![]() |
![]() |
#1 |
Guest
Üyelik Tarihi: Sep 2005
Konum: düşünmeM lazıM
Yaş: 38
Mesajlar: 0
Teşekkür Etme: 30 Thanked 111 Times in 77 Posts
Üye No: 916
İtibar Gücü: 0
Rep Puanı : 5544
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
![]() OSMANLILARDA EGITIM VE ÖGRETIM
Islâm ülkelerindeki ilmî hayatin gelismesinde XI. asrin müstesna bir yeri vardir. Zira bu asirdan itibâren sistemli bir egitim ve ögretim mahalli olarak medreseler, halkin kültürel ve dinî anlayis bakimindan yetisip gelismesinde faal bir rol oynamaya basladilar. Osmanlilar döneminde ise medreseler, hem program,hem de mimarî sahada büyük bir yenilik ve ilerleme kayd ettiler. Bu bakimdan, Osmanli sehirlerinin fizikî gelismesinde de medreselerin önemli bir yeri oldugu söylenebilir. Osmanlilar, medrese egitimi ve dolayisiyla ilim ve bu sahanin adamlarina deger verdiklerinden, bunlarin tahsil ve egitim konusunda karsilasabilecekleri her türlü sikintiyi ortadan kaldirmaya çalismislardi. Bu devlette ilim ve mensuplarina itibar edilip saygi gösterildigi için Iran, Turan, Horasan, Dagistan, Hindistan, Buhara, Haleb, Sam, Misir ve Karaman gibi birçok Islâm ülkesinden bilginler Istanbul'a akin etmisti. Bu akin sebebiyle devletin merkezi olan Istanbul, yavas yavas Islâm dünyasinin ilim merkezi haline gelir. Osmanlilar, medreselerdeki egitim ve ögretim faaliyetlerini vakiflar vasitasiyla devam ettirdiler. Fatih Sultan Mehmed'in, Istanbul'u feth eder etmez "Sahn-i Semân" medreselerini tesis ettirmesi ve bunlarin giderlerini saglamak için vakif kurmasindan sonra, devlet merkezi oldugu gibi ilim merkezi haline de gelen Istanbul'da basta hükümdarlar olmak üzere sultanlar, vezirler, ilim adamlari, bazi saray mensuplari ve maddî durumu iyi olan halk tarafindan pekçok medrese insa olunmustu. Yalniz Mimar Sinan'in bas mimarligi sirasinda Istanbul'da insa edilen medreselerin sayisi, 6'si Süleymaniye medreseleri olmak üzere 55'i bulmaktadir. XVII. asrin son çeyregi basinda ise Istanbul'daki medrese sayisinin 126'ya ulastigi görülmektedir. Fetihten XIX. asra kadar Istanbul'da insa edilen medrese sayisi 500'ü asmaktadir. Ancak bunlarin büyük bir kismi yangin ve deprem gibi tabiî âfetlere maruz kalarak yikilip yok olmus veya terk edilmistir. Orta ve yüksek ögretimi gerçeklestiren Osmanli medreselerinin ilki, Orhan Gazi tarafindan 731 (1330) tarihinde Iznik'te açilmisti. Orhan Gazi, bu medrese için vakiflar kurmustu. Geliri, medrese, müderris ve talebeye tahsis edilen vakif köyler, her türlü "Tekâlif-i Örfiyye"den (Örfî vergiler) muaf idiler. Nitekim Orhan Gazi'den çok daha sonraki tarihlere uzanan 27 Cemayizelevvel 1136 (23 Subat 1724) tarihli bir "arz" (arsiv belgesi), Iznik'e bagli Kozluca Köyü'nün, adi geçen medreseye vakfedildigini göstermektedir. Ilk dönem Osmanli ilim hayati hakkinda bilgi veren D'Ohsson'a göre Osmanli Devleti'ndeki ilmî faaliyetler, daha Osman Gazi döneminde baslamisti. O, bu konuda su bilgileri vermektedir: "Osman Gazi, Sögüt'te yeni imparatorlugun temelini atarken hazine ve silah ile beraber ilmî ve kültürel faaliyetlere karsi da gayet mütesebbis idi. Ilmî yönden ilerlemeyi ve en azindan eski medreseleri olduklari gibi muhafaza etmeyi arzu ederdi. Veliahdi ve oglu Orhan Gazi, Iznik'te imparatorluk camiini yükseltirken orada bir de, bir asri mütecaviz bir zaman boyunca Osmanli medreselerinin en yüksegi olarak bakilacak olan bir medrese yaptirdi. Yeni kurulmus (731/1330) ve kendi ismi ile adlandirilmis olan bu medresenin idaresi, Islâm âlemindeki diger bütün medreseler gibi müderris titri altinda Seyh Davud-i Kayserî'ye verildi." Iznik, bir ilim merkezi olarak önemini XV. yüzyilda da korumus ve bu yüzden sehre "âlimler yuvasi" ünvani verilmisti. Iznik Medresesinin yetistirdigi ünlü âlimlerden biri de Osmanlilarin ilk Seyhülislâmi Molla Fenarî'dir. Osmanlilarin, ilk birbuçuk asir içinde yaptirmis olduklari medreselerin derece ve sinif itibariyle en mühimleri Iznik, Bursa ve Edirne'de idi. Devletin kurulusu esnasinda Iznik Medresesi, beyligin birinci sinif medresesi idi. Bu medresede yapilan egitim ve görülen ögretimin derecesi hakkinda kesin bir bilgiye sahip olmamakla beraber, müderrisligine (Ögretim Üyeligi'ne) tayin edilmis olan sahislar, bunlarin hayatlari ve eserleri, dolayisiyla ilmî kapasiteleri tedkik edilecek olursa bu medresenin oldukça yüksek seviyede bir egitim ve ögretim kurumu oldugu düsünülebilir. Gerçekten Kahire'de ihtisasini yapip memleketine dönen ve orada birçok talebe yetistiren Davud-i Kayserî (öl. H. 751/M. 1350)'nin söhretini duyan Orhan Gazi, onu Kayseri'den getirterek Iznik'te yaptirdigi medreseye müderris olarak tayin eder. Iznik medresesinin ilk müderrisi olan Davud-i Kayserî, Muhyiddin Arabî'nin üvey oglu Sadreddin Konevî'nin halifelerinden tefsir sahibi ve Muhyiddin Arabî'nin "Fusûsu'l-Hikem" adli eserini serheden Kemaleddin Abdurrezzak el-Kâsî (öl. 1329)'nin halifesi olup yüksek tahsilini Misir'da yapmisti. Davud'un halefleri olan Taceddin el-Kürdî ve Alaeddin el-Esved de devrin büyük bilginleri arasinda sayiliyorlardi. Bu nokta göz önünde tutulursa Iznik Orhaniye medresesini yüksek seviyeli egitim ve ögretim veren bir müessese olarak kabul etmek gerekir. Bursa'nin fethinden sonra orada da medreseler kurulur. Bundan dolayi Iznik ikinci dereceye inerek Bursa'daki Sultan Medresesi birinci dereceyi alir. Orhan Gazi'den sonra oglu Murad (Murad Hüdâvendigâr), Bursa Çekirge'de eski Kaplica civarinda bir câmi, medrese ve imâret yaptirarak, bu konuda babasindan asagi olmadigini göstermisti. Yildirim Bayezid, Hisar disinda bir câmi ve medrese yaptirmakla Bursa'nin bir ilim ve irfan merkezi haline gelmesini ve sehrin hisar disina tasmasi ile genislemesini sagladi. Çelebi Sultan Mehmed'in Bursa'da kurdugu medrese, digerlerine nazaran ayri bir hususiyete sahiptir. "Sultaniye Medresesi" denilen bu tahsil kurumunda ilk müderris Mehmed Sah Efendi (öl. 839/1435)'dir. Molla Semseddin Fenarî'nin oglu olan bu zatin ilk dersinde ögrencilerden baska Bursa'nin belli basli âlimleri de hazir bulunmus, yeni müderris Mehmed Sah Efendi de medreselerde okutulan ilimlere dair sorulan suallere cevap vermisti. Sultaniye müderrislerinin, böyle umumî sekilde ders vermeleri bir gelenek haline gelmistir. Bilhassa Bursa Sultaniyesi kurulduktan sonra Iznik medresesi, ikinci dereceye düsmüstü. Buna karsilik bir ilim merkezi olarak Bursa ilk siraya yükselmisti. Bu durum, Sultan II. Murad'in Edirne'de Üç Serefeli Câmii yanindaki Saatli medresesini kurana kadar devam eder. Edirne devlet merkezi olduktan sonra II. Murad zamaninda 841 (1437) yilinda baslanarak bazi ârizalar sebebiyle 851 (1447) senesinde tamamlanan Üç Serefeli Câmii yanindaki medrese ile Dâru'l-Hadis, o tarihte Osmanli ülkesindeki medreselerin üstünde yer aldi. Böylece, Bursa'daki Sultaniye Medresesi, gerek egitim ve ögretim, gerekse tahsisati bakimindan ikinci dereceye düstü. Üç Serefeli medrese müderrisine o tarihe kadar hiç bir medrese ögretim üyesine verilmeyen yüz akça yevmiye verildi. Halbuki bundan önce Iznik medresesi müderrisinin yevmiyesi otuz, Bursa'daki Sultan Medresesi müderrisinin ise günde (yevmiye) elli akça idi. Görüldügü gibi Bursa'nin fethinden hemen sonra orada da çesitli medreseler kuruldu. Suurlu ve ne yaptigini bilen bir politika sonucu sinirlari yavas yavas genisleyen Osmanli Devleti'nde, pekçok devlet ricali, mektep, medrese, imâret ve câmi gibi farkli sahalara hizmet veren kurumlari açmakta adeta birbirleri ile yarisiyorlardi. Örnek olmasi bakimindan sadece Istanbul'un 1453 yilindaki fethinden sonra Fatih'in yaptiklarini vermek istiyoruz. Buna göre otuz yillik hükümdarligi döneminde basta Istanbul, Bursa ve Edirne olmak üzere devletin çesitli sehirlerinde 85'i kubbeli olarak 300 kadar câmi 57 medrese, 59 hamam, 29 bedesten, çesitli saraylar, hisar, kale, sur ve köprüler yaptirdigi görülmektedir. Bunlarin çogunun zamanla yikildigina da isaret etmek gerekir.* 764 (1363) tarihinde Edirne'nin fethinden sonra, Rumeli'deki fetihlerin daha saglikli ve basarili olabilmesi için devlet merkezi buraya nakledilir. Edirne'nin devlet merkezi olmasi, burada da medreselerin hizla açilip çogalmasina sebep olur. Zira biraz önce de görüldügü gibi herkesten önce devletin basinda bulunanlar, bulunduklari yerlerde egitim kurumu açmayi bir gelenek haline getirmislerdi. Böyle bir anlayistan dolayidir ki, hemen her zaman devlet merkezinin bulundugu yer, ilmî faaliyetlerin en çok yogunlastigi merkez oluyordu. Nitekim Istanbul'un fethi ve devletin merkezi haline gelmesinden sonra Fatih Sultan Mehmed tarafindan yaptirilan "Sahn-i Semân" medreseleri ön plana geçtiler. Fatih Kanunnâmesinde "Sahn-i Semân" diye meshur olan medreselere vakfiyesinde "Medâris-i Semâniye" denilmektedir. Fatih külliyesi kurulunca sekiz büyük medreseye "sahn" adi verilmisti. Bu tabiri her ne kadar ilk tomar Arapça vakfiyede bulamiyorsak da Fatih'in tashihinden ve külliye müderrislerinin tedkikinden geçen meshur kanunnâmede bu tabiri görüyoruz. O halde bu tabir, Fatih'ten günümüze kadar gelmektedir. Fatih külliyesi büyük medreselerinden her birini mâna itibariyle birer fakülte sayabiliriz. Vakfiyelerinde buralara aklî ve naklî ilimlerde mütehassis müderrislerin (profesör) tayin olunacagi açikça belirtildigine göre buralarda tip, fikih (Islâm hukuku), hey'et (astronomi) ve ilâhiyat okutuluyordu. Bu büyük medreselerin odalarinda birer yüksek ilim talebesi (danismend) oturuyordu. Bunlar, seviyesi yüksek dersleri okuyunca branslarina göre daha sonra hekim (doktor), fakih, fen adami, maliye ve devlet memuru oluyorlardi. Bu sahn medreselerine musila-i sahn olan Tetimmeler de, adeta bugünkü lise tahsilini bitirerek geldiklerine göre Semaniye Medreselerine alem olan sahn tabiri yüksek bir tahsil derecesini gösteriyordu. Osmanli medreselerindeki egitim ve ögretim usulü, diger Islâm devletlerinde oldugu gibi bir metod takip etmis olup, medreselerin sayilari arttikça bunlar da derece ve siniflarina göre bir düzene tabi tutulmuslardi. Bunun içindir ki ilk defa Sultan II. Murad, daha sonra da Fâtih Sultan Mehmed tarafindan medreselerin bir siniflandirilmaya tabi tutuldugu görülür. Fatih medreselerinin (Sahn-i Semân) yapilmasi, Osmanli ülkesindeki medrese teskilâti için bir yenilik sayilmaktadir. Onun için kisa ve özet bir sekilde de olsa bu medreselerden bahsetmek istiyoruz. Fatih'in kanunnâmesinde "Sahn-i Semân" diye adlandirilan medreselere "Semâniye medreseleri" de denilmektedir. Fatih Sultan Mehmed, Istanbul'u feth ettikten sonra, Imparator Jüstinyen'in esi Teodora tarafindan yaptirilan Havariyûn kilisesi yerine câmi yaptirir. Daha sonra câminin dogu ve bati kismina "Sahn-i Semân" denilen sekiz medrese yapti ki, bunlar yüksek tahsil içindi. Bunlarin arkalarinda da "Tetimme" adi verilen ve sahn medreselerine ögrenci yetistiren sekiz medrese daha yaptirir. Vakfiyedeki bilgi ve Âli'nin kaydina göre burasi Istanbul'un ortasina denk geldigi için buraya sahn denmistir. Tarihî rivayetlere göre bu medresenin programini Vezir Mahmud Pasa ile matematik ve astronomi âlimi Ali Kusçu tertip etmislerdir. Dördü câmiin dogu kisminda, dördü de bati tarafinda bulunan bu medreselerden her birinin ondokuz odasi vardi. Sekiz müderristen her birinin birer odasi ve elli akça yevmiyesi vardi. Ayrica, beser akça yevmiye ile bir oda, ekmek ve çorba verilmek üzere sekiz medreseden her birine birer "muid" (asistan) verildi. Her medresenin onbes odasina ikiser akça yevmiye (burs, kredi), imâretten ekmek ve çorba (yemek) verilmek üzere birer "danismend" konuldu. Geri kalan iki oda da kapicilarla ferras denilen temizlik isçilerine tahsis olundu. Sahn medreselerinin arka taraflarinda yüksek tahsile, yani Sahn-i Semân medreselerine danismend yetistirmek üzere "Tetimme" veya "Musila-i Sahn' ismiyle sahn medreselerinden küçük olarak sekiz medrese daha insa edilmisti. Bu medrese, derece itibariyle orta tahsil seviyesinde idi. Sahn medresesi talebelerine danismend, Tetimme talebesine de Suhte (galat olarak softa) deniyordu. Tetimmelerden her hücreye üç ögrenci konmustu. Bu odalardan her birisine ihtiyaçlarina sarf edilmek ve mum parasi olmak üzere 5'er akça tahsis edildigi gibi yemekleri de imâretten veriliyordu. Bilindigi gibi egitim ve ögretim, hiç bir devletin vazgeçemeyecegi bir mecburiyettir. Bununla beraber her devlet, vatandasini, kendi sartlari, ihtiyaçlari ve ileriye dönük hedeflerini gözönünde bulundurarak yetistirmeye çalisir. Osmanli Devleti de vatandasini kendi durum ve sartlarina uygun bir sekilde yetistirmeye gayret etmistir. Bu gayenin tahakkuku için de egitim ve ögretim müesseseleri kurmustur. Devletin kurulusu ile baslayip, yikilisina kadar çesitlenerek gelisen bu müesseseler, devlet ve çogunlukla vakiflar vasitasiyla kuruluyorlardi. Bu müesseseleri, klasik ve yeni diye iki gruba ayirabilecegimiz gibi, örgün ve yaygin egitim müesseseleri diye de ayirmak mümkündür. ÖRGÜN EGITIM MÜESSESELERI Bu müesseseler, belirli yas ve bilgi seviyesindeki insanlari, yine belirli zaman ve disiplinlere göre yetistirmek üzere kurulmus bulunan müesseselerdir. Bu kuruluslarin, sivil ve askerî olmak üzere iki sahada sekillendiklerini görüyoruz. Bir bakima, özel egitim ve ihtisas konusuna girdigi için askerî müesseseleri daha sonraya birakip sivil egitim kurumlarindan bahsetmek istiyoruz. Bu arada, yaygin egitim müesseseleri diyebilecegimiz, câmi ve tekke gibi kurumlardan bir önceki ciltte bahsedildigi için burada bunlara temas edilmeyecektir.* |
![]() |
