![]() |
![]() |
#1 |
Aşmış Üye
![]() Üyelik Tarihi: Dec 2006
Konum: KoCaELi
Yaş: 40
Mesajlar: 34,356
Teşekkür Etme: 21 Thanked 162 Times in 97 Posts
Üye No: 23848
İtibar Gücü: 8776
Rep Puanı : 54700
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet : Erkek
|
![]() Yokuşu adımlarken aklımda görüntüler vardı. Akan değil duran anlar. Parlak ve güneşi hep arkasına almış resimler. Artık adını bile hatırlamadığım güzel yüzlü, üstü başı kirli çocuklar…
Evin yıkıldığını biliyordum. Bahçe de yoktu. Yerine yenisi yapılmıştı, haberlerini almıştım. “Çok çirkin, bozuk bir mimari “ demişlerdi. Fark etmezdi. Köşeyi döndüm. Hatırlamadığım kere döndüğüm o köşeyi... Hayaller koşuşturdu. Çocuklar yerlerini aldı. Kendi hayalim de şortuyla hemen… Mutluluğun koşulsuz, mutsuzluğun köpükten olduğu zamanın manzarasıydı. Sarı ev yoktu. Gitmişti. Yıkılacağını anladığında kaçıp gitmişti belki. Şaşkın, küskün, yüz çevrilmiş... Sahibesi gibi. Çevremde bir tur döndüm. Gözümün yarısı mavi, yarısı cami. Asırlık cami. Küçüklüğümün heybetlisi; şimdi bodur minaresi, harap duvarları, boz sarı renkli kubbesiyle halinden biraz utanır gibi duruyordu karşımda. Yadırgıyordu beni sanki sokak ve cami, halimi, büyüklüğümü. Kireç gibi, üç katlı bir apartmanlar silsilesi dikilmişti sarı evden kalan alana. Birbirine dolanan, eklenen, sıkış tıkış birkaç bloktan oluşuyordu yapı. Bana neydi zaten. Müteahhit, belli ki mümkün olduğunca kar amacıyla yığmıştı katları. Sarı evden geri kalan hayatlara ise bir şey dikilememişti. Boş kalmıştı o hayatlar. Gözümün önüne getirmeye çalıştım eskiyi. Önce bir taslak. Sonra detaylar: bahçe duvarlarının üzerindeki tel örgü mesela. Günde elli kere kapıyı çalıp azar işittiğimiz için, bahçeye giriş çıkışları evinden içinden doğru değil de duvarı aşarak yapmaya çalıştığımızda oramızı buramızı çizen. Gidip tetanos aşısı olmuştuk. Oldurulmuştuk. O tel örgüdeki küçük kedi deliği. Her nasılsa açılmış olan el kadar bir yerinden kediler kolayca girip çıkardı. Kedi olasım gelirdi. Hep gelirdi zaten. Bir yaz günü, çeşmeleri artık çalışmadığından hortumla doldurup içinde yüzmeye çalıştığımız ve buz gibi suda don külot saatlerce tepiştiğimiz için topluca hasta olduğumuz süs havuzu. Tavuklar uyuduktan sonra, hayvancağızları korkutmak için sessizce girip avazımız çıktığı kadar bağırıp sopalarla duvarlarına vurduğumuz kümes. “Yapmayın evladım günah” derdi Büyükannane (Anneanne annesi). Deponun üzerindeki minik oda... Mahalledeki diğer çocuklarla takıştığımızda örgütlenmemiz gerektiğine karar verip içinde toplantılar yaptığımız ve cephanelerimizi sakladığımız. Onların sapanlarına karşı geliştirdiğimiz zihni sinir silahlar: İçi karabiber dolu krem kapları, birkaç çatapatı birleştirerek icat edilen bombatik, göz yaksın diye sirkeyle doldurduğumuz su tabancaları. Düşünüyorum da tüm hayatımın en yaratıcı fikirleriymiş. En önemlisi de hiç şüphesiz, onlarca korku filminden sonra kuzenim Aykut ve benim için en süper eğlence şekli haline gelen kendimizi korkutmaca için kullandığımız her