı ileteceğini söyledi. Sonraki gün onunla buluştum ve yüzünden bazı şeylerin çok yanlış gittiğini okuyabiliyordum. Sebep daha sonra yavaş yavaş ortaya çıktı, Amerikalılar benim casus olduğumu, Sovyet casusu olduğumu düşünüyorlardı. Beni arkadaşlarıma projeden ayrılış sebebimi söylememem konusunda zorladılar; çünkü bunun morallerini bozabileceğini düşünüyorlardı. Biraz yaramaz olduğum ve kurallara pek uymadığım için, -kuralları sevmem-, ellerinde bana karşı kozları vardı. Açıkçası eğer isterlerse beni tutuklayabilirlerdi. Arkadaşlarımla hiçbir bağlantım yoktu. Onlara yazamıyordum çünkü mektuplarım sansürleniyordu, böylece Aralık 1944’ten Ağustos 1945’e kadar geçen sürede projede ne olduğu konusunda bir fikrim olmadı… 23:10- 23:37: atom bombasının patlama sesi … 23: 38- 24 ![]() Rotblat: Bu, BBC’nin Hiroşima’nın yok edilişini anons ettiği, bu konu hakkında ilk defa bilgi aldığım zamandı. Michele Ernsting: Ve tepkiniz? Rotblat: Şok, korku. Çok kötü bir andı çünkü hâlâ umudum vardı. Öncelikle hiç çalışmayabileceğini düşünüyordum. Her şey yalnızca spekülasyondu. Çalışmama ihtimali vardı ancak çalıştı. Daha sonra umut ettim, çalışsa bile sivil halk üzerinde kullanılmazdı. Ancak kullandılar. Şok olmuştum. Gelecekteki gelişmelerden korkuyordum. 24:39-25:43: Bombayı atan pilotlardan birinin arşiv kaydı: “Bombanın uçaktan ayrıldığı andan patladığı ana kadar 53 saniye geçti, bu bombardıman yüksekliğini kat ettiği süredir, 53 saniye. Bu bize dönüş için yeterli zamanı verdi. Tam dönüşümüzü tamamlamış ve düz uçuşa başlamıştık ki sanki birisi uçağı yakaladı ve sıkı bir şekilde salladı; çünkü şok dalgası geldi. Bu, hissetmekten dolayı mutluluk duyduğum bir şeydi çünkü bir yıldan fazla bir süre bu bombanın üzerinde çalışıldıktan sonra bana bir anlık rahatlama sağladı, çünkü uçağı döndürürken geçen o 53 saniye boyunca çalışacak mı yoksa çalışmayacak mı diye düşündüm. Ve bize çarpan şok dalgası çalıştığının işaretiydi. Bu nedenle başarıya ulaşıldığını hissettim. Rotblat: Neler olacağını görebiliyordum. Niels Bohr beni ikna etmişti. Onunla sık sık konuşurdum. Amerika’nın Sovyetler Birliği’ni nükleer enerji üzerinde işbirliği yapmaya zorlamak yerine bombayı kullanmasının sonuçlarının neler olacağını ön görmüştü. Bir silahlanma yarışı olacaktı. Rusların hiç bir şey yapmadan durmayacağını görebiliyordunuz. Onlar da bombayı geliştireceklerdi ve sonra hepimiz hidrojen bombasını öğrendik. (Niels Bohr’dan) Yaklaşmakta olan silahlanma yarışını biliyordum ve bu beni gelecek hakkında endişelendiriyordu. 26:24-26:44:Amerikalı General Douglas MacArthur’un konuşma kaydını dinliyoruz: “Sovyetler Birliğinin bizim hareketlerimize karşılık vereceği muhakkak değildir. Kobra yılanı gibi, her yeni düşman da askeri ve sair güçlerin dünya çapında kendi lehinde olduğu hissine kapıldığı takdirde hücuma kalkar.” Rotblat: Ve bu nedenle bunun gerçekleşmesini durdurmak için bir şeyler yapmam gerektiğine karar verdim. Michele Ernsting: Bunun tamamen farklı bir dünyanın başlangıcı olduğunu görebiliyor muydunuz? Rotblat: Söylemeliyim ki, evet, bunu görebiliyorduk, ancak insan ırkını tehdit edebilecek bir düzeye geleceğini düşünmüyordum. Bir şehri yok edebileceğini biliyordum, ancak insan ırkını tehdit edebilmek için bu bombalardan yüz binlercesine gerek vardı. Ve bir an için bile bunlardan yüz binlercesine neden ihtiyacımız olabileceğini hayal bile etmemiştim. Hangi amaçla? 