![]() |
![]() |
#2 |
Guest
Üyelik Tarihi: Sep 2005
Konum: düşünmeM lazıM
Yaş: 38
Mesajlar: 0
Teşekkür Etme: 30 Thanked 111 Times in 77 Posts
Üye No: 916
İtibar Gücü: 0
Rep Puanı : 5544
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
![]() SIBYAN MEKTEPLERI
Ilk tahsil veren bu mektepler, 5-6 yaslarindaki çocuklara okuyup yazma, bazi dinî bilgiler ve dört islemden ibaret olan matematik derslerini verirdi. Islâm dünyasinin ilk asirlarinda "Küttâb" adiyla tanidigimiz bu okula, Müslüman Türk devletlerinden Karahanli ve Selçuklularda "Sibyan Mektebi" deniyordu. Osmanlilar'da ayni okula bu isimle birlikte "Dâru't-tâlim", "Mektep", "Tas Mektep", "Mahalle Mektebi", "Mektephâne" ve "Mekteb-i Ibtidâiye" gibi isimler veriliyordu. Osmanlilar'da bu mektebin hocasina "Muallim", yardimcisina da "Kalfa" veya "Halife" denilmekteydi. Süleymaniye Vakfiyesi'nde bu mekteplere tayin edilecek hoca ile yardimcisinin özellikleri su ifadelerle tesbit edilmis bulunmaktadir: "Ve mekteb-i mezbûrda bir ehl-i tecvid, hâfiz-i Kelâm-i Mecid (Kur'an), ilm-i kiratta ferîd ve salâh u siyânette resîd, sevâyib-i maayib-i töhmetten (saibe ve ayiplar töhmetinden) ma'sûm ve zühd ü felâh ile mevsûm ilm-i fikha vâkif ve vâcibât-i sünen-i salâta ârif kimesne muallim olup, sibyân-i fukara (fakirlerin çocuklari) ve fukara-i sibyâna ta'lim-i Kur'an-i Azîm ve salâta müteallik mesaili tefhim edüp sibyan otuz adetten eksik olmaya ve ücret almaya ve vazife-i yevmiyesi sekiz akça ola. "Ve bir sâlih u mütedeyyin, salâh u zühd ile ma'ruf u müteayyin, ehl-i Kur'an kimesne dahi mekteb-i mezburda halife olup atfal u sibyâna ta'lim-i heca ve Kur'an eyleye ve muallime halef olup huzur u magibinde ikamet-i hizmet edicek vazife-i yevmiyesi üç akça ola." Sibyan okullarinin müfredatinda zaman içinde degisiklik ve gelismeler oldugu görülür. Bütün bu degisiklik ve gelismeler, gerek Fatih, gerek II. Bayezid, gerekse daha sonraki dönemlerde çokça olmustur. Nitekim Sultan I. Mahmud'un annesi tarafindan Galata'da yaptirilan mektebin vakfiyesinde "Fenn-i kitabette mahareti müsellem ve ta'lim-i mesk-i hatta a'lem bir kimesne hâce-i mesk olup" denilmektedir. Keza Sultan I. Abdülhamid'in vakfiyesinde de "bir hattat üstad ta'lim-i hatta sahib-i itiyad kim ise mekteb-i serife müdavemet eden sibyâna hâce-i mesk olup edâet ve sinaat-i hat ile eday-i hizmet eyleye" denilmektedir. Bütün bunlardan baska Sultan I. Mahmud'un 15 Sevval 1152 (4 Aralik 1739) tarihli vakfiyesinde buraya bir de hat hocasi tayin ettirdigi ve çocuklara güzel yazi ögretilmesini emrettigi anlasilmaktadir.* Sultan II. Mahmud tarafindan 1824'te isdar edilen "Talim-i sibyân hakkinda ferman" da ise öncelikle zârurat-i diniyyenin ögretilmesi sart kosulmus ve muallimlerden çocuklara Kur'an talimi, tecvid ve ilmihal okutmasi istmistir. Tanzimatin ilanindan bir müddet önce (1838)'de Umur-i Nafia Meclisi'nde mektepler için hazirlanan bir layihada mektepler küçük ve büyük olmak üzere ikiye ayrildigindan programlari da ona göre tertip edilmisti. Ögrencilerin, Sümerlerde siralara, Yunan'da iskemlelere oturmalarina karsilik, Islâm mekteplerinde hocanin etrafinda halkalar meydana getirip yere oturduklari görülmektedir. Misir, Yahudi ve Japon mekteplerinde de ögrencilerin yere oturduklari bilinmektedir. Osmanlilarda çocuklarin 4-5-6 yaslarinda okula basladiklari; Anadolu'da daha çok dört, Istanbul'da bes-alti yaslarinda mektebe gittikleri görülmektedir. Tanzimattan önce çocuklarin bir san'ata verilmeden önce mektebe gitmeleri, buna riayet etmeyen ebeveynin cezalandirilacagina dair olan Sultan II. Mahmud'un fermanina göre böyle çocuklari yaninda çirak olarak bulunduran kimselerin de ayni cezaya çarptirilacagi nazar-i dikkate alindiginda, bu dönemden itibaren ilk ögretimin mecburi hale getirildigi söylenebilir. Sibyan mekteplerinin tahsil süreleri hakkinda kuruluslarinin baslangicinda kesin bir müddet söylemek mümkün degildir. Herhalde bu, ögrencinin zeka, çaliskanlik ve okunmasi gereken kitaplarin bitirilmesi ile ilgilidir. Bununla beraber 1846 tarihli bir tezkireden, sibyan mekteplerinin tahsil müddetinin 4 yil oldugu anlasilmaktadir. 1869 tarihli Maarif-i Umumiye Nizamnâmesi'nde de bu müddet muhafaza edilmekte ve mektebe devam mecburiyet yasi erkekler için 7, kiz çocuklari için 6 olarak tesbit edilmektedir. Osmanli toplumunda bir çok müessesede oldugu gibi sibyan mektepleri de hayir sahipleri tarafindan vakif seklinde kurulmaktaydi. Binaenaleyh Osmanli ülkesinin her tarafinda bu maksatla kurulmus vakiflari görmek mümkündür. Bu bakimdan bu mekteplerin sayilari, günümüzün ilkokullariyla kiyaslanamayacak kadar büyüktü. Evliya Çelebi kendi devrinde sadece o günün Istanbul'unda 1933 sibyan mektebi bulundugunu kaydetmektedir. Sibyan mektepleri, Osmanli'nin klasik devrine aid birer müessese olmalarina ragmen isim ve müfredattaki degisiklikleri ile beraber Cumhuriyet dönemine kadar gelmislerdir. |
![]() |
![]() |
![]() |
#3 |
Guest
Üyelik Tarihi: Sep 2005
Konum: düşünmeM lazıM
Yaş: 38
Mesajlar: 0
Teşekkür Etme: 30 Thanked 111 Times in 77 Posts
Üye No: 916
İtibar Gücü: 0
Rep Puanı : 5544
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
![]() TASRA TESKILÂTI
Osmanli fetih geleneginin en önemli özelliklerinden biri, fethedilen yerlere hukuku temsilen bir kadi'nin, idareyi temsilen bir beyin (subasi)tayin edilmesidir. Orhan, I. Murad ve Yildirim Bâyezid zamanlarinda gerçeklestirilen fetih hareketleri ile devletin sinirlari bir hayli genisledigi gibi, teskilatlanma da o ölçüde hizlanmistir. Zamanla sinirlari genisleyip büyüyen Osmanli Devleti'nin merkezden idare edilmesi zorlasiyordu. Bu güçlügü gidermek ve halkinin ihtiyaçlarina cevap verebilmek için, yabancilarin hâlâ hayran olduklari ve adina "Osmanli Düzeni" dedikleri devlet nizami gelistirildi. Iste bu nizam sayesinde Osmanlilar, alti asirdan daha fazla bir süre idarede kalmayi basardilar. Osmanli Devleti'nde tasra idaresi, asagidan yukariya köy, kaza, sancak ve beylerbeyilik olmak üzere idarî ve askerî taksimata tabi tutulmustu. Reâya denilen köy halki da "dirlik", "vakif ve "mülk" reâyasi olmak üzere üç sinifa ayrilmisti. Köylerin birlesmesiyle kazalar, kazalarin birlesmesinden sancaklar, sancaklarin birlesmesinden de eyaletler ortaya çikmisti. Bununla beraber Osmanli Devleti'nin ilk dönemlerinde eyâlet, vilayet, liva, kaza ve nahiye gibi tabirlerin, birbirlerinin yerine kullanildigi da olmustur. Nitekim Eyâlet-i Rûm (Sivas-Amasya) yerine "Nahiye-i Rûm" tabiri kullanildigi gibi eyalet tabiri de o zamanlar için pek açik ve belli bir mânâyi ifade etmiyordu. XV. asir ortalarinda eyâlet kelimesi, beylerbeyilikten ziyade, küçük mintikalari gösteriyordu. Idarî teskilatta en fazla öneme sahip birimler, kaza ve sancaklardi. Kazalarda yönetici sinif olarak kadi, alaybeyi ve subasilar bulunurdu. Bunlardan kadilar, askerî olmayan ser'î ve hukukî hususlardan sorumlu olduklari gibi kazanin iasesinin temini, belediye, adliye, devlet tarafindan merkezden istenilen seylerin temin ve tedariki ile de sorumlu idiler. Subasilar, kazanin genel güvenligini (asayisini) saglamakla vazifeliydiler. Askerî meseleler de alaybeyinin yetkisinde idi. Beylerbeyine bagli kazalarda ise inzibat ve askerî idare, timar subasisina aitti. Osmanli tasra teskilâti, uzun ve çesitli merhalelerden geçtikten sonra XVI. asirda Rumeli, Anadolu, Arabistan ve Kuzey Afrika'da en gelismis sekline ulasmisti. Osmanli eyâlet idaresi, kendinden önceki Türk ve Müslüman devletlerine ait idarelerden bir çok temel unsuru almis olmakla birlikte bu teskilati hayli gelistirmistir. Tasra teskilâti bakimindan yönetici olarak dikkatleri çeken iki görevli bulunmaktadir. Bunlar: Beylerbeyi ile Sancakbeyi isimlerini tasiyan kimselerdir. BEYLERBEYI Osmanli Devleti'nde mîrimîran, emirülümera ve XVIII. yüzyildan itibaren de vali gibi kelimelerle ifade edilen beylerbeyi, çok büyük ve itibari yüksek bir görevli idi. Osmanlilarin ilk dönemlerinde sadece bir beylerbeyi bulunur ve bütün ordu islerinden sorumlu olurdu. Hükümdardan sonra sözü en fazla geçerli olan o idi. Bu devlette ilk beylerbeyi olarak bilinen kimse Orhan Gazi'nin oglu Süleyman Pasa idi. Onun vefatindan sonra bu vazife, Lala Sahin Pasa'ya verilmisti. Fakat Sultan I. Murad zamaninda Çandarli Halil Hayreddin Pasa'nin ordu komutanligini da eline almasi üzerine beylerbeyilerin önemleri bir dereceye kadar azalmis gibi görünse de nüfuzlari yine de devam ediyordu. XIV. asir boyunca beylerbeyi, tasra kuvvetlerin komutani ve çesitli sancaklara dagilmis beylerin âmiri durumunda idi. Bu dönemde beylerbeyiler, belli bir bölgenin idarecisi olmak yerine bütün ordu islerinden sorumlu idiler. Rumeli'de fetihlerin devam ettigi ve hükümdarin da Anadolu'da bulundugu siralarda Rumeli'deki beylerin amiri olan kisi, Rumeli Beylerbeyi haline gelmisti. Nitekim Orhan Bey'in ordu komutani olan oglu Süleyman Pasa'nin beylerbeyi olmasi bu sekilde olmustu. Rumeli'de fetihlerin artmasi ile Anadolu ve Rumeli'nin tek komutan ile idaresi mahzurlu görülerek beylerbeyilik Rumeli ve Anadolu olmak üzere ikiye ayrildi. XV. yüzyilda bu iki beylerbeyilige Rum (Sivas-Amasya) ve Karaman beylerbeyilikleri de ilave edildi. Böylece beylerbeyilik sayisi dörde yükseldi. Yavuz devrinde Diyarbekir, Haleb ve Sam eyâletleri teskil edildi. Kanunî'nin uzun süren saltanati döneminde Dulkadir, Cezayir-i Bahr-i Sefid, Cezayir-i Garb, Erzurum, Musul, Bagdad, Yemen, Budin, Basra, Van, Timasvar, Lahsa, Trablusgarb ve Habes olmak üzere on dört yeni eyâletin teskil edildigi, II. Selim devrinde Kefe, K.ibns, Tunus ve Trablussam olmak üzere dört eyâletin daha kuruldugu, böylece III. Murad devrine gelindiginde 25 eyâletin teskil edilmis oldugu görülmektedir. Daha sonraki tarihlerde beylerbeyilerin sayilari artmakla birlikte selâhiyetleri tahdid edildi. Nitekim bölgelerindeki sancakbeylerinin tayinlerinin dogrudan dogruya merkezden yapilmasi ve sancakbeylerinin hem yönetimde hem de seferlerde sultanin emri ile ayri olarak görevlendirilebilmeleri, beylerbeyilerin otoritelerini smirlandinyordu. Beylerbeyiler, kendi bölgelerinde bütün "umur-i siyasette" sultanin temsilcisi olmak, beylerbeyi divaninda askerî hususlara dair meseleleri halletmek, güvenligi saglamak, timar tevcihi ve terakkilerini yürütmek gibi vazifelerle yükümlü idiler. Beylerbeyiler, kendi bölgelerindeki sancakbeyleri ile timarli sipahileri maiyetine alarak emr edilen yerde orduya katilmak zorunda idiler. Beylerbeyi seferle görevlendirildigi zaman yerine vekil olarak "mütesellim" denilen birisini birakirdi. XVI. yüzyildaki yetkileri her ne kadar bütün sancakbeyleri, kadilar ve diger görevlilerle halk nazarinda "hakim ve vali" olarak tayin edilmisse de özellikle sancakbeyleri üzerinde sadece bir teftisten öteye gitmemistir. Eyâlet içinde sadece kendi sancagi (merkez sancak)nin idaresinden sorumlu tutulmustu. Iki tug ve haslari bulunan beylerbeyiler, vilayet merkezinde otururlardi. Anadolu beylerbeyiligin merkezi Kütahya, Rumeli beylerbeyilerinki ise Manastir sehri idi. Bunlarin kalabalik bir maiyetleri bulunurdu. Merkezdeki adlî ve hukukî isler, kadi tarafindan görülürdü. Bölgesi ile ilgili isler, kendi baskanliginda toplanan bir divanda görüsülürdü. Hazineye ait isler mal defterdarinca, zeamet isleri timar kethüdasi, timar isleri ise timar defterdarinca yerine getirilirdi. Derece itibariyle en büyük beylerbeyi Rumeli beylerbeyi idi. Ondan sonra Anadolu beylerbeyi gelirdi. Kanunnâmelerde belirtildigine göre beylerbeyi olabilmek için Mal defterdari, beylik ile nisanci olanlar, besyüz akçalik kadilar ve dörtyüz bin akça hassi olan sancakbeyleri beylerbeyi olabilirlerdi. Rumeli beylerbeyi terfi ettigi zaman "Küçük vezir" yani Divan-i Hümâyun'da sonuncu vezir olurdu. Anadolu beylerbeyi terfi ettigi zaman da Rumeli Beylerbeyi olurdu. XVI. yüzyil ortalarina dogru istikrarli bir sekil alan Osmanli eyâletleri, sâlyâneli (= yillikli) ve sâlyânesiz (= yilliksiz) olmak üzere iki kisma ayrilmisti. Sâlyânesiz eyaletler daha çoktu. Bunlar: Rumeli, Budin, Anadolu, Karaman, Dulkadir, Sivas, Erzurum, Diyarbekir, Haleb, Sam ve Trablussam eyaletleri idi. Bunlarin mahsulati, has, zeamet ve timara ayrilmis olup, hazine ve defterhaneden idare edilmekteydiler. Sâlyâneli eyâletler ise Misir, Habes, Bagdad, Basra, Yemen ve Kaptanpasa eyâletlerindeki bazi sancaklar ile Trablusgarb, Tunus ve Cezayir eyâletleri idi. Bunlarin mahsulati has, zeamet ve timara ayrilmayarak dogrudan dogruya hazine tarafindan yillik olarak beylerbeyi, sancakbeyi, asker vesairenin maaslari ayrildiktan sonra kalani devlet hazinesine gönderilirdi. Osmanli Devleti'nde eyâletler, 40-50 senelik uzun bir arastirma ve tekemmül döneminden sonra askerî, siyasî ve idarî gelismeler ile zaruretler sonucunda kuruluyorlardi. Nitekim Cezayir-i Bahr-i Sefid, Kibns, Budin, Özi gibi eyaletlerin kurulusu, bu ifadelerin musahhas örnekleridir. SANCAKBEYI Kelime olarak birçok mânâya gelen "Sancak", Osmanli tasra teskilatinda kazalarin birlesmesiyle tesekkül eden ve sancakbeyi denilen görevli tarafindan yönetilen idarî birimin adidir. XV. yüzyilda yaygin bir sekilde kullanilan sancak terimi, özellikle XVI. asirda idarî bir birim olarak Osmanli kanunnâmelerinde yer aldigi ve hazirlanan "Tahrir Defterleri"nde her birinin, kendine has ayri ayri kanunnâmelerinin bulundugu görülmektedir. Bir tug sahibi olan sancakbeylerinin haslari vardi. Bunlar, bir harp vukuunda sancagi dahilindeki timarli sipahilerin toplanma mahalli olan yerlerde (Rumeli'de Isakçi ovasi) toplanmasini saglayip beylerbeyinin komutasi altinda harbe götürmekle mükelleftiler. Ayrica bunlar, mintikalarindaki serbest timar yerlerinden baska, idareleri altindaki sancaklarin hem idarî, hem askerî, hem de asayis islerinden sorumlu idiler. Keza bunlar, kalpazanlikla mücadele etmek, özel görev için gelen devlet memurlarina yardimci olmak ve görevlerinde kendilerine kolaylik saglamak gibi vazifelerle de yükümlü idiler. Sancaktaki suçlularin cezalandirilmasi da sancakbeylerine verilmisti. Nitekim kanunnâmede "tutulan kimesneyi sancakbeyi suçuna göre hakkindan gele" denilmektedir. Buna karsilik sancakbeyleri idarelerinde bulunan sancakta islenen cürümlerin vergilerinin tamamini veya bir kismini alirlardi. Bazi sancaklarda da "Çift resmi" ve "Resm-i arûsâne" gibi vergilerden paylari vardi. Sancakbeylerinin dereceleri, sahip olduklan has gelirine göre tayin edilirdi. Kanunnâmelerde belirtildigi gibi bunlara dörtyüz bin akçaya kadar has verilmekteydi. Ogullarina ise otuz bin akçalik zeamet baglanirdi. Sancakbeyleri protokolda bütün agalarin üstünde bir yere sahiptiler. Devlet merkezindeki yeniçeri agasi, nisanci, mir-i alem gibi hizmet sahipleri, sancak beyi olurlarsa besyüz veya dörtyüz bin ile tayin edilirlerdi. |