daim kilitli çatı katıydı. Bulunmaz malzemeydi. Kıvrılan, dar merdivenlerle çıkılan ve ne kadar yalvarsak da “tozlu, kirli” diye açılmayan, zihnimizin karanlık oyuncağı... İkimiz de ölürdük o odayla ilgili hikâyeler uydurmaya. Aile üyelerini de bulaştırırdık senaryolarımıza. Beybaba (Anneanne babası) neden kabul etmiyordu o kapıyı açmayı? Çünkü içerde öldürdüğü eski çalışanların cesetleri vardı. Yengem de istemezdi açılmasını. Büyü aletlerini oraya gizlemişti, neden istesin ki? Nihayet bir gün bodrum katındaki kilerde bulduğumuz halı sayesinde sır perdesi çözüldü. Halının üzerinde vücudunun üst kısmı kadın, altı yılan bir yaratık işlenmişti. Hemen koştur koştur Büyükannaneye gidip “bu ne?” diye sormuştuk. “Şahmeran” demişti. Anadolu efsanesiymiş. Halı da bilmem nenin bilmem nesinden kalmış onlara. Yutmamıştık. Artık biliyorduk: Bizimkiler Şahmeranı yakalayıp çatı katına kilitlemişlerdi. Bu yüzdendi bütün o gizem, kapısının hiç açılmaması. Doğru davrandıklarına karar verip olayı daha fazla kurcalamadık. Yıllar sonra o oda şu an hatırlamadığım bir sebeple açıldığında, içeride birkaç ahşap sandık, bir dikiş makinesi ve sallanan bir attan başka bir şey olmadığını gördüğümüzde, artık o hikâyelere inanma yaşımızı çoktan geçmiş olmamıza rağmen burulmuştuk Aykut’la. Kandırılmış gibi hissetmiştim kendimi. “Merhaba Abi” diye seslendiğini işittim birinin. Geri çağırdı beni geçmişten. O çok yabancı sesin geldiği tarafa kafamı çevirdiğimde, tam aksine oldukça tanıdık bir yüz bana bakıyordu. Büyümüş, olgun ifadeli bu suratta, eskilerden bir çocuk yüzü belirdi. İsmi gelmedi aklıma ama hemen hatırladım: Mahalledeki viran bir evde yaşayan oldukça fakir bir ailenin oğluydu. Benden birkaç yaş küçük olmalıydı. “Sizi tanıdım” dedi. Aykut Abi’nin kuzenisiniz. “Küçükken oynardık hep”. Gözlerimin arka çeperine yaşlar akın etti. Ama tuttum. O tanıdık yüz tabloyu tamamlamıştı sanki. Cenazelerde mezarlık başına kadar ağlamayanların, ağlayamayanların; orada yıllardır görmediği akrabalarıyla karşılaştığında onlara sarılıp deli gibi ağlamaya başlaması gibiydi Ucundan köşesinden de olsa bir zamanlar aynı şeyi hissetmiş, dolayısıyla aynı hissi kaybetmiş olanların ancak birbirinin omzunda ağlayabilmeleri gibi. O çocuk benim duygularımı ne kadarıyla paylaşıyordu bilemem. Yaşadığı mahalledeki o Sarı Ev’in yıkılmasıyla ilgili; bizim Büyükannanemiz, onların Fikriye Teyzesi’nin arsayı paraya çevirmek isteyen oğlunun zoruyla Sarı Ev’den çıkartılıp kısa süre sonra da bu dünyadan göçmesiyle ilgili ne hissediyordu onu da bilmiyorum. Ama ben onda kendi hislerimin yansımasını gördüm, görmek istedim. “Evet” dedim. “Çok güzel zamanlarımız oldu”. Konuşacaklarımız bu kadardı. Veda edip gitti çocuk. Benim de veda zamanım gelmişti. Sarı Ev’in hayaline ve geçmişimin en fütursuz, şımarık, başıboş dönemine… Sarı ev, gökyüzü ve cami... Son kez çevreme baktım. O an ezan okunmaya başladı. Gözyaşlarımı bıraktım. |
![]() |
![]() |
![]() ![]() |
Konuyu Görüntüleyen Aktif Kullanıcılar: 1 (0 üye ve 1 misafir) | |
|
|