1945’te bile, gerçekleşmesine rağmen bu safhaya erişeceğine inanmıyordum. Yirmi otuz yıl gibi bir sürede bu kadar silaha sahip olduk ve insan ırkı tehdit altında kaldı. 27:42- Amerikan Başkanı John F. Kennedy’nin bir ses kaydı: “Nükleer silahlar o kadar yıkıcı ve kıtalararası füzeler o kadar hızlı ki gerçekte kullanım olasılığının artması veya ani değişiklikler barış için kesin tehdit olarak algılanabilir. Uzun yıllardır hem Sovyetler Birliği hem de Birleşik Devletler, bu gerçeğin farkında olarak, bu stratejik nükleer silahları, bazı hayati mecburiyetler olmadıkça; kullanılmamalarını garanti eden hassas dengeyi bozmadan büyük bir dikkat ile yerleştirmişlerdir. Galibiyetin meyvelerinin küllerden oluşacağı dünya çapında bir nükleer savaşa yol açacak gereksiz veya erken hareketlerde bulunmayacağız. Ancak, böyle bir riskle karşı karşıya kalınması halinde de bunu göğüslemekten asla kaçmayacağız.” Michele Ernsting: İlk atom bombasının yapılmasından bu yana nükleer güçler MAD diye kısaltılan “karşılıklı yok olma garantisi” denen hassas dengeyi daha sonra görüldüğü üzere sayısız kere bozmuşlardır. Sonrasında bizi neyin beklediğini açıkça görebildiğimiz halde, sürekli olarak eşiğe geliyoruz. Silahsızlanmaya yönelik uluslararası anlaşmalara rağmen, başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere birçok ülke, nükleer stoklarını genişletmeye devam ediyor.
__________________
|
![]() |
![]() |
![]() |
#9 |
Forum Aşığı
![]() Üyelik Tarihi: Oct 2005
Yaş: 40
Mesajlar: 4,030
Teşekkür Etme: 202 Thanked 922 Times in 234 Posts
Üye No: 3160
İtibar Gücü: 3277
Rep Puanı : 103395
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
![]() sağol kanka
|
![]() |
![]() |
![]() |
#10 |
Forum Müdavimi
![]() Üyelik Tarihi: Aug 2006
Konum: Bursa
Yaş: 42
Mesajlar: 2,284
Teşekkür Etme: 184 Thanked 378 Times in 209 Posts
Üye No: 16754
İtibar Gücü: 2365
Rep Puanı : 53099
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
![]() teşekkürler kanka
__________________
Arkadaşlar LÜTFEN yorum ve teşekkürlerinizi bize çok :smile: görmeyin :smile: Saygılar "sparki" GS Fan Clup için tıklayın Cakal.Net Upload Film Arşivi için tıklayın Hepsini kendimiz yükledik. Linkler silinmeden doya doya indirin... Şifre sorunlarınız için özel mesaj atabilirsiniz
|
![]() |
![]() |
![]() ![]() |
Konuyu Görüntüleyen Aktif Kullanıcılar: 1 (0 üye ve 1 misafir) | |
|
|
![]() |
||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
İstİklal SavaŞi | Kéan aRs | Eskiler (Arşiv) | 0 | 08-23-2007 10:37 AM |
ArkadaŞlar İkİncİ KurtuluŞ SavaŞi İÇİn LÜtfen Bakin! | vestelman | Eskiler (Arşiv) | 1 | 08-31-2006 02:46 PM |
İstİklal SavaŞi | mezarci79 | Eskiler (Arşiv) | 0 | 08-08-2006 05:29 PM |
KurtuluŞ SavaŞi Bİr Derİn Devlet Destanidir! | Tathar Elanessé | Eskiler (Arşiv) | 5 | 03-22-2006 04:05 PM |
İkİncİ DÜnya SavaŞi ArŞİvİ-2 | Bostandere | Eskiler (Arşiv) | 11 | 03-10-2006 01:55 AM |