![]() |
![]() |
![]() |
#4 |
Guest
Üyelik Tarihi: Sep 2005
Konum: düşünmeM lazıM
Yaş: 38
Mesajlar: 0
Teşekkür Etme: 30 Thanked 111 Times in 77 Posts
Üye No: 916
İtibar Gücü: 0
Rep Puanı : 5544
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
![]() MEDRESELER
Islâm egitim tarihi içinde müstesna bir yeri bulunan Osmanli medreseleri, orta ve yüksek tahsili gerçeklestiren müesseselerdi. Medrese, memleketin ihtiyaç duydugu kültürü veren ve elemanlari yetistiren bir egitim ve ögretim kurulusudur. Daha önceki devirlerde oldugu Osmanli'da da sahislar tarafindan tesis edilen ve yasamasi için vakiflar kurulan medreselerin hocalarina "müderris" (profesör), yardimcilarina da "muîd" (asistan, arastirma görevlisi) denirdi. Medrese talebesi ise "danismend", "suhte" veya "talebe" adlariyla anilirdi. "Sibyan Mektebi" veya o seviyede özel egitim görmüs olan kimseler, medreselere giderek muayyen hocalardan bir program dahilinde belirlenmis dersleri okurlardi. Osmanli Devleti, mükemmel bir egitim, askerî ve idarî teskilâta sahip bulunuyordu. Bu teskilât, XVI. asirda, günümüzdeki modern devletlerin teskilâtlari derecesinde muntazam ve mürekkeb bir manzara arzetmektedir. Gerek egitim ve ögretim, gerekse diger teskilâtlarla ilgili durumu daha iyi kavrayabilmek için, binlerce defter ve milyonlarca vesikanin bulundugu Osmanli arsivini görmek gerekir. Kendinden önceki Müslüman devletlerde oldugu gibi Osmanlilarda da medreseleri genel anlamda iki grupta mütalaa etmek gerekir. Bunlar: genel egitim veren medreseler ile özel egitim ve ögretim veren ihtisas medreseleridir. GENEL EGITIM VEREN MEDRESELER Osmanlilar medreseyi, Selçuklu ve Anadolu beyliklerini örnek alarak kurdular. Bununla beraber Osmanli medreseleri, naklî ilimlerde Sam-Misir, aklî ilimlerde de Bagdat-Semerkant bölgelerinde yetismis ulemadan istifade etmisti. Daha önce de belirtildigi gibi Orhan Gazi, Iznik'te ilk Osmanli medresesini kurdugu zaman Kayseri ve Kahire'de tahsil görmüs olan Davud-i Kayserî'yi ilk müderris olarak tayin etmisti. Bilindigi üzere Osmanlilar'da medrese egitimi hemen hemen devletin kurulusu ile baslamistir denebilir. Umumî bilgi veren medreselerde "ulûm-i Õâliye" denilen kelam, mantik, belagat, lugat, nahiv, matematik, astronomi, felsefe, tarih ve cografya gibi "âlet ilimleri" denilen ilimlerin yaninda "ulûm-i âliye" denilen Kur'an ilimleri ile hadis ve Islâm hukuku (fikih) gibi ilimler okutulurdu.* Osmanli 'Devleti'nin, medenî gelismeye imkân veren birçok konuda oldugu gibi, egitim ve ögretimdeki açik politikasini sonuna kadar devam ettirdigini, ülkeye davet ettigi hocalar ile ilim adamlari sayesinde ögrenmistik. Bu bakimdan, ilk dönemlerde Osmanli medrese sisteminin Anadolu Selçuklu ve yine Anadolu Beyliklerinin medrese sistemi seklinde olacagini kestirmek kolaydir. Bununla beraber daha Yildirim Bâyezid devrinde bir düzenlemeye gidildigi, II. Murad döneminde Edirne'deki Halebiye Medresesi'ndeki* Tetimme ve yine burada Dâru'l-hadis Medresesinin açilmasiyla gelistigi ve nihayet köklü degisikligin Fatih Sultan Mehmed devrinde ortaya çiktigi bilinmektedir. Fatih zamanindaki medrese sistemi, Kanunî Sultan Süleyman'in Süleymaniye Medresesi'ni açmasina kadar devam eder. Ister klasik dönemde olsun, ister Tanzimat'tan sonraki yeni dönemde olsun genel egitim medreseleri devirlerindeki ilimlerin birlikte okutuldugu medreselerdir. Istanbul'da Sahn-i semân ve Tetimmeler yapildiktan sonra, Osmanli Devleti hududlari içindeki medreselerde yeni bir düzenlemeye gidildigine daha önce temas edilmisti. Buna göre asagidan yukariya dogru her derecede hangi ders ve kitaplarin ne ölçüde okutulduklarini kesin olarak söylemek pek mümkün görülmemekte ise de bazi vakfiye, kanunnâme ve biyografi sayesinde bunlari tesbit etmek kolaylasmaktadir. Genellikle müderrislerinin aldiklari yevmiye (günlük) miktarina göre de isimlendirilen Osmanli medreseleri, asagidan yukariya dogru söyle bir sira takib ederler: HASIYE-I TECRID (YIRMILI) MEDRESELERI Bu sinifa giren medreseler, Seyyid Serif Cürcanî'nin Hasiye-i Tecrid adli eserinin adini tasimaktadirlar. Ilm-i Kelâm'a aid olan bu eser, Nâsiruddin Tusî'nin Tecridu'l-Itikad veya Tecridu'l-Kelâm adli eserinin hasiyesidir. Öyle anlasiliyor ki Hasiye-i Tecrid, bu medresede okutulan en önemli ders kitabidir. Belirtilen medresede, bu eserden baska yine Seyyid Serif'in fikha dair olan Serh-i Feraiz'i ve Sa'düddin Teftazanî'nin belagata dair Mutavvel'i okutulmakta idi.Öbür taraftan, bu medresede okutulan eserleri anlayabilmek için "ilm-i Sarf"tan Emsile, Bina, Maksud, Izzî, Merah, "Ilm-i Nahiv"den Avamil, Izhâr, Kâfiye gibi eserleri, Serh-i Isagoci gibi Arapça, Tevali gibi fikih usûlüne dair eserlerin de okunmus olmasi gerekir. MIFTAH (OTUZLU) MEDRESELERI Bu medreseler de, belagat ilminden Sa'düddin Teftazanî'nin belagata dair eseri olan "Serh-i Miftah"in adini tasimaktadirlar. Bu medreselerde, Serh-i Miftah'tan baska fikihtan Tenkih ve Tavzih, kelâmdan Hasiye-i Tecrid'in devami ve hadisten Mesâbih okutuluyordu. Bununla beraber Hasiye-i Tecrid medreselerinde oldugu gibi bu medreselerde de baska eserlerin okutulmasi gerekir. Nitekim Kâtib Çelebi, Fatih Sultan Mehmed'in otuzlu medreselerde Miftah-i Meânî ve Sadru's-Seria'nin okutulmasini tayin buyurdugunu söyler. TELVIH (KIRKLI) MEDRESELERI Müderrisine günlük olarak 40 akça verildigi için kirkli medrese diye anilan bu medreselerde belagattan Miftahu'l-Ulûm, usûl-i fikihtan Tavzih, fikihtan Radiyuddin Hasan Saganî'nin Mesariku Envari'n-Nebeviyye'si, Sadrusseria Ubeydullah b. Ishakî'nin Mesarik'i, hadisten de Begavî'nin Mesabih adli eseri okutuluyordu. Bütün bunlardan baska daha farkli eserler de ders kitabi olarak takib edilmislerdir. ELLILI MEDRESELER Müderrislerine günlük (yevmiye) 50 akça verilen bu medreseler "Hâric" ve "Dâhil" olmak üzere ikiye ayrilirlar. Kirkli ve Hâric Ellili medreseler, Osmanlilar'dan daha önceki devirlerde Anadolu'da hükümran olan Anadolu Selçuklulari ile Beyliklerin hükümdar, hükümdar aileleri ve vezirlerinin yaptirdiklari medreselerdir. Dâhil medreseleri ise Osmanli padisahlari ile sehzade valideleri, sehzadeler ve padisah kizlarinin yaptirdiklari medreselerdir. Ellili medreselerin Hâric bölümünde: Fikihtan Hidâye, Kelâm'dan Serh-i Mevakif, Hadis'ten Mesâbih okutuluyordu. Dâhil bölümünde ise: Fikih'tan Hidâye, Usûl-i Fikih'tan Telvih, Hadis'ten Buharî, Tefsir'den Kessaf ve Beyzavî okutuluyordu. SAHN-I SEMÂN MEDRESELERI Daha önce de belirtildigi gibi Sahn-i Semân Medreseleri, Fatih Sultan Mehmed'in Istanbul'da kurdugu külliyede bulunan 8 medresedir. Bu medreseler, Kanunî Sultan Süleyman tarafindan Süleymaniye Medreseleri kuruluncaya kadar en yüksek tahsil veren egitim kurumlari idi. Fatih vakfiyesinde müderrislerine yevmiye 50 akça tayin edilmisse de bazi müderrislerin burada kalarak terakki ettikleri, yani baska medreselere gitmeden yevmiyelerinin, bulunduklari yerde yükseltildigi ve böylece 60, 70, 80, 90 akçaya kadar çikarildiklari görülmektedir. Burada okutulan derslere gelince bunlar, daha öncekilerin bir devami mahiyetinde olmak üzere sunlardir: Fikih'tan Hidâye, Usûl-i Fikih'tan Telvih ve Serh-i Adûd, Hadis'ten Buharî, Tefsir'den Kessaf ve Beyzavî. Biraz sonra temas edilecegi gibi bütün bunlar, naklî ilimler denilen ilimlerdir. Bunlarin yaninda tip, hendese, hey'et, cografya, mantik gibi aklî ilimlerin de okutuldugunu söyleyebiliriz. Hele Sahn-i Semân içinde bir de Dâru's-sifa denilen bir tip fakültesinin mevcudiyetini gözönünde bulundurarak burada hem teori hem de pratik olarak tibbin tahsil edildigini söyleyebiliriz. ALTMISLI MEDRESELER Müderrisine yevmiye 60 akça verilen medreselerdir. Bu medreselerde okutulan dersleri söyle siralamak mümkündür: Fikih: Hidâye ve Serh-i Feraiz Usûl-i Fikih: Telvih Kelâm: Serh-i Mevakif Hadis: Buharî Tefsir: Kessaf Zaman zaman degisiklikler olmakla birlikte medreselerde okutulan bu derslerin yaninda "Cuz'iyât" adi verilen Hikmet (Felsefe), Hesap, Hendese (geometri) Hey'et (astronomi), Cografya, ilm-i zic (astronomi, cetveller), Ilm-i Nücûm (Yildizlar ilmi), tip ve Tesrih de vardir. Son asirlarda bunlara "Koltuk Dersleri" veya "Âlet ilimleri" de denmistir. Asil ilim subesini bitirenler yukarida isimleri verilen müsbet ilimleri tahsil edebilirlerdi. Nitekim bu branslara giren ilimleri Fatih medreselerinde bulunan fazil ve zu'l-cenaheyn (iki kanatli, iki bransta da söz sahibi) denilen âlimlerden ya genel mahiyette veya özel olarak tahsil ederlerdi. Her ne kadar isim olarak bunlara cüz'iyat deniyorsa da bunlar medreselerde bulunan esas derslerdir. Osmanli dönemi genel egitim ve ögretim veren medreselerinde gerek aklî, gerekse naklî ilimlerde okutulan dersler zaman zaman degisik olagelmislerdir. Hatta bazi kaynaklarda bu derslerin isimleri manzum olarak verilmislerdir. Örnek olmasi bakimindan bunlardan, Fatih kütüphanesinde 4985 numarali eserin bos bir yerine ilave edilmis ve medreselerde okunan dersleri sira ile manzum olarak bildiren satirlari buraya aliyoruz. Sarf okusan bir muhterem kisiden Eline kitabin alsam olmaz mi? Çalissan aferin dese isiten Düsmanin bagrini delsen olmaz mi? Emsile'yi ezber edüp süre gör Maksud ile muradina ire gör Izzî bilüb kaideye gire gör Merah'i bir hosça bilsen olmaz mi? Avamil ne derse âmil ol sen de Misbah ile nur-i ilmi bul sen de. Kâfiye'yi Câmi ile bilsen de Kendini âlâ eylesen olmaz mi? Mantik'in çok olur kiyl ile kali Hacegâni hûb yazmistir akvali Kutbeddin'den bilmek için eskâli Seyyid-i Hasiye'yi bulsan olmaz mi? Telhis'in dersine gark olup yanup Muhtasar sözüne Mütavvel katup Miftah'in üstüne Seyyid'i tutup Ilim deryasina dalsam olmaz mi? Menâr'in üstüne tut Ibn-i Melek Tavzih u Telvih'e eris giderek Pezdevî'de hâsil eylesen gerek Usûlü mahlûlün alsan olmaz mi? Bunlardan baska, Cüz'iyât denilen müsbet ilimler ile ilgili olarak da siirler kaleme alinmistir: Hikmetten oku hem cüz'iyati Fehm et cihani seyreder cihati Hendese ilmin okursan evvel Eskâl-i tesis serhin bil eshel Ilm-i hesaptan oku hülasa Ibn-i celi bul ersin havasa Bil ilm-i hey'et bul Serh-i Çagmin Berçendî'yi kil halline tayin Ilm-i amelden bil usturlabi Üç bist bâbi seyret dolabi Rub'u Müceyyeb dogru ameldir Oku amel kil kim bî-bedeldir. Rub'u mukantar bil eyle seyran Cografiya bil Takvim-i Büldan Bil ilm-i ziycten fasl-i Tusî Takvimin ol dürür ziba arusi Ilm-i Nücum'dan ahkâmi bulma Olacak olursan bos yorulma Ahkâm-i necmi bilmek haterdir Ahkâm-i ser'î bil muteberdir. Okut ulumu cüz ile bile Tesrih ilmin Tibb-i Nebiyle Tesrihi seyret görsen de san'at Tib ilmini bil, bul tende sihhat |
![]() |
![]() |
![]() |
#5 |
Guest
Üyelik Tarihi: Sep 2005
Konum: düşünmeM lazıM
Yaş: 38
Mesajlar: 0
Teşekkür Etme: 30 Thanked 111 Times in 77 Posts
Üye No: 916
İtibar Gücü: 0
Rep Puanı : 5544
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
![]() SÜLEYMANIYE MEDRESELERI
Osmanli medrese sistemindeki en büyük gelismelerden biri de süphesiz ki, Kanunî Sultan Süleyman döneminde meydana gelmisti. Kanunî devri, her sahada oldugu gibi medrese teskilâtinda da zirveyi ifade eder. Fatih Sultan Mehmed'in Sahn-i Semân medreselerinde Dâru's-sifa olmakla beraber henüz tip ve matematik fakülteleri yoktu. Bu medreselerde tefsir, hadis, kelâm ve edebiyat gibi dersler okutuluyordu. Bununla beraber buraya gelecek olan ögrenciler, günümüzün ifadesiyle ilk ve orta tahsillerinde matematik, geometri, astronomi gibi dersleri daha önce gördüklerinden bu neviden fen bilimlerine vâkif idiler. Günün sartlari ve ihtiyaçlari gözönüne alinarak Süleymaniye medreselerine Tib, Riyaziye (matematik) ve Dâru'l-hadis ilave edildi. Süleymaniye Vakfiyesi'nden anlasildigina göre, Süleymaniye Câmii'nin kuzey tarafina düsen kisimda medrese-i evvel ve sâni denilen birinci ve ikinci medreselerle, kuzey doguda bir hamam, kible tarafinda bir dâru'l-hadis, caminin tam güneyine tesadüf eden kisminda medrese-i rabi' (4. medrese), bunun dogusunda da medrese-i sâlis (3. medrese), câminin güney batisinda tip medresesi ve eczahâne, câminin bati kismina düsen tarafinda ise imâret, tabhâne ve dâru's-sifa denilen hastahâne yapilmisti. Demek oluyor ki, Kanunî Sultan Süleyman tarafindan vücuda getirilen medreseler manzûmesi (üniversite), Dâru'l-hadis, Tib, Riyaziye, Tabiiyye, Din, Hukuk ve Edebî tedrisat yapilan fakültelerden tesekkül ediyordu. Ayrica hastahâne, imâret, hamam, tabhâne vesair müstemilat bütün bu siteyi (külliyeyi) meydana getirmisti. Câmi, medrese ve diger tesislerin temeli 7 Cemaziyelevvel 957 (24 Mayis 1550) senesi Persembe günü atilmis, Seyhülislâm Ebu's-Suûd Efendi tarafindan mihrabin temel tasi konmustu. Câmi, Sevval 963 (Agustos 1556) da bitmis ise de diger tesislerin bitis tarihi daha sonralari olmustur. Süleymaniye medreseleri içinde en yüksek olan Dâru'l-hadis idi. Müderrisi yevmiye 100 akça aliyordu. Diger müderrislerin yevmiyesi ise 60 akça idi. Hâriç ve Dâhil derslerini gören bir ögrenci Hukuk, Ilâhiyat ve Edebiyat Fakültesi durumunda bulunan Sahn-i Semân medreselerine girmeyerek Riyaziyât ve Tip Fakültesi derslerini takib edecekse Musila-i Süleymaniye denilen medreselere devam eder. Buradan mezun olduktan sonra Süleymaniye Medresesi'ne devam edip yüksek tahsil yapabilirdi. Böyle bir sistemle Kanunî, bir tarafdan Sahn-i Semân medreselerinin üstünde medreseler kurmayi gerçeklestirirken, bir taraftan da Osmanli medreselerinin pâyelerini yeni bir sisteme göre tanzim etmis oluyordu. Buna göre Osmanli medreselerinin asagidan yukariya dogru su sekli aldigi görülür: 1. Ibtida-i Hâric Medreseleri 2. Hareket-i Hâric Medreseleri 3. Ibtida-i Dâhil Medreseleri 4. Hareket-i Dâhil Medreseleri 5. Musila-i Sahn Medreseleri 6. Sahn-i Seman Medreseleri 7. Ibtida-i Altmisli Medreseleri 8. Hareket-i Altmisli Medreseleri 9. Musila-i Süleymaniye Medreseleri 10. Süleymaniye Medreseleri 11. Dâru'l-Hadis Medreseleri. Görüldügü gibi Kanunî Sultan Süleyman devrinin en yüksek pâyeli medresesi, Süleymaniye Dâru'l-Hadisi idi. Daha sonraki dönemlerde Osmanlilarda birçok Dâru'l-Hadis açilmakla beraber Süleymaniye Dâru'l- Hadisi, devletin son dönemlerine kadar bu pâyesini muhafaza etmistir. Bütün bunlardan anlasildigina göre Süleymaniye ile birlikte en yüksek müderrislik derecesi de Süleymaniye müderrisligi oluyordu. Süleymaniye müderrisligi için söyle bir sira takib ediliyordu. Buna göre sira ile ibtida-i altmisli, yani altmis akçali yevmiyeden baslayarak Hareket-i altmisli, Musila-i Süleymaniye, Hamise-i Süleymaniye,* Süleymaniye ve nihayet Dâru'l-Hadis-i Süleymaniye gelirdi. Bu medreselerde kaç müderrisin olacagi belli idi. Sayilarinda artis olmazdi. Ibtida-i Altmisli denilen ve altmis akça yevmiye alan müderrislerin sayisi 48 rakaminda dondurulmustu. Bu derecede bulunan bir müderris, terfi ettigi zaman daha yüksek bir dereceye hareket ettigi için buna Hareket-i Altmisli denilmisti. Yevmiyesi daha öncekinin ayni idi. Buna karsilik müderrislik derecesi daha yüksekti. Bunlarin sayilari da otuz iki idi. Buradan terfi eden birisi Musila-i Süleymaniye denilen ve kendisini Süleymaniye müderrisligine götürecek olan dereceye yükselirdi. Musila-i Süleymaniye müderrisligi, "kibar-i müderrisîn" denilen müderrisliklerin ilk kademesi idi. Bundan sonra Hamise-i Süleymaniye, daha sonra da Süleymaniye'nin dört müderrisinden birinin müderrisligi ve en sonunda da Dâru'l-Hadis müderrisligi gelirdi. Osmanli Devleti'nde, pâye itibariyle Dâru'l-Hadis medresesinin üstünde bir medrese olmadigi gibi, müderrisliginin üstünde de bir müderrislik bulunmuyordu. Bu bakimdan buranin müderrisi arzu ettigi takdirde "Mahrec Mevleviyetleri"ne dahil Kudüs, Haleb, Eyüb, Selanik, Tirhala, Yenisehir, Galata, Izmir, Sofya, Trabzon ve Girit kadiliklarindan birine tayin edilebilirdi. Osmanli ilmiye teskilâtinda müderrislerin, protokol ve pâye bakimindan gerek birbirleri ile gerekse kadilarla olan durumlari kanunnâmelerde düzenlenmis bulunmaktadir. Nitekim degerli bir devlet adami olan Tevkiî Abdurrahman Pasa (öl. 1692)'nin 1677-78 siralarinda hazirladigi ve medeniyet tarihimiz için çok degerli olan Kanunnâmesinde bu konuda söyle denilmektedir: "... Ve müderrislerden Süleymaniye müderrisleri Musila-i Süleymaniye müderrislerine tasaddur eder. Ve Musila-i Süleymaniye müderrisleri altmisli müderrislere tasaddur eder. Ve altmisli müderrisler Sahn müderrislerine tasaddur eder. Ve Musila-i sahn müderrisleri dâhil müderrislerine tasaddur eder. Ve dâhil müderrisleri hâric müderrislerine tasaddur eder. Ve hâric müderrisleri kudat-i kasabata (kaza ve kasaba kadilari) tasaddur eder. Lâkin bu tasaddur itlâk üzere degildir. Hâriç müderrisleri ile kudat-i kasabat mâ-beynlerinde (aralarinda) ilim irfan ve zat ve zaman itibar olunur. Ve bilcümle kasaba kadisi bir zî san (san, söhret sahibi) kimse olsa elbette hâric müderrislerine tasaddur ettirilir. Ve medârisin (medreselerin) her sinifinda olan müderrisler, kendi hempâyelerine tasaddurlari zat ve zaman itibariyledir." Fatih Kanunnâ-mesinde de belirtildigine göre Sahn müderrisi 500 akça yevmiyeli mevleviyetlerden birine geçebilirdi. Hâriç ve Dâhil medreselerinde yevmiye 50 akçaya müderrislik yapanlar, yevmiyesi 300 akça olan kadiliga geçebilirlerdi. Ayni sekilde bunlar, Nisanci veya Defterdarlik gibi önemli memuriyetlere de geçibilirlerdi. Ayrica Sahn-i Semân müderrisleri protokol (tesrifat)da sancakbeylerinden önce gelirlerdi. Bütün bunlardan baska Iç-il denilen Istanbul, Edirne ve Bursa sehirleriyle bunlarin etraf ve mülhakatindaki medrese müderrislerinden yevmiye yirmi akça alan bir müderris, kadi olmak istedigi zaman yevmiye 45 akçali bir yere kadi olarak tayin edilirdi. Osmanlilar döneminde ilk defa tedris (egitim-ögretim) hayatina baslayacak olan bir ögrenci, "muhtasarat" denilen dersleri gördükten sonra "Hasiye-i Tecrid" medresesine devam eder. Orada muvaffak olursa müderristen bir belge (icâzet, diploma) almak suretiyle bir yukari derecedeki "Miftah" medresesine devam eder. Ondan sonra Kirkli, Hâric ve Dâhil medreselerinin derslerini gördükten sonra baslangiçta Sahn medreselerine, Süleymaniye'nin kurulusundan sonra da dilerse Sahn-i Semân'a veya Süleymaniye medreselerine devam edebilir. Buralari da tamamladiktan sonra "icâzet" alir. Yani, kendisine müderrislik yapabilecegine dair diploma verilirdi. Cevdet Pasa, Sahn medreselerine gelinceye kadar Osmanli dönemindeki talebenin geçtigi merhaleleri su ifadelerle anlatir: "Ve talebeden biri danismend olmak murad eylese, ibtida ulemadan bir zata varup Hâric derslerini yani mukaddemat-i ulûmi taallum ve tahsil ettikten sonra ol zatin tavassut ve delâletiyle müderrisînden birine varup ve "Dâhil" derslerini görüp Sahn derslerine kesb-i liyakat eylerdi. Ve Sahn medreselerine dâhil olabilmek için onlarin "idâdiye"si hükmünde bulunan medreselerde ikmal-i ulûm-i mürettebe etmek lâzim gelirdi ki, bunlara "Musila-i Sahn" denilirdi. Ve Sahn medreseleri Fatih Camii Serifi'nin iki tarafindaki kargir ve kursunlu sekiz medresedir ki, Sahn-i Semân denir. Bunlarda sahib-i hücre olan talebe, ulema ve fuzelâdan zatlar olup nicesinin telifat-i makbulesi vardir. Ve bunlarin eskilerine "Muid" denilir ki, medreselerinde müzakereci olup bu medreselerin arkalarinda ve idadiyeleri makaminda sekiz Tetimme medreselerindeki talebeye dahi tedris-i ulûm ederlerdi." Osmanli medreselerinde icazet alan müderris adayi "nevbet" denilen sirayi beklerdi. Anadolu'da müderrislik yapmak isteyenler Anadolu, Rumeli'de müderrislik yapmak isteyenler de Rumeli kadiaskerinin belli günlerdeki meclislerine devam edip "Matlab" denilen deftere (Ruznâme) isimlerini kaydettirirlerdi. Ebu's-Suûd Efendi'nin Rumeli kadiaskerligine kadar muntazam bir mülâzemet defteri olmayip herhangi bir sekilde yolunu bulanlar sira beklemeden mülâzemete geçerken, bundan sonra yedi senede bir mülâzemet usûlü kanun oldu ki, ulemadan her pâyede olanlarin ne kadar mülâzim verecekleri de bu dönemde tesbit edildi. Bununla beraber zaman zaman bu kanuna aykiri olarak degisik zamanlarda mülâzemetler verilir oldu. Ayrica padisah cülûslarinda, padisahin ilk seferinde, savaslardan müzafferiyetlerle dönüsünde veya sehzâde dogumlarinda da mülâzemetler verilir oldu. Medresedeki dersleri sirasiyla görüp icazet alan ve danismend olan kimse, bundan sonra mülâzemet ve kadiasker defterine kayd olunarak sira beklerdi. Sirasi gelen müderris adayi en alt seviyedeki "Hasiye-i Tecrid" medresesi müderrisligine atanirdi. Bu medrese yirmi ve yirmi besli medresedir. Buradan terfi edince bir derece yüksek olan otuz, daha sonra otuz bes akça yevmiyeli "Miftah" medreselerinden birinin müderrisligine tayin edilirdi. Böylece en üst kademeye kadar çikabilirdi. Medreseyi bitiren askerî sinifa geçmek isterse o zaman kendisine yirmi bin akça ile zeâmetin ilk derecesi verilirdi. Baslangiçta bütün müderrislerin tayinleri kadiaskerlerin Pâdisaha arz etmeleriyle yapilirken, XVI. asir ortalarindan itibaren Hasiye-i Tecrid, Miftah ve Kirkli medreselerin müderrislerinin kadiasker, daha üst seviyedeki medreselerin müderrislerinin tayinleri ise Seyhülislâm'in sadrazam vasitasiyla inhasi üzerine olmustur. Osmanli medreselerinde müderrislik yapmak isteyenler ayrica bir imtihana tabi tutulurlardi. Sayet bir medresede münhal yer varsa (bos kadro) ve buraya da birden fazla tâlib bulunuyorsa o zaman imtihan yapilirdi. Bu imtihan için adaylara bir mesele (problem, tez) verilir, takrirleri dinlenir ve bir de risâle yazdirilirdi. Jüri tarafindan dinlenen ve sorulara dogru cevab vermekle birlikte risâlesi kabul edilen aday, müderrislige atanirdi. Müderrislerin imtihaninda kadiaskerler de hazir bulunurlardi. Imtihan, herkese açik olarak bir camide yapilirdi. Sorular, müderrislerin seviyesine göre olurdu. Osmanlilarda, ilk medresenin kurulusundan ve bilhassa Fatih'in Semâniye medreselerinden sonra belli bir nizam ve kanuna baglanan medrese egitimi ile müderrislik, ufak tefek bazi olaylar bir tarafa birakilacak olursa güzel ve sistemli bir sekilde isliyordu. Fakat XVI. asrin son çeyreginde degisik sebeplerden dolayi egitim ve ögretim müessesesinde bazi aksakliklar görülmeye baslanir. Bunlar, medresenin gerilemesine ve hatta ileride çökmesine sebep olmuslardir. Bu çöküsü durdurmak için zaman zaman basvurulan islâh çalismalari ve bu ugurda harcanan çabalar ile yapilan teklifler fazla tesirli olmamis görünmektedir. Bununla beraber biz, genis bir açiklamada bulunmadan Osmanli medrese ve ilmiye teskilatinin bozulma sebeplerini asagidaki sekilde ismen zikretmekle iktifa ediyoruz. Bunlar: Nüfus kesâfeti, Devletin diger müesseselerindeki bozukluklar, Ulemâ-zâdegân sinifinin dogmasi, Ilmiyeye âid kanun ve geleneklerin çignenmesi, Merkezcilik, Saltanat kavgalari, talebe isyanlari, bencillik, ilmî hürriyetin olmamasi gibi her biri basli basina çöküs sebebi olabilecek maddelerdir. Biraz önce, bozulmaya tesir eden sebebler olarak gördügümüz hususlarin ortadan kaldirilmasi için degisik zamanlarda fermanlar isdar edilmisti. Fakat bir türlü medreselerin islâhi veya kendini düzeltmesi gibi arzu edilen seyler yapilamiyordu. Zamanimizin teknik medeniyetini meydana getiren yenilesme çaginin gerektirdigi sartlara uymak, degil sadece Osmanli Devleti'nde bütün bir Islâm dünyasinda mümkün görülemiyordu. Halbuki baslangiçta ilmî gelismeye çok müsait olan ve günümüz üniversitelerinin egitimi seviyesinde egitim ve ögretim veren medreselerin bu durumu, pek çok kimseyi üzmekteydi. Zira medrese, artik kendisini, degisen dünya sartlarina uyduramiyor, ilim, teknik ve sanatta takib edilen metodlara yabanci kaliyordu. Bu arada, kurulus dönemindeki kanun ve tüzükleri de hakkiyla tatbik edemiyordu. Iste bunun içindir ki medreselerin disinda yeni bazi okullarin açilmasina ihtiyaç hasil oldu. Özellikle 1770'deki Çesme savasindan sonra Osmanli Devleti artik kendisini yenilemek ihtiyacini hissediyordu. Bu yüzden 18 Kasim 1773 senesinde Mühendishâne-i Bahri-i Hümayûn adi ile denizcilikle ilgili bir okul, Kaptan-i Derya Cezayirli Gazi Hasan Pasa'nin teklifi üzerine açilmis oldu. Ilk hocasi da ayni zat olan bu mekteb, tarih boyunca Osmanli egitim sisteminde bir yenilik olarak kabul edilir. 10 Mayis 1796 senesinde de (III. Selim devri) kara kuvvetleri subayi yetistirmek üzere Mühendishâne-i Berri-i Hümâyun açilmisti. Burada zamanin gerektirdigi hesap ve geometri konulari ile tarih, cografya, astronomi gibi ilimler de okutulurdu. 1826'da Tibhâne-i Âmire ve Cerrah-hâne-i Ma'mûre açilmis olmakla, eskiden beri medrese kisimlari arasinda sayilan Dâru't-tiblar da medrese disina çikmis oldu. Daha sonralari degisik isimlerle anilmalarina ve farkli program tatbik etmelerine ragmen baska mektepler de kuruldu. Bunlardan birkaçini tarih sirasina göre vermekle yetinmek istiyoruz. 1838 senesinde açilan Mekteb-i Maarif-i Adliye, 1839 senesinde açilan Mekteb-i Ulûm-i Edebiye, 1847 senesinde açilan Dâru'l-Muallim Rüsdî. |
![]() |
![]() |
![]() |
#6 |
Guest
Üyelik Tarihi: Sep 2005
Konum: düşünmeM lazıM
Yaş: 38
Mesajlar: 0
Teşekkür Etme: 30 Thanked 111 Times in 77 Posts
Üye No: 916
İtibar Gücü: 0
Rep Puanı : 5544
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
![]() 1867 senesinde açilan Mekteb-i Sultanî'ler vs. Böylece medreselerin egitiminden farkli egitim ve ögretim veren ve degisik programlar uygulayan bu mektepler, bozulmaya ve gittikçe ortadan kalkmaya dogru hizla giden medreselerin, üzerinde oturdugu araziyi, yavas yavas ellerinden almaya basladilar. Gerçi ilk bakista bunlar, medreselerin disinda gibi görünmekte iseler de II. Mesrutiyetin ilanini takib eden sene (1909), medreselerde de islâhat tesebbüslerine girisilmis, dinî tedrisat yaninda Türkçe, tarih ve cografya gibi sosyal derslerle, riyaziye, fizik, kimya gibi fen derslerinin okutulmasi için yapilan tesebbüsten de tam bir netice alinamamisti.
Medreselerde asil islahat, Padisah Sultan Mehmed Resâd (1909-1918) devrinde, Seyhülislâm Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi'nin seyhülislâmligi sirasinda ve dört sene süren çalismalar sonunda yapildi. Bu sirada medreselerde yeni bir sistemin tatbikine geçildi. Bu sistemle ilgili layiha, 10 Zilkade 1332 (Ekim 1914) tarihli Ceride-i Ilmiye, nüsha-i fevkalâde de yayinlandi. "Islâh-i Medâris Nizâmnâmesinin Esbâb-i Mûcibe Layihasi" adi ile Istanbul'daki bütün medreseler tek isim altinda toplanacaklardir. Bütün Istanbul medreselerindeki talebeler ayni usûl ve kaideler içinde yetistirileceklerdir. Bunun temini için de bütün medreselerin tek bir isim altinda toplanmasi kararlastirilmistir. Islâm hilafetinin merkezinde bulunmasindan dolayi da bunlara "Dâru'l-Hilâfeti'l-Aliyye Medresesi" adi verilmistir. Nizamnâmenin ikinci maddesinde bu medresenin "tâli kism-i evvel", "tâli kism-i sâni" ve "âlî" olmak üzere üç kisma ayrildiklari görülür. Her kisimda dört sene egitim görülecektir. Her kisim dörder sinif ve her sinif da dörder subeyi muhtevi olacaktir. Besinci maddede de medresenin idare sekline yer verilmektedir. Buna göre bu medresenin her kisminda birer müdir-i umûmî (genel müdür), sinif ve subelerinde de birer müdür bulunur. Sube müdürleri sinif müdürlerine, sinif müdürleri, müdir-i umûmîlere, müdir-i umumîler ise ders vekâletine baglanmisti. Dâru'l-Hilâfe Medresesine alinacak talebenin sayisi tesbit edilirke de o günkü medrese talebesinin sayisi göz önünde bulundurulmustu. Buna göre Tâlî siniflara 260, Âlî siniflara ise 200 talebe alinmasi, tedrisatin daha iyi yürütülebilmesi için de her sinifin dört subeye bölünmesi kararlastirilmisti. Dâru'l-Hilafe'nin âli kismini bitirenler veya disaridan bütün siniflara âid imtihani verenlerden ser'î ilimlerde ihtisas yapmak isteyenler için Sultan Selim Camiî içindeki Yeni Medrese "Medrese-i Cedîde"nin tahsisi ve buna "Medresetu'l-Mutehassisîn" adi verilerek bir genel müdür tarafindan ve özel bir yönetmelikle idaresi uygun görülmüstü. Bu medresenin siniflari kirkar kisilik olacakti. Dâru'l-Hilâfe medresesinde okuyacak talebenin haftada 24 saat ders görmesi gerekiyordu. Bu derslerin isim ve saatleri, Ceride-i Ilmiye'deki programlara dayanilarak Mübahat S. Kütükoglu tarafindan tesbit edilmis ve semasi çikarilmistir. Bir senelik ögretimden sonra müfredat programinda bazi degisiklikler yapilmis ve Ingilizce, Fransizca, Almanca veya Rusçadan birini geçen talebe bu dili ögrenmek zorunda birakilmisti. Ayrica hergün "münasib bir zamanda" gösterilecek olan beden terbiyesi (egitimi) dersi de bu programa ilave edilmisti. Dâru'l-Hilâfe medreselerinde dinî ilimler yaninda müsbet ilimlerin de tedris edilmesi, 1923 senesinde Ismail Hakki Baltacioglu'nun "Bugünkü medrese kimyayi camilerde mihraba kadar sokmustur" sözlerine göre modern bir egitim müessesesi haline gelmisti. Yeni bir sistem ve asrin icablarina göre kurulan bu medreseler, akademik bir hüviyet kazanmislardi. Medresetu'l-Mütehassisinin her üç subesinde 500, Dâru'l-Hilâfe medreselerinde ise 7000'e yaklasan bir ögrenci mevcudu vardi. Ayrica, Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti tarafindan çikarilan bir nizamnâme ile Anadolu'nun pekçok yerinde hatta büyük köylerde bile imam ve hatip ihtiyacini karsilamak için açilan medreselerin sayisi 465, talebesi de 16.000 civarinda idi. Cumhuriyetin ilânindan dört ay sonra 3 Mart 1924 tarihinde Siirt mebusu Halil Hulki Efendi ve 50 arkadasinin teklifi üzerine Ser'iyye ve ve Evkaf Vekâleti'nin lagvedilir. Ayni tarihte Saruhan mebusu Vâsif Bey ile 50 arkadaiin takriri üzerine görüsmesiz kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile bütün medreseler Maarif Vekâletine devredilmisti. O zamana kadar bu medreselerde egitimine devam eden ögrenciler Dâru'l-fünûn bünyesinde açilan Ilahiyat Fakültesine naklolunmuslardi. Osmanli Devleti'nde kurulusundan beri itina ile üzerinde durulan egitim ve ögretim sistemi, daha sonralari degisik sebeblerden dolayi geregi gibi uygulanamamis ve hatta eski kanunlar bile tatbik edilemez olmustu. Bilhassa Fatih ve Kanunî devirlerindeki medreselerin, devirlerine göre bir irfan yuvasi olmalari artik mazide kalmisti. Ne talebe ne de hoca kadrosunda yeni metodlarin tatbiki düsünülmemisti. Bu yüzden bozulmaya yüz tutan medreselerin islâhi için çalismalar yapilmisti. Bu sebeple farkli isimlerle degisik tarihlerde çesitli okullarin açildigina daha önce temas edilmisti. Bilindigi gibi Osmanli Devleti'nde köklü degisiklikler Sultan II. Mahmud zamaninda yapildi. Onun için biz de önemine binaen bu dönemde ilk egitimi mecburi kilan II. Mahmud'un fermanini buraya aynen almak istiyoruz. Istanbul ve bilâd-i selâse kadilarina hitaben yazilan fermanin metni söyledir: "Cümleye ma'lumdur ki, ümmet-i Muhammed'denim diyen kâffe-i ehl-i Islâm'a göre ibtida serâit-i islâmiyeyi ve akaid-i diniyesini ögrenip bilmek ba'dehû iktisâb-i maiset için kangi dirlige sulûk edecek ise etmek. Ve'l-hasil her bir seyden evvel zaruriyat-i diniyyeyi ögrenmekligi umur-i dünyeviyenin cümlesine takdim eylemek lâzim iken bir zamandan beri ekser-i nâs analarinin ve babalarinin seyyiesi olarak kendileri kaldiklari misillû evladlarinin cahil kalmasini düsünmeyerek ve Rezzak-i âlem olan Hak Sübhanehu ve Taala Hazretlerine adem-i tevekkül ile hemen akça kazanmak daiyesine düserek çocuklari bes alti yasina vardigi gibi mektepten alip ehl-i hiref (sanatkâr) yanina sâkirdlige verdiklerinden o makûle sabiler küçükten cehaletle büyüyüp sonra dahi okuyup ögrenmeye heves etmediklerine binaen vizr ve veballeri analirinin ve babalarinin boynuna olup yevm-i kiyamette bir taraftan bunlar giriftar-i mes'uliyet ve bir taraftan kendileri duçar-i hiyz u nedâmet olacaklarindan baska maazallahi Taala zamaneyi cehâlet istiabiyle ekser halk diyanetten bi haber olduklarindan bu keyfiyet nusretsizlige sebeb-i mustakil olup Aseman-Allahu Teâlâ böyle giderse min kibeli'r-Rahman terbiye-i sedideyi müstelzim olacagi erbab-i basirete zâhir ve hüveyda olmaktan nâsi ibâd-i müslimini o misillû dünya ve ahiret ukubatindan tahlis ve siyânet lâzim gelmekle imdi emr-i dinde serm ve istihya câiz olmadigina binaen simdiye kadar câhil kalmis olan genç ve ihtiyar bi'l-cümle ümmet-i Muhammed, cahilligin DAREYN'de (dünya ve ahiret) vehametini düsünüp ve bu babta birbirinden utanmayarak hemen Hak'dan utanip kendileri bulunduklari kâr, kisb ve san'at ve hizmetleri arasinda bilmedikleri mesâil-i diniyye ve akaîd-i islâmiyelerini dahi ögrenip bilmekle hasbe'l-imkân sa'y ve gayret ve ol vechle kendilerini Dâreyn selâmetligine irgürmekle sarf ve sa'y ve makderet eylemeleri fariza-i uhde-i diyânetleri oldugundan baska fî mâ ba'd, herkes evladlarini mürahik derecesine varmadikça ve ilmihal ve serait-i islâmiyesini lâyikiyle taallum etmedikçe mektepten alip ustaya vermemek ve murahik olup ustaya vermek derecesine geldikte babasi, babasi yok ise sâir velisi olan kimesne murahik derecesinde oldugunu eger Istanbul sekenesinden ise Istanbul kadisi olan efendi tarafina ve Eyyüb ve Üsküdar ve Galata sükkânindan iseler kadilari efendiler taraflarina, mektep hocasiyle beraber varup ve çocugu dahi getürüp gösterip taraf-i ser'den yedlerine memhur (mühürlü) izin tezkiresi almak ve izin tezkiresi almadikça esnaf taifesi sakirdlige almamak; ve sakirdlige alinmakla esnaf kethüdalarinin dahi re'y ve marifetleri munzam olmak lâzimeden olduguna binaen sâyet esnaftan biri o makule tezkiresiz çocugu sâkirdlige alur ve babasi ve validesi verir ise okudugu mektebin hocasi veyahut mahallesinin imami dogru kadi efendilere haber vermek ve kadi efendiler dahi bu keyfiyeti ihyay-i din-i mübin kaziyesine mebni oldugundan taraflarindan taharri olunarak (arastirilarak) izin tezkiresi almaksizin san'ata verilmis sabi bulunur ise alani ve vereni ve ol esnafin kethüdasini ve haber vermedigi için mektep hocasini li ecli't-te'dib Bâb-i Âliye inha eylemek. Anasiz-babasiz yetim çocuklar olup da kimesnesizligi sebebiyle zarurî (olarak) bir usta yaninda veyahud bir kimesnenin terbiyesinde bulunur ise ustasi ve gerek mürebbisi olan adam sirf san'at ögrenmeklige ve hizmete hasr etmeyerek günde iki defa mektebe gönderip mürahik oluncaya kadar okutturmak ve kezalik el-haletü hazihî, ustalarda bulunan çocuklar dahi bi tipkiha bu nizama dâhil olarak anasi, babasi veya sâir velisi olanlar ustadan alup mektebe vermek ve kimsesiz olanlari dahi ustalari mektebe verip câhil kalmamasina dikkat etmek ve mektep hocalari dahi mekteplerde bulunan çocuklari güzelce okutup Kur'an-i Azimü's-sâni ta'lim akabinde her bir çocugun haysiyet ve istidadina göre tecvid ve ilmihal misillû risâleler okutarak serâit-i Islâmiye ve akaid-i diniyelerini ögrenmeklige sa'y ve ikdam eylemek üzere ale'l-umûm tenbih ve ikaz olunmasina irâde-i seniye suduriyle keyfiyet bilâd-i selâse kadilari efendilere baska baska bâ fermân-i âlî tenbih kilinmis olmagla siz dahi âsitanede kâin bi'l-cümle mahallat imamlarini ve mektep hocalarini ve esnaf kethüdalarini tarafiniza celb ederek tenbihat-i mezkûreyi gûs-i hûslarina telkin ve tefhîm ve is bu fermân-i âlînin birer mamzâ (imzali) suretlerini dahi yedlerine ita birle imamlar mahalleleri ahalilerine ve kethüdalar dahi esnaflarina okuyup anlatmak ve mektep hocalari bilip mûcibiyle amel etmek üzere cümlesine geregi gibi tenbih ve te'kide mübaderet ve bi-tevfikihi isbu nizam ve tenbihatin ale'd-devam icra ve istikrari vesâilini istihsâle tarafinizdan dahi bizzat ihtimam ve dikkat eyliyesiz deyü buyruldu. |
![]() |
![]() |
![]() |
#7 |
Guest
Üyelik Tarihi: Sep 2005
Konum: düşünmeM lazıM
Yaş: 38
Mesajlar: 0
Teşekkür Etme: 30 Thanked 111 Times in 77 Posts
Üye No: 916
İtibar Gücü: 0
Rep Puanı : 5544
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
![]() IHTISAS MEDRESELERI
Görüldügü gibi simdiye kadar genel egitim ve ögretime tahsis edilen medreselerin egitim ve ögretim faaliyetleri üzerinde durduk. Halbuki bunlarin disinda da bazi medreseler bulunmaktadir. Bunlar, daha ziyade ihtisasi gerektiren bir dalda agirlikli egitim ve ögretim yapilan medreselerdir. Belli branslarda faaliyet gösteren bu medreseler, Osmanlilardan önceki Islâm dünyasinda olduklari gibi Osmanlilarda da ayni isimle varliklarini devam ettirmislerdir. Klasik dönemde bunlari: Dâru'l-kurra, Dâru'l-hadis ve Dâru't-tib olmak üzere üç kisma ayirabiliriz. Osmanli dönemi ihtisas medreseleri ile bunlarin fonksiyonlarini daha iyi anlayabilmek için biraz gerilere, yani Osmanli öncesine gitmemizde fayda mülahaza ettigimiz için, Osmanlilarin örnek aldigi bu medreselerin ilk kurulus yillarindan da kisaca bahs etmek icab etmektedir. DÂRU'L-KURRA "Yer, mekân, ev" gibi anlamlara gelen "dar" ile "okuyan" anlamindaki "kari" kelimesinin çogulu olan "kurra" kelimelerinden meydana gelen "Dâru'l-Kurra", Kur'an-i Kerim'in ögretildigi, bir bölümünün veya tamaminin ezberletildigi ve kiraat vecihlerinin talim ettirildigi mektepler için kullanilmistir. Bazi Müslüman devletlerde bu müesseselere "Dâru'l-Kur'an" ve "Dâru'l-Huffaz" gibi isimler de verilmistir. Bilindigi gibi Hz. Peygamber, daha bi'setin (Peygamberlik ve vahyin gelisi) dördüncü senesinde kendi evinden baska gizlice egitim ve ögretim fayetlerinde bulunmak üzere, Safâ tepesinin eteklerinde bulunan ve Beni Mahzûm kabilesinden olan Erkam'in evini kullanmaya baslar. Hz. Peygamber burada hem Müslümanlara, hem de kendisini dinlemek ve buna göre karar vermek isteyenlere Kur'an okuyup ögretiyordu. Böylece burada özellikle Müslümanlara hem Kur'an ögretiyor, hem de inanç ve sabir konusunda onlari egitiyordu. Bunlari nazar-i itibara aldigimiz zaman vahyin baslangicinda kendi evindeki ilk ögretimi bir tarafa birakacak olursak, Islâm dünyasindaki ilk "dâru'l-kurra"nin Erkam b. Ebu'l-Erkam'in evindeki bu dâru'l-kurra, ilk hocanin da bizzat Resulullah oldugu söylenebilir. Islâm yayilis tarihinde bir dönüm noktasi olarak kabul edilen Akabe bey'atlarindan sonra Hz. Peygamber, Yesriblilere (Medine) Kur'an muallimi (ögreticisi) olarak Mus'ab b. Umeyr'i göndermisti. Böylece, daha kendisi ve ashabi oraya varmadan, oradaki Müslümanlarin gerek Kur'an, gerekse bu sayede Islâm'i ögrenmelerine imkân saglamisti. Mekke'nin fethinden sonra vilayetlere tayin ettigi valilerden bir kismi, ayni zamanda Kur'an muallimi idi. Bugün, "Mescidu'n-Nebevî" dedigimiz mescidinde çesitli vesilelerle bizzat kendisi Kur'an ögretirken, Suffa'da da hem kendisi hem de Ubâde b. Sâmit gibi kimseler bu konuda ona yardimci oluyorlardi. Bu sayede Suffa ashabi da Kur'an ögrenmis oluyordu. Keza o, mescidlerde Kur'an derslerini tesvik ediyordu. Nitekim, Sahih-i Müslim'de belirtildigine göre Yahya b. Yahya et-Temimî'nin Ebû Hüreyre'den nakledilen uzunca bir hadisinde Resulullah: "Allah'in evlerinden birinde, Allah'in kitabini okumak ve kendi aralarinda mütalaa etmek (tedârüs) üzere toplanan her topluluga Allah, sekinet (iç huzuru, rahatlik) verir, onlari rahmet kaplar, çevrelerinde melekler toplanir ve Allah, onlari meleklerin yaninda anar." Gerek bu hadis, gerekse daha baska birçok hadiste Kur'an ve onunla ilgili ilmin ögrenilmesinin önemi üzerinde durulur. Hz. Peygamber'in, Kur'an ögrenmenin önemli vasitalarindan biri olan okuma yazmaya karsi olan ilgisini ortaya koyan olaylardan biri sudur: Bedir savasinda harp esiri olarak karsi taraftan ele geçen her bir esir için dört bin dirheme kadar fiyd-i necât (kurtulus akçasi) takdir edilmis iken, bunlarin okuma yazma bilenlerinden her biri, Medine'li on Müslüman çocuga bunu ögretmek karsiliginda hürriyetlerine kavusabileceklerdi. Zeyd b. Sâbit, bunlardan okuma yazma ögrenen Ensar çocuklarindan biridir. Dokuz mescidde egitim ve ögretimin devam ettigi Medine'den baska, fethedilen veya yeni kurulan merkezlerde ashabin kiraatta mahir olanlari dersler veriyordu. Dimask (Sam)'da Ümeyye Câmii'ndeki ders halkalarinin bir çogu kiraatla ilgiliydi. Ebu'd-Derdâ burada Kur'an tâlim ettigi için "Muallimu's-Sam" veya "Kâriu's-Sam" ünvaniyla anilmisti. Ögrenci sayisinin zaman zaman 1500 sayisinin üstüne çikmasi,onun derslerine olan ragbeti gösterir. Ebu'd-Derda vefat etmeden önce, kiraatini takdir ettigi Fedâle b. Ubeyd el-Ensârî'yi yerine hoca olarak görevlendirmesi için Sam Valisi Muaviye b. Ebi Süfyan'a tavsiyede bulunmustu. Öyle anlasiliyor ki bu durum (kiraat ilmi ile ilgilenme) burada uzun süre devam etmisti. Nitekim seyahatlari sirasinda Dimask'a da ugrayan Ibn Cübeyr (539-614/1144-1217), bu sehirdeki Ümeyye Camii'nde bütün gün devam eden Kur'an dersleri hakkinda tafsilatli bilgi verir. Buna göre sabah namazindan sonra "Sub'" denilen meclisle baslayan kiraat dersleri, ikindiden sonra "Kevseriye" adi verilen derslerle devam ederdi. Burada kendilerine "Kevserî" denilen ve Kur'an'i ezberlemede güçlük çeken yüzlerce kisiye el-Kevser sûresinden itibaren namaz sûreleri ögretilirdi. Birçok merkezde Kur'an dersleri veren ashabtan itibaren, tabiîn ve tebeu't-tabiîn dönemlerinde degisik lehçelere göre okuyus tarzlari sekillenmeye baslar. Kur'an-i Kerim'in yedi harf üzerine indirilmesi, onun yedi lehçe ile okunmasina ve buna bagli olarak kiraat ilminin dogmasina sebep olmustur. Bizzat Hz. Peygamber, Kur'an'i yedi kiraatla okumus ve bunu ashabina da ögretmisti. Müslümanlar, hicrî ikinci asrin baslarinda, ashabtan nakledilen bu yedi kiraati temsil eden "Kurra"lar etrafinda toplanarak onlari ögrenmeye basladilar. Böylece câmilerde veya özel yerlerde kurralar etrafinda tesekkül eden halakalarla kiraat ilmi tahsil edilmeye baslandi. Mekke'de Abdullah b. Kesir (öl. 120/737), Medine'de Nâfi b. Abdurrahman (öl. 169/785), Sam'da Ibn Âmir (öl. 118/736), Basra'da Ebû Amr b. Alâ (öl. 154/770) ve Yakub (öl. 205/820), Kûfe'de Hamza b. Habib (öl. 188/803) ile Âsim b. Behdele (öl. 127/744) gibi kimselerin etrafinda ilk kiraat halakalari meydana geldi. Daha sonra bu mevzudaki çalismalara ilaveten saz kiraatlarla ondört kiraat (Kiraat-i erbaa asere) dogdu ki bu konuda birçok eser telif edilmistir. Bu mahsuller, "Kurra halakalari", "Dâru'l-Kur'anlar", "Dâru'l-huffaz"lar ve "Dâru'l-kurralar"in müfredatini meydana getirmisti. Buralarda, Kur'an'daki kelime ve ibârelerin telaffuzu ile okunustaki ihtilaflari, nakledenlere isnad ederek bildiren "Ilm-i Kiraat" tahsil edilmistir. Anadolu Selçuklulari ile Karamanogullari dönemlerinde bu müesseseler "Dâru'l-huffaz" adini almis olup baslica Selçuklular devrinde Konya'da Sâhib Atâ, Ferhûniye (700/1300), Sa'duddin Ömer, Nasuh Bey (715/1315); Karamanogullari döneminde Haci Yahya Bey,Hoca Salman, Has Yusuf Aga, Kadi Imaduddin ve Haci Semseddin Dâru'l-huffazlari tesis olunmustur. Bilindigi gibi Islâm dünyasinda camiler, uzun süre birçok fonksiyonu birden icra eden mekan olma özelligini koruyorlardi. Bununla beraber egitim ve ögretim faaliyetleri bakimindan da Kur'an ve hadis tahsilinin merkezi özelligini muhafaza ettiler. Buralarda ileri seviyede Kur'an ögrenimi için olusturulan ders halakalari "subÕ" ve "tasdir" diye anildi. Kiraat hocasina "seyhu'l-kiraa", görevine de "mesihatu'l-kiraa" denildi. Sehir câmilerinde yürütülen Kur'an okutma faaliyeti "mesihatu'l-mescid", ordugâhlarda yürütülen faaliyetler "mesihatu'l-cünd" ismini aldi. Bu sonuncunun hocalarina "kâriu'l-cünd" de denirdi. Öyle anlasiliyor ki, Kur'an egitimi için açilan bu müesseselere Islâm dünyasinin hemen her yer ve bölgesinde büyük bir önem verilmistir. Zira burada hem Kur'an'in okunmasi, hem ezberlenmesi, hem de bazi görevlerin yapilmasi bakimindan böyle bir mekâna ihtiyaç vardi. Kaldi ki bu ilim sayesinde Allah kelâmi ögreniliyor ve bunun karsiliginda da sevab kazaniliyordu. Iste bu sebeple her dönemde oldugu gibi Osmanli döneminde de bu isimle ve özel bir ihtimamla açilan adi geçen müesseseyi görmek mümkün olmaktadir. Osmanli egitim ve ögretim sistemi içinde yer alan ihtisas medreselerinden biri de dâru'l-kurralardir. Osmanlilardan önce oldugu gibi Osmanlilarda da "kari"ler ile câmi hizmetlileri genellikle bu müesseselerden yetisirlerdi. Sibyan mektebini bitiren veya o seviyede özel bir ögrenim görmüs olan bir talebe, bu müesseselerde okumak istedigi zaman, önce en alt seviyedeki bir dâru'l-kurraya girer ve orada hifzini tamamladiktan sonra yüksek seviyedeki bir dâru'l-kurraya devam ederdi. Buralarda "ilm-i kiraat" ve "ilm-i maharic-i hurûf"u ögrenirdi. Osmanlilar'in, dâru'l-kurralara büyük bir önem verdikleri anlasilmaktadir. Zira gezdigi yerlerdeki dâru'l-kurralarin bazi özellikleri hakkinda bilgi veren Evliya Çelebi (1611-1682), kendi asrinda oldukça fazla sayida dâru'l-kurradan söz etmektedir. Nitekim onun verdigi bilgiye göre Amasya'da dokuz dâru'l-kurra vardi. Bunlardan sadece Sultan Bâyezid dâru'l-kurrasinda 300'den fazla hafiz bulunmakta idi. Bunlarin arasinda kiraat-i seb'a, asere ve takribi bilenler de vardi. Ilk bakista abartili gibi görünen bu bilgi, Amasya Tarihi yazari Hüseyin Hüsameddin'in buradaki mevcud sekiz dâru'l-kurra hakkinda ayrintili bilgi vermesi, Seyahatnâmedeki sayinin abartilmamis oldugunu göstermektedir. Gerçekten, Evliya Çelebi, gezdigi bütün Osmanli sehirlerindeki dâru'l-kurralar hakkinda tafsilatli bilgiler vermektedir. Nitekim Istanbul, Edirne, Bursa, Erzurum gibi hemen her yerde bir veya daha fazla dâru'l-kurra oldugu anlasilmaktadir. Nitekim Basbakanlik Osmanli Arsivi'nin sadece Cevdet Tasnifinin "Evkaf" ve "Maarif" bölümlerine bakildigi zaman bile karsimiza sayisiz dâru'l-kurra çikacaktir ki, bunlarin büyük bir kismi halk tarafindan vakif suretiyle yapilmis olanlardir. Halkin, dâru'l-kurralara olan bu ilgisi son zamanlara kadar devam etmis görünmektedir. Biz, örnek olmasi bakimindan sadece iki dâru'l-kurra ile ilgili iki arzdan (dilekçe) bir iki cümle nakletmekle yetinmek istiyoruz: a. "Der-i devlet mekine arz-i dâi-i kemine oldur ki, medine-i Izmir'de Hasan Hoca Mahallesi'nde Keçeciler sükunda vaki Haci Emine Hatun binti Mustafa Efendi medrese-i dâru'l-kurrasi vakfindan almak üzere bâ berât-i âli vazife-i muayene ile seyhu'l-kurra ve müderris olan..." b. "Der-i devlet mekine arz-i dâi kemine oldur ki, nezâret-i dâilerinde âsûde evkaftan Istanbul'da merhum Üveys Bey'in dâru'l-kurra vakfindan almak üzere..." diye devam eden belgelerdeki bilgiler, bize dâru'l-kurralarin diger Osmanli medreseleri gibi vakiflara bagli oldugunu da göstermektedir. Dâru'l-kurralar, oralarda ögretilen ilimlerle alakasi bakimindan daha çok câmiler içinde veya çevresinde tesis edilmislerdir. Bugünkü bilgilerimize göre Osmanlilarin ilk dâru'l-kurrasi Bursa'daki Yildirim Bâyezid dâru'l-kurrasidir. Bu dâru'l-kurra, Imam Cezerî'nin gelisiyle Ulu Cami'de açilmisti. Evliya Çelebi, Istanbul dâru'l-kurralarindan bahsederken "evvela ne kadar selâtin camileri, vüzera ve gayri ayân-i kibar camileri varsa her birisinde mutlaka birer dâru'l-kurra bulunur" dedikten sonra müstakil dâru'l-kurralarin isimlerini vermektedir. Böylece Osmanlilarda da, Anadolu Selçuklulari ile Karamanogullari'nin "dâru'l-huffazlari" gibi müstakil binalari bulunan dâru'l-kurralarin mevcudiyetine sahid olmaktayiz. Osmanli dâru'l-kurralarinda ders kitabi olarak Semseddin Muhammed b. Muhammed el-Cezerî (öl. 833/1429)'nin bizde "Cezerî" diye söhret bulan eseri, ayrica Ebû Muhammed es-Sâtibî'nin "Sâtibî" diye meshur olan "Kaside-i Lâmiye"si okutulurdu. Bundan baska Cezerî'nin Sâtibî'ye yaptigi "Fethu'l-Vahid" adli serhi, Osmanli dâru'l-kurralarinda okutulurdu. Öyle anlasiliyor ki, Osmanli dâru'l-kurralari, Yildirim Bâyezid devrinde 798 (1395)'de Bursa'ya gelen Imam Cezerî vasitasiyla Sâtibî ve Cezerî tesirinde gelisme göstermislerdir. XVI. asirda Kanunî Sultan Süleyman'in emriyle Sokullu Mehmed Pasa, Misir'da Kur'an ögretimiyle söhret bulan Seyh Ahmedu'l-Misrî'yi Istanbul'a celb ederek Eyyub Camii imamligina tayin etmis ve bu zat, 1006 (1597) tarihine kadar bu câmide "Teysir Tariki" ile kiraat okutmustu. Bu zatin yetistirmis oldugu talebeleri, Osmanli Devleti'nin muhtelif sehirlerine dagilarak kiraat ilmini okutmuslardir. Hicrî 1000 (M. 1591) tarihinden sonra "Teysir Tariki", "Islâmbol Tariki" adiyla meshur olmaya baslamisti. Gerek ezberletilmek istenilen Kur'an-i Kerim'in, gerekse ögretilmek istenilen diger ilimlerin özellikleri bakimindan dâru'l-kurralarda sik sik tekrar ve uygulamaya dayanan bir ögretim metodunun takib edildigi anlasilmaktadir. Bu uygulamada câmiler, âdeta birer labaratuar olarak kullanilmislardir. Bununla beraber dâru'l-kurra mezunlarinin imâmet ve müezzinlik gibi câmi hizmetleri de yapabilecekleri göz önüne alinarak itikad ve amele müteallik yeterli ilm-i hal bilgilerinin, diger medreselerde takib edilen metodlarla tedris olunmalari gerekir. Türkiye'deki dâru'l-kurralar, 3 Mart 1924 tarih ve 430 sayili Tevhid-i Tedrisât Kanunu'nun 2. maddesi geregince bütün diger okullar gibi Maarif Vekâleti'ne baglanmak istenmisse de zamanin Diyanet Isleri Baskani Rifat Börekçi'nin, bu kurumlarin birer ihtisas okulu olduklari için baskanliga bagli olarak ögretime devam etmesi gerektigi yolundaki israrlari sonucu, Kur'an kurslarina dönüserek varliklarini devam ettirme imkâni bulmuslardir. |
![]() |
![]() |
![]() |
#8 |
Guest
Üyelik Tarihi: Sep 2005
Konum: düşünmeM lazıM
Yaş: 38
Mesajlar: 0
Teşekkür Etme: 30 Thanked 111 Times in 77 Posts
Üye No: 916
İtibar Gücü: 0
Rep Puanı : 5544
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
![]() DÂRU'L-HADIS
"Yer, mekân, ev" gibi anlamlara gelen "dâr" ile "hadis" kelimelerinden meydana gelen "Dâru'l-hadis", Hz. Peygamber'in söz fiil ve takrirlerinden ibaret olan hadis tedris ve tedkiklerinin yapildigi yer demektir. Bunun içindir ki bu müesseselere "dâru's-sünne", "dâru's-sünneti'n-nebeviye" veya "dâru's-sünneti'l-Muhammediye" gibi isimler de verilmistir. Hz. Peygamber'in, vahyin ilk yillarinda Mekke'de ilk dersleri verdigi Erkam b. Ebu'l-Erkam'in evi, "ilk dâru'l-kurra" olarak kabul edilebilecegi gibi, ilk "dâru'l-hadis" olarak da kabul edilebilir. Islâm tarihi boyunca mescidlerde degisik ilimlerin okutuldugu meclislerin kuruldugu bilinmektedir.Fakat zamanla bilhassa hadis ögrenimi için mescidler çok önemli görevler yüklendiler. Genel olarak hadislerin müzakere edilip yazdirildigi meclislere "meclisü'l-ilm" veya "meclisü'l-imlâ" denirdi. Bu meclislere, talebenin hocanin etrafinda toplanmasindan dolayi Hz. Peygamber döneminden itibaren "halaka" da denilmistir. Dâru'l-hadis adi ile ilk defa müstakil bir ögretim müessesesi, Haleb Atabeklerinden Nureddin Mahmud b. Zengi (541-569 / 1146-1174) tarafindan Sam (Dimask)'da açilmistir. Bu dâru'l-hadis, kurucusuna nisbetle "en-Nuriye" diye adlandirilmistir. Bu müessese, büyük muhaddis ve tarihçi Ibn Asakir (öl. 571 / 1175) adina yaptirilmistir. Bunlarin ikincisi Musul'da açilmis olup, bunlari takiben Eyyubîler'den el-Melikü'l-Kâmil, "el-Medresetu'l-Kâmiliyye" (622/1225)'yi, el-Melikü'l-Esref de Sam'da "el-Medresetu'l-Esrefiyye'yi tesis ettiler. Yine bu siralarda Seyfeddin Mahmud b. Urve (öl. 620/1223) adina "Dâru'l-Hadis-i Urviyye"nin Sam'da (Dimask) Ümeyye Câmii dâhilinde açildigini ögrenmekteyiz. Bu ilk dönemden sonra pek çok yerde benzer isimle ögretim müesseselerinin açildigi görülmektedir. Nitekim Osmanli öncesi Anadolu sehirlerinde de bu gaye ile kurulmus ihtisas medreselerine tesadüf edilmektedir. Anadolu Selçuklu Devleti'nin meshur veziri Sâhib Atâ, Konya'da Ince Minare Dâru'l-hadisi'ni, Ilhanli veziri Semseddin Cüveynî, Sivas'ta Çifte Minare Dâru'l-Hadisi (670/1271-72)'ni kurmuslardi. Öyle anlasiliyor ki, Osmanli öncesinde de Dâru'l-hadis hocaliginin payesi en yüksek payelerden biridir. Burada hocalik yapabilecek olanlarin hadis ilminde en üst seviyede bir bilgiye sahip olmasi gerektigi gibi rivayet ve dirayet ilmini en iyi bilenlerden olmalidir. Dâru'l-hadis gelenegini devam ettiren Osmanlilar da hadis ilminin egitim ve ögretimi için ayni isimle müstakil eserler kurdular. Osmanlilar döneminde ilk dâru'l-hadisin Sultan I. Murad döneminde Çandarli Hayreddin Pasa tarafindan iznik'te yaptirildigi bilinmektedir. Ancak bu eserden günümüze hiç bir iz kalmamistir. Bundan baska Bursa'da Kale içinde Yerkapi yakinindaki dâru'l-hadis sahasindan bahsedilmis olmasi, bu bölgede de daha devletin kurulus döneminde bir dâru'l-hadis yapildigini düsünmemize imkân vermektedir. Bununla beraber ilk devir Osmanli dâru'l-hadislerinin en meshuru, Sultan II. Murad tarafindan Edirne'de Tunca nehrinin kenarinda 1435 senesi Nisan'inda yaptirilan dâru'l-hadistir. Bu dâru'l-hadis, Osmanli medrese teskilâtinda bir dönüm noktasi olarak görülmektedir. Bugün, binasindan hiçbir iz kalmayan bu dâru'l-hadisin ilk müderrisi Fahreddin-i Acemî'dir. Tabakat kitaplarinin verdigi bilgiler isiginda bu medresenin baslangicindan XVIII. yüzyila kadar olan müderris kadrosunu tesbit etmek mümkündür. Fâtih Sultan Mehmed'in Istanbul'u fethinden sonra burada yaptirilan Fatih külliyesi bünyesinde dâru'l-hadis bulunmadigina daha önce temas edilmisti. Muhtemelen Fâtih, babasi Sultan II. Murad'in Edirne'de yaptirip ve yüksek bir pâye verdigi Dâru'l-Hadis Medresesi'ni ikinci plana düsürmemek için Istanbul'da kurdugu külliyesinde dâru'l-hadise yer vermemistir. Nitekim bu devirde Edirne Dâru'l-hadisi ile Fatih Semâniye Medreseleri'nin müderrisleri ayni pâyeye sahip olup her ikisi de günde (yevmiye) 50 akça aliyordu. Gerçekten Fâtih Sultan Mehmed, daha sonra kendisine hoca ve vezir edinecegi Sinan Pasa'yi Edirne Dâru'l-hadisi'ne müderris tayin etmisti. Bundan sonra gerek bizzat Fâtih, gerekse ondan sonra gelen Osmanli Padisahlari'nin zamanlarinda birçok Dâru'l-hadis yaptirilmistir. Böylece sayilarinda büyük bir artis görülen dâru'l-hadisler, bânilerinin isimleri ile zikredilmeye baslanir. Nitekim Istanbul'daki ilk dâru'l-hadisin Kanunî tarafindan açilmis olmasindan dolayi "Süleymaniye Dâru'l-hadisi" adini aldigini biliyoruz. Dâru'l-hadislerin bu artisi, Osmanli ülkesinin her tarafina yayilmis bulunuyordu. Sadece Istanbul'da hicrî 1300 (miladî 1882) senesinde yapilan nüfus sayimi için bastirilan istatistige göre Istanbul'da bulunan dâru'l-hadislerin isim ve sayilarini ögrenebiliyoruz. Buna göre belirtilen senede Istanbul'da mevcud olan ve faaliyetlerine devam eden dâru'l-hadisler sunlardir: Haci Besir Aga (Eyyup'te Baba Haydar), Izzet Efendi (Sultan Selim'de Çiragi Hamza), Misli Ali Efendi (Otlukçu Yokusu), Hulusi Efendi (Otlukçu Yokusu), Bosnevî (Horhor), Baba Mahmud Bekir Aga (Sehzâdebasi), Papaz-zâde (Koska), Damad Ibrahim Pasa (Sehzâdebasi), Hasan Aga (Kalender-hâne), Süleymaniye (Tiryaki Çarsisi) ve Süleymaniye (Dökmeciler). Burada hemen sunu de belirtelim ki, Istanbul medreseleri arasinda, baslangiçta dâru'l-hadis iken sonradan terk edilenler bulundugu gibi, baslangiçta dâru'l-hadis olmayip sonradan dâru'l-hadis haline getirilenler de vardir. Osmanli dâru'l-hadislerinde hadis ve ilimlerinden baska tefsir gibi diger Islâmî ilimlerin de okutuldugu anlasilmaktadir. Hadisten Buharî, Müslim, Mesarik gibi muteber eser ve serhleri okutulurdu. Bu medreselerde ders okutan müderrislere "Muhaddis" denirdi. Buralara ögrenci olarak girebilmek için genel egitim veren medreseleri ikmâl etmek gerekirdi. Dâru'l-hadisler de kendi aralarinda çesitli seviye ve kademelere ayrilirlardi. Burada sunu da belirtmek gerekir ki Osmanli dâru'l-hadislerinde okutulan hadis, baska bir ifadeyle ders kitaplari meselesi kesin olarak açikliga kavusturulmus degildir. Biraz önce ders kitaplarindan bahs ederken, okutulduklarini söyledigimiz kitaplar, daha ziyade Süleymaniye Külliyesi Vakfiyesi'nin dâru'l-hadisle ilgili bölümünde müderrisin vasiflari sayilirken bazi kelimelerin birer sifat mi, yoksa bu isimleri tasiyan Mesabih ve Mesarik gibi hadis kitaplarinin isimlerini tasiyan eserlere mi ait oldugu kesin olarak anlasilamamaktadir. Biraz önce temas edilen Buharî ve Müslim bir tarafa birakilacak olursa herhalde hadisten okunacak kitaplar vakif sahibi tarafindan degil, müderrisin kendi arzusu istikametinde olmustur. Mimarî yönden genel medreselerden farkli olmayan dâru'l-hadisler, halkin egitilmesinde, birlik ve beraberligin saglanmasinda hizmet veren egitim müesseselerinden biri olmuslardir. Gerek kurulus döneminde, gerekse duraklama ve gerileme dönemlerinde büyük hizmetler görmüslerdi. |
![]() |
![]() |
![]() |
#9 |
Guest
Üyelik Tarihi: Sep 2005
Konum: düşünmeM lazıM
Yaş: 38
Mesajlar: 0
Teşekkür Etme: 30 Thanked 111 Times in 77 Posts
Üye No: 916
İtibar Gücü: 0
Rep Puanı : 5544
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
![]() DÂRU'T-TIB
Islâm dünyasinda tib egitim ve ögretimi ile tedavinin birlikte yürütüldügü müesseseler, "Dâru't-tib", "Dâru's-sifa", "Dâru's-sihha", "Dâru'l-merza", "Sifahâne", "Mâristan","Bimaristan", "Dâru'l-afiye" ve "Bimarhane" gibi isimlerle anilmaktadir. Islâm'dan önce Arap tibbi, genellikle tecrübeye dayaniyordu. Bununla beraber onlar, daha ziyade bitki ve özellikle çöl bitkilerini ilaç olarak kullaniyorlardi. Islâm'in gelisi ile tib için yeni ufuk ve kapilar açilmaya baslandi. Çünkü bizzat Hz. Peygamber, doktorlarla istisare ve görüsmeyi tesvik ediyor, onlarin bilgilerinden istifade etmeyi gerekli görüyordu. Hatta bu konuda o, doktorlarin Müslüman olup olmamasina da bakmiyordu. Nitekim Veda Hacci esnasinda hastalanan Sa'd b. Ebi Vakkas'in tedavi edilmesini, zamanin Arap tabibi ve henüz Müslüman olmamis bulunan Hâris b. Kelde es-Sakafî'den istemisti. Islâm tarihinde tip ilmi ile mesgul olma ve tedavi için hastahâne kurulmasinin gerektigi anlayisi, Hz. Peygamber dönemine kadar uzanmaktadir. Nitekim Hendek Gazvesi (Savasi) esnasinda yaralanan Sa'd b. Muaz ile diger yaralilar için seyyar savas hastahânesi diyebilecegimiz bir hastahânenin (Rüfeyde Çadiri), mescidin yanina kurulmasini emreden ve yaralilarin buraya kaldirilip tedavi edilmesini isteyen Hz. Peygamber, Eslem kabilesinden olan Rüfeyde el-Ensariye adindaki kadinin, bu çadirda yaralilari tedavi etmesini de istemisti. Böyle bir uygulama sayesinde biz, Hz. Peygamber'in, Islâm âleminde ilk defa hastahâne kurulmasini emreden kimse oldugunu söyleyebiliriz. Bununla beraber, ilk defa tam teskilatli dâru's-sifa (hastahâne)nin Emevî Halifesi Velid b. Abdülmelik tarafindan Sam'da hicrî 88 (miladî 706) tarihinde kuruldugu bilinmektedir. Yine Emevîler döneminde Fustat'ta Kanadil sokagindaki Ebû Zübeyd'in evi bimaristan haline getirilerek burada da bir bimaristan yapilmisti. Velid, burayi bazi doktorlarin nezaretinde cüzzama yakalananlarin tedavisi için açmisti. O, doktorlara ücret tayin eden ve cüzzamlilar ile körlerin sokaklara çikip sikinti çekmemelerini isteyen, bu sebeple onlara maas baglayan birisi idi. Ayrica o, bunlara yardimci olacak bedenen saglam insanlari da görevlendirmisti. Emevîler döneminde tip egitim ve ögretiminde büyük bir gelisme olmustu. Emevî Halifesi Ömer b. Abdülaziz (99-101/717-720) döneminde tip ilminin büyük bir merhale katettigi görülür. Çünkü o, Iskenderiye'deki bu meslegi Antakya ve Harran'a tasidi. Bu da Abdülmelik b. Ebcer el-Kinanî'yi Antakya'ya getirmekle olmustu. Bütün bir Islâm dünyasina ve dolayisiyle Osmanlilar üzerinde de tesiri olmasi bakimindan kisaca Abbasî dönemi tibbina bir göz atmak istiyoruz. Böylece Osmanli dönemindeki gelismelerin köklerini görmüs olacagiz. Abbasî halifelerinden Harun Resid (170-197/786-809) Bagdad'da bir hastahâne tesis etmisti. O, Cündisapur hastahânesinin doktorlarindan kendi sarayina gelenlerin tabibligini begendigi için onlara ayni sistemle Bagdad'da bir hastahane kurdurur. Bagdad'da kurulan bu hastahanenin söhreti her tarafa yayilir. Bu durumdan haberdar olan imkân sahibi herkes benzer bir hastahane yapma gayretine düser. Böylece Islâm dünyasinin birçok yerinde ayri ayri hastahaneler kurulur. Buralarda din ve mezheb farki gözetilmeksizin her hasta en iyi sekilde bakilip tedavi edilirdi. Her hastalik için de ayri salonlar tahsis edilmisti. Ayrica buralarda hocalar, asistanlar ve ögrenciler bulunmak suretiyle amelî dersler de görülürdü. Bu dönemde Hiristiyan Avrupa, çok kati bir din taassubu içinde bulunuyordu. Zira bunlarin anlayisina göre eski dönemlere ait ne kadar ilim varsa ya "yalanci" veya "zararli" idi. Hele tip konusunda Kitab-i Mukaddes'ten baska bir sey aramak dinsizlik belirtisi idi. Zira bedenî rahatsizliklarin sebebi, Allah'in kula olan gazabi idi. Onun için doktor eli ile tedavi olmaya çalismak inançsizlik sebebi sayiliyordu. Kilise babalari, hastaliktan kurtulmak gayesiyle seytani bedenden uzaklastirmaya gayret ediyorlardi. Bu da ancak ölüm ile mümkündü. Türk emirlerinden Emir Ebu'l-Hasan Yahkem (öl. 329/941) Bagdad'da bimaristan tesis etmisti. Türk hükümdarlari tarafindan kurulan ve sonradan "Bimaristan el-atik" adiyla anilan ilk bimaristan, Ahmed b. Tolun tarafindan h. 259 (m. 872) tarihinde Kahire'de tesis edilmisti. Bundan baska Nureddin Mahmud b. Zengi'nin Haleb ve Sam'da, Suriye Atabeklerinden Emîr Alemüddin Sencer Kerek'te, Tutus'un oglu Dukak da yine Sam'da dâru's-sifalar kurmuslardi. Daha sonra Eyyubî ve Memlûklular'in da birçok bimaristan yaptirdiklarini kaynaklardan ögrenmekteyiz. Osmanlilar'dan önce Anadolu'da kurulan birçok dâru's-sifa bulunmaktadir. Kayseri Gevher Nesibe Dâru's-Sifasi (602/1205), Sivas I. Keykâvus Dâru's-Sifasi (614/1217), Mengücekler'den Fahreddin Behram Sah'in kizi Turan Melike Hanim'in Divrigi'de (626/1228) yilinda yaptirdigi Divrigi Dâru's-Sifasi, Ilhanlilar devrinde Amasya'da yaptirilan (708/1308) dâru's-sifa, ayrica Diyarbakir ve Mardin gibi yerlerde Artuklular tarafindan yaptirilan dâru's-sifalar, belirtilen dönem için örnek olarak gösterilecek dâru's-sifalardan sadece birkaçidir. Islâm dünyasinda hastahâneler sadece bedenî rahatsizliklarla degil, ayni zamanda ruhî ve psikolojik hastaliklarla da ilgileniyorlardi. Yakubî ile Mes'udî eserlerinde Bagdad yakinlarinda bulunan bir tekkenin psikiatrik bir müessese olarak akil hastalarinin tedavisine tahsis edildigini belirtirler. Mes'udî'nin ifadesine göre Deyr Hizkil akil hastahânesi Abbasî Halifesi Mütevekkil Alallah zamaninda (847-861) ünlü dilci el-Müberred tarafindan Bagdad ile Vâsit arasindaki hastahâne hakkinda IX ve X. yüzyil müellifleri tarafindan genis bilgi verildigine göre (Ya'kubî, s. 321; Mes'udî, IV, 89; Yakut, II, 540-541) hiç süphesiz burasi, sadece akil hastalarinin tedavisine tahsis edildigi belgelerle isbat edilebilen en eski psikiyatrik hastahane olma serefine daha layiktir. Çünkü bu müessese, Bati'da ancak XV. asirda ve çok zor sartlarda ortaya çikan hastahânelerle mukayese edilemeyecek kadar bir öncelige sahiptir. Selçuklular'in, Dogu Islâm dünyasinin koruyucusu olarak Çin ve Hindistan'dan Akdeniz'e kadar yayilmalarinin sadece Türk-Islâm tarihi için degil, Avrupa tarihi için de bir dönüm noktasi teskil ettigi, son zamanlarda yapilan arastirmalarin isigi altinda anlasilmaya baslanmistir. Avrupa'da Rönesans devrinin dogmasinda Müslüman Türklerin oynadigi rol etraflica incelendiginde Selçuklular'in Avrupa kültürünü, özellikle Avrupa tibbini, hastahanelerini ve üniversite kuruluslarini ne kadar çok etkiledikleri daha belirli bir sekilde ortaya çikacaktir. Bununla beraber, Selçuklular'in daha Sultan Alparslan zamanindan baslayarak Nisabur, Bagdad, Siraz, Berdesir, Kâsân, Ebher, Zencan, Gence, Harran ve Mardin gibi merkezlerde kurduklari bimaristanlar ne yazik ki bugün ortadan kalkmis bulunmaktadirlar. Selçuklular döneminde genel bimaristanlardan baska sadece akil hastalarinin tedavisi ile ugrasan Bagdad yakinindaki Deyrihizkil Tekkesi gibi müesseselerle, cüzzamlilarin tecrid edilerek bakildigi miskinler tekkesi veya cüzzamhâne denilen hastahaneler de kurulmus ve bunlardan Anadolu'da bulunanlar Osmanlilar tarafindan yakin zamana kadar isletilmistir. Mesela Afyon dolaylarindaki Karacaahmet Tekkesi ile Burdur yakinlarinda Onacak'taki Melek Dede Türbesi bunlardandir. Erzurum civarinda simdiki adi Deli Baba olan köyde akil hastalarinin tedavisiyle ugrasan Selçuklu dönemineit böyle bir tekkenin XV. yüzyilin baslarinda faal oldugu, Ispanya Krali'nin Timur'a gönderdigi elçi Klavijo'nun seyahatnamesinden ögrenilmektedir. Semerkant'a giderken buradan geçen Klavijo'nun yazdigina göre Deli Baba köyünde akil hastalarinin tedavisiyle mesgul olan dervisler yasiyor ve buraya getirilen hastalar, onlarin telkin ve mesguliyet tedavileriyle sifa buluyorlardi. Diger medreselerde oldugu gibi Osmanli tip medreseleri de Islâm dünyasinda daha önce kurulmus olan dâru's-sifa ve özellikle Anadolu Selçuklulari dâru's-sifalari örnek alinarak kurulmuslardir. Osmanlilarda ilk dâru's-sifa Yildirim Bayezid tarafindan Bursa'da kurulmustu. Bundan sonra Istanbul'da Fatih Sultan Mehmed, Edirne'de II. Bayezid, Istanbul'da Haseki Sultan ve Atik Valide gibi tesisler kurulmustu. Günümüze ulasabilen Islâm hastahanelerinin çogu, Osmanlilara ait olanlardir. Özellikle XVI ve XVII. yüzyillarda dünya tarihinin en büyük devletlerinden biri olan Osmanli Devleti'nin genis topraklarinda halk, ordu ve saray mensuplari için bimaristan, bimarhâne, sifahâne, timarhâne veya dâru's-sifa denilen hastahaneler tesis edilmisti. Yildirim Bayezid döneminde askerî islere verilen önem kadar ilim, irfan ve kültürel gelismelere de önem veriliyordu. Bu sebeple, daha önce kendi imkânlari ile tibbin gelismesine yardimci olanlar için XV. yüzyilin ilk senesinde (15 Ramazan/12 Mayis 1400) Yildirim Bayezid tarafindan Bursa'da "dâru't-tib" adiyla bir hastahane açilmisti. Baslangiçta en güzel tibbî müesseseler ve hastahaneler Iran'da, Cündisapur'da idi. Araplar da bunu örnek alarak en güzellerini Bagdad'da yapmislardi. Osmanli ülkesinde yapilacak olan da bunlara benzeyecekti. Islâm medeniyet tarihinde bimaristanlar hem hastahâne hem de tip ilminin tedris edildigi birer tip fakülteleri idi. Daha önce de belirtildigi gibi Türkler bazi farklarla bu müesseseleri Araplardan almislardi. Bursa'da kurulan bu ilk tip medresesi, o zamanlar Türkiye'de insa edilen hanlarin mimarî özelliklerine göre yapilmisti. Bu medrese iki katli olup ortada genis bir bahçe vardi. Hücre ve salonlarin kapilari bu bahçeye açilirdi. Yildirim Bayezid tarafindan insa ettirilen bu ilk Dâru't-tib, kisa zamanda büyük bir söhrete ulasti. Genis vakiflari ile herkese hizmet eden bu müessesenin egitim sisteminin, Cündisapur ve Selçuklu dönemi Sivas Darussifasina benzemesi normal karsilanmalidir. Bu devrin (XV. asir) sonunda da Mukbilzâde Mü'min adinda bir hekim yazar, II. Murad zamaninda yetismisti. "Zahire-i Mudariye" adiyla padisaha ithaf edilen eserin en dikkate deger tarafi, Arapça terimler arasinda Türkçe terimlerin serbestçe kullanilmis olmasidir. Fâtih Sultan Mehmed tarafindan tesis edilen sahn medreselerinin yaninda bir de Dâru's-sifa yapilmisti. Bu müessesenin mükemmel bir sekilde vazife icra etmesi için hiç bir masraftan kaçinilmamisti. Fâtih hastahânesi (bimarhâne)nin yetmis hücre ve seksen kubbesi oldugu belirtilmektedir. Buraya Fâtih tarafindan dersiam ve hekim basi tayin edilmisti. Osmanli hastahânelerinin en bariz mimarî özelligi câmi, medrese, imaret, tabhâne, kervansaray, hamam, çarsi, çesme, kütüphâne ve benzerlerinden meydana gelen külliyelerin bir parçasi olarak planlanmalaridir. Bu külliyeler sehir içinde adeta yeni birer küçük mahalle olusturarak bir sosyal merkez gibi halkin her türlü sosyo-kültürel ve saglikla ilgili ihtiyaçlarini da karsiliyorlardi. Osmanli hastahânelerinde Selçuklu geleneklerinin devam ettirildigi, ancak bu dönem hastahânelerinde yeni mimarî fikirlerin de uygulandigi görülmektedir. Nitekim Bursa'daki Yildirim Bayezid ve Manisa'daki Hafsa Sultan dâru's-sifalarinda Selçuklu hastahanelerinin mimarî özellikleri yasatilirken, Edirne'deki II. Bayezid Dâru's-sifasinda ve Mimar Sinan'in Istanbul'da yaptigi hastahanelerde yeni mimarî düsüncelere yer verilmistir. Mimar Hayreddin'in Edirne'de insa ettigi II. Bâyezid Dâru's-Sifasi, hastahâne tarihinde esi bulunmayan bir âbidedir. Bu hastahânenin külliyeye dahil medrese, câmi, tabhâne, firin ve imâretle birlikte Tunca nehrinin kenarinda yesil ibr sahaya insa edilisi, sehircilik bakimindan da bugünün modern Isveç hastahanelerindeki en ileri planlama yönteminin Türkler tarafindan 500 yil önce uygulandigini göstermektedir. Osmanli döneminde hastalar, bimarhânede kendilerini sagliga kavusturacak müsfik eller buluyorlardi. Kadinlar ve hiristiyanlar için özel daireler ayrilmisti. Tedavide en küçük teferruat bile gözden kaçirilmiyordu. Tedavi mükemmeldi. Hastalara uygun devalar (ilaçlar)dan baska ruhî tedavi de uygulaniyordu. Icra edilen musikî ahengi karsisinda hastalar maddî izdiraplarini unutuyorlardi. Vakfiyelerde kimlerin hangi vazife ile buralarda hizmet görecekleri, ne kadar ücret alacaklari ve nasil hizmet etmeleri gerektigine dair bilgilerin yaninda hastalara hangi ilaç ve yemeklerin verilecegine dair bilgi de bulunmaktadir. XV. yüzyilda Bursa'da kurulan dâru't-tibbi, bir tip okulu sayanlar vardir. Her ne kadar vakfiyede ögretime dair bir bölüme tesadüf edilememekte ise de, eskiden beri devam edegelen âdete göre usta hekimler çirak yetistirirlerdi. Hastahânelerde tip ve eczaciliga dair dersler verilir ve her iki sanatin tatbikati gösterilirdi. Elimizde bulunan birçok belge, buralarda "Muidlik" esasina dayali ve ögrencilere mümkün mertebe faydali olma anlayisinin bulundugunu göstermektedir. Binaenaleyh,herhangi bir sebeple vazifesinden ayrilan muidlerin yerine derhal yenisi geliyordu. Nitekim 12 Zilhicce 1167 (30 Eylül 1754) tarihli bir belgeye göre Sivas'taki Sifaiyye medresesine Mehmed Halife adinda bir muidin tayini istenmektedir. Çünkü daha önce muidlik yapan Abdullah adindaki sahsin öldügü anlasilmaktadir. Doktorlar her çesit tib bilgilerini ögrendikleri gibi, günümüzdekine benzer, cerrah, kan alici, kehhal (göz doktoru), disçi, akil hastalari tabibi gibi ihtisas siniflarina da ayriliyorlardi. Osmanli dönemi Dâru't-tiblarindaki egitim hakkinda kesin bir bilgiye sahip olmamakla beraber, buralarda umumi medreselerde ve dâru'l-hadislerde uygulanan sistemden farkli bir uygulamanin oldugunu söyleyebiliriz. Çünkü tabiblik, daha ziyade uygulama gerektirmektedir.Bu bakimdan, bazi tabiplerin özel dersler vermek, bazisinin da özel dershaneler açmak suretiyle sakird (çirak) yetistirdikleri görülmektedir. Osmanli tip hayatinda muhtesib ile tabiplerin birbirleri ile siki bir iliskileri bulunmaktadir. Zira görevi geregi muhtesib (veya ihtisâb Agasi) zaman zaman tabipleri kontrol etmekte, onlardan sanatini kötüye kullananlar veya gerçekte tabip olmadigi halde tabiblik yapanlari bu isten uzaklastirabilmektedir. Osmanli Devleti'ndeki ihtisas medreselerinden bahsederken, degisen dünya sartlarinin geregi olarak, klasik dönemde bulunmayan yeni ihtisas medreselerinin kurulduguna da temas etmek gerekir. |
![]() |
![]() |
![]() |
#10 |
Guest
Üyelik Tarihi: Sep 2005
Konum: düşünmeM lazıM
Yaş: 38
Mesajlar: 0
Teşekkür Etme: 30 Thanked 111 Times in 77 Posts
Üye No: 916
İtibar Gücü: 0
Rep Puanı : 5544
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet :
|
![]() MEDRESETÜ'L-KUDÂT
Kadi yetistirmek maksadiyla 1270 (1854)'te Seyhülislâm Mesreb Efendi hafidi Mehmed Arif Efendi zamaninda açilmistir. Ilk açilisinda "Muallimhane-i Nuvvab" adini tasiyan medrese, 1302 (1884)'ten sonra "Mekteb-i Nuvvab", 1329 (1910) ise Mekteb-i Kudât adi ile anilmistir. Iki yil tahsil müddeti olan medrese ilk mezunlarini 1272 (1856) tarihinde vermistir. Ilk sene bir tek mezun veren bu medreseden çikanlar, hukuk mektebi talebe yetistirinceye kadar mahkemelere tayin ediliyorlardi. MEDRESETÜ'L-VÂIZÎN Bu medrese, 6 Subat 1912 tarihli bir nizamnâmeye göre "Ahkâm-i âliye-i Kur'aniyye ve Sünnet-i seniyye-i Nebeviyye dairesinde mevâizi, hasene-i ictimaiyye icrasiyla din-i mübin-i Islâm'in, müessis-i medeniyet ve fazilet oldugunu cihan-i insaniyete nesr edebilecek erbâb-i kemâl-iyetistirmek maksadiyla" açilmisti. Kurulus gayesinden de anlasilacagi gibi medrese, adeta Islâm tebligcilerini (misyoner) yetistirmek için kurulmustur. Üç siniftan meydana gelen medresenin her sinifinda okutulacak olan dersler, ögrencilerin hem dinî hem de kültürel seviyelerinin yüksek olmasina yardimci olacak derslerdi. Önemine binaen, siniflara göre ders dagitim cetvelini buraya aliyoruz. Birinci Sinif: Hadis, Kelâm, Fikih, Siyer-i Nebi, Târih-i Islâm, Hitabet ve Mev'iza, Edebiyat-i Osmaniye, Edebiyat-i Farisiyye, Edebiyat-i Arabiyye, Tarih-i Umumi, Tarih-i Osmanî, Cografya-yi Osmanî ve Islâmî, Cografya-yi Umumi, Hesap, Hendese, Terbiye-i Bedeniyye (Beden Egitimi). Ikinci Sinif: Tefsir, Hadis, Kelâm, Fikih, Usûl-i Fikih, Hitabet ve Mev'iza, Edebiyat-i Arabiyye, Edebiyat-i Farisiyye, Edebiyat-i Osmaniyye, Tarih-i Umumi, Tarih-i Osmaniyye, Siyer-i Nebi ve Tarih-i Islâm, Cebir, Hikmet-i Tabiiyye, Malumat-i Hukukiyye, Terbiye-i Bedeniyye. Üçüncü Sinif: Tefsir, Hadis, Kelâm, Fikih, Usûl-i Fikih, Felsefe, Hitabet ve Mev'iza, Edebiyat-i Arabiyye, Edebiyat-i Farisiyye, Edebiyat-i Osmaniyye, Tarih-i Edyan (Dinler Tarihi), Hey'et (Astronomi), Hifzissihha (Saglik bilgisi), Kimya, Hikmet-i Tabiiyye, Terbiye-i Bedeniyye. MEDRESETÜ'L-EIMME VE'L-HUTEBÂ Günümüzde, vazifesi hemen hemen mihrab ile minber arasina sikisip kalan mahalle imamlarinin selâhiyetleri, baslangiçta bu kadar kisitli degildi. Osmanlilar'da imamlik, sorumluluk alani genis ve önemli bir vazife idi. Bunun için, bu göreve atanacaklarin belli seviyede bir bilgi ve kültür birikimine sahip olmalari gerekiyordu. Vazifeye tayinleri, Padisah berâti ile olan imamlar, 1245 (1829) senesinde muhtarlik teskilâti kurulana kadar mahallenin yöneticisi durumunda idiler. Onlar, kadilarin temsilcileri olduklarindan, mahallenin düzeninden, halk arasindaki ahenk ve baristan sorumlu idiler. Tabir caizse belirtilen dönemde mahalleyi onlar yönetiyor diyebiliriz. Bu sebeple olacak ki bir arsiv belgesine göre resmen imamlik vazifesi ile görevlendirilmeyen kimselere imam degil, "Namazci" adi verilmektedir. Baslangiçta daha ziyade dâru'l-kurra mezunlari arasindan seçilen imamlar için sonralari yeni bir medrese açilir. Iste bu medrese Imam ve Hatip yetistirmek için 1329 (1913) yilinda açilmisti. Medrese iki bölümden olusmaktaydi. Bunlardan biri Imam ve Hatip'lik bölümü, digeri de Ezan ve Ilâhî bölümü idi ki bir mânada müezzinlik bölümü diye isimlendirebiliriz. MEDRESETÜ'L-IRSÂD Medresetü'l-Vâizîn ile Medresetü'l-Eimme ve'l-Hutebânin birlestirilmesi ile meydana gelmis bir medresedir. Bu medrese talebesinin yedirilip içirilmesi isi, Dâru'l-Hilâfe talebesininki gibidir. Bu medreseyi bitirenler, zeyil mesihatlarina, kara ve deniz askerî kitalari imamliklarina, vilayet, liva ve kaza merkezlerindeki vaizliklere tayin olunurlardi. Bundan böyle imam ve hatiplik sadece bu medrese mezunlarina verilirdi. Bu medrese, Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun nesrine kadar devam etti. Adi geçen kanunla medreseler kapatildigi zaman bu medrese Imam-Hatip Okulu'na çevrildi. MEDRESETÜ'L-MÜTEHASSISÎN Medreselerin ilk teskilât ve taksimatinda onlarin üstünde ihtisas medresesi olarak Dâru'l-Hadis, Dâru't-Tib gibi müesseseler vardi. Fakat Fikih (Islâm Hukuku), Kelâm, Felsefe ve özellikle Kur'an'in tefsiri gibi konularda ihtisas veren bir medrese yoktu. Nihayet 1908'deki medrese islahatinda bir de "Medresetü'l-Mütehassisîn" adiyla yeni bir medrese kurulmasina ihtiyaç hâsil olmustu. Nihayet 1333 (1917) yilina gelindiginde Dâru'l-Hilafeti'l-Aliyye Medresesi programini tanzim ve islah etmek üzere toplanmis olan 38 kisilik komisyon, üç bölümü ihtiva eden Medresetü'l-Mütehassisîn'i kurmustu. Bütün bu medreselerden baska gerek saray erkâninin çocuklarini okutup egitmek, gerekse askerî egitimle ilgili medreseler de kurulmustu. Biz, bilgi vermek bakimindan bunlardan da kisaca bahs etmek istiyoruz. Bunlar: Saray ve Askerî mekteplerdir. Görüldügü gibi simdiye kadar genel egitim ve ögretime tahsis edilen medreselerin egitim ve ögretim faaliyetleri üzerinde durduk. Halbuki bunlarin disinda da bazi medreseler bulunmaktadir. Bunlar, daha ziyade ihtisasi gerektiren bir dalda agirlikli egitim ve ögretim yapilan medreselerdir. Belli branslarda faaliyet gösteren bu medreseler, Osmanlilardan önceki Islâm dünyasinda olduklari gibi Osmanlilarda da ayni isimle varliklarini devam ettirmislerdir. Klasik dönemde bunlari: Dâru'l-kurra, Dâru'l-hadis ve Dâru't-tib olmak üzere üç kisma ayirabiliriz. Osmanli dönemi ihtisas medreseleri ile bunlarin fonksiyonlarini daha iyi anlayabilmek için biraz gerilere, yani Osmanli öncesine gitmemizde fayda mülahaza ettigimiz için, Osmanlilarin örnek aldigi bu medreselerin ilk kurulus yillarindan da kisaca bahs etmek icab etmektedir. |
![]() |
![]() |
![]() ![]() |
Konuyu Görüntüleyen Aktif Kullanıcılar: 1 (0 üye ve 1 misafir) | |
|
|
![]() |
||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
13:42 Anadolu Eğitim Öğretim ve Bilim Hizmetleri Sendikası, Bakan Çelik'i istifaya ça | TiTaN | Eskiler (Arşiv) | 0 | 07-17-2007 01:45 PM |
osmanlıda aşk | bluekeys™ | Eskiler (Arşiv) | 1 | 11-28-2006 04:58 PM |
osmanlıda kul hakkı | blAcksmith | Eskiler (Arşiv) | 3 | 09-22-2006 06:02 PM |
Atatürk bilim ve eğitim dili hakkında ne demişti... | trecy | Eskiler (Arşiv) | 0 | 01-28-2006 04:25 AM |
Osmanlıda Hukuk | Misyoner | Eskiler (Arşiv) | 4 | 10-04-2005 02:53 